Silencio
Kayıtlı Üye
Bilimkurgu sinemasının 60lı yılların sonundan başlayıp, 2000li yıllara kadar sürecek altın çağını esasen farklı denemelerin yapıldığı, eğilimlerin değiştiği üç ayrı 10 yıllık dönem olarak değerlendirmek gerekir. 1968de 2001: A Space Odysseyle başlayan felsefi bilimkurgu çağını, 1977de Star Warsun aksiyonu ve eğlenceyi ön plana çıkararak bilimkurgunun gerçek gişe potansiyelini göstermesini ve bu şekilde açtığı yolu, bugünün bilimkurgularına bakarken ince bir süzgeçten geçirerek değerlendirmek gerekiyor. 80li yılların sonlarında yaşanan teknolojik atılım ve Blade Runnerın tür üzerindeki geciken etkisinin -görselliği ve atmosferiyle- 90lı yıllardan itibaren kendini göstermesi gibi gelişmelerle, bu dönemde içinde felsefe, aksiyon ve korku gibi unsurları barındıran filmlerle türün yeni bir döneme doğru evrilmesine şahit olduk. Altın Çağın 1999da The Matrix ile kendi içinde zirvelerden birini görerek noktalanacağını ise o günlerde kestirmek pek mümkün değildi.
2000li yıllarda ne oldu peki? Altın çağın sonunu sadece bu dönemde üretilen bilimkurgu filmlerine bakarak değerlendiremeyiz. 2000ler sinemasına genel bir bakış atmak, diğer türlerin durumuna ve eğilimlerine göz atmak gerekiyor. 2000lerin hemen başında inanılmaz gişe başarılarıyla Yüzüklerin Efendisinin epik fanteziyi, Harry Potterın çocuk ve ergenlere yönelik fanteziyi, Spider-Manin ise fantastik sinemanın diğer kolu çizgi-roman uyarlamalarını ayağa kaldırmasıyla Hollywoodun odak noktası değişti. Türleri kontrol eden Hollywood, 10-12 yıldır altın çağını yaşayan fantastik sinemadaki ısrarını sürdürürken, ortalarda görünmeyen James Cameronın bir anda Avatarla dönerek tüm zamanların en çok izlenen filmine imza atması, hemen ardından Christopher Nolanın onun izinden giden bir başarı yakalaması, taşları yerinden oynatarak yeni bir döneme girmemizi sağladı. Bu döneme de bilimkurgu sinemasının gümüş çağı diyebiliyoruz. Üretilen filmlerin niteliğini ve niceliğini hesaba kattığımızda bu tanımı yapmak zorundayız. Ve artık Gravity sonrası, Interstellar öncesi döneme bilimkurgu sinemasının yeni bir altın çağa yürüdüğü kritik bir süreç olarak bakabiliriz.
2000li yılların ilk döneminde üretilen bilimkurgularda nasıl The Matrix etkisi gözlemlediysek, Avatar Inception sonrasında üretilen filmlerde de bariz bir etki görebiliyoruz. Aslında The Matrixin Avatar ve Inceptionı da derinden etkilediğini, dolayısıyla da son 10 yılı en çok etkileyen film olduğunu belirtmek lazım. Ayrıca altını çizmemiz gereken önemli bir husus da altın çağdaki korku-bilimkurgu, fantezi-bilimkurgu, aksiyon-bilimkurgu, western-bilimkurgu ve komedi-bilimkurgu melezleşmelerinin son 10 yılda daha çok bilimkurgu sinemasının kendi alt türü içindeki melezleşmeler şeklinde karşımıza çıktığı gerçeğidir.
2000lerin başında karşımıza çıkan başyapıtlar Artificial Intelligence, Donnie Darko ve Minority Reportu son 10 yıl kapsamında değerlendiremeyeceğimiz için onları dışarda tutup, 2004-2013 yılları arasında üretilen en iyi 10 bilimkurgu filmine bakacağız. Children of Men, Mr. Nobody, The Road, Moon, Another Earth ve Allegro gibi gerçekçilik paydası ve sağlam dramatik yapılarıyla hatırlanacak bilimkurgularla; Sunshine, X-Men: First Class, Rise of the Planet of the Apes ve Star Trek gibi aksiyonu, görkemi ve blockbuster bilimkurgu anlayışını layığıyla yerine getiren filmleri ilk 10a giremeseler de anmak gerekiyor. Daha da fazlası var şüphesiz ki.
Önemli not: Bilimkurgu dışına çıkıp genel bir değerlendirme yaparsak, Melancholia ve Eternal Sunshine of the Spotless Mind listedeki mevcut konumlarından daha üst sıralarda yer alır.
10- Gravity
Gravityde uzay boşluğunda hayatta kalma savaşı gibi klasik bir hikâyeyi bilimkurgu sinemasına gerçekçi yaklaşımından taviz vermeden, uzayı büyük oranda gerilim yaratacağı bir alan olarak ele alan Alfonso Cuaron, en büyük takdiri de yönetmenlikteki başarısıyla aldı. Gravity, teknik işçiliğindeki kusursuzluğun yanında ana karakteri Ryanı inanç ikilemine sürüklemeden hedefine yönlendirmesi ve iyi kurulmuş matematiğiyle parlak bir zafer kazandı. En iyi uzay filmi olmasa da kendi alanının -uzayda yaşam savaşı filmlerinin- en iyi örneklerinden biri olarak selamlayabiliriz kendisini.
9- Prometheus
İlk film sonrasında kendini tekrar etmemek adına başka bir Alien filmi çekmeyen Ridley Scottı yarattığı efsaneye geri döndüren Prometheus, bir ön bölüm (prequel) olarak üzerine düşeni hakkıyla yerine getiren bir bilimkurguydu. Aslında bir preguelden çok daha fazlasını sunduğunu da söylemek lazım. Bilimkurgu-korku türünün en iyi örnekleri olan Alien filmlerine-seriye felsefe aşılayan, dikkate değer soruların peşinden giden, Alienın doğuşunu sağlam bir temel üzerine inşa edip, o evreni genişleten Prometheus, yer yer ilk filmdeki klostrofobiyi geri getirmesi, temposu ve unutulmaz anlarıyla doyumsuz bir bilimkurgu ziyafetiydi.
8- Melancholia
Lars von Trier, Melancholiada alışık olduğumuz tarzda bir bilimkurgu algısı yaratmadan, zihnimizde canlandırdığımız kıyametin, olası bir yokoluşun iki kız kardeş üzerinde yarattığı değişkenlere odaklanıyor. Trier, filmi kaçınılmaz sona götürürken Justinein melankolisi ve soğukkanlılığı, Clairein ise paranoyası ve yaşadığı paniğin görsel karşılığını bulmakla ilgileniyor daha çok. Bu da Melancholianın kıyamet filmi külliyatı içinde özel bir yere konumlanmasını sağlıyor. Estetiği, biçimi, alt metinleri, çarpıcı açılış ve kapanışıyla son yılların en akılda kalıcı birkaç filminden birine dönüşmekte hiç zorlanmayan Melancholia, bilimkurgu olarak üst sıralarda konumlanmasa da listede yer almayı kesinlikle hak ediyor.
7- District 9
Neill Blomkampın ilk uzun metraj filmi District 9, Richard Kellynin Donnie Darkosu ile birlikte bilimkurgu alanında son dönemin en çarpıcı çıkışıydı. Blomkampın İstilacı uzaylı algısını mülteci ve tutsak uzaylıyla değiştirirken, Güney Afrikaya taşıdığı uzaylı sorununu politik bir zeminde irdelemesi dikkate değerdi. Blomkampın ilk filminde giriştiği stil denemesi ise District 9un önemini artıran bir husustu. Filmin ilk yarım saatinde yoğunlaşan sahte belgesel (mockumentary) ile kurmacanın iç içe geçirilmesi fikri, hikâyeyle örtüştüğünden District 9a taze kan pompaladı. Film, daha sonra ana karakterimizin (The Flyı andırırcasına) dönüşümüne, yani kişisel hikâyesine odaklansa da hem biçim hem de içerik olarak son 10 yılın en yaratıcı bilimkurgu filmlerinden birine dönüşmekte zorlanmadı.
6- Eternal Sunshine of the Spotless Mind
Charlie Kaufman Michael Gondry ikilisinin elinden çıkan Eternal Sunshine of the Spotless Mind, odağına insan belleğini ve hafızasını alan bilimkurgu filmlerinin en yaratıcı örneklerinden biriydi. Romantik komedi gibi başlayıp, önce romantik drama kayan, ardından da bilimkurguya evrilen film; insan ilişkilerini, aşkı merkeze alması ve düz hikâye akışını tercih etmemesini de hesaba katarsak klasik bilimkurgu yapısının tamamen dışına çıkıyordu. Bilimkurgusal öğeleri hikâyeye hizmet edecek bir unsur olarak kullanan Gondry, özellikle Joelin belleğinde geçen bölümlerde yarattığı kabusvari atmosfer ve sürreal sahneleri, günlük yaşamın ve ilişkilerin sıradanlığıyla eşleştirerek naif ve sarsıcı bir bilimkurgu yarattı.
5- Avatar
90lı yıllarda bilimkurgu sineması değişirken, bu değişimi sağlayan teknolojik gelişmeler janra yeni temalar da armağan etti. Esasen 80li yılarda hayatımıza giren sanal gerçeklik bilimkurguları 90lı yıllarda Ghost in the Shell ve The Matrix gibi filmlerle bir kimlik kazandı. İnsanın sanal bir ortama bağlanması, sanal bir gerçekliği yaşaması James Camerona ilham verdi. İnsanın Avatarına ve Pandoranın fantastik hayvanlarına bağlanması durumu Avatarın bir ayağını oluşturdu. Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin fantastik ve epik sinemayı buluşturarak, iki türe de yeni bir tanım getirmesi de Cameronın ekmeğine yağ sürdü ve filmin diğer ayağını oluşturacak materyali sağladı. Cameron, bu yeni epik-fantezi tanımını daha çok bir bilimkurgu olarak tasarladığı Avatara enjekte edince, yeni bir şey yaratmadı belki ama anlatmak istediği hikâye için en uygun melez türü elde etmiş oldu. Avatar; destansı anlatısıyla seyircisini galeyana getiren, görselliğiyle insanın aklını başından alan, özeleştirisi ve doğru mesajlarıyla takdir toplayan, fikir bazında olmasa da dünyasıyla oldukça yaratıcı bir sinema deneyimiydi.
4- Wall-e
Uzak bir gelecekte çöp yığınına dönüşen dünyayı, insanoğlu terk ettiği halde temizlemeyi sürdüren Wall-e adlı yalnız bir robotun öyküsü, öyle dokunaklı bir aşk öyküsüne dönüşüyor ki, çabucak kendimizi teslim ediyoruz. Wall-e yaklaşık 40 dakika sessiz bir film edasıyla ilerleyebilecek kadar cesur, robot romantizmini derinden hissettirebilecek kadar samimi, bilimkurgu klasiklerine yaptığı isabetli göndermeler ve post-apokaliptik dünya tasviriyle animasyonun ötesine geçip günümüzün bilimkurgu klasiklerinden birine dönüşüyor.
3- Star Wars Episode III: Revenge of the Sith
Yeni Star Wars üçlemesinin son halkası Revenge of the Sith; Anakinin Darth Vadera dönüşümü yani gücün karanlık tarafına geçişi, Luke ve Leianın doğumu gibi olayların cereyan ettiği film olarak kritik bir öneme sahipti. George Lukasın tüm hünerlerini sergileyerek Anakinin çaresizliğinden ve dönüşüm evrelerinden dramatik etkisi yüksek, Anakin Obi-Wan, Palpatine Yoda çarpışmalarıyla da nefes kesen sahnelere imza attığı Revenge of the Sith, ilk üçlemenin seviyesine çıkabilen, hikâyenin nereye varacağını bilmemize rağmen heyecanımızı dizginleyemeden destansı finale ulaştığımız bir bilimkurgu başyapıtıydı.
2- Inception
Inceptionı yaratırken The Matrix başta olmak üzere sanal gerçeklik filmlerinden etkilendiğini gizlemeyen Christopher Nolan, ilk filmlerinde olduğu gibi yine bir noir evreni inşa etti ama bu kez future noire yelken açtı. Nolan, yaratıcı fikirlerini aksiyon sinemasıyla sarmalayıp, devam filmleri ve yeniden yapımların hüküm sürdüğü bilimkurgu sinemasına, her izlediğinizde keşfedecek yeni bir şey bulabileceğiniz katmanlı bir eser armağan etti. Rüyaları mesken tutan, bilinçaltının dehlizlerinde özgürce dolaşan, kendi kurallarını koyup, seyircisinin algısıyla oynayan baş döndürücü bir eserden söz ediyoruz. Devrimci bir bilimkurgu olmamasına karşın tür üzerindeki etkisini kısa sürede gösteren filme, neresinden bakarsak bakalım mutlak bir başarı öyküsü görürüz.
1 The Fountain
Geçmiş, bugün ve gelecek arasında gidip gelen; aşk, ölüm ve ölümsüzlük temalarıyla şekillenen; mitoloji, efsaneler ve kutsal hikâyelerden beslenen; fantezi, bilimkurgu, tarih ve romantizmi tek bir film çatısı altında bir araya getiren çok katmanlı, farklı okumalara açık bir film bu. Darren Aranofoskynin görsel ve işitsel bir meydan okumaya dönüştürdüğü The Fountain, bilimkurgu sinemasının altın çağını başlatan 2001: A Space Odysseyin farklı zaman dilimlerine yayılan parçalı hikâye yapısını ödünç alıp, evrim teorisini yaradılışla değiştiriyor, bununla da kalmayıp hikâyesini duygusallıkla sararak ruhani bir damar yakalıyor. The Fountain, Aranofoskynin The Matrixi izledikten sonra kafasına takılan bilimkurgu sinemasında daha ne kadar ileri gidilebilir sorusuna vermiş olduğu tatmin edici bir cevap niteliğinde. Altın çağın açılış ve kapanış filmlerinin doğumuna önayak olduğu film, kısacası bağımlılık yapan bir başyapıt.