Heulwen
Kayıtlı Üye
Sokaktan Saraya Osmanlıda Kurban Bayramı
Hayvanın gözlerini bağlamak için özel olarak 5-10 parça astar hazırlanırdı. Hırka-i Sadet Dairesinin kapısının yanında yaklaşık 40 koç kurban edilir ve ilk koçu bizzat padişah keserdi. Kurbanın kanı, evin en küçük çocuğunun alnına sürülür ve postu tekkeye yollanırdı. Ayrıca bayram sofralarında tatlı olarak muhakkak turunç reçeli bulundurulurdu.
Müslüman ülkelerde, Allah'a yaklaşmak ve O'nun rızasına ermek niyetiyle hayvanların kurban edildiği 4 günlük Kurban Bayramı, Osmanlı döneminde çeşitli adet ve geleneklere göre kutlanıyordu.
Araştırmacı-yazar Mustafa Armağan, devletin ileri gelenlerinin (ekabir) konaklarında Kurban Bayramı merasimleri kapsamında zilhicce ayı (kurbanın kesildiği ay) yaklaşınca hane sahibinin kendisine olduğu kadar eşi, çocukları, vefat etmiş anne ve babası için güçlü ve büyük birer koyun aldığını söyledi.
Armağan, bu koyunların en az 3-5 gün konağın ahır kısmında besletildiğini belirterek, koyunların dişi (marya) olmamasına, gözlerinin sağlam, boynuzlarının kırık veya organlarının eksik bulunmamasına dikkat edildiğini ifade etti.
Hane sahibinin bir tekkeye mensup olması durumunda oraya da adak adıyla gereği kadar kurbanlık gönderildiğini aktaran Armağan, ''Hatta kendisinin ve çocuklarının hocalarına, ebelerine, dadılarına biri kendisi, öbürü hanımı adına birer çift koyun gönderenler olurdu'' dedi.
Armağan, kurbanlıkların yıkandığını, tüylerinin tarandığını, boynuzlarının zeytinyağıyla yağlandığını, temiz otlar üstüne yatırılarak bayram gününe kadar özenle beslendiğini anlatarak, ''Bayramdan sonra evlenecek gelin veya damadın koyunlarının boynuzları sarı altın varaklarla süslenir, tüylerinin üç beş yerine kurdele bağlanır, özel adamlarla evlerine gönderilirdi. Kurdelenin diğerlerinden ayırt etmek için ölülerin ruhlarına kesilecek kurbanlıklara takıldığını da biliyoruz'' diye konuştu.
Eskiden hane sahibinin kurbanını kendisinin kesmesinin adetten sayıldığını aktaran Armağan, konuşmasını şöyle sürdürdü:
''Kurbanı keserken beline yeni ipekli futa (önlük) kuşanan hane sahibine, özel olarak bileylenmiş bıçağı çok önceden hazır edilirdi. Şimdilerde ihmal ettiğimiz hayvanın gözlerini bağlamak, kurban kesme işleminin ayrılmaz bir parçasıydı. Bu iş için özel olarak 5-10 parça astar hazırlanırdı. Nihayet arife günü, ölmüşlerin ruhlarına kurbanlar kesilerek bayrama giriş yapılırdı. Hane sahibi vekaletini verdikten sonra tekbir getirilerek kurbanlar kesilir ve her kesimden sonra tek tek kendisi adına kurban kesilen kişinin ruhuna Fatiha gönderilirdi. Tabii bu ön kurbanların eti o hanede yenmez, hepsi fakir fukaraya dağıtılırdı.''
Armağan, kurban etlerinin üç parçaya bölündüğünü aktararak, bir parçanın eve ayrıldığını, diğer iki parçanın da medrese talebelerine, karakoldaki askerlere, dul ve kimsesiz kadınlara, bekçilere, tulumbacılara dağıtıldığını kaydetti.
TURUNÇ REÇELLİ BAYRAMLAR
Armağan, paşa olan hane sahibinin padişahla resmi bayramlaşma (muayede) törenine katılmak zorunda olduğundan bayram namazını padişahın gittiği camide kıldığını dile getirerek, ''Paşa değilse, mahalle camisinde kılınan namazdan sonra doğru evinin bahçesine gelir, kurbanlıklar için kazılmış çukurların başındaki buhurdanlıklardan tüten ve kan kokusunu bastırmaya yarayan güzel kokular arasında tekbir getirerek kurbanını ya bizzat keser veya başka birisine toptan değil, teker teker isimlerini sayarak vekalet verirdi. İlk kesilen kurbanın kanından evin en küçük çocuğunun alnına sürülmesi ve postunun tekkeye yollanması adettendi. Kurban kesim işlemleri bittikten sonra hane sahibi konağa döner ve iki rekat şükür namazı kıldıktan sonra asıl bayramlaşmaya geçilirdi'' şeklinde konuştu.
Bazı misafirlerin ziyaretlerini yemek vakitlerine denk getirmemeye özen gösterdiğini anlatarak, ''Aşırı et tüketimi yüzünden bozulmaya meyyal sindirim sistemini düzeltmek için sofrada tatlı olarak muhakkak turunç reçeli bulundurulurdu'' dedi.
Armağan, Osmanlı devrinde bilim adamı olmanın ayrıcalığına işaret ederek, ''Mesela bir alim üst düzeyden bir bürokratla bayramlaşmaya gittiğinde binek taşında karşılanır, iki ağa koluna girerek yukarı çıkarır ve efendinin odasına girince, şimdiki gibi kolonya olmadığı için gülabdanla karşılanır, eline ve üzerine gülsuyu serpilir, sonra tepsiyle şeker ikram edilir ve sıra kahveye gelirdi. Kahvenin yanına yumuşak peynir şekeri ayrı bir kapta konulur, bir süre sonra ev sahibi ağalardan birisine şeker tabağını almalarını söylerdi. Bu, misafire bayramlaşmanın bittiğinin ihtarı olarak kabul edilirdi'' diye konuştu.
''İLK KOÇU BİZZAT PADİŞAH KESERDİ''
Topkapı Sarayı'nda Arife günü padişahın ikindi namazını Hırka-i Saadet dairesinde kıldıktan sonra Arz Odasına gelerek sedef tahtına oturduğunu anlatan Armağan, önce davulların, ardından da mehter takımının çaldığını söyledi.
Armağan, saray ağalarının sultanın huzurunda tomak oyunu oynayıp üzerlerine çil paralar serpildiğini dile getirerek, padişahın daha sonra sonra hareme geçmesiyle bayram hazırlıkları başladığını aktardı.
Bayram sabahı padişahın Arz Odasını şereflendirmesiyle sarayda bayramın başladığını ifade eden Armağan, konuşmasını şöyle sürdürdü:
''Bayram namazı Sultanahmet Camisi'nde eda edildikten sonra Hırka-i Sadet Dairesinin kapısının yanında yaklaşık 40 koç kurban edilir ve ilk koçu bizzat padişah keserdi. Ardından resmi bayramlaşmaya geçilirdi. Mehter nevbet vurmaya başlayınca Enderun ağalarından başlayarak herkes sıraya girip tahtında oturan padişahın bayramını kutlardı. Daha sonra padişahın Beyazıt'ta bugünkü İstanbul Üniversitesinin bahçesinde bulunan Eski Saray'a gittiğini ve orada kalan yaşlı harem kadınlarına ve harem ağalarına bağışlarda bulunduğunu biliyoruz. Bu arada baltacılar da ihsandan nasiplenmek için tomak oyununu oynayıp padişahı eğlendirirler ve çil çil altınlar onların da üzerine yağardı.''
BAYRAMLARDA ÇOCUK OLMAK
Mustafa Armağan, bayramlarda zengin konaklarında çocuklara harçlığın yanında mendil verilmediğini ifade ederek, şöyle devam etti:
''Kibar çocuklarının bayram kapıları da son derece renklidir. Lalalarıyla beraber uzun bir bayram gezmesine çıkan çocuklar, akrabalar haricinde ebelerine, öğretmenlerine gider, evde özel olarak süslü sepet ve kutulara konularak hazırlanmış şekerleri hediye olarak götürürlerdi. O zamanlar mendil 'halktan' çocukların hediyesiymiş. Fatih Camii avlusu, Unkapanı, Kadırga'daki Cinci Meydanı, Davutpaşa, Eğrikapı ve diğer meydanlar sallanan beşiklere, kolan salıncaklara, dönme dolaplara, atlı karacalara ev sahipliği ederdi. Erkek çocuklar ata binmeyi, kızlar ise **** veya at koşulmuş etrafı açık, tepesi kırmızı ihramla örtülü arabalarda mahalleleri gezmeyi tercih ederlerdi. Tabii bu arada rengarenk kuş lokumları, 'çıngırdak' ve horoz şekerleriyle ağızlar tatlandırılır, simitçiler, anasonlu gevrekçiler ve çalabora denilen şerbetçiler ziyaret edilirdi.''
''BAYRAM, KÜÇÜK MEMUR İÇİN EKONOMİK YIKIM OLUYORDU''
Armağan, bürokratların birbirleriyle bayramlaşmasına da değinerek, ''Buna 'devr-i ebvab' denilirdi, yani kapı kapı dolaşma. Devrin en büyük ricalinden en küçüğüne kadar bayramlaşmaya gitmek şarttı. Herhangi birisi atladığında cezası vardı. Bu yüzden bayramlarda, özellikle İstanbul'da memurlar yollara dizilir, gelirlerinden hatırı sayılır bir kısmını yol parası olarak harcarlardı. Tabii gittikleri yerlerde dağıtılan bahşişler de cabası. Böylece bayram, küçük memurlar için tam anlamıyla bir ekonomik yıkım oluyordu. Aynı şekilde üst düzey yöneticiler de, bu defa 'misafir ağırlayacağım' diye yüksek meblağlarda borca giriyor, sonra da bu borcu kapamak için uğraşıyorlardı. Özellikle Ramazan Bayramında tükenen bütçeyle Kurban Bayramına girmek memur kesimini bunaltırdı'' ifadelerini kullandı.
Sultan Abdülmecid'in 1845 yılında resmi bir bildiri yayınlayarak devlet memurlarını bu durumdan kurtardığını aktaran Armağan, ''Memurlar bundan sonra yalnız sarayda yapılacak törende hazır bulunmakla yükümlüydüler. Yani bir bakıma bayramlaşma resmen yasaklanmıştı. Bu da Osmanlı yönetiminin artık geleneksel (kadim) saray adetlerinden vazgeçmeye başladığı anlamına geliyordu. Bir ara 2.Abdülhamid bayramlaşma işine eski ciddiyetini kazandırmaya çalışmışsa da, o eski düzeni bir daha geri getirememiştir'' şeklinde sözlerini tamamladı.
Hayvanın gözlerini bağlamak için özel olarak 5-10 parça astar hazırlanırdı. Hırka-i Sadet Dairesinin kapısının yanında yaklaşık 40 koç kurban edilir ve ilk koçu bizzat padişah keserdi. Kurbanın kanı, evin en küçük çocuğunun alnına sürülür ve postu tekkeye yollanırdı. Ayrıca bayram sofralarında tatlı olarak muhakkak turunç reçeli bulundurulurdu.
Müslüman ülkelerde, Allah'a yaklaşmak ve O'nun rızasına ermek niyetiyle hayvanların kurban edildiği 4 günlük Kurban Bayramı, Osmanlı döneminde çeşitli adet ve geleneklere göre kutlanıyordu.
Araştırmacı-yazar Mustafa Armağan, devletin ileri gelenlerinin (ekabir) konaklarında Kurban Bayramı merasimleri kapsamında zilhicce ayı (kurbanın kesildiği ay) yaklaşınca hane sahibinin kendisine olduğu kadar eşi, çocukları, vefat etmiş anne ve babası için güçlü ve büyük birer koyun aldığını söyledi.
Armağan, bu koyunların en az 3-5 gün konağın ahır kısmında besletildiğini belirterek, koyunların dişi (marya) olmamasına, gözlerinin sağlam, boynuzlarının kırık veya organlarının eksik bulunmamasına dikkat edildiğini ifade etti.
Hane sahibinin bir tekkeye mensup olması durumunda oraya da adak adıyla gereği kadar kurbanlık gönderildiğini aktaran Armağan, ''Hatta kendisinin ve çocuklarının hocalarına, ebelerine, dadılarına biri kendisi, öbürü hanımı adına birer çift koyun gönderenler olurdu'' dedi.
Armağan, kurbanlıkların yıkandığını, tüylerinin tarandığını, boynuzlarının zeytinyağıyla yağlandığını, temiz otlar üstüne yatırılarak bayram gününe kadar özenle beslendiğini anlatarak, ''Bayramdan sonra evlenecek gelin veya damadın koyunlarının boynuzları sarı altın varaklarla süslenir, tüylerinin üç beş yerine kurdele bağlanır, özel adamlarla evlerine gönderilirdi. Kurdelenin diğerlerinden ayırt etmek için ölülerin ruhlarına kesilecek kurbanlıklara takıldığını da biliyoruz'' diye konuştu.
Eskiden hane sahibinin kurbanını kendisinin kesmesinin adetten sayıldığını aktaran Armağan, konuşmasını şöyle sürdürdü:
''Kurbanı keserken beline yeni ipekli futa (önlük) kuşanan hane sahibine, özel olarak bileylenmiş bıçağı çok önceden hazır edilirdi. Şimdilerde ihmal ettiğimiz hayvanın gözlerini bağlamak, kurban kesme işleminin ayrılmaz bir parçasıydı. Bu iş için özel olarak 5-10 parça astar hazırlanırdı. Nihayet arife günü, ölmüşlerin ruhlarına kurbanlar kesilerek bayrama giriş yapılırdı. Hane sahibi vekaletini verdikten sonra tekbir getirilerek kurbanlar kesilir ve her kesimden sonra tek tek kendisi adına kurban kesilen kişinin ruhuna Fatiha gönderilirdi. Tabii bu ön kurbanların eti o hanede yenmez, hepsi fakir fukaraya dağıtılırdı.''
Armağan, kurban etlerinin üç parçaya bölündüğünü aktararak, bir parçanın eve ayrıldığını, diğer iki parçanın da medrese talebelerine, karakoldaki askerlere, dul ve kimsesiz kadınlara, bekçilere, tulumbacılara dağıtıldığını kaydetti.
TURUNÇ REÇELLİ BAYRAMLAR
Armağan, paşa olan hane sahibinin padişahla resmi bayramlaşma (muayede) törenine katılmak zorunda olduğundan bayram namazını padişahın gittiği camide kıldığını dile getirerek, ''Paşa değilse, mahalle camisinde kılınan namazdan sonra doğru evinin bahçesine gelir, kurbanlıklar için kazılmış çukurların başındaki buhurdanlıklardan tüten ve kan kokusunu bastırmaya yarayan güzel kokular arasında tekbir getirerek kurbanını ya bizzat keser veya başka birisine toptan değil, teker teker isimlerini sayarak vekalet verirdi. İlk kesilen kurbanın kanından evin en küçük çocuğunun alnına sürülmesi ve postunun tekkeye yollanması adettendi. Kurban kesim işlemleri bittikten sonra hane sahibi konağa döner ve iki rekat şükür namazı kıldıktan sonra asıl bayramlaşmaya geçilirdi'' şeklinde konuştu.
Bazı misafirlerin ziyaretlerini yemek vakitlerine denk getirmemeye özen gösterdiğini anlatarak, ''Aşırı et tüketimi yüzünden bozulmaya meyyal sindirim sistemini düzeltmek için sofrada tatlı olarak muhakkak turunç reçeli bulundurulurdu'' dedi.
Armağan, Osmanlı devrinde bilim adamı olmanın ayrıcalığına işaret ederek, ''Mesela bir alim üst düzeyden bir bürokratla bayramlaşmaya gittiğinde binek taşında karşılanır, iki ağa koluna girerek yukarı çıkarır ve efendinin odasına girince, şimdiki gibi kolonya olmadığı için gülabdanla karşılanır, eline ve üzerine gülsuyu serpilir, sonra tepsiyle şeker ikram edilir ve sıra kahveye gelirdi. Kahvenin yanına yumuşak peynir şekeri ayrı bir kapta konulur, bir süre sonra ev sahibi ağalardan birisine şeker tabağını almalarını söylerdi. Bu, misafire bayramlaşmanın bittiğinin ihtarı olarak kabul edilirdi'' diye konuştu.
''İLK KOÇU BİZZAT PADİŞAH KESERDİ''
Topkapı Sarayı'nda Arife günü padişahın ikindi namazını Hırka-i Saadet dairesinde kıldıktan sonra Arz Odasına gelerek sedef tahtına oturduğunu anlatan Armağan, önce davulların, ardından da mehter takımının çaldığını söyledi.
Armağan, saray ağalarının sultanın huzurunda tomak oyunu oynayıp üzerlerine çil paralar serpildiğini dile getirerek, padişahın daha sonra sonra hareme geçmesiyle bayram hazırlıkları başladığını aktardı.
Bayram sabahı padişahın Arz Odasını şereflendirmesiyle sarayda bayramın başladığını ifade eden Armağan, konuşmasını şöyle sürdürdü:
''Bayram namazı Sultanahmet Camisi'nde eda edildikten sonra Hırka-i Sadet Dairesinin kapısının yanında yaklaşık 40 koç kurban edilir ve ilk koçu bizzat padişah keserdi. Ardından resmi bayramlaşmaya geçilirdi. Mehter nevbet vurmaya başlayınca Enderun ağalarından başlayarak herkes sıraya girip tahtında oturan padişahın bayramını kutlardı. Daha sonra padişahın Beyazıt'ta bugünkü İstanbul Üniversitesinin bahçesinde bulunan Eski Saray'a gittiğini ve orada kalan yaşlı harem kadınlarına ve harem ağalarına bağışlarda bulunduğunu biliyoruz. Bu arada baltacılar da ihsandan nasiplenmek için tomak oyununu oynayıp padişahı eğlendirirler ve çil çil altınlar onların da üzerine yağardı.''
BAYRAMLARDA ÇOCUK OLMAK
Mustafa Armağan, bayramlarda zengin konaklarında çocuklara harçlığın yanında mendil verilmediğini ifade ederek, şöyle devam etti:
''Kibar çocuklarının bayram kapıları da son derece renklidir. Lalalarıyla beraber uzun bir bayram gezmesine çıkan çocuklar, akrabalar haricinde ebelerine, öğretmenlerine gider, evde özel olarak süslü sepet ve kutulara konularak hazırlanmış şekerleri hediye olarak götürürlerdi. O zamanlar mendil 'halktan' çocukların hediyesiymiş. Fatih Camii avlusu, Unkapanı, Kadırga'daki Cinci Meydanı, Davutpaşa, Eğrikapı ve diğer meydanlar sallanan beşiklere, kolan salıncaklara, dönme dolaplara, atlı karacalara ev sahipliği ederdi. Erkek çocuklar ata binmeyi, kızlar ise **** veya at koşulmuş etrafı açık, tepesi kırmızı ihramla örtülü arabalarda mahalleleri gezmeyi tercih ederlerdi. Tabii bu arada rengarenk kuş lokumları, 'çıngırdak' ve horoz şekerleriyle ağızlar tatlandırılır, simitçiler, anasonlu gevrekçiler ve çalabora denilen şerbetçiler ziyaret edilirdi.''
''BAYRAM, KÜÇÜK MEMUR İÇİN EKONOMİK YIKIM OLUYORDU''
Armağan, bürokratların birbirleriyle bayramlaşmasına da değinerek, ''Buna 'devr-i ebvab' denilirdi, yani kapı kapı dolaşma. Devrin en büyük ricalinden en küçüğüne kadar bayramlaşmaya gitmek şarttı. Herhangi birisi atladığında cezası vardı. Bu yüzden bayramlarda, özellikle İstanbul'da memurlar yollara dizilir, gelirlerinden hatırı sayılır bir kısmını yol parası olarak harcarlardı. Tabii gittikleri yerlerde dağıtılan bahşişler de cabası. Böylece bayram, küçük memurlar için tam anlamıyla bir ekonomik yıkım oluyordu. Aynı şekilde üst düzey yöneticiler de, bu defa 'misafir ağırlayacağım' diye yüksek meblağlarda borca giriyor, sonra da bu borcu kapamak için uğraşıyorlardı. Özellikle Ramazan Bayramında tükenen bütçeyle Kurban Bayramına girmek memur kesimini bunaltırdı'' ifadelerini kullandı.
Sultan Abdülmecid'in 1845 yılında resmi bir bildiri yayınlayarak devlet memurlarını bu durumdan kurtardığını aktaran Armağan, ''Memurlar bundan sonra yalnız sarayda yapılacak törende hazır bulunmakla yükümlüydüler. Yani bir bakıma bayramlaşma resmen yasaklanmıştı. Bu da Osmanlı yönetiminin artık geleneksel (kadim) saray adetlerinden vazgeçmeye başladığı anlamına geliyordu. Bir ara 2.Abdülhamid bayramlaşma işine eski ciddiyetini kazandırmaya çalışmışsa da, o eski düzeni bir daha geri getirememiştir'' şeklinde sözlerini tamamladı.