Silencio
Kayıtlı Üye
Leonardo DiCaprio için çok az oyuncunun onunki kadar renkli ve çeşitli bir kariyeri olmuştur. desek yalan olmaz. 1985 yılında ünlü Tv dizisi Growing Painsde figüranlık yaparken, 90ların başında düşük bütçeli 3. Sınıf korku/komedi filmlerinde rol aldı. Birden tüm dünyada genç kızların hayranlığını kazanmış ünlü bir oyuncu oldu. Buna rağmen oyunculuğunu eleştirenlerin karşısına 96 yılında önce Romeo ve Juliet sonra Titanicle çıktı. Artık herkes onun adını biliyordu ama oyunculuktaki başarısı için aynı şey söylenmiyordu.
Yıllar sonra sinema dünyasında isim yapmış yönetmenlerin filmlerinde rol alan oyuncu artık Hollywood dünyasında saygın bir yere sahip olmuştu. Peki, ama buraya gelene kadar nerelerde oynadı, neler yaptı?
Critters 3 (1991): 17 yaşındaki Leonun ilk ciddi sinema deneyimi olan film tüylü uzaylı yaratıkların Los Angelesda bir otel odasını işgal etmesini konu alıyordu. Bu yaratıklarla baş etmeye çalışan Josh karakterine hayat verdi.
Poison Ivy (1992): Drew Barrymoreun başrollerinde yer aldığı unutulmaz film Zehirli Sarmaşıkda isimsiz bir yan karakteri canlandırdı. Bu ve bundan önceki filmlere rağmen Leo hala daha istediği başarıya ulaşamamıştı ve bir çıkış kapısı aramaktaydı.
Basketball Diaries (1995): Leonardoya başrolünde yer alacağı bir teklif gelmişti. Bir grup basketbol sever gencin yaşadıkları dram ve arkadaşlıklarını konu alan filmdeki genç ve yakışıklı delikanlı herkesin dikkatini çekmişti. Ama hala Leonardo DiCaprio olması için çok yolu vardı.
Total Eclipse (1995): 19.yyın genç şairlerinden Arthur Rimbaudun hayatını canlandıran Leo eleştirmenlerden ve sinema severlerden geçer not aldı.
Romeo+Juliet (1996): Basamakları hızla çıkmaya devam ediyordu İngiliz dahi Shakespearein, nesillerdir dilden dile aktarılan ölümsüz eseri Romeo&Julietin yeniden ve orijinalinden tamamen farklı bir hikayeyle post modern uyarlamasında ümitsiz aşık Romeoyu canlandırdı. Günümüzde iki düşman mafya ailenin aşık çocukları olarak uyarlanan filmde Leonardo artık tüm dünyada tanınmış, genç kızların peşinden koştuğu romantik bir jön olmuştu. Her zaman risk taşıyan Shakespeare uyarlamalarından alnının akıyla çıkan DiCaprio artık yeni mücadeleler için hazırdı. Peki ya bu umutsuz aşık rolü üzerine yapışırsa?
Titanic (1997): Yönetmen James Cameronun 11 dalda Oscar ödülü kazanan unutulmaz filmi Titanicte Jack Dawson rolünü canlandırdı. Leoya gerçek anlamda şöhreti getiren filmde, Kate Winslet eşlik etti. 14 dalda aday olup 11ini kazanan yapımda ne yazık ki her şeye rağmen Akademi henüz DiCaprioyu adaylığa bile layık görmüyordu. En iyi Makyaj, Yardımcı Kadın oyuncu, Müzik ve Kostüm gibi çeşitli alanlarda aday olmasına rağmen DiCaprionun adı hiçbirinde geçmedi. Onca şeye rağmen, eleştirmenler Cameronun DiCaprio seçimine anlam verememişti ve hepsi bu sarışın yakışıklı çocuktan gerçek bir oyuncu olmayacağını düşünüyordu. 200 milyon dolara mal olan filmin tüm dünya gişe başarısı ise 2 trilyon dolar olarak belirtildi.
The Man in the Iron Mask (1998): Kral XIV. Louisnin kurmaca ikiziyle ilgili entrika dolu dönem filminde hem kralı hem de tutsak ikizini canlandırdı. Kralın şövalyeleri olan 3 silahşörlerin de hikayede yer aldığı filmde Leonardo, Jeremy Irons, John Malkovich, Gerard Depardieu ve Gabriel Byrne gibi bir araya getirilmesi neredeyse imkansız usta oyuncularla birlikte rol aldı.
Celebrity (1998): Küçük bir rol olsa da kariyerinde bir de Woody Allen filmi yer aldığını biliyor muydunuz?
The Beach (2000): Leonun kariyerindeki belki de en silik filmlerden biri denebilir. Genç kızların hayran olduğu DiCaprionun ismine rağmen film başarısız senaryosuyla sınıfta kaldı. Arka plan ve doğal manzaraların renklerle iç içe geçen uyumu da filmi kurtarmaya yetmedi. 20li yaşlarında Taylanda gezmeye giden Richardı canlandırdı. Yönetmen koltuğunda ise Trainspoitting ve Slumdog Millionaireden tanıdığımız Danny Boyle olması da ayrı bir enteresanlık.
Gangs of Newyork (2002): Oyuncunun kariyerinde ileride en başarılı performanslarını sergileyeceği suç ve gangster filmlerinin ilk adımı olan filmde Cameron Diazla kamera karşısına geçti ve babasının katilinden intikam almak isteyen Amsterdam Vallon karakterini canlandırdı. Bu film sayesinde usta yönetmen Martin Scorsese ile de ilk defa çalışma fırsatı bulmuş oldu.
Catch Me If You Can (2002): Gerçek hayatta da yaşamış ünlü dolandırıcı Frank Abagnale Jrın yarı biyografik öyküsünü konu alan filmde Tom Hanksle birlikte rol aldı. Yönetmen koltuğunda ise usta bir isim Steven Spielberg yer alıyordu. Kişisel fikrim oyuncunun kariyerindeki en iyi ve en eğlenceli filmlerden biri olan yapımda Leonardo kimi zaman pilot oldu, kimi zaman başarılı bir avukat, kimi zamanda usta bir doktor. Tom Hanks ise her adımının izini süren usta FBI ajanı Carl Hanrattyyi canlandırdı.
The Aviator (2004): Yönetmenlerin özellikle çalışmayı tercih ettiği belirli oyuncular olduğunu Tim Burton ve Johnny Depp ikilisinden herkes iyi bilir. Yeni bir ikili Martin Scorsese ve Leonardo DiCaprio örneğinden de söz etmek artık mümkün olmaya başladı. İkilinin birlikte çalıştığı ikinci film olmasına rağmen son film olmadı. Aynı zamanda Leonardo DiCaprio, Howard Hughes rolüyle Oscara En İyi Erkek Oyuncu alanında aday oldu; fakat bu ödülü aynı yıl birlikte yarıştığı Ray filmindeki performansıyla Jamie Foxxa kaptırdı.
The Departed (2006): Scorsese & DiCaprio birlikteliğinde devam filmi olan yapım 2006 yılında büyük ses getirdi. Bu film 1981den bu yana 6 defa Oscara aday olup her seferinde eli boş dönen Scorseseye, 7. adaylığında ilk Oscar ödülünü kazandırdı. Filmde Matt Damon ve Leonardo DiCaprio, biri yer altı dünyasından diğeri ise mafya soyundan gelen; ama her ikisi de karşı tarafın ajanlığını yapan iki karakteri canlandırdı. Rollerin ve hayatların birbirine girdiği muhteşem kurgusuyla mükemmel bir film izletti Scorsese. Jack Nicholsonın da ikiliye eşlik ettiği filmin tüm dünyada gişe başarısı 290 milyon dolara yakın oldu.
Blood Diamond (2006): Afrikalı bir balıkçı, usta bir hırsız ve birkaç iş adamının ortak noktası ne olabilir ve bu ortaklık ne büyüklükte olabilir? Kanlı Elmas olarak dilimize çevrilen filmde Afrikada yaşanan bazı gerçekler göz önüne serilirken, aslında kurbanların sadece bu masum Afrikalılar olmadığı, herkesin içinde yaşadığı hayata bir şekilde ayak uydurmaya çalışma çabası anlatılıyor. Sürpriz sonuyla hem izleyiciden hem de eleştirmenlerden tam not alan bu filmdeki Danny Archer rolüyle Leonardo DiCaprio 3. defa Oscara aday oldu.
The Body of Lies (2008): Russel Crowela kamera karşısına geçen oyuncu için kişisel kanaatim kariyerindeki en riskli rollerden biri olmasıdır. Ardı ardına aynı tarz rollerde, üstelik ses getiren filmlerde benzer roller ve benzer mekanlarda yer almak bu aşamada rolün üzerine yapışması ihtimalini doğurur. Artık hem o rollerin aranan ismi olursunuz hem de bir süre sonra izleyici sizi aynı rollerde görmekten sıkılabilir. Buna rağmen başarılı senaryosu, usta yönetmen Ridley Scott ve Russell Crowe isimleriyle, filmdeki bu tehlikeleri kolayca aşmıştır. Fakat bu filmle de az önce saydığım ihtimallerden birini de kesinleştirmiş oldu. Leonardo artık FBI, CIA ajanı rollerinin adamı olduğunu kanıtladı.
Revolutionary Road (2008): 11 yıl önce efsanevi filmde birlikte rol alan ikili yeniden kamera karşısına geçti. Sam Mendesin yönetmenliğini üstlendiği filmde Amerikan rüyasını yaşayan bir ailenin dramı konu edildi. Film birçok insanda Titanicte Jack Dawson ölmeseydi, ikilinin devam filmi böyle olurmuş hissi uyandırsa da başarılı senaryosuyla film merak uyandırdı. Titanicten sonra ikinci defa vintage bir araba içerisinde sevişme sahnesi çeken oyuncular bu ilginç detayı da atlamadı. Tüm bunlara rağmen film bekleneni veremedi ve 75 milyon gişe başarısıyla aynı yıl birçok yapımın gerisinde kaldı.
The Shutter Island (2010): Martin Scorsesein yönetmenliği üstlendiği film polisiye-psikolojik gerilim türünde önemli yapımlardan biridir. The Machinistten yıllar sonra şizofreninin en başarılı konu edildiği karmaşık kurgulu örneklerinden biri olarak izlediğimiz Zindan Adası filminde, Leonardo gerçeğin peşindeki Dedektif Teddy Daniels olarak karşımıza çıktı. Teddy bir akıl hastanesinde kendi aklının sınırlarını aşabilecek mi? Filmin Oscarda hiçbir dalda adaylığının olmayışı ise dikkat çeken noktalardan biridir.
The Inception (2010): The Dark Knigt serisinin ünlü yönetmeni Christopher Nolanın yönetmenliğini üstlendiği bilimkurgu oldukça ses getirdi. Farklı konusu ve kullanılan teknikler yüksek teknolojiyle birleşince izlemeye doyum olmaz bir yapım çıktı ortaya. Rüya hırsızlığı ve kontrolü yapabilen bir çetenin hikayesini konu alan yapımda Ellen Page, Joseph Gordon-Lewitt gibi yıldızı parlayan isimler yer aldı. Bu filmle de akademinin dikkatini çekemedi Leonardo ve yine ödül töreni listesinde adı geçmedi.
J.Edgar (2011): Bir başka FBI ajanı DiCaprio daha karşımızda. Bu defa biyografi olarak, Clint Eastwood tarafından çekilen filmde DiCaprio yıllarca FBI başkanlığı yapan ve gizli eşcinsel iddialarıyla görevi tehlikeye giren J. Edgarın hayatını canlandırdı. Bu rolle, Altın Kürede En iyi Erkek Oyuncu dalında aday olduysa da ödülü kazanamadı.
Görüldüğü üzere herkes pul koleksiyonu yaparken Leonardo DiCaprio yönetmen koleksiyonerliğini tercih etmiştir. Kariyeri boyunca neredeyse çalışmadığı yönetmen kalmamıştır. David Lynch veya Tim Burtonla da ortak çalışmalarını yakında görürsek hiç şaşırmayacağımız bir gerçek. Şimdiye dek Martin Scorsese, Woody Allen, Danny Boyle, Steven Spielberg, Ridley Scott, James Cameron, Christopher Nolan, Baz Luhrmann ve Clint Eastwoodla çalışan oyuncu 2012 yılında da merakla beklenen iki yapımla bu listeye yeni bir isim daha ekleyecek: Quentin Tarantino. Django Unchained ve Fitzgeraldın ölümsüz eseri The Great Gatsbynin yeni uyarlamasıyla karşımızda olacak. 2013te ise yeni bir Martin Scorsese filmiyle (hayır bir FBI ajanı değil) Wall Street Brokerını canlandıracak.
Kariyerindeki, herkesçe tanınmış filmlere rağmen henüz Oscar heykelciğini kucaklayamayan oyuncuyu önümüzdeki yıllarda beyazperdede daha sık ve başarılı yapımlarda göreceğiz gibi görünüyor.
Peki ya sizin en sevdiğiniz Leonardo DiCaprio filmi hangisi?
Yıllar sonra sinema dünyasında isim yapmış yönetmenlerin filmlerinde rol alan oyuncu artık Hollywood dünyasında saygın bir yere sahip olmuştu. Peki, ama buraya gelene kadar nerelerde oynadı, neler yaptı?
Critters 3 (1991): 17 yaşındaki Leonun ilk ciddi sinema deneyimi olan film tüylü uzaylı yaratıkların Los Angelesda bir otel odasını işgal etmesini konu alıyordu. Bu yaratıklarla baş etmeye çalışan Josh karakterine hayat verdi.
Poison Ivy (1992): Drew Barrymoreun başrollerinde yer aldığı unutulmaz film Zehirli Sarmaşıkda isimsiz bir yan karakteri canlandırdı. Bu ve bundan önceki filmlere rağmen Leo hala daha istediği başarıya ulaşamamıştı ve bir çıkış kapısı aramaktaydı.
Basketball Diaries (1995): Leonardoya başrolünde yer alacağı bir teklif gelmişti. Bir grup basketbol sever gencin yaşadıkları dram ve arkadaşlıklarını konu alan filmdeki genç ve yakışıklı delikanlı herkesin dikkatini çekmişti. Ama hala Leonardo DiCaprio olması için çok yolu vardı.
Total Eclipse (1995): 19.yyın genç şairlerinden Arthur Rimbaudun hayatını canlandıran Leo eleştirmenlerden ve sinema severlerden geçer not aldı.
Romeo+Juliet (1996): Basamakları hızla çıkmaya devam ediyordu İngiliz dahi Shakespearein, nesillerdir dilden dile aktarılan ölümsüz eseri Romeo&Julietin yeniden ve orijinalinden tamamen farklı bir hikayeyle post modern uyarlamasında ümitsiz aşık Romeoyu canlandırdı. Günümüzde iki düşman mafya ailenin aşık çocukları olarak uyarlanan filmde Leonardo artık tüm dünyada tanınmış, genç kızların peşinden koştuğu romantik bir jön olmuştu. Her zaman risk taşıyan Shakespeare uyarlamalarından alnının akıyla çıkan DiCaprio artık yeni mücadeleler için hazırdı. Peki ya bu umutsuz aşık rolü üzerine yapışırsa?
Titanic (1997): Yönetmen James Cameronun 11 dalda Oscar ödülü kazanan unutulmaz filmi Titanicte Jack Dawson rolünü canlandırdı. Leoya gerçek anlamda şöhreti getiren filmde, Kate Winslet eşlik etti. 14 dalda aday olup 11ini kazanan yapımda ne yazık ki her şeye rağmen Akademi henüz DiCaprioyu adaylığa bile layık görmüyordu. En iyi Makyaj, Yardımcı Kadın oyuncu, Müzik ve Kostüm gibi çeşitli alanlarda aday olmasına rağmen DiCaprionun adı hiçbirinde geçmedi. Onca şeye rağmen, eleştirmenler Cameronun DiCaprio seçimine anlam verememişti ve hepsi bu sarışın yakışıklı çocuktan gerçek bir oyuncu olmayacağını düşünüyordu. 200 milyon dolara mal olan filmin tüm dünya gişe başarısı ise 2 trilyon dolar olarak belirtildi.
The Man in the Iron Mask (1998): Kral XIV. Louisnin kurmaca ikiziyle ilgili entrika dolu dönem filminde hem kralı hem de tutsak ikizini canlandırdı. Kralın şövalyeleri olan 3 silahşörlerin de hikayede yer aldığı filmde Leonardo, Jeremy Irons, John Malkovich, Gerard Depardieu ve Gabriel Byrne gibi bir araya getirilmesi neredeyse imkansız usta oyuncularla birlikte rol aldı.
Celebrity (1998): Küçük bir rol olsa da kariyerinde bir de Woody Allen filmi yer aldığını biliyor muydunuz?
The Beach (2000): Leonun kariyerindeki belki de en silik filmlerden biri denebilir. Genç kızların hayran olduğu DiCaprionun ismine rağmen film başarısız senaryosuyla sınıfta kaldı. Arka plan ve doğal manzaraların renklerle iç içe geçen uyumu da filmi kurtarmaya yetmedi. 20li yaşlarında Taylanda gezmeye giden Richardı canlandırdı. Yönetmen koltuğunda ise Trainspoitting ve Slumdog Millionaireden tanıdığımız Danny Boyle olması da ayrı bir enteresanlık.
Gangs of Newyork (2002): Oyuncunun kariyerinde ileride en başarılı performanslarını sergileyeceği suç ve gangster filmlerinin ilk adımı olan filmde Cameron Diazla kamera karşısına geçti ve babasının katilinden intikam almak isteyen Amsterdam Vallon karakterini canlandırdı. Bu film sayesinde usta yönetmen Martin Scorsese ile de ilk defa çalışma fırsatı bulmuş oldu.
Catch Me If You Can (2002): Gerçek hayatta da yaşamış ünlü dolandırıcı Frank Abagnale Jrın yarı biyografik öyküsünü konu alan filmde Tom Hanksle birlikte rol aldı. Yönetmen koltuğunda ise usta bir isim Steven Spielberg yer alıyordu. Kişisel fikrim oyuncunun kariyerindeki en iyi ve en eğlenceli filmlerden biri olan yapımda Leonardo kimi zaman pilot oldu, kimi zaman başarılı bir avukat, kimi zamanda usta bir doktor. Tom Hanks ise her adımının izini süren usta FBI ajanı Carl Hanrattyyi canlandırdı.
The Aviator (2004): Yönetmenlerin özellikle çalışmayı tercih ettiği belirli oyuncular olduğunu Tim Burton ve Johnny Depp ikilisinden herkes iyi bilir. Yeni bir ikili Martin Scorsese ve Leonardo DiCaprio örneğinden de söz etmek artık mümkün olmaya başladı. İkilinin birlikte çalıştığı ikinci film olmasına rağmen son film olmadı. Aynı zamanda Leonardo DiCaprio, Howard Hughes rolüyle Oscara En İyi Erkek Oyuncu alanında aday oldu; fakat bu ödülü aynı yıl birlikte yarıştığı Ray filmindeki performansıyla Jamie Foxxa kaptırdı.
The Departed (2006): Scorsese & DiCaprio birlikteliğinde devam filmi olan yapım 2006 yılında büyük ses getirdi. Bu film 1981den bu yana 6 defa Oscara aday olup her seferinde eli boş dönen Scorseseye, 7. adaylığında ilk Oscar ödülünü kazandırdı. Filmde Matt Damon ve Leonardo DiCaprio, biri yer altı dünyasından diğeri ise mafya soyundan gelen; ama her ikisi de karşı tarafın ajanlığını yapan iki karakteri canlandırdı. Rollerin ve hayatların birbirine girdiği muhteşem kurgusuyla mükemmel bir film izletti Scorsese. Jack Nicholsonın da ikiliye eşlik ettiği filmin tüm dünyada gişe başarısı 290 milyon dolara yakın oldu.
Blood Diamond (2006): Afrikalı bir balıkçı, usta bir hırsız ve birkaç iş adamının ortak noktası ne olabilir ve bu ortaklık ne büyüklükte olabilir? Kanlı Elmas olarak dilimize çevrilen filmde Afrikada yaşanan bazı gerçekler göz önüne serilirken, aslında kurbanların sadece bu masum Afrikalılar olmadığı, herkesin içinde yaşadığı hayata bir şekilde ayak uydurmaya çalışma çabası anlatılıyor. Sürpriz sonuyla hem izleyiciden hem de eleştirmenlerden tam not alan bu filmdeki Danny Archer rolüyle Leonardo DiCaprio 3. defa Oscara aday oldu.
The Body of Lies (2008): Russel Crowela kamera karşısına geçen oyuncu için kişisel kanaatim kariyerindeki en riskli rollerden biri olmasıdır. Ardı ardına aynı tarz rollerde, üstelik ses getiren filmlerde benzer roller ve benzer mekanlarda yer almak bu aşamada rolün üzerine yapışması ihtimalini doğurur. Artık hem o rollerin aranan ismi olursunuz hem de bir süre sonra izleyici sizi aynı rollerde görmekten sıkılabilir. Buna rağmen başarılı senaryosu, usta yönetmen Ridley Scott ve Russell Crowe isimleriyle, filmdeki bu tehlikeleri kolayca aşmıştır. Fakat bu filmle de az önce saydığım ihtimallerden birini de kesinleştirmiş oldu. Leonardo artık FBI, CIA ajanı rollerinin adamı olduğunu kanıtladı.
Revolutionary Road (2008): 11 yıl önce efsanevi filmde birlikte rol alan ikili yeniden kamera karşısına geçti. Sam Mendesin yönetmenliğini üstlendiği filmde Amerikan rüyasını yaşayan bir ailenin dramı konu edildi. Film birçok insanda Titanicte Jack Dawson ölmeseydi, ikilinin devam filmi böyle olurmuş hissi uyandırsa da başarılı senaryosuyla film merak uyandırdı. Titanicten sonra ikinci defa vintage bir araba içerisinde sevişme sahnesi çeken oyuncular bu ilginç detayı da atlamadı. Tüm bunlara rağmen film bekleneni veremedi ve 75 milyon gişe başarısıyla aynı yıl birçok yapımın gerisinde kaldı.
The Shutter Island (2010): Martin Scorsesein yönetmenliği üstlendiği film polisiye-psikolojik gerilim türünde önemli yapımlardan biridir. The Machinistten yıllar sonra şizofreninin en başarılı konu edildiği karmaşık kurgulu örneklerinden biri olarak izlediğimiz Zindan Adası filminde, Leonardo gerçeğin peşindeki Dedektif Teddy Daniels olarak karşımıza çıktı. Teddy bir akıl hastanesinde kendi aklının sınırlarını aşabilecek mi? Filmin Oscarda hiçbir dalda adaylığının olmayışı ise dikkat çeken noktalardan biridir.
The Inception (2010): The Dark Knigt serisinin ünlü yönetmeni Christopher Nolanın yönetmenliğini üstlendiği bilimkurgu oldukça ses getirdi. Farklı konusu ve kullanılan teknikler yüksek teknolojiyle birleşince izlemeye doyum olmaz bir yapım çıktı ortaya. Rüya hırsızlığı ve kontrolü yapabilen bir çetenin hikayesini konu alan yapımda Ellen Page, Joseph Gordon-Lewitt gibi yıldızı parlayan isimler yer aldı. Bu filmle de akademinin dikkatini çekemedi Leonardo ve yine ödül töreni listesinde adı geçmedi.
J.Edgar (2011): Bir başka FBI ajanı DiCaprio daha karşımızda. Bu defa biyografi olarak, Clint Eastwood tarafından çekilen filmde DiCaprio yıllarca FBI başkanlığı yapan ve gizli eşcinsel iddialarıyla görevi tehlikeye giren J. Edgarın hayatını canlandırdı. Bu rolle, Altın Kürede En iyi Erkek Oyuncu dalında aday olduysa da ödülü kazanamadı.
Görüldüğü üzere herkes pul koleksiyonu yaparken Leonardo DiCaprio yönetmen koleksiyonerliğini tercih etmiştir. Kariyeri boyunca neredeyse çalışmadığı yönetmen kalmamıştır. David Lynch veya Tim Burtonla da ortak çalışmalarını yakında görürsek hiç şaşırmayacağımız bir gerçek. Şimdiye dek Martin Scorsese, Woody Allen, Danny Boyle, Steven Spielberg, Ridley Scott, James Cameron, Christopher Nolan, Baz Luhrmann ve Clint Eastwoodla çalışan oyuncu 2012 yılında da merakla beklenen iki yapımla bu listeye yeni bir isim daha ekleyecek: Quentin Tarantino. Django Unchained ve Fitzgeraldın ölümsüz eseri The Great Gatsbynin yeni uyarlamasıyla karşımızda olacak. 2013te ise yeni bir Martin Scorsese filmiyle (hayır bir FBI ajanı değil) Wall Street Brokerını canlandıracak.
Kariyerindeki, herkesçe tanınmış filmlere rağmen henüz Oscar heykelciğini kucaklayamayan oyuncuyu önümüzdeki yıllarda beyazperdede daha sık ve başarılı yapımlarda göreceğiz gibi görünüyor.
Peki ya sizin en sevdiğiniz Leonardo DiCaprio filmi hangisi?