Siyasal düzlemde kabul görmüş her yeni anlayış her yeni felsefe dili biraz daha bozdu birşeyler aldı götürdü ondan. Tanzimat döneminde başlayan dil yozlaşması boyut değiştirerek Servet-i Fünun edebiyatı ile sürdü. Cumhuriyet döneminde dil inkılâbı adı altında herne kadar sonradan uygulamanın yönü değiştirilse de- bir kıyıma şâhit olundu. Tarihimiz-geçmişimizle kültürel belleğimizle bağlarımızı oluşturan kelime haznemiz daraltılıp bir kültürel tabana oturmayan kimi zaman dil ve türetme kurallarına dahi uymayan bir Türkçeleştirme faaliyetine girişildi. Öztürkçe addedilen bu yeni kelimelerin de pekçoğunun (bir imparatorluk diline uygun olarak) yabancı kökenli ve/fakat zamanla Türkçeleşmiş kelimeler olduğunu görüyoruz.
Bu kelimelerin önemli bir kısmı dilimizde bugün yer edinmiş vaziyette onları fiilen kullanıyoruz. Ancak bunun için bir dil (ki binlerce yıllık bir geçmişe sahip bir imparatorluk dili) ve dolayısıyla- kültür adına hayatî sayılabilecek ölçüde önemli ödünler vermek zorunda kaldık. Artık gençlerimiz zamanında en açık ve duru bir Türkçe ile yazmış olan Ömer Seyfettin Hâlide Edip ve Reşat Nuriyi bile sözlük yardımıyla veya sadeleştirilmiş basımlarından okumak zorunda kalıyorlar. Tevfik Fikret ya da Hâlit Ziyadan bahsetmiyorum bile. Bu toplumun geçmişini unutması tarihiyle bağlarını koparması demektir.
Verdiğimiz bir diğer ödün anlam kısırlaşması ile ilgili:
Bir zamanlar dilimizde "güzel"i anlatan onlarca kelime bulunurdu ve bunların herbiri çeşitli kullanılışlarıyla farklı güzelliklerin ifadesi olmuştur. Bunlardan birkaçını anlamlarıyla sıralayalım: Lâtif ince şeffaf hattâ ruhanî güzelliği; zîbâ süslü ve yakışıklı güzelliği; hoş bilindiği gibi hoş güzelliği; tarâvet tazeliği ve taze güzelliği; dîdâr yüz güzelliğini; rânâ gül-i rânâ ve nergiste olduğu gibi renkli güzelliği ya doğrudan ya da mecazla ifade ederler. Bunlardan başka şîrinlik sabâhat melâhat vecâhet cemal behâ hüsün ân vb. gibi daha nice kelime güzelliğin çeşitli yönleriyle ifadesi olmuştur (1). Kimi zaman bunlar da yeterli görülmemiş hüsn ü cemal hüsn ü behâ hüsn ü ân şeklinde birarada kullanılmışlardır.
Zamanın edipleri daha da ileri gidip Farsça gönül demek olan dil kelimesiyle yapılmış ne kadar birleşik sıfat varsa bunları çeşitli güzelliklerin ifadesinde büyük ustalık ve incelikle kullanmışlardır. Bunlardan "dilârâ" (gönül süsleyen) "dilber" (gönül götüren) "dildâr" (gönül tutan) "dilpesent" (gönlün beğendiği) "dilrüba" (gönül çeken) "dilşikâr" (gönül avlayan) "dilfürûz" (gönül parlatan) "dilfirîb" (gönül eğlendiren) "dilmişin" (gönülde yerleşen) "dilnevâz" (gönül okşayan) güzel demektir ve bunların sayısı burada sayılanlardan daha fazla ve çeşitlidir (2).
Bu kelimelerin bugün tamamına yakını öldürmüş durumdayız. Bir panelde konferansta TVde konuşanların da sokakta kavga eden çocukların da durumunu tartışma kelimesi ile karşılıyoruz. "Münakaşa müzakere münazara müşahede münazaa" kelimelerinden mahrum kalıyoruz.
Hayal yerine imge ruh yerine tin mesela yerine örneğin koyup (3) kelimelerin kültürel ve edebî anlamlarını yok ediyoruz.
Ziya Gökalpin dediği gibi
Uydurma söz yapmayız
Yapma yola sapmayız
Türkçeleşmiş Türkçedir
Eski köke tapmayız.
deyip dilimize yerleşmiş Türkçeleşmiş kelimeleri Türkçedeki kullanımıyla bırakmamız gerekir.
Bu kelimelerin önemli bir kısmı dilimizde bugün yer edinmiş vaziyette onları fiilen kullanıyoruz. Ancak bunun için bir dil (ki binlerce yıllık bir geçmişe sahip bir imparatorluk dili) ve dolayısıyla- kültür adına hayatî sayılabilecek ölçüde önemli ödünler vermek zorunda kaldık. Artık gençlerimiz zamanında en açık ve duru bir Türkçe ile yazmış olan Ömer Seyfettin Hâlide Edip ve Reşat Nuriyi bile sözlük yardımıyla veya sadeleştirilmiş basımlarından okumak zorunda kalıyorlar. Tevfik Fikret ya da Hâlit Ziyadan bahsetmiyorum bile. Bu toplumun geçmişini unutması tarihiyle bağlarını koparması demektir.
Verdiğimiz bir diğer ödün anlam kısırlaşması ile ilgili:
Bir zamanlar dilimizde "güzel"i anlatan onlarca kelime bulunurdu ve bunların herbiri çeşitli kullanılışlarıyla farklı güzelliklerin ifadesi olmuştur. Bunlardan birkaçını anlamlarıyla sıralayalım: Lâtif ince şeffaf hattâ ruhanî güzelliği; zîbâ süslü ve yakışıklı güzelliği; hoş bilindiği gibi hoş güzelliği; tarâvet tazeliği ve taze güzelliği; dîdâr yüz güzelliğini; rânâ gül-i rânâ ve nergiste olduğu gibi renkli güzelliği ya doğrudan ya da mecazla ifade ederler. Bunlardan başka şîrinlik sabâhat melâhat vecâhet cemal behâ hüsün ân vb. gibi daha nice kelime güzelliğin çeşitli yönleriyle ifadesi olmuştur (1). Kimi zaman bunlar da yeterli görülmemiş hüsn ü cemal hüsn ü behâ hüsn ü ân şeklinde birarada kullanılmışlardır.
Zamanın edipleri daha da ileri gidip Farsça gönül demek olan dil kelimesiyle yapılmış ne kadar birleşik sıfat varsa bunları çeşitli güzelliklerin ifadesinde büyük ustalık ve incelikle kullanmışlardır. Bunlardan "dilârâ" (gönül süsleyen) "dilber" (gönül götüren) "dildâr" (gönül tutan) "dilpesent" (gönlün beğendiği) "dilrüba" (gönül çeken) "dilşikâr" (gönül avlayan) "dilfürûz" (gönül parlatan) "dilfirîb" (gönül eğlendiren) "dilmişin" (gönülde yerleşen) "dilnevâz" (gönül okşayan) güzel demektir ve bunların sayısı burada sayılanlardan daha fazla ve çeşitlidir (2).
Bu kelimelerin bugün tamamına yakını öldürmüş durumdayız. Bir panelde konferansta TVde konuşanların da sokakta kavga eden çocukların da durumunu tartışma kelimesi ile karşılıyoruz. "Münakaşa müzakere münazara müşahede münazaa" kelimelerinden mahrum kalıyoruz.
Hayal yerine imge ruh yerine tin mesela yerine örneğin koyup (3) kelimelerin kültürel ve edebî anlamlarını yok ediyoruz.
Ziya Gökalpin dediği gibi
Uydurma söz yapmayız
Yapma yola sapmayız
Türkçeleşmiş Türkçedir
Eski köke tapmayız.
deyip dilimize yerleşmiş Türkçeleşmiş kelimeleri Türkçedeki kullanımıyla bırakmamız gerekir.