Sızıntı'dan Seçmeler

PuZzL3

Banned
Gece sabahı bekler, sabah güneşi...
Kışın şiddetli fırtına ve soğuklarına göğüs geren varlık, bir baharın bağrında ilk uykudan uyanıverir. Artık kırda bahar, bağda bahar vardır. Yeşil bir örtünün ruba huzur veren kokusu dört yana sinmiştir.
Acıların boğum boğum kıvrandırdığı insana saadeti anlatmaya ne lüzum, o zaten çektiği ızdırabın dinmesiyle onu iliklerine kadar duymuştur. Nimetin kadrini o bilir. Sıhhat onda varlık olur.
Izdırap çekmemiş bir insana, kendisini, ufkunu ve neticesini anlatmak çok zor ve çok çetin. Boşa söylenmemiş “Kendisini bilen haddini aşmaz” Bilen, tanıyan ve kendi varlığının esrarını kavrayan...
En güzel şiir, ızdırap ve çile. En güzel mısra, fenada vücuda eriş. “Allah’tan başka herşey batıldır.” mısraının senaya mazhariyeti bu sırdan olsa gerek. Yanan kavrulan bir vicdanın feryadı...
Kitap kelimeler demeti. Çapına göre, bağ, bazen da bahçe olur. Orada güller başkadır, rüzgâr ayrı eser. Meyveler her an olgun ve taze. Bir hedefe meylin, uzun soluklu sesi olan kitap, acılar içinde kıvranan bir neslin rüyasıdır. Bu rüyanın kutlu tabiri saadetimizin menşei olacaktır.
Gece sabahı bekler, sabah güneşi.
Emareler asıllara bakar. Sızıntının menbaya işareti gibi. Bu gecelerin belirip kaybolan fecirleri, sabahı ve güneşi taşıyacağa benzer. Gönüllerinde sabah aydınlığını duyanlar az değil. Duanın el uzattığı hedef, boyun eğmişe benzer. Rahmet boşanmaya hazır..
Hapishane hürriyettir, vicdanı gerçekten hür olanlara... Ona ben günahlardan kaçış diyorum. Kendisini heveslerin yelkeninde bulanlar, hürriyeti arıyorlar. Hürriyet his ve heves değildir. Hürriyet onu duyanların zaferi. Ruhun sabahı ve kalbin şafağıdır. Allah’a imanın hazzıyla yaşayanlar hürriyete en çok mazhar olanlardır. O dem şiir, hayal değil; mısralar hakikatleri söyler.
“Zift dolu gözlerde karanlık kat kat,
Yalnız seccademin yönünde şefkat,
Beni kimsecikler okşamaz madem
Öp beni alnımdan sen öp seccadem.”
diyen şair, bunları söylerken yaşadığı hapishane hayatı ona bir tatlı çilehane olmuştu.
Bütün inleyişler., ızdırap ve çileler güçlü bir hedefe yarışın cilveleridir. Hedefe varmaya niyetli olanlar bu zincirlerden geçmeyi başarmalıdırlar. Sabırlarının dağları eriteceklerini kendileri de göreceklerdir. İhlâs bu bezmin sonu. İhlâs benliğin baharı ve insan imanının güneşidir...
 
Moda, kılık ve kıyafette, topluluk hayatının çeşitli kesimlerinde görülen geçici tarz ve şekil olarak tarif edilir.
Sosyal psikoloji yönüyle moda, süslenme, ev, eşya, sanat, dinlenme, eğlenme gibi sahalarda ortaya çıkan, belirli bir çevre veya toplumda bir süre için benimsenen ve uygulanan davranış kalıplarıdır. Temelinde değişiklik ve özgürlük ihtiyacı yatan bu davranış kalıplarının belli başlı özellikleri çabuk yayılması, alışılagelenin dışında olması, cins ve yaş gruplarına göre farklılık göstermesi, ekonomik duruma ve içtimaî farklılıklara göre özellikler taşıması, ticarî gayeyle sürekli değiştirilmesi ve desteklenmesidir.
Moda kelimesi, giyim-kuşam ve süslenme için kullanılırsa da, dilde, düşüncede, jestte, mimikte, harekette, müzikte, sanatta, özellikle günlük hayatın her sahasında modadan ve moda akımlarından söz edilebilir.
Günümüzde ise, delilik derecesine varan akıl almaz hareketleri, gösterişi, savurganlığı, kibri, bütün ayrılıkları bu isim altında sunmanın diğer bir adıdır moda...
Bu yönüyle moda, ölçüsüz, kâide tanımaz ve manevî atmosferi olmayan bir hayat tarzının teşhir sahasıdır. Bu sebeple modanın kültürel ve mânevî değerlerin taşıyıcısı veya yansıtıcısı olması beklenemez. Çünkü moda gerçeğinin altında, değer yargıları tamamıyla dumura uğramış, geçmiş-gelecek bağlantısını kurma diye bir endişesi olmayan, hele hele din ve dinî sahadan alabildiğine uzak bir zihniyetin hayat tarzı, dünya görüşü vardır. Bugün moda, sırf o dünyanın tercihini, zevkini, rengini, hayata bakışını temsil ettiği için ukba endişesi taşıyan insanların hayat üslubuyla bağdaşmaz. Hatta taban tabana zıttır. Çünkü sadelik, israftan kaçınma, varolanın kıymetini bilme, huzuru, tatmini maddeden ziyade mânâda arama, Yaratıcının hoşnutluğunu kazanmak için çok sevdiği kıymetli şeylerden vazgeçip başkalarını sevindirme (yani paylaşma), hayatın bütün yönlerini tanzim ederken Yaratıcı'yla olan münasebetin hep ön plânda tutulma kaygısı gibi önemli özelliklerin hiçbiri moda unsurunda yoktur.
Modayı kimler ve niçin takip ediyor?
Modayı takip etmede, kitleler tarafından beğenilme isteği, yani bazı gruplara kabulünü kolaylaştırma girişimi vardır. Bu daha çok şahsî olgunlaşma, kişilik gelişimi ve kendine güven duygusunu tam gerçekleştirememenin neticesidir. Görgü ve kâide tanımaz moda ve onun takipçisi olanlar, devlet yönetimini 'baskıcı', aileyi 'katı yapılı' ve dini 'otoriter' kabul ederek, bunların tesirlerinden kurtulmayı özgürlük sayarlar. Çağdaş insan bunda başarılı olmuştur da. Ne var ki bu arada kendi benliğini, kişiliğini geliştirememiş, mânevî ve kültürel değerlerinden tamamıyla kopmuştur. Fromm'a göre bunun sebebi, pazarlama dünyasında ferdin yalnız ve önemsiz olmasıdır. Yeterince benlik gücü geliştiremeden aile, devlet, din, gelenekten kopmuş olmak, yalnızlık ve çaresizlik duygularına yol açar.3
Batı kültürünün bir ürünü olan bu "yozlaşmış" ve "yalnız kalmış" insan türü yalnızlık duygusundan kurtulmanın çarelerini arar. İşte moda, bu arayışa verilmiş üstü kapalı bir cevap şekli gibidir. Çünkü durmadan değişkenlik arzetmesine rağmen, zenginlerin, huzurlu olanların, toplum tarafından takdir kazanmış kimseleri giyim-kuşam ve hayat biçimi gibi lanse edilen moda, yalnız ve çaresiz insana, toplum beklentilerinin yönünü açıklamış ve dolayısıyla "Sen de öyle olursan toplum tarafından kabul görür ve yalnızlıktan kurtulursun" telkinini ferdin şuuruna yerleştirir. Bu, doğrudan olmasa da fert üzerine yapılan sosyal bir baskıdır. Yine Fromm'a göre, çağdaş (!) genç kızların görünürdeki açık ve özgür tutumları, içlerinden öyle geldiği için davranmalarından değil, grup beklentileri o doğrultuda olduğu için geliştirilmiştir. Bu, bir grubun ve ferdin tercihlerini dolaylı olarak baskı altına almasıdır. Halbuki baskı altında geliştirilmiş "açık" davranışlar daha da olumsuz durumdur. Böylesi bir durum olumlu veya olumsuz, bütün ferdî değerlerin giderek yok olması ve ferdin bir robota dönüştürülmesiyle neticelenir.4
Moda bir bakıma kişilik: özelliklerinde değiş-tokuş sayılabilir. Bu yönüyle reklam ve modanın tesirindeki ferdler, destek bekler veya isterler. Kendi başlarına kaldıklarında, yalnızlık ve çaresizlik duygularına kapılırlar. Herşey yolunda gittiğinde iyimser ve dost olan bu tipler, bağımlı oldukları insanlardan beklediklerini bulamadıklarında kolayca kaygı ve panik yaşarlar. Güvenliklerini bağımlı oldukları kişilerin gücünden alırlar.5
Şeref ve haysiyetini savunmaktan âciz bir duruma düşen endüstri toplumunun bu "güdümlü insanı"ın Schweitzer "bağlı... mükemmellikten uzak... güçlerini belirli bir noktada toplayamayan... ve insanlıktan tümüyle uzaklaşma tehlikesiyle burun buruna" olarak tarif eder ve şöyle devam eder: "Çoğu kimse hür şahsiyetler olarak düşünüp davranmakla başarısızlığa uğrayınca tek çareyi toplumla uzlaşmada görüp, onun bir parçası gibi işlemekte bulmuş ve bu da farklı düşünce özgürlüğünün giderek ortadan kalkmasına yol açmıştır."6
Modada esas olan "çok tüketmek"'tir. Moda akımı sürekli olarak tüketim talebini azamî düzeyde tutacak yeni ürünler ve imajlar halkası üretmektedir. Reklamcılık bu halkanın içinde, çağdaş ve aktüel olabilmeniz için modayı izlemeniz gerektiğini söylemektedir. Gerçekte reklam ve moda, başlı başına bir ahlak, politika, erkek kadın tipleri, doğru veya yanlış günlük içtimaî davranış biçimlerini sunan bir dünya görüşüdür. Dolayısıyla bu endüstri kolunun, tüketim talebinin oluşturulmasında, mevcut tüketim alışkanlıklarının kısa süreler içinde ve sürekli olarak değiştirilmesinde, davranışların şekillenmesinde hayalî ehemmiyeti olan ekonomik ve içtimâî fonksiyonları vardır.

Fertler devamlı olarak tüketmekte ve özel bir kişiliğe sahip olma imajını kendilerinde gerçekleştirmek gayesiyle modayı izlemektedirler. Böylelikle daha popüler oldukları zehabına kapılırlar. Halbuki; "Her tüketilen şey, tükendiği anda kişiyi tatmin etmez." Bu yüzden insanlar yeniden daha fazla tüketime yönelmek zorunda kalmaktadırlar. Bu çarkta, sonu gelmeyen, tatminsiz ve sürekli bir çırpınış içinde kalan modern tüketiciler, kendilerini şu formülle Özdeşleştirmektedirler. "Ben sahip olduğum ve tükettiğim şeyler dışında bir hiçim."
Belki de modanın tesir ettiği kitleler arasında popülerliği, başarılı olmakla eşdeğer kabul eden, veya popüler olmanın yolunun başkaları gibi görünmekten geçtiğini sanan, kişiliği tam oturmamış, neyi niçin yaptığını bilmeyen şahsiyetler çoğunluktadır. Meselâ her gün, her yerde, önü veya arkası yabancı yazılarla bezenmiş giysiler giyen, otomobillerinin camlarına, hatta ticarethanelerinin panolarına isimler yapıştıran böyle insanlar görürsünüz. O yabancı yazıların ne mânâya geldiğini o insanlar biliyor mu? Yoksa bilmeden başkalarında gördükleri için mi onları taşıyorlar? Bunlar bir kimliksizliğin veya şuursuzluğun en açık delilleri mi?
Çeviri dersi aldığımız İngilizce öğretmeni arkadaş anlatmıştı; yolculuk esnasında bir gencin sırtındaki montun arkasında kocaman harflerle, İngilizce olarak "Gipsy" yazdığını görür ve kendi kendine güler. Hatırlatmak ister ama "Ne farkedecek ki?" diye vazgeçer. Halbuki; "Gipsy" İngilizce'de "Çingene" demektir.
 
Ondokuzuncu asır, insanın madde ve mânâ boyutuyla, meçhulün kucağına düştüğü bir asır oklu. Ve belki de insanlık hiçbir dönemde bu yüzyılda maruz kaldığı fikir ızdırabma maruz kalmadı. Vicdanın ziyasıyla aklın nurunun imtizaç edilemediği bu asır, insanlık için fikir çilesinden daha büyük işkencenin olmadığının belgesi olmuş; maddenin bağrında nice dimağlar, nice ömürler heba olup gitmiş: nice deha şaşkınlık batağında ömürlerini tamamlamışlardır. İlmî gelişmelerin baş döndüren hızı. hayata maddeyi egemen kılmış, bakışlar da maddeyle perdelenince, varlığı sayısız delillerle zahir olan Zat-ı Ezel ve Ebed de yok kabul edilenler arasına alınmıştı. Filozofların 'Tanrı öldü", "peygamberler sustu, filozoflar konuşacak" çığlıkları enfüsü ve afakı inletmişti. Bu sesler zihinleri harap edip hayatı "ölümlü yalan" olarak nitelerken; insanlığa "sonun yokluk senin" diye fısıldamıştı. Bu asrın fikir cenderesinde yaşanan ızdırabı şair bir mısrayla ne güzel özetler, ne güzel anlatır:
"Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz."
Ruhun yok kabul edildiği ve "Tanrı öldü" çığlıklarının atıldığı bu asır. inananları da etkilemiş; zaman zaman da olsa, "Ya dehre gelmeseydim: ya aklım olmasaydı" cümlesinde ifade edildiği gibi, pek çoğu bunalmıştı. Batı dünyasında temellenen pozitivist düşünce bizde de pek çetin bir kışı beraberinde getirmiş ve o dönemde yaşamış bazı meşhur allâmelerimizi bile bazı tekellüflü yorumlar yapmayı düşünmeye sevketmiştir. Doğrusu pek çetin bir kış başlamıştı. Artık insan "ahsen-i takvim" değil, "düşünen canlı" idi. Bütün bir varlık tesadüflerin ve tekâmüllerin (evrim) eseri sayılıyor; insanlığa, kutsala veda etmesi tavsiye ediliyor; buna karşı çıkanlarsa bilim düşmanı olarak etiketleniyordu. İman, ateş olmuş.. sahibini yakıyordu; oysa iman ateşleri söndüren güçtü. Bilimi, inkâra giden yol olarak görenler, ne derlerse desinler, hakikat güneşi üflemekle sönmeyecek. Hakikatin arayıcısı insan, sonunun yokluk, kendisinin de bir hiç olduğuna inanmayacak ve fıtratın sesi dinmeyecekti:
"Çocukken haftalar bana asırdı
Derken saat oldu derken saniye
İlk düşünce beni yokluk ısırdı
Sonum yokluk olsa bu varlık niye?"
Albert Camus gibiler, insanı ve eşyayı bir '"YABANCI" olarak gösterseler bile, insan, niçin var olduğunu hiçbir zaman es geçmeyecek ve bu sorulara cevap arayacaktı.

"'Ne için yaşıyorum, ne için arzuluyorum, ne için çalışıyorum? Hayalımda, kendi ölümümle yok olmayacak bir anlam var mıdır? Amacım olmadan birşey yapamam, yaşayamam ben." Lev Nikolayeviç Tolstoy, varlığı ve gayesini böyle sorgularken, bizim şiirlerimizde yokluğa isyan ediliyordu:
"Boğuşmak hayat denen sebepsiz savaş için
Yaşamak en sonunda dikilen bir taş için
Bütün ızdırapların işte en korkuncu bu
Bir avuç toprak olmak düşünen bir baş için
Bizi İster bir toz yap savur mahşer yelinde
İster sürü çöp gibi tufanların yelinde
Sonunda bir varlığa ulaştır da ALLAH'ım
Bırakma tabiatın merhametsiz elinde."
Esasen insan, yaratılışı gereği kendisini var edeni, vicdanın sesi ve aklının nuruyla bulacak özellikledir. Ne kadar aleyhle propaganda yapılırsa yapılsın, insan kendisinin ve kâinatın bir yaratıcısı olduğunu hissedebilir.

Yaşanmış bir olay
Sovyetler Birliği döneminde okullarda ateizm dersleri gösterilmekte, genç beyinlere; yaratıcı bir güç yoktur, kâinatın var oluşu ve işleyişi tesadüflerin eseridir denmekte... Yıllar yılı bu şekilde eğitim gören tıp fakültesi öğrencileri ateizm dersinden sınava girmekteler... Öğrencilerden biri sınav başlamadan önce dudaklarını kıpırdatmakta, sanki yanındakilere bir şeyler anlatmaktadır.
Görevli yanına yaklaşır ve sorar:
"Ne yapıyorsun?" Cevap enteresandır: "Sınavın iyi geçmesi için Allah'tan yardım istiyorum!"
Ateizm dersinde Allah'a yalvarılmakta: Allah'ın inkârı gayesiyle okutulan dersin sınavında inkâr ettirilmek istenenden yardım istenmekte...
Bu hâdise bir yönüyle trajikomik olsa da, vicdanların bastırılamayan, engel tanımayan sesini ifade etmesi açısından da çok önemlidir. Demek ki. Allah ve peygamber inancı, yani din düşüncesi ve duygusu, vicdanın derinliklerinde mahfi bir volkandır; onu söndürmeye, dindirmeye çalışmak yaratılışla çatışmaktır... Bu ve benzeri örneklere bakarak diyebiliriz ki. İnkâr birçok yönüyle psikolojik bir hâdisedir.
Yoksa akıl sahibi herkes fıtratının, vicdanının sesini duyar. Akıl ve vicdan 'Allah' der, 'bekâ' der ve bunları tebliğ eden "peygamber" der.
Fıtratın ve vicdanın sesi dinmez, vicdan yalan söylemez:
"O'dur eğriliğe düzün hamlesi,
Pehmin ilk nidası ahir cümlesi
Allah'ın sesidir vicdanın sesi
Vicdanın sesidir Allahüekber."
21. yüzyıl, fıtratın sesinin yüzyılı olmaya namzet görünüyor. Bu gerçeğin en yüksek ve en güzel sadası olan Hz. Muhammed (s.a.s)'in şifayab eli, bugün de, beşerin bütün dertlerine şifa olmaya devam ediyor. Arayanlar; A-merika'dan Fransa'ya. Çin'den Hind'e, O'nun yolunu
 
Günümüzde her şeyden daha çok, Allah'a karşı vazifesini yerine getirme şuuruyla gerilmiş mes'uliyet nesillerine ve topluma rehber olabilecek ideal insanlara ihtiyaç var. İnsanlığı, birkaç asırdan beri içinde bocalayıp durduğu ilhad. cehalet, dalâlet ve anarşi gayyalarından kurtararak, İmana, irfana, istikamete ve huzura ulaştıracak ideal rehberlere. Hemen her bunalım döneminde, dinî, fikrî, içtimâî, iktisâdî ve ahlâkî buhranlarla kıvranan yığınlara ışık tutmuş, insan, kâinat ve topyekün varlığı, hattâ varlığın perde arkasını yeniden yorumlamış, duygu ve düşüncelerimizdeki tıkanıklıkları açmış bu cins dimağlar sayesinde, şimdiye kadar insanoğlu elli defa kefeni gömlek yapmış.. elli defa eşya ve hâdiseleri yeni baştan yorumlamış.. sığ mantıklar nazarında renk atmış, matlaşmış ve abes rengini almış varlık kitabını yeniden bütün derinlikleriyle hem de duyarak, hissederek bir mûsiki gibi seslendirmiş.. bir meşher gibi temâşâ edebilmiş.. bütün eşyayı fasıl fasıl, paragraf paragraf tahlile tâbi tutup kâinatın ruhundaki gizli hakikatleri ortaya çıkarmıştır.
Bu kutluların mazhar oldukları en önemli hususiyetleri, imanları ve bu imanları başkalarına duyurma gayretleridir. Bu iman ve gayretleri sayesinde onlar, her şeyi aşıp Allah'a ve gerçek huzura ulaşabileceklerine, dünyayı cennetlere çevirip ötelerde de otağlarını firdevslere kurabileceklerine inanır ve akıbetlerinin zevkiyle hayatı da. hizmeti de âdeta cennet yamaçlarında seyahat ediyor gibi duyarlar.
Aslında, imanın derecesi ne olursa olsun, hiçbir sistem, hiçbir doktrin, hiçbir felsefe onun insanoğlu üzerinde olumlu müessiriyetine denk bir tesir ortaya koyamamıştır. İman, kendi çerçevesiyle bir insanın gönlüne girince, o kimsenin kâinat, eşya ve Allah hakkındaki düşünceleri birdenbire değişir, derinleşir ve bütün mevcudâtı bir kitabın sayfaları gibi çevirip değerlendirebilecek bir genişliğe ulaşır. O güne kadar şöyle-böyle çevresinde görüp fakat alâka duymadığı, hattâ cansız ve mânâsız bulduğu bütün eşya birden canlanır, birer dost. birer arkadaş şekline bürünür ve şefkatle onu kucaklarlar. Bu sımsıcak atmosferde insan kendini, kendi kıymeti ölçüsünde duymaya başlar.. varlığın şuurlu biricik parçası olduğunu idrak eder.. kâinatın sahife ve satırları arasında kıvrım kıvrım uzayıp giden yolların sırrına erer.. eşyanın perde arkasına dair esrarı sezer gibi olur.. derken, üç buutlu mekânın dar mahbesinden kurtulur ve kendini sonsuzun enginliklerinde bulur.
Evet her mümin, imanının derecesine göre her zaman benliğinin derinliklerinde köpürüp duran düşünceleri sayesinde, sınırlılığı içinde sınırsızlaşır, zaman ve mekânla mukayyetken, kayıtsızlığın üveyki haline gelir, mekân üstü varlıkların safına ulaşır ve meleklerden nağmeler dinler. Başlangıçta bir damla sudan, karmakarışık gibi görünen bir bulamaçtan yaratılan bu küçük görünümlü büyük yaratık, ruhundaki ilâhî nefhanın inkişâfına zemin hazırlanabildiği ölçüde, inbisat eder; yere-göğe sığmayan, önü-sonu olmayan ve iki kutup arasındaki kemmiyete denk keyfiyetlere ulaşan aşkın bir varlık haline gelir. Bizim aramızda dolaşır, bizimle oturur kalkar; ayakları ayaklarımızı bastığımız yerde, başı da başımızı koyduğumuz secdegâhdadır ama o, başıyla ayaklarını aynı noktada bir araya getirdiği ve bir halka haline geldiği secdeyi kurbet yolunda bir rampa gibi kullanır ve bir hamlede Allah'a en yakın olma ufkuna ulaşır.. ruhanîlerle aynı semâlarda kanat çırpar ve dünyevîliği içinde uhrevîler gibi yaşar. Böyle bir gönül, insanî duygularının gelişmesi, genişlemesi nisbetinde her zaman ferdiyetini aşar; âdeta küllîleşir ve bütün inananları kucaklar.. herkese el uzatır.. ve topyekün varlığı en içten duygularla selâmlar. Karşılaştığı her şeyde ve herkeste ilâhî tecellîlerden renkler görür, desenler temaşa eder ve sesler dinler.. her zaman değişik bir frekansta göklerin "hayhuy"u ile murakabeye dalar; meleklerin kanat seslerini duyar gibi olur.. yıldırımların ürperten tarrakalarından kuşların inşirah veren nağmelerine, denizlerin mehâbetli dalgalarından ırmakların sonsuzluk duygulan uyaran çağıltılarına, tenha ormanların büyülü iniltilerinden göklere baş-kaldırmış gibi duran şahikaların heybetli edâlarına, yemyeşil tepeleri her zaman okşayıp geçen sihirli meltemlerden, bağlardan, bahçelerden taşıp her tarafa yayılan baygın râyihalara kadar çok geniş bir güzellikler atlasını görür, duyar, dinler ve "meğer hayat buymuş" der bütün eşya ile. eşyanın ruha benzeyen manâsıyla o da gürler; soluklarını, dualarla, tesbihlerle gerçek değerlerine ulaştırmaya çalışır. Her zaman başı yerde, gözü bir nigâh-ı aşina beklentisiyle hep kendisine açılacağı ümidini taşıdığı kapının aralığında; ümitle gözlerini açar-kapar.. iştiyakla kapının arkasını kollar.. gaybetin ve gurbetin savulup gideceğini, huzurun ve kurbetin bir sekine gibi gelip ruhunu saracağı eşref saatleri bekler.. ruhundaki vuslat arzusuna cevaplar bulmaya çalışır.. bazen hep uçarak, bazen de yerlerde sekerek, herkesle ve her şeyle içli dışlı O'na doğru koşar durur. Her konakta yeni bir vuslat gölgesiyle "şeb-i arûs" yaşar.. her dönemeçte ayrı bir hasret ateşini söndürür ve aynı anda yeni bir kıvılcımla tutuşur, yanmaya başlar.. kim bilir, kendini günde kaç defa "üns" esintileriyle kuşatılmış bulur ve kaç defa bu vâridâtı duymayanların yalnızlıkları ve acıklı halleri karşısında burkulur.
Evet. bu ölçüde enginleşmiş ufuklu bir ruh, her zaman kendini yepyeni âlemlere açılma rampalarında, olabildiğine gergin ve insanî normları aşkın bir azim ve kararlılık içinde duyar.. sahip olduğu iman ve o imanın arkasındaki kuvvet sayesinde daha ne mazhariyetlere ereceğini ve ne başarılara imza atacağını düşünür.. ufku açık, önü açık, iradesi hür ve gönlü huzur içinde yorgunluğunu hissetmeden koşar durur. Uğradığı her konakta, kendisine ve çevresine alâkası daha bir artar ve derinleşir. Tam farkına varır veya varamaz; ama ruhunu dinlediğinde, sürekli kendini, bitmeyen, tükenmeyen bir huzur sath-ı mâilinde görür; başkaları için söz konusu olan onca gurbet ve yalnızlık sâikine rağmen o, kat'îyen yol yalnızlığı ve gurbet yaşamaz; yaşamaz, çünkü nereden geldiğini, niçin geldiğini, nereye sevk edildiğini bilir ve dünyadaki bütün toplanmaların, dağılmaların farkında, gayesi ve hedefi belli bir kulvarda koştuğunun da şuurundadır; ne yol meşakkatini duyar ne de başkalarının yaşadığı korkuları, endişeleri ve ızdırapları yaşar. Allah'a güvenir, ümitle şahlanır ve mutlu yarınların masmavi hülyalarıyla zirveye ulaşma neşvesini yudumlar durur.
Evet, bu engin iman kahramanları, imanlarının derinlikleri ölçüsünde bir yandan, âlemin düşe-kalka yürüdüğü yollarda, cennet yamaçlarında tenezzühe çıkmışçasına huzur soluklayarak yol alırlar, diğer yandan da Hak'la irtibatları sayesinde, bütün kâinatlara meydan okuyabilir, her şeyin üstesinden gelebilir; kıyametler kopsa bile endişeye kapılmaz ve karşılarına cehennemler çıksa da korkup geriye durmazlar. Başlarını her zaman dimdik tutar ve Allah'tan başkası karşısında kafiyen eğilmezler. Kimseden çekinmez, kimseden bir şey beklemez ve hiç kimsenin minneti altına girmezler. Kazandıkları ve başarıdan başarıya koştukları zaman, bir taraftan imtihan geçiriyor olma endişesiyle tir tir titrer; diğer taraftan da şükran hisleriyle iki büklüm olur ve sevinç gözyaşlarıyla boşalırlar. Kaybettikleri zaman sabretmesini bilir, azimle gerilir ve bilenmiş bir irade ile "yeni baştan'" der yola koyulurlar. Ne nimetler karşısında küstahlaşır ve nankörlük ederler ne de mahrumiyetlere dûçâr olduklarında ye'se düşerler.
İnsanlarla muamelelerinde peygamberâne bir kalb taşır; herkesi sever, her şeyi kucaklar; başkalarının kusurlarını görmezlikten geldikleri aynı anda, kendilerini en küçük hataları karşısında bile sorgulayabilirler; çevrelerindekilerin yanlışlarını sadece normal hallerde değil, öfkelendikleri zamanlarda bile bağışlar ve en huysuz ruhlarla dahi geçinmesini bilirler. Aslında İslâm da, kendi müntesiplerine, elden geldiğince affetmeyi, kine, nefrete yenik düşmemeyi ve öç alma duygusuna kapılmamayı salıklar ki. zaten sürekli Allah'a doğru yürüyor olma şuurunda bulunanların başka türlü olmaları da her halde düşünülemez.. başka türlü davranmaları, düşünmeleri bir yana, onlar oturur kalkar hep başkaları için hayır yollan araştırır, hayır dileklerinde bulunur, ruhlarındaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır, gayza, nefrete karşı da bitmeyen bir savaş sürdürürler. Hata ve günahlarını pişmanlık hararetiyle yakar kül eder ve günde birkaç defa, mâhiyetlerindeki kötüiük duygularıyla yaka-paça olurlar. Gönüllerinden işe başlayarak, her bucakta iyilik, güzellik fidelerinin boy atıp gelişmesine ortam hazırlar ve Râbiatul-Adeviyye felsefesiyle, zehir olsa da, herkesi ve her şeyi şeker-şerbet gibi kabul eder: üzerlerine kinle, nefretle gelenleri bile tebessümlerle ağırlar ve en mütecaviz orduları sevginin yenilmeyen silahıyla püskürtürler.
Allah, onları sever, onlar da Allah'ı.. hemen her zaman sevmenin heyecanıyla coşar, sevilme duygusuyla da mest ü mahmur yaşarlar. Tevazu kanatları sürekli yerde ve gül bitirme neşvesiyle toprak olmaya teşne bulunurlar. Başkalarına saygılı oldukları kadar onurlarına da düşkündürler; müsamaha, şefkat, mülâyemet ve inceliklerinin bir zaaf şeklinde yorumlanmasına asla müsaade etmezler. Gerekirse, bir an bile tereddüt etmeden hayatlarını istihkâr ederek âhirete yürümesini de bilirler. İnançlarını yaşarken, kimsenin tenkit ve takdirlerine kulak asmazlar; asmaz sadece ve sadece kendi düşünce atlaslarının rengini soldurmamaya dikkat ederler; ederler, zira onlar iyi mü'minler olmaya azmetmişlerdir.
 
Ey gafil ruh bil ki,
Kaba bir duygu yanılması ve hissî galatla, şu gelip geçen dünyayı ölümsüz ve daimî zannediyorsun. Evet, çevrene ve dünyaya baktığın zaman, herşeyi bir derece sabit ve değişmez gördüğünden, her ân yıkılıp-dağılmaya marûz varlığını da, o şeyler içinde mütâlaa ediyor, her lahzâ dağılıp gitmeye müsâid bir mahiyete sahip olduğunu bir türlü sezemiyor; sırf kıyameti düşünüyor ve o zamana kadar yaşayacakmış gibi, sadece onun kopmasından dehşet duyuyorsun!
Aklını başına al! Sen de, senin bu husûsî dünyan da, her zaman yıkılıp gitmeye, çözülüp dağılmaya mahkûmdur. Senin o tülpembe rü'yâ ve hülyaların da bu mevzû'da hiçbirşeye yaramıyacaktır.
Seni bu kaba duygu yanılmaların içinde, şöyle birisine benzetmek mümkündür:
Bir adam, elindeki aynasını bir ev, bir şehir, bir bahçeye yöneltse, o aynaya bir ev, bir şehir ve bir bahçe aksedecekdir. Bu akis ve misâli şeylerin varlığı aynanın varlığına bağlı olduğundan, aynanın başına gelecek herhangi bir kaza ve belâ, içindeki ev, şehir ve bahçeyi zîr ü zeber edecekdir. Bu itibarla; gerçek şehir, ev ve bahçenin sapasağlam yerlerinde kalmaları, ayna sahibini aldatmamalıdır. Senin hayatın ve ömrün o aynadır. Senin dünyanın direği ve merkezi, senin vücudun ve hayatındır. Her ân, aynadaki şehir, bahçe ve evin yıkılıp dağılması muhtemel olduğu gibi, senin hayatın da senin başına yıkılıp kıyametini koparabilir. ..
Bu itibarladır ki insan, kendine âid olanlarla olmıyanları birbirine karıştırmamak ve yanılmalara düşmemelidir.
 
Bil ki;
Allah'a tevekkül olana Allah yeter. Allah kemâl sâhibi ve kemâli de kendinden olduğu için bizzat sevilir. "Bütün varlık Allah'tan, O'nun varlığı ise kendindendir. O'na yakınlıkta aydınlık ve huzur esintileri, O'ndan uzak kalışda, karanlık ve karamsarlık fırtınaları hissedilir...
Kâinattan küsmüş vücudundan bıkmış, dünyanın zinet ve ddebdebesinden ürkmüş ruhlara sığınak ve dayanak O'dur. Allah bâki ve bizzat sonsuzdur... Varlık, ancak O'nun bekâsıyla ebedlere mazhar olabilir. Herşeyin gerçek sahibi Allah'tır. İnsanların mâlik oldukları şeylerde O'na aiddir. O, kullarına bağışladığı nimetleri, saklayıp korumak ve nemalandırıp ötede onlara vermek için muvakkaten ellerinden alır; sonra da birleri binler, yüzbinler haline getirerek onlara iade eder. Bir insan; Allah'a hâlis bir kul olursa, Allah'ın bütün mülkü onun malı olur.
Bil ki;
Aklı başında olan bir insan, ne dünyaya aid kazançlarından dolayı mesrur, ne de kaybettiği şeylerden dolayı mahzun olur. Zira, dünya durmuyor, gidiyor. Dünyanın bir parçası olan insan da gidiyor.
Evet; sen bir yolcusun... Bak, kulaklarının dibinde ihtiyarlık şafağı attı ve başının yarısından fazlası daha şimdiden beyaz kefenine sarıldı. Vücudunda ikâmete niyet etmiş hastalıklar ölümün keşif kollarıdır. Senin esas ömrün ötededir. O ebedi ömürde göreceğin rahat ve lezzet ise, ancak bu fâni ömürdeki çalışmalarına bağlıdır. Maalesef, senin o bâki ömürden hiç haberin yok. Ölüm sekerâtı uyandırmadan gel uyan..!
 
Bil ki!
Kabir, âhiret alemlerine açılmış bir kapıdır.... Ön ciheti her ne kadar azap görünümünde ise de, arka tarafı mü'minler için rahmettir. Evet, bütün dost ve sevgililer kabrin öbür yüzündedirler ve herkes ister istemez bir gün gidip onlara iltihâk edecektir.
Ey nefis, neden dostları ziyaret etmeye iştiyâkın yok! Onlara katılmak için hazırlanmak zamanı henüz gelmedi mi? Bak, vaktin yaklaştı. Artık dünya pisliklerinden temizlenme zamanı geldi, yoksa çok geç olacaktır..!
Eğer İmâm-ı Rabbani Ahmet Farukî Serhendî bugün Hindistan'da zuhur etti diye ziyaretine dâvet vuku bulsaydı, bütün zahmetlere, sıkıntılara, tehlikelere katlanarak oraya gidecektim. Oysa ki, İncil'de "Ahmed", Tevrat'da "Ahyed" Kur'ân'da da "Muhammed" ismiyle meşhur, iki cihanın güneşi, kabrin öbür tarafında, binlerce Ahmed-i Faruklar arasında ikâmet etmektedir. Cennet zevklerini unutturacak böyle bir ziyaret için niye acele etmiyoruz..?
Onlara iltihâk etme arzusundan mahrumiyet bir zevksizlik ve bu yolda geriye kalmak ise, bir talihsizliktir.
Bilhassa şu esaslarda dikkat etmek lazımdır:
1. Allah'a kul olana herşey musahhar olur, olmayana da herşey düşman.
2. Herşey Hakkın takdiriyledir. Çalış ve O'nun kısmetine razı ol ki, rahat edesin.
3. Bütün mülk Allah'ındır. Senin elinde olanlar da, sende emâneten bulunuyor. Elindeki şeyleri hakikî sahibine ver ki, senin için muhafaza edip korusun. Aksine, herşey karşılıksız zayi olup gidecektir.
4. Devamı olmayan şeylerde lezzet yoktur. Oysa ki sen ve senin dünyan fâni olduğu gibi, halkın dünyası da fâni ve gelip geçicidir. Netice itibariyle de herşey sür'atle yok olmaya doğru gitmektedir.
5. Ötede seni kurtaracak bir eser ve bir sermâyen olmadığı takdirde şu fâni dünyada bıraktığın eserler de fazla bir şey ifâde etmeyecektir.
 
Bil ki;
Dünyanın harab olması ve şu âlemin fenâ bulup gitmesiyle senden uzaklaşan ve sana refâkât etmeyen şeylere kalbini bağlamak doğru değildir.
Evet, senin asrının inkirâza uğrayıp sona ermesiyle, sana "Allah'a ısmarladık" demeden arka çevirip kaçan ve bilhassa, ötelere seyahatta sana arkadaş olmayan, kabir kapısına kadar olsun seni uğurlayıp teşyi' etmeyen ve bir iki damlacık geçici haz ve lezzetlere bedel, yığın yığın günahları senin beline ve başına yükleyip giden fâni zevk ve fâni iştihâlara bel bağlamak kâr-ı akıl değildir.
Eğer akıl ve muhakemen varsa, dünya cihetiyle senin elinde kalmayan, kabirde hiçbir yararı dokunmayan ve ötelerde sana yâr olmayan şeylere ehemmiyet vermez, onların arkalarından koşmaz ve onların fenâ ve zevâl bulmalarıyla da müteessir olmazsın..!
Zirâ sen, ebed için yaratılmış ve ebede namzed bir sultansın! Senin duyguların içinde öyle bir latîfe var ki, ebedden ve ebedî Zâttan başka hiç bir şeyle kat'iyyen tatmin olmaz. O latîfe; ancak ve ancak, "marifetullah" ve "muhabbetullah"la doygunluğa erebilen senin duygularının sultanıdır. Sen de o sultanı dinle, ona uy ve kurtul..!
 
Arkadaş;
Kur'an'ın mucizevî ve harika ifâdesini şu esaslarda hülâsa etmek mümkündür;
1. Kur'an'ın okunuşunda insanı büyüleyen öyle bir akıcılık vardır ki, okuyanın lisânına aslâ ağır gelmez.
2. Hem lafzı, hem de mânâsı itibariyle o kadar sağlam bir yapıya sahiptir ki, hata tevehhümüyle onu didikleyenler, yıllar sonra kendi hatalarını anlamış ve hicaplarından iki büklüm olmuşlardır.
3. Ayetler arasında kârgîr binalarda olduğu gibi, öyle bir dayanışma, başbaşa verme ve bütünleşme vardır ki, herşey sarsılsa ve birbirine karışsa, o gökkubbe gibi pırıl pırıl yıldızlarıyla hep ayakta kalacaktır.
4. Ayetler, birbiriyle fevkalâde münasebet içinde, birbiriyle omuz-omuza, el-ele ve birbirinin mânâsını aydınlatıcı mahiyettedir.
5. Parça parça ve ayrı ayrı zamanlarda nâzil olduğu halde, izâhı imkânsız gizli bir münasebetle, bütün bu par-ça parça ve ayrı ayrı âyetler bir anda nâzil olmuş gibi, büyüleyici bir bütünlük arz etmektedir.
6. Ayrı ayrı sebeblere binaen ve ayrı ayrı şartlar müvacehesinde indirildiği halde, âyetler arasındaki rasânetden birtek sebebe bağlı gibi bir birlik göstermektedir.
7. Birbirinden farklı ve ayrı ayrı suallere cevap olduğu halde, bir kaneviçeden çıkmış nakış gibi, âyetlerin ölçü ve imtizacından ötürü, tek bir suâle cevap gibidir.
8. Birbirinden ayrı pekçok hâdiseyi beyân ve izah ediyor olmasına rağmen, âhenk ve intizamından dolayı birtek hâdisenin beyânı gibidir.
9. İlâhî ifâdenin beşer idrâkini gözetmesi mânâsına gelen "tenezzülâtü'l - ilâhiyye" ile muhatabların anlayışına yakın ve onların kavrayabileceği münasib bir üslûbla nâzil olmuştur.
10. Bütün gelmiş-geçmiş insanlara seslendiği halde, beyanındaki yumuşaklık, genişlik ve te'vile açık olmasından ötürü, her muhatap onu, sadece kendine hitap ediyor gibi bulmuştur.
11. Hedeflediği şeye ulaştırmak için bazı hususları tekrâr eder ve tekrarlarıyla anlatmak istediği meselelerini kalbe, ruha ve zihne silinmeyecek şekilde işler. Bundan dolayı bazı şeylerin tekrarı aslâ zevki bozmaz. Aksine tekrar etdikçe misk gibi kokar.
12. Kur'an, kalblere kuvvet ve gıda, ruhlara da şifâdır. Gıdanın uygun şekilde tekrarı kuvveti arttırır; tekrar ettikçe ayrı bir lezzet verir.
13. İnsan maddî hayatında;her an havaya, her vakit suya, her zaman gıdaya, her hafta da ziyâya muhtaçtır. Binaenaleyh, bunların tekrarı tekerrür değil; ihtiyaçtan ötürü yeni bir lütuf ve yeni bir ihsandır.
Hülâsa: Kur'an hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmetdir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır; hem de sinelere şifâ, müminlere hüdâ ve rahmetdir.
 
Ey müslümanları şiddetle dünyaya teşvik, yabancı kültür ve sanatlara cebredip zorlayan kendini beğenmiş talîsiz! Dikkat et, millet fertlerinin din ile rabıtaları kopmasın! Eğer cebren milleti dinden uzaklaştırır ve onların dinî rabıtalarını sarsarsanız; dinsizleştirilen nesiller önü alınamıyacak şekilde cemiyete zarar verecek ve tedavisi kâbil olmayan rahatsızlıklar meydana getirecektir.
Ey talîsiz fâsık adam! Fâsıkların ekseriyet teşkil etmelerine bakıp aldanma ve büyük bir ekseriyetin senin gibi düşünmesiyle teselli olmaya kalkma! Çünkü hiçbir fâsık, fıskı isteyerek içine girmemiştir. Bilemediği, ihtimal vermediği bir kısım yollarla onun içine çekilmiştir, ve bir daha da kenara çıkması mümkün olmamıştır... Evet, fâsıklar bile çok defa durumlarını düzeltip cemiyete yararlı olmayı düşünmüşlerdir ama, bir türlü hevâ ve heveslerine esaretten kurtulamamışlardır.
Ey divâne baş ve bozuk kalb! Zannediyormusun ki, müslümanlar dünyayı sevmiyor veya düşünmüyorlar da ondan dolayı fakr-u hâle düşmüşler, bundan ötürü de ikaz edilmeliler.. Zannın yanlış, tahminin de hatadır. Günümüzde müslümanlar aşırı derecede hırsa düşmüşlerdir. "Haris haybet ve hüsran içindedir" hakikatına binâen, mü'minde hırs kaybetmeye sebebdir.
Evet, bugün insanı dünyaya çağırıp sevkeden pek çok sebeb var. Başta onun nefsi ve hevası; ihtiyacı, arzuları ve şeytanı; dünyanın zahiri güzelliği, tatlılığı ve insanoğlunu baştan çıkaran onun kötü arkadaşları ... Bunca menfi sebebin yanında ahiret ve ebedi hayata dâvet eden pek azdır.
Eğer sende bu biçare millete karşı zerre kadar hamiyet varsa, ebedi hayat adına millete yardım eden azlara arka çıkman gerekir. Aksine, azları susturup çoklara yardım etmek hamiyet değildir.
Siz zannediyormusunuz ki,bu milletin fakr-u hâli, zâhidlik, dünyayı terk etme ve tembellikten neşet ediyor. Yanılıyorsunuz... Görmüyormusunuz ki, Çin'deki mecusîler, Hindistan'daki Brahmanlar ve Afrika'daki zenciler gibi Avrupanın baskısı altında bulunan milletler bizden daha fakirdirler. Hem görmüyormusunuz ki, elimizde ve avucumuzdaki herşeyi ya Avrupa'daki bir kısım kâfir ve zâlimler veya Asya'daki münafıklar ya çalıyor veya gasb ediyorlar. Sizin, cebren milleti bu türlü yollara zorlamadaki maksadınız, memlekette asayişi ve emniyeti temin ve idareyi kolaylaştırmak ise, katiyyen biliniz ki yanılıyor ve yanlış yollara sevk ediyorsunuz! Çünkü itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi binler ehli imanın idaresinden daha zordur.
Müslümanlar başka şeye değil; mesailerinin tanzim edilmesine, aralarında emniyetin gerçekleştirilmesine ve yardımlaşmanın yaygınlaştırılmasına ihtiyaçları vardır. Bunlar da ancak dinî rabıta ve takvanın hayata hâkim olmasıyla mümkündür
 
Ey nefis!
Sıyrıl hazan duygularından ve bir yeşillik ol, uçuşsun kuşlar, kuşçuklar çevrende.. bir su kaynağı ol, koşsun bütün bağrı yanıklar semtine.. mumlar gibi eri ve etrafına ışıklar saç; hem Öyle bir saç ki, mehtabı temâşâya dalmış olanlar, onu bırakıp da senin ikliminin pervanesi olsunlar. İnsanları tıpkı bir anne gibi öyle sıcak ve içten kucakla ki, hışmından korkanlar bile, tereddüt etmeden kendilerini senin kucağına atsınlar. Allah'ın sana ihsan ettiklerini sen de saç cömertçe etrafına; saç ki, insanı insanlara, Cennet'e ve Allah'a yaklaştıran en sırlı formül civanmertliktir. Bu formülü ruhuna mal edip kullanabilirsen, mezhebi kin, nefret, düşmanlık olan en kaba ruhlar bile, bir gün mutlaka senin atmosferine girebilmek için kuyruklar oluşturup bekleyeceklerdir.
Sen her zaman bulutlar gibi olmalı ve kesmelisin güneşin yakıp kavuran sıcaklığını.. mevsimlere takılıp kalmadan, sağanak sağanak boşalan yağmurlar gibi söndürmelisin herkesin ve her şeyin hararetini; hiç olmazsa çiselerin okşayıp geçtiği gibi bağı-bahçeyi, ovayı-obayı, dağı-tepeyi; sen de okşamalısın bütün kurak gönülleri ve ruhları.. herkese açık öyle tatlı bir su kaynağı olmalısın ki, her zaman çevrende testilerin sesi duyulsun.. hasretle yanan gönüller aradıklarını senin ikliminde bulsun. Sen ağzını açıp da ruhunun ilhamlarını seslendirince, hikmetli söz avcılarının kalemlerindeki mürekkepler bitsin ve kitapların sayfalarını renklendiren o nefis duygular rûhânîlerin mezamiri haline gelsin.. gayzların, öfkelerin, kinlerin, nefretlerin hançerlerini bileyip hemen herkese saldırdıkları, her şeyi yakıp yıktıkları dönemlerde sen, en öfkeli ruhlar dahil, gelip bağrına sığınan bütün yurtsuzların-yuvasızların en içten hâmîsi olmalı ve vesayetine koşanları hayal kırıklığına uğratmamalısın...
Günümüzde olduğu gibi, bazı ifritten mütemerrid düşünceler milletçe bizi birbirimize ulaştırabilecek olan yolları yürünmez hale getirip köprüleri yıktıklarında dahi sevgilerinden, müsamahalarından ve gönül heyecanlarından manevî yollar ve köprüler kurarak ulaşılabilecek her noktaya ulaşmaya çalışıp, kafiyen mukabele-i bilmisil (bir davranışa aynı ile karşılık verme) mülâhazalarına takılıp kalmamalısın; ölsen bile mutlaka Müslüman karakterinin gereklerini yerine getirmeli ve başına atılan taşlan, atmosfere çarpıp eriyen meteorlar gibi ışığa çevirerek etrafına maytap ziyafetleri çekmelisin! Çevrende hiddetle, şiddetle yükselen bütün sesleri yumuşatarak onlardan sevgi güldesteleri meydana getirmelisin; getirmeli ve ne yolların harap olmasından, ne de köprülerin geçilmez hale getirilmesinden kafiyen söz açmamalısın.. söz açıp geçmişteki kin ve nefret virüslerini harekete geçirmemelisin! Bu yol, peygamberlerin yolu ve insan-ı kâmil olmanın da en sağlam köprüsüdür. Şimdiye kadar bu yolda yürüyenlerden hiç kimse takılıp yollarda kalmamış; kalmadığı gibi, herhangi bir kabalık ve hoyratlık karşısında da tavrını değiştirmemiştir. Aslında, eğer bir insan, insanlığının şuurunda ise, ne kinler nefretler, kabalıklar, ne de değişik türden hamlıklar onun düşünce istikametine ve tavırlarına tesir edemez; etmemelidir de. Gerçi bir kısım toslamalar karşısında yol ve yön değiştiren Müslümanlar da vardır ama bunlar, duygu ve düşünceleri itibarıyla henüz dalgalan dinmemiş ve oturaklaşamamış ham ruhlardır. Ben, böyle hazımsız ruhların başkalarına bir şey verebileceğini zannetmiyorum. Böylelerinin, değişik türden hadiseler karşısında tavırları hep karşılık verme ve tokmak yemiş davul gibi gürültü çıkarma şeklinde olagelmiştir ki; günümüzde insanlar arasında çokça yaşanan hırgürün en önemli bir sebebi de bu olsa gerek..
Mahviyet, tevâzu, hazm, olgunlaşmış, oturaklaşmış insanların dâimî halidir. Şartlar ne olursa olsun, böyleleri, her zaman gökler gibi derin, deryalar gibi engin, dağlar gibi mehîb ve sağlam, toprak gibi de mütevâzidirler. Ne çevrelerinde olup biten şeylerden müteessir olur, ne değişik ihtilaflarla bulanır, ne de fırtınalara boyun eğer; aksine, toprak gibi yüz yere sürer, her şeye ve herkese dâyelik yaparlar. Onlar, potalarda eriyip kaynayıp özünü bulmuş altın gibidirler; granitleri eriten fırınlara bile girseler mâhiyet değiştirmezler. Ve onlar öylesine yanıp kül olmuşlardır ki, artık hiçbir ateşten müteessir olmaz ve hiçbir kor karşısında "pes" etmezler. Zaten külü yeniden yakmayı ve som altını potalara koyup eritmeyi de kimse düşünmez.
Ey nefis! Herkesin derdini vicdanında öyle derince duyup yaşamalısın ki, artık bu konuda kimsenin senden hiçbir beklentisi kalmasın.. onların acılarını öylesine içten hissedip ağlamalısın ki; ağlamaya durmuş bütün gözlerin yaşları kurusun.. onlar için öyle yanıp yakınmalısın ki, ızdıraptan ciğeri kebap olmuş böyle biri karşısında, bütün muzdaripler acılarını unutsun.
İşte kendisini bu ufka ayarlayabilmiş bir bahtiyar, kendi adına tasavvurları aşkın bütün güzelliklerin Kadir Gecesini idrak etmiş sayılır ve yerde gökte Allah halifesi olma payesi ile anılır.
İnsanın tabiatında hem safa, hem de keder vardır; kederi iradenin mahbesinde sıkıca tutup, safâyı bir murad güvercini gibi uçurabildiği en son noktaya kadar uçurabilen, kâmil insandır ve âdeta o, bir yandan zindancı, diğer yandan da bir kuşbazdır. Bağlayacağını bağlar, salıvereceğini de salıverir. Evet, iradelerimizle hevâ ve heveslerimizin sesini kesmek bir yiğitlik, gönüllerimizi herkesi misafir edecek kadar geniş tutmak da bir babayiğitliktir.
Ey nefis! Her zaman yiğitçe davran ve hep babayiğitlik arkasında ol! Kendini kritik etmede vicdanını bir mihenk taşı gibi kullan; pota görmüş bir altın gibi o sapsarı çehrenle gül herkesin yüzüne.! Herkesin yüzüne gülerken de, sakın iyi bir sarraf olmayı kulak ardı etme.! Mâhiyetin itibarıyla sen bunların hepsine açıksın; gökteki ilk maceran da bunun en açık delilidir. Orada melekler senin beşiğini sallarken gıpta ninnileri söylemiş, şeytanlar da haset merasimlerinde zangoçluk etmişlerdi. Sen, daha o ilk gün hem korkunç bir hasetle karşılaştın, hem de takdirkâr nazarlara çarpıldın. Nazar değdi mi değmedi mi onu bilemem ama, âkıbetin uçmak ile noktalansa bile, bir sendeleme yaşadığın muhakkak: memnû' meyveye elini uzatırken iftar vaktini belirlemedeki içtihad hatanla - bu bir mukarreb hatasıdır - kendini dünya zindanında, hayır hayır! Hazreti Ahmed'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) dâyelik yapacak olan toprağın bağrında buldun. "Hakîkî şecerenin hikmeti, dünyaya gele Muhammed (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazreti" (M. Lutfi) sözü, senin ekşi çehreli kaderinin tatlılardan tatlı ilk meyvesini işaretler.. evet, eğer Cennet'te kalsaydın, inkişafa kapalı semeresiz bir ağaç gibi kalacak ve o potansiyel zenginliğini hiçbir zaman duyamayacaktın. Oysaki, oradan ayrılıp da çadırını dünyaya kurunca, bu toz-toprak ülkesi seninle bir gülistana döndü.. ve sürgün edildiğin bu köhne diyar, enbiyâ-evliyâ sürgünlerinin bağı-bostanı haline geldi. Sonunda, meleklerin gıptası bütün bütün takdire dönüştü ve şeytanların kıskançlığı da, dönüp bir zıpkın gibi onların bağırlarına saplandı.
Şimdi gel, kendi değerlerini koruma altına al! Hakk'a kurbet yolu sayılan bu sürgünü en iyi şekilde değerlendirmeye bak ve Hakk'a yakınlık vesilelerini O'ndan uzaklaştıran sebepler haline getirme! Kin, nefret, gayz, hırs, haset ağına düşerek, ebedî hasmın olan şeytanı sevindirme! Şayet bir gün yanılıp da kendi çizginin altına düşersen, Âdem Nebî gibi davran; doğrul, kendine gel, suçunu itiraf et! Hakk'ın her zaman açık olan kapısına yönel ve hatalarına bir dakika bile yaşama hakkı ve şansı tanıma! Günahla bozulup başkalaşan insanî tabiatını tövbe iksiriyle yeniden ihya et, ayağa kaldır ve bir kere daha Allah'a doğru şahlandır! Bütün bunlan yaparken de. topyekün insanların tabiatının da aynı olduğunu, sen hata yaptığın gibi, onların da aynı şeyleri yapabileceğini düşün ve bütün mücrimleri mazur gör! Hattâ nefislerine yenik düştüklerinden Ötürü, elinden geliyorsa onlara acı. kucakla ve yardımcı ol! Zinhar kendini başkalarının günah muhasebecisi gibi görüp de, şunun bunun hatalarıyla meşgul olma! Yanlışlıklarla meşgul olmak hoşuna gidiyorsa, bu hobini kendi günahlarına karşı kullan ki, âlemin küçük lekeleri sana, senin yağlı karalarını unutturmasın!
Uğradığın herkese, gül kokularıyla esen yeller gibi uğra.! Geçtiğin yollarda burcu burcu senin kokun duyulsun. Mumlar gibi yan, eri, başkalarını aydınlat, ama kafiyen bu büyük fedakârlığı kendi çıkarlarına bağlama! Dolaplar gibi dön ve inle, bütün yanan yüreklerin ateşini söndür, ama kendini hiç düşünme! Bir buhurdanlık gibi için için hep kavrul, çevrene güzel kokular neşret, ama halinden asla şikâyet etme! Her zaman yüzün yerde olsun, Hakk'ın sana olan lütuflarını, başkalarına karşı tefâhur vesilesi yapma; aksine, onu muhtaçlara verilen avanslar gibi gör. ücretini peşin almış olmanın hicabını duy! Eğer kalkıp da, hizmet ve gayretlerini, hakkınmış gibi başkalarının teveccühüne bağlarsan, döner, çevrenden iltifat beklemeye başlarsın. Bu ise tedavisi çok zor ve herkesi senden ürkütüp kaçıran öyle bir hastalıktır ki, ısrar ettiğin takdirde, her gün maksadın aksiyle tokatlar yer ve insanları kendinden uzaklaştırmış olursun.. şayet gönül huzuru istiyorsan o, istiğnâ, tevazu, mahviyet ve kanaattedir. Kendini büyük görenler, kendinde olağanüstü yetenekler vehmedenler, herkesten teveccüh bekleyenler, hırsla çalımla oturup kalkanlar, huzur yolunda olsalar da, bir gün mutlaka huzursuzluğa kurban giderler.
Ey nefis! Eğer yüreğin varsa, içindeki düşmanlığın yüzüne tükür! Vefâsızlığı kapından kov! Zulmü ayaklarının altına al, çiğne; Hakk'ın her yerde hazır olduğu mülâhazasıyla hayâsızlığın nefesini kes; kötülük hislerini ilâhî intikam inancıyla frenle; hevâ ve hevesin istikametinde değil, her zaman Hakk'ın hoşnut olabileceği yolda bulunmaya çalış! Allah'ın seni her zaman gözettiğini düşün; ağaçlar gibi titre ve tabiatını bozup seni çirkinleştiren, ruhuna yabancı ve kalbinin sırtında da bir yük sayılan ne kadar günah, hata ve mâsiyet var ise, savur gitsin gidebileceği yere.! Unutma ki, tabiatını değiştiren ve ruhunu kirleten bu şeylerden sıyrılmak adına göstereceğin her gayret bir cihad gibi değerlendirilecek ve seni adım adım Allah'a yaklaştıracaktır. Aksine, hep O'ndan uzaklaşman, gurbetin en acılarını yaşaman ve kimsesizliğin vahşetinde boğulup gitmen kaçınılmaz olacaktır.. hem de, amel defterinin hasenât hânesi bomboş, kalbî ve rûhî hayatın itibarıyla da karanlık ve loş olarak. Öyle ise doğrul, kendine gel, insanî değerlere sahip çık, sabırsızlık edip yitirdiğin cenneti bir de umursamazlığa kurban etme!
Bugün önceden kaybettiğin şeyleri yeniden elde etme yolunda ortaya koyacağın her gayret, toprağa saçılan tohumların başağa dönüşmesi gibi, mevsimi gelince yirmiye, otuza katlanarak mutlaka geriye dönecektir. Öyle ise hiç durma, tohum saçar gibi her yana iyilikler, güzellikler, faziletler saç; kötülüklere kilitlenmiş duyguların paslarını çöz ve hayatını başkalarının dünyevî-uhrevî mutluluğuna bağlayarak yaşa.! Yaşa da, şahsî hesap ve çıkarların, ruhunu öldüren mahbesinden kurtul! Nefsin adına her zaman sıkıntı çek ve başkalarına rahatlık dağıt!.. Dert dinle; dert yaşa, dertlerle inle ama, herkese derman olmaya çalış! Bütün insanlara sineni sevgiyle öyle bir aç ki; kinle, nefretle donacak hale gelmiş, kendi kendilerinin mazlumu ve tir tir titreyen bütün nefiszedeler senin sıcaklığına koşsun!
Irmaklar gibi hep yüz yere sür ve hayat ol çağla! Ay ve güneş gibi herkesi ve her şeyi ışığınla kucakla ve başlarını okşa! Sana yönelen ve senden bir şeyler bekleme imâsında bulunanları asla hüsn-ü zanlarında yalancı çıkarma! Hizmette hep önlerde koş, mükâfat tevziinde de arkaların arkasında saklanmaya çalış; Allah için yapılan şeylerin dünyevî menfaatlere bağlanmasından yılandan-çıyandan uzak durduğun gibi uzak dur! İstemeyerek de olsa, bu türlü duygu inhiraflarına düşmeyi kalbin hesabına bir kirlenme kabul et ve bir dakikalığına dahi olsa böyle bir kirlenmeyi varlık içindeki o müstesna insanî konumuna karşı en büyük hürmetsizlik sayarak, hemen bir iç arınma kurnasına koş!
Her zaman iyilik duygularıyla otur-kalk ve hep güzelliklere tercüman ol! İyilik ve güzellik yolunda yürüyen ayaklar baştan daha yüce, ihsan hisleriyle çarpan gönüller de Kabe kadar kutsaldır. Aslında, senin mâhiyetin bir Kâbe, hedefin Hak rızası; yolun da, Hakk'a ulaşma istikametinde kudsiyânın dönüp durduğu bir metâftır. Sen bu çizgini koruduğun sürece ünün gökler ötesi muhaverelerin mevzûu olacak ve nâmın rûhanîlerle anılacaktır. Öyle ise, bu insanî çizgideki hızını daha da artır, artır ki, insanî değerlerin aşındığı bir dünyada bu kabil gayretlere su kadar, hava kadar ihtiyacımız var. Hep hayır düşün, hayır konuş ve hayırlı işler istikametinde koş!
Bayraklar, hareket halindeki insanların omuzlarında daha bir güzel görünürler. Arılar, bal yaptıkları müddetçe mübarek kabul edilirler. Askerin yürüyüşü, duruşundan daha mehîbdir. Kalk, askerler gibi bayrak taşı, arılar gibi kovanını balla doldur ve amelmanda olma sevimsizliğine düşme! Her zaman insanlığa hizmette emre âmâde bulun ve göçüp gitmeye de hazır ol! Ne zaman göç emri geleceği belli olmasa da o, muhakkak ve mukadderdir. Öyle ise hep tetikte ol, günahlardan arın; meçhul çağrıya kapını arala ve beklemeye dur!
 
ALAHÛ TEÂLÂ (cc) hem kendi hukukunu, hem yarattı­ğı varlıkların haklarını muhafaza etmeyi, insanlara emanet ola­rak tevdi etmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in titizlikle üzerinde dur­duğu konulardan bir tanesi de çocukların terbiyesi konusudur. Resûl-i Ekrem (sav) çocukların terbiyesi hususunda müslü­manları uyarmış ve şöyle buyurmuştur: "-Kimin bir çocuğu olursa, ona güzel bir isim koysun ve en güzel şekilde terbiye et­sin. Bulûğa erince de evlendirsin. Bulûğa erdiği hâlde evlendir­mez ve o çocuk bir günah işleyecek olursa, bundan hasıl olacak günaha baba da ortak olmuş olur" (1)
Çocuklar konuşacakları dili, âdetleri, gelenekleri, hatta dinleri­ni aileleri vasıtasıyla öğrenirler. Psikolog Gabriel Tarde, taklid ile elde edilen değerler meselesini sistemli olarak incelemiş ve özdeşleşme metodunu izah etmiştir. (2) Bu sosyal psikoloji uz­manına göre; içtimai değerlerin temelinde, taklid unsuru ön plândadır. (3) Aile terbiyesi ve davranışları etkileyen diğer un­surlar, kişiden kişiye sirayet etme özelliğine haizdir. Aynı çev­rede yaşayan insanlar; birbirlerini taklid etmeye çalıştıkları gibi, farklı toplumlar da birbirlerini taklid etmeye çalışırlar. İlk dö­nemlerde örf ve adetlerin devamını sağlayan taklid, günümüzde "moda" şeklinde kendisini göstermektedir. (4) Bu sebeble, içtimai hayatın ortak özelliklerinden birisi taklid psikolojisidir. Moda, bütün dünya insanlarını etkisi altına alabilen bir hadisedir.
İnsanoğlu ilk ve temel bilgilerini, aile büyüklerini veya çevre­lerinde bulunan kimseleri taklid ederek öğrenir. Her taklid hadi­sesi; öncelikle insanın iç dünyasında arzu, istek, inanç ve düşün­ce şeklinde doğar. Daha sonra bunlar, statik davranışlara döner. Prof. Şerif Mardin, bu hususu şöyle ifade etmektedir: "-Çocuğun toplum normlarını algılamakta kullandığı mekanizmalardan bi­risi; hem sevgi, hem saygı duyduğu kimseleri örnek alarak, onun gibi hareket etmesidir. Çoğu zaman bu örnek kişi, baba ve­ya diğer akrabalardır. İslâmi bir ailede; babanın abdest alması, her işe besmele çekerek başlaması ve günlük yaşantıları ile iç içe geçmiş olan diğer davranışları, çocuğu aynı şekilde hareket et­meye itecektir. Çocuk islâmi hayatın gerekleri hakkındaki bilgilerin bir kısmını bu özdeşleş­tirme (identification) meka­nizmasından alacaktır."(5)
Çocuk terbiyesi asırlar bo­yunca; insanlığı en çok meş­gul eden, mühim bir mesele­dir. Şekli üzerinde görüş ay­rılıkları olmakla beraber lüzumunda ve milletlerin be­kası için zarurî olduğunda it­tifak edilmiştir. Omuzlarında sorumluluk duyan herkes bu konu ile ilgilenmiş; sonraki nesilleri yetiştirmekte itina göstermiştir. Çeşitli terbiye ve eğitim sistemleri var ise de bugüne kadar değerini koru­yabilen tek sistem İslâm Dini'nin getirmiş olduğu terbiye sistemidir.
Çocukların terbiyesi konu­su, milletlerin geleceğinin ga­rantisidir. Terbiyede yanlış bir tatbikat milletin istikbalini tehlikeye atmaktan farksızdır. Nitekim, eğitimi öğrencilere bazı konularda, yalnızca bilgi vermek tarzında anlaşılıp ah­lâk konusuna önem verilme­diği takdirde milletlerin başı­na nice gaileleri, bizzat kendi çocukları açmışlardır. Ahlak konusunda kendisini sorum­lu kabul etmeyen ve o tarz terbiyeyi klasik diye kınayan­lar, hizmet etmekle mükellef oldukları milletlerine kötülük yapmış olurlar. Ahlaktan yoksun ilim, insanlık için bir tehlikedir. Onun faydalı hale gelebilmesi için ahlakla bir­leşmesi şarttır. İlmin, fen ve tekniğin fena niyetle birleş­mesi ise insanlık için tehlike­lerin en büyüğüdür. Bu gerçe­ği, acı misallerine rağmen halâ göremeyenlerin bulunuşu cidden üzücüdür. Resûl-i Ek­rem (sav) Cenâb-ı Hakk'a dua ederken: "Ya Rabbi! Faydasız ilimden, ürpermeyen kalbden, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan sa­na sığınırım. "(6) buyurmuş olması çok manidardır.
İlim ve tekniğin ahlâk mef­humu tanımayan bir insanın eline geçmesi; hunhar bir ka­tilin eline verilmiş en modern silahlardan çok daha tehlike­lidir.
Ahlakın değişmeyen kayna­ğı; Allahü Teâlâ'ya (cc) tesli­miyet ve hesap gününe hazır­lanma duygusudur. Bütün peygamberler, insanlara " hevâlarına muhalefet etmelerini ve vahiy yoluyla bildirilen hakikatlere teslim olmalarını" tavsiye etmişlerdir. Allah'a (cc) ve ahiret gününe inanma­yan bir kimsede, bazı moral değerleri bulmak mümkün­dür. Ancak bu moral değerle­rin, ahlâkın temel unsurları
ile bir ilgisi yoktur.
insanlık, Cenâb-ı Hakk'ın Peygamberi vasıtasıyla gön­derdiği terbiye sistemine dön­mekten başka çare olmadığını er veya geç anlayacaktır. Bu­günün gelişen ilim ve tekniği, temeli hak dine dayanan sağ­lam bir ahlâk anlayışıyla elele vermedikçe insanlığın istikba­li parlak görülmemektedir. Eğitimde ahlâka ve dine yer vermemek, insanın kendisini inkâr etmesidir. Zira Cenâb-ı Hak (cc) insanın fıtratını bu şekilde tayin etmiş ve yarat­mıştır. Onun için temeli islâma dayanmayan bir çocuk terbiyesi düşünülemez. Çün­kü daha doğuştan dindar ola­cak kabiliyette yaratılan insa­na en uygun gelen terbiye sis­temi de budur. Bu sistem kay­nağı ilâhi oluştan dolayı orjinalitesini ve yeniliğini hiç kaybetmemiştir. İlâhî olan bu terbiye sistemi insan fıtratına en uygun sistem olduğundan değerini de hiçbir zaman kay­betmeyecektir. Din-i İslâm kı­yamete kadar baki olduğu gi­bi, O'nun getirdiği terbiye sistemi de kıymet ve değerini aynen muhafaza edecektir.

İSLÂM'DA TERBİYE VE DAYANDIĞI TEMELLER:

İnsanı kemâle erdiren, Ce­nâb-ı Hakk'ın indinde değeri­ni arttıran nesne güzel ahlak­tır. Resûl-i Ekrem (sav) Efen­dimiz esasen güzel ahlâkı, in­sana sonradan arız olacak bir sıfat olarak değil de, insanda bulunması normal ve bir ba­kıma zarurî bir unsur olarak beyan etmiştir. İslâm Dini'nin en başta gelen özelliklerinden birisi ahlâka çok büyük önem vermesidir. Hatta Peygamber (sav) İslâm Dini'ni güzel ah­lâk olarak tarif etmiş ve " Mü'minlerin iman yönün­den en mükemmeli, ahlâkı en güzel olanıdır. Sizin ha­yırlı olanlarınız, hanımları­na karşı hayırlılarınızda." (7) buyurmuşlardır.
Müslümanların güzel ahlâ­kı, İslâmın yayılmasına vesile olmuştur. Hatta güzel ahlâkın, kılıçtan daha te'sirli oldu­ğunu söyleyebiliriz. İslâm ta­rihinde şahısların olduğu gi­bi, kavimlerin de İslâm'a gir­melerinde güzel ahlâkın öne­mi büyüktür. Memleketler kı­lıçla fethedilmiş olsa dahi, gö­nülleri daima güzel ahlâkı, adaletleri ve insanî muamele­lerle fethetmişlerdir.
İslâmiyet'te soy-sop güzelli­ği ile tefâhur etmek yasak edilmiştir. Değer ittikaya göre­dir. Peygamber (sav) Efendi­miz,; "Ey Ebû Zer, tedbirli ol­mak gibi akıllılık; yasaklar­dan kaçmak gibi takva ve güzel ahlâk gibi hazine ola­maz. "(8) buyurmuşlardır. Bi­naenaleyh herkes iyiliği yap­tığı zaman kendi lehine, fena­lık yaptığı zaman da kendi zararınadır. İslâm cemiyeti­nin sosyal sisteminin değiş­meyen rüknü, güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk; Allahû Teâla (cc)'nın rızasını tahsil ve imti­hanı kazanma vesilelerinden birisidir. Terbiye de, onu elde etmenin yoludur. Gayeye va­sıl olmak için, terbiye yolundan geçilecektir. Nebatların ve hayvanların dahi terbiye ile ıslâh edildiği ve daha ve­rimli hale getirildiği düşünü­lürse, insanlar için terbiyenin önemi kendiliğinden meyda­na çıkmış olur.
Dinimizde hiçbir şey fayda­sız yere emir veya yasak edil­memiştir. Emredilen her şey­de mutlaka büyük bir hikmet ve yapanlar için birtakım fay­dalar vardır. Yasaklarda da,
irtikap edenler için birtakım zararlar... Terbiye konusu da dinimizin emrettiği bir husus­tur. Ayet-i kerime açıktır:
"Ey iman edenler! Gerek kendilerinizi, gerek ailelerini­zi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insanlarla taş­tır. (O vazifenin) üzerinde melekler vardır ki, onlar Al­lah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler. Neye memur edilirlerse ya­parlar"^)
Kişinin ehli; karısı, çocukla­rı, kardeşi, hizmetçisi gibi kimselerdir. İnsanın ehline karşı yapmakla mükellef ol­duğu husus nafakasından ibaret olmayıp, nasihat etmek, ilim öğretmek ve terbiyesine dikkat etmekle de mükellef­tir. Hz. Ali (ra) bu ayet-i keri­meyi nefsinde "Ehlinize hay­rı öğretiniz ve onları terbiye ediniz."(10) diye tefsir etmiş­tir.
İmam-ı Kasani merhum da azabdan korunmakla emredi­len (ehl) in tarifinde şöyle der: "Ehil, hakikatte kişi ile sevgi bağı ve ruhî alâkası o-lan kimselerdir. Bağlılığı o-lan kimseler, zarurî olarak dünya ve ahirette onunla be­raber olacaklardır. O halde insan, nefsini koruduğu gibi onları da azabdan koruması icab eder. Aynı şekilde, be­raber haşrolunacağı için dost ve arkadaşlarını da (elinden geldiği kadar) koru­ması gerekir. Çünkü kişi sevdiği ile beraber haşrolunacaktır."(ll)
Hz. Abdullah b. Abbas (ra) da ayetin tefsirinde şunları zikretmiştir: "Cenâb-ı Hakk'a (cc) ihlâs ile itaat ediniz. İs­yandan sakınınız. Evladını­za da emirlere uymasını ve yasaklarından kaçmasını emrediniz. İşte sizin için de, evladınızı ateşten koruma budur."(12)
Her müslüman, vazife ve mesuliyet ahlakına riayet et­mekle mükelleftir. Vazife ile ilgili olarak bir Hadis-i şerifte de : "- Hepiniz çobansınız ve hepiniz idaresi altındakiler­den mesûldür. Emir, insanlar üzerine çobandır, sürüsün­den mes'ûldür. Erkek, aile ef­radı üzerinde bir çobandır, onlardan mes'ûldür. Kadın, kocasının evi ve çocuğu üze­rinde çobandır, onlardan so­rumludur. Dikkat ediniz!.. Hepiniz çobansınız ve hepi­niz sorumlusunuz"(13) hük­mü beyan edilmiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki; evlâdının terbiyesine ihtimam göstermeyen kimse, onu eliy­le ateşe atmış demektir. Bu ih­malin cezasını kendisi de, ev­ladı da çekecektir. Beraber ya­şadığı cemiyet fertleri de za­rar görecektir. O halde; bü­yüklerin küçüklerine, bilenle­rin bilmeyenlere, öğretmen durumunda olanların öğren­cilerine terbiye vermesi zaru­ridir.






Terbiyede dikkat edilmesi gereken noktalar.
Birinci Kaide:
Terbiyeye, çocuk ana rahmine düştüğü andan i'tibâren başlanılmalı­dır, Çocuğun ana rahmine düşerken yapılacak vazife, Peygamber-i Zîşân (sav) tara­fından şu hadisle beyan edi­lir:
"Ailesine yaklaşan kimse: Senin adınla başlarım! Ya Rabbi, beni şeytandan ve şeytanı da beni faydalandır­dığın şeyden uzaklaştır di­ye dua eder ve bu yaklaşma­dan bir çocuk meydana gelir­se şeytan ebediyen ona zarar vermez"(l4)
O halde çocuğun meydana gelmesine vesile olan yakınlaşma, Allah'ın adı ile ve O'na dua ederek yapılmalıdır. Bu durum çocuğun ilerde bazı tehlikelerden korunmasına vesile olacaktır. Her çocuk iyiliği veya kötülüğü işleme­ye kabiliyetli olarak yaratıldı­ğından, ona, terbiye ile şekil verilecektir. Her çocuğun, iyi bir insan olabileceği kabul e-dilmelidir. Peşin hükümler­den uzak durulmalı ve sabır­lı olunmalıdır. Çocuğun yaşı­nı ve psikolojik durumunu dikkate almak gerekir.
İkinci Kaide:
Çocuğa veri­len gıda mutlaka helal olma­lıdır. Buna da ana rahmine düştüğünden itibaren başla­malıdır, insan vücudunun ge­lişmesi, kuvveti, hücrelerinin teşekkülü, yediği gıdadan meydana gelir. Kazanca dik­kat edilmediği takdirde diğer bütün çalışmalar akamete uğ­rayabilir. Arpa ektikten sonra o tarladan buğday elde etmek için çalışmalar yapılması po­şuna bir gayrettir. O halde çocuktan iyi fiillerin meydana gelmesi ve yapılacak çalışma­ların semereli olması için te­miz gıda yedirmeli, damarla­rında dolaşan kanın bir zerre­sinin dahi haramdan olma­masına dikkat etmelidir. Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden (helal ve temiz olanlardan) infak ediniz."(15) buyurulması calib-i dikkattir.
Üçüncü Kaide:
Çocuk do­ğunca güzel bir isim vermeli­dir. Verilen isim çocuğa bir hedef olmalı ve çocuğu, "Ben ismime layık işler yapmalı­yım" diye düşündürmelidir. Bundan dolayı verilen ismin hem manasının güzel olması, hem Allah (cc) indinde sevgi­li bir insanın ismi olması çok faydalıdır. Moda diye mana­sız isimler koymak evlada karşı yapılması icab eden bir vazifenin terkedilmesinden başka bir şey değildir. Pey­gamberimizin (sav) sünnetin­de isimlendirme önemlidir. Hz. Peygamber (sav):"-Siz kı­yamet gününde kendi isimle­riniz ve babalarınızın isimleri ile çağrılacaksınız. Öyle ise çocuklarınızın isimlerini gü­zel koyunuz" buyurmuştur. Kendi çocuklarına güzel isim­ler koyduğu malûmdur. Cahiliye döneminde kullanılan ve mahiyeti güzel olmayan isimleri değiştirdiği bilinmek­tedir. Meselâ: "Berre" ismini, "Zeynep" ile değiştirdiği sa­bittir.
Dördüncü Kaide:
Çocuk konuşmaya başladığı zaman iyi şeyler öğretmek ve yanında güzel şeyler konuşmak gerekir. İyi şeyler söylediği zaman çocuğu takdir ermeli, fena şeyler söylediğinde de sabırla bunun yanlış olduğu öğretilmelidir. Alışkanlığın ö-nemini herkes takdir eder. Çocuğu nezaketli bir konuş­maya alıştırmak mühim bir muvaffakiyettir. Resûl-i Ek­rem (sav)'in Kur'an-ı Kerim'de "Usve-i hasene = Gü­zel örnek" olarak nitelendiril­diği malûmdur. Sahabeden Hişam b. Urve'nin, Hz. Aişe (r.anha) validemize, "Resûl-i Ekrem'in (sav) ahlâkının nasıl olduğunu sorması üzerine şöyle cevap verdiği bilinmek­tedir:"- O'nun ahlâkı Kur'an-ı Kerim'den ibaretti. Sen Kur'an-ı Kerimi okumuyor musun?" Bu cevap üzerinde iyi düşünülmesi gerekir. Ço­cuğun terbiyesi, bu esasa göre yapılmalıdır. Kur'an-ı Ke­rim'in ahkâmını; nefsinde tat­bik edebilen insanlar hem bu dünya'da, hem ahirette saade­te kavuşurlar. Terbiye'de mu­vaffak olmak isteyenler, bu usûlü benimsemek zorunda­dırlar.
İnsanlar aile ve yakın çevre­sinin te'sirinden kolay kolay kurtulamazlar. Hulâsa, çocu­ğun yapması arzu edilen bü­tün hareketleri baba ve anne­lerin yapması; istemedikleri davranışları öncelikle kendi­lerinin terketmesi icabeder.
Beşinci Kaide:
Resûl-i Ek­rem (sav)"- Çocuk yedi yaşı­na geldiği zaman kendisine namazın emredilmesini" tav­siye etmiştir. Namazı emretmek için; bu ibadetin keyfiye­ti ve bu ibadet esnasında ne­leri okuyacağı öğretilmelidir. Bazılarının yaptığı gibi "Daha yaşı küçük, ilerde namazını kılar" diyerek, ihmal etmek doğru değildir. Kendi çocuk­ları da olsa hiç kimse onlara Resûl-i Ekrem (sav)'den daha şefkatli olamaz. Sevgisini aşı­lamak şartıyla, küçükten alıştırmanın önemi büyüktür. Büyüdükten sonra babasının namaz hususundaki tavsiye­lerine uymayan çocuklar ve­balde yalnız değildirler. Kü­çükten alıştırmayan anne ve-babası da vebale ortak olur­lar.
Altıncı Kaide:
Terbiyede konunun benimsetilmesi; inandırılıp sevdirilmesi mu­vaffakiyete götüren yollardan birisidir. Terbiyenin baskı ile etkili olması veya bu etkinin devamlı olması mümkün de­ğildir. Eğitime tabi tutulan, nihayet bir insandır. Akıl ve düşünce sahibidir. Binaenaleyh çocuk fikren doyurul­muş, konunun faydalı oldu­ğunu kabul etmişse, eğitim faydalı ve devamlı olabilir. Birçok kimselerin çalışmala­rının faydasız kalışı, bu nok­taya dikkat edilmeyişinden-dir. Terbiye edilen, fakat inandırılamayan insandan faz­la bir şey beklenemez.

Yedinci Kaide:
Terbiyede dikkat edilecek bir nokta da, ilimle müşterek olmasıdır. Yani terbiyenin tâ'limle bera­ber yürütülmesidir. Bir bakı­ma terbiye, dini ve ilmi ger­çeklerin tatbikatıdır denebilir. İlk emri "Oku!" diye başlayan bir dinin, getirdiği terbiye sis­teminde ilme gereken önemi vermesi tabiidir. İmam-ı Serahsi, ilmi "peygamberlerin bıraktığı miras" olarak vasıflandırmıştır. İlim öğrenmenin yaşı yoktur. Beşikten başla­yan ve mezara kadar devam etmesi zaruri olan ilim öğ­renme faaliyeti sevdirilmeli-dir. Gerekirse ilim elde etme uğruna, en uzak beldelere gidilmesini ve faydalı şeyleri (hikmeti) mü'minin nerede bulursa bulsun alması gerek­tiği öğretilmelidir. İlmin fay­dalı olabilmesi için, tatbik e-dilmesi de zaruridir. Terbiye­yi "öğretilen veya öğrenilen faydalı bilgilerin nazariyatta kalmayıp amelî hayata gir­mesi" şeklinde tarif etmek de mümkündür. Öğrencilerine yalnızca bilgi öğretmeyi vazi­fe kabul eden eğitimci ile aynı yanlış kanâatte olan ebeveyn­ler hatalarının cezalarını için­de yaşadıkları topluma çektirmektedirler. Tahsil sırasında ahlâkı üzerine eğilmeyen ve üstelik kötü örnek olup kü­çüklerin yanında hareketleri­ne dikkat etmeyenler feci bir şekilde yanıldıklarını er geç anlayacaklardır.
Sekizinci Kaide:
Eğitici ve öğreticilerin eğitilenlere iyi bir örnek olmaları zarureti vardır. Küçükler, çoğunlukla büyüklerine özenir ve onları taklid ederler. İstisnaî durum­lar hariç, ekseriya küçükler sevdikleri kimselerin kopyası durumundadırlar. Onun için bütün davranışlarında örnek olduklarını, çocuğun yapması istenilmeyen hareketleri mut­laka terketmesi icab ettiğini eğiticilerin kabul etmeleri za­ruridir. Kötü örnek olmak, ço­cuğa fiiliyle kötülüğü telkin manasına gelir. Sözle yapılan öğütlerin de değerini azaltır.
Dokuzuncu Kaide:
Terbi­yede şiddet ve zor yerine rıfk ve mülayemeti esas almalıdır. Şiddetle meseleyi halledeceği­ni zannetmek yanlıştır. Bazı hallerde ona da ihtiyaç olabi­lirse de, mak'ûl ölçüleri aşma­mak lazım gelir. Lüzumsuz yere şiddet, çocuğu isyana teşvik edebilir. İnsan terbiye­sinin zorluğu da buradadır. Her konuda olduğu gibi bu bakımdan da Resûl-i Ekrem (sav)'e tabi olmak gerekir. Hz. Enes (ra) bu hususta, şu bilgi­leri vermektedir.
"Resûl-i Ekrem (sav), ahla­ken insanların en güzelidir. Beni bir gün, yapılması gere­ken bir işe gönderdi. Gön­lümden, gönderdiği yere gitmek istediğim halde ben O'na:
- Gitmeyeceğim, dedim. Dı­şarı çıktım. Sokakta oyna­makta olan çocukların yanına uğradım. Bir de baktım ki, Resûl-i Ekrem (sav) omuzum-dan tutmuş. Yüzüne baktım, gülümsüyordu. Dedi ki:
- Küçük Enes, söylediğim yere gittin mi? Ben de:
- Gideceğim yâ Resûlallah, dedim ve gittim..."(16)
Resûl-i Ekrem (sav) o sırada henüz çocuk olan Hz. Enes'in "Gitmeyeceğim" deyişine kızmamıştır. Bunu isyan olarak değerlendirmemiştir. Hatta girmeyişini, tebessüm ile kar­şılamıştır, Peygamberimizin (sav) bu sünneti dikkate alın­malıdır. Fûkaha "Çocuğun suç işleme kasdı yoktur. Onun kasıt gibi görünün fiilleri hatadan ibarettir" hükmünü benimsemiştir.
Resûl-i Ekrem (sav) bu prensibi, çocuk terbiyesi açı­sından önemlidir. Enes İbn-i Malik (ra)'ın şu tespiti de câlib-i dikkattir (Küçük yaşında babası vefat etmiş ve annesi Ebû Talha ile evlenmişti.):
"Resûl-i Ekrem (sav) Medi­ne'ye geldiği zaman, (babalı­ğım) Ebû Talha elimden tu­tup beni Hazreti Peygamber (sav)'e getirdi:
- Ya Resûlallah, Enes akıllı çocuktur. Sana hizmet etsin, dedi.
Enes (ra) der ki:
- Hazarda ve seferde on se­ne kendisine hizmet ettim. Yemin ederim ki, yaptığım bir şeyden dolayı, (şunu ni­çin şöyle yaptın?); yapmadı­ğım şeyden dolayı da (şunu niçin böyle yapmadın?) de­memiştir''^?)
Herkes tarafından sevilme­sinin hikmeti buradadır. Ha­yatında kalb kırmamış, haka­ret lafızları kullanmamış, işle­rini daima tatlılıkla halletmiş­tir. Şu hadis-i şerif, O'nun ka­ide olarak koyduğu bir esas­tır: "Rıfkın bulunduğu yerde ziynet, bulunmadığı yerde zulmet vardır"(18)
Rıfk, bulunduğu yere gü­zellikler getirir. O çekilince yerini çirkinlikler alır
Onuncu Kaide:
Çocuklara tatlı sözler söylenmeli , güler yüzle ve şefkatle kendilerine yaklaşılmalıdır. Sevgisini ve şefkatini belli etmemek veya sevmez görünmek yanlış bir davranıştır. Zaman zaman ço­cukların ailesinden kaçması­nın sebebi, çoğu zaman de­vamlı şiddet ve baskılardır. Sevilmediği kanâatine var­dan çocuk, büyüklerini saygı göstermez. Şefkat ile muame­le, Peygamberimizin (sav) sünnetidir. Önemine binâen bu konuda birkaç örnek vere­lim: "Resûl-i Ekrem (sav) Hz. Hüseyin (ra)'i sırtlarına bindirmişlerdi. Bunu gören biri­si: "- Ey çocuk! Üzerinde bu­lunduğun binit de ne güzel­miş, deyince, Resûl-i Ekrem (sav)"- Ya binen ne kadar gü­zel" buyurmuştur. (19)
Bera b. Azib (ra) de şu hadis-i şerifi rivayet etmiştir:
"Ben Resûl-i Ekrem (sav)'i gördüm. Torunu Hasan (ra)'ı omuzlarına almış, şöyle di­yordu:
- Ya Rabbi! Ben onu seviyo­rum, Sen de sev" (20)
Çocuğa şefkat ve sevgi gös­termek, onunla oynamak ter­biyesi bakımından faydalı ol­duğu gibi katı kalbli kimsele­rin kalblerinin yumuşaması için de faydalı görülmüştür.
Ebû Hüreyre (ra)'den:
"Bir kimse Resûl-i Ekrem (sav)'e, kalbinin katılığından şikayet etti. Peygamber Efen­dimiz şöyle buyurdular:
- Yetimin başını okşa, fakir­lere yemek yedir"(21)
Bu hususta rivayet çok ise de Peygamberimizin şu iki hadisini de hatırlayalım:
Ebû Hüreyre (ra)'den:
"Hz. Peygamber (sav) Ha-sen b. Ali (ra)'i öpmüştü. Ya­nında da Teym kabilesinden Akra' b. Habis (ra) oturmakta idi.
- Benim on tane çocuğum vardır. Hiç birisini öpmedim, dedi. Hz. Peygamber ona baktı ve;
-"(İnsanlara) merhamet et­meyene (Cenâb-ı Hak tarafın­dan) merhamet olunmaz".(22) buyurdular
"Üsame b. Zeyd (ra) dedi ki: Hz. Peygamber (sav) beni tu­tar dizine oturtur, öteki dizi­ne de Hasan'ı (ra) alır; sonra dizlerini birleştirir şöyle dua ederdi:
- Yâ Rabbi! Ben bunlara acı­yorum. Sen de merhamet buyur..."(23)
On birinci Kaide:
Çocukla­ra tatlı tatlı nasihatten geri kalmamalıdır. Yaşı, tahsili ne olursa olsun, insanoğlunun baba ve hoca nasihatına ihti­yacı vardır. Peygamber Efendimiz'in "Din nasihattir" bu­yurmasının hikmeti budur. Fakat bu nasihati yalnız sözle değil, hareketleriyle de yap­ması iktiza eder. Hz. Lokman'ın çocuğuna nasihatini Kur'an-ı Kerim şöyle zikre­der:
"Oğulcağızım!. Namazını dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeğe ça­lış... İnsanlardan (kibirlenip) yüz çevirme. Yeryüzünde şı­marık yürüme. Zira Allahû Teâla (cc) her kibir taslayanı, kendini beğenip övüneni sev­mez. Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt..."(24)
On ikinci Kaide:
Çocukları için ebeveynin dua etmesi la­zımdır. Ebeveynin evladına yaptığı dua, Peygamber'in ümmetine yaptığı duaya ben­zetilmiştir. Hz. Peygamber'in bazı dualarını yukarıda zik­retmiştik. Hulûs-i kalble ço­cuklarımızın iyi bir insan ol-
ması için seher vaktinde, na­mazlardan sonra hep dua et­mek icabeder.
On üçüncü Kaide:
Çocuk terbiyesinin maddi cephesini de ihmal etmemek gerekir. Yiyecek ve giyeceğini te'min etmek; bedeninin hastalıktan korumak, zinde ve kuvvetli olarak yetiştirmek, helalinden rızık kazanacağı bir yola delâ­let etmek, vakti gelince sün­nete uygun bir şekilde evlen­dirmek...
On dördüncü Kaide:
Onları kötü huy, itiyat, fena arkadaş ve zamanın zararlı cereyanla­rından korumalıdır. Çocuğu bilgili ve şuurlu bir şekilde yetiştirmek için hazırlıklı bu­lundurmak lazımdır. Okuma ihtiyacında olan çocuğa fay­dalı kitaplar almak ebeveyn için bir zarurettir. Kendisini ve haklı dâvasını müdâfaa edebilecek bir nitelikte olması­nı te'min etmelidir.
Terbiye çok cepheli, zor ve büyük sabır isteyen bir iştir. Her vesileden faydalanmak; zararlı her türlü tehlikeden korunmak şarttır. Çevresini, davranışını, arkadaşlarını, zevkini, ahlâk, inanç ve iba­det durumlarını her an mura­kabe edip en isabetli şekilde ve zamanında müdahale e-dilmelidir. Bu mevzu, çok ka­fa yorulması gereken, sorum­lu kimselerin uykularını kaçı­racak kadar önemlidir. Harb kazanacak bir kumandanın basiret ve tedbiri kadar bir terbiyece de ne yapacağını bilmelidir. İyi evlat Kur'an-ı Kerim'de ziynet olarak, hayır b olmayanları ise, ebeveyn için düşman ve fitne olarak ta­nıtılır. Çocuk anne babaya tevdî edilmiş bir emanettir. Onun fıtratındaki temizliğini artırmaya çalışmak lazımken hiç değilse bozmamak icab etmez mi? Bunu ihmal eden so­rumlu kimse emanete riayet etmemiş olur. Kar etmek iste­yen bir tacir dahi düşünmek zorundadır. Hassas ve çok dikkat isteyen bir konu olma­sı hasebiyle yapılacak en kü­çük hareketi dahi düşünme­den yapmamak en salim yol­dur. Babanın evladına bıraka­cağı en güzel miras, güzel ah­lâk ve ilimdir.
Çocuğuna miras olarak ser­vet bırakamayan baba mes'ul olmayacak, fakat ahlâk ve zarurî bilgileri öğretmeyen babalar sorguya çekilecektir. Sonra, ilim peygamberlerden insanlara kalan bir mirastır. Mal ise, herkesten kalabilir.
Çocuk terbiyesi çocuklara menfaatli olduğu gibi, baba, anne ve öğretmen için de en büyük kazanç vesilesidir. Sa­lih bir evlat yetiştiren veya ilim öğreten kimseler ölseler dahi, bu kazançlarının mane­vi ecrinin devam edeceği hadis-i şerifte beyan edilmiştir:
"insanoğlu ölünce ameli (se­bebiyle kazandığı mükafatı) kesilir. Ancak üç kişi (nin de­vam eder): Sadaka-i câriye (yapan); ilminden faydalanı­lan ve kendisine dua edecek bir (salih) evlat yetiştiren kimselerin amel defterleri ka­panmaz "(26)
Her namazın sonunda okunan şu dua ne kadar güzeldir: "Ey Rabbım! Kıyamet günün­de beni, ana ve babamı ve bü­tün iman edenleri bağışla!"(27)
Namaz kılan herkes bu du­ayı namazın sonunda oku­maktadır. Çocuğun namaz kılmayı öğreten ve alıştıran baba ve anne için evladı böy­le dua etmektedir. Onun için böyle bir evlada sahip olan insandan daha bahtiyar bir kimse düşünülemez.
Sadece çocuklarımız için değil, neslimiz için de dua et­meliyiz. Bir Peygamber oldu­ğu halde Hz. İbrahim (as) şöyle yalvarıyor: "Ey Rab­bım! Beni dosdoğru namaz kılmakta ber -devam et. Zürriyetimi^de (böylece namaz kılanlardan eyle). Ey Rabbımız, duamı kabul et"(28)
Hz. İbrahim ve oğlu İsmail (as) Kâ'be'nin inşâsı bittikten sonra beraberce şöyle dua e-derler: "Ey Rabbimiz! İkimi­zi de Sana teslimiyette sabit kıl. Soyumuzdan da (yalnız sana boyun eğen) müslüman bir ümmetin fertleri kıl "(29)
Ya Rabbi! Çocuklarımızı sa­lih; bizleri razı olduğun in­sanlardan eyle!..
Çocuk terbiyesinin önemini ve temel kaidelerini bu şekil­de izah ettikten sonra bir hu­susu da hatırlatalım. Hz. Nuh (as) veya Hz. Lût (as), ailesi­ni terbiye için elinden gelen gayreti sarf etmiştir. Fakat Hz. Nuh'un oğlu, Hz. Lût'un ise karısı imtihanı kaybetmiştir. Terbiye hususunda elden ge­len gayreti sarfedenler, netice istedikleri gibi olmazsa, üzül-
memelidirler. Zira imtihan dünyasının keyfiyeti budur. İnsanların asla arzu etmedik­leri birçok musibet ile karşı­laşmaları mümkündür.

KAYNAKLAR:
(1) İmam-ı Tebrizi- Mişkâtü'l Me-şabih- Dımeşk: 1961 C: 2 Sh: 170
(2) Dr. F. Kanat- Eğitim Sosyalojisi-Ankara:1959 Sh: 10.
(3) Prof. Dr. Çiğdem Kağıtcıbaşı-İnsan ve insanlar-İst: ay Cem ofset-4 bşk. Sh: 16.
(4) Doç. Dr. Bahaddin Yediyıldız- XVlll. inci asır Türk Toplumu ve Vakıf Müesseseleri- Vakıflar Der.-Ankara: 1982 C: 15 Sh: 44
(5) Prof. Şerif Mardin- Din ve İdeo­loji-İst01983 Sh: 63-64.
(6) Ş. Mansur Ali Nasıf, Et-Tâc, Ka­hire: 1962, C: 5, Sh: 125.
(7) M. Ebû Zekeriyya-Riyazûs-salihin-Kahire: 1351 Sh: 257.
(8) Hafız El-Münziri, Et-Tergîb-ü ve't-Tehrib, Mısır: 1955, C: 3-5, Sh: 405.
(9) Et-Tahrîm Sûresi, Ayet: 6.
(10) S. Ali Mahfuz, Hidâyetul-Mürşidin, Kahire: 1952, Sh: 470.
(11) İ. Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyan, C: 8, Sh: 59.
(12) S. Ali Mahfuz, Hidâyetü'l-Mürşidin, Kahire: 1952, Sh: 469.
(13) Hafız El Münziri, Muhtasar-ı S. Müslim, Kuveyt: 1969, Sh: 88, Hadis No: 1201.
(14) Zeynüddin Ahmed b. Ahmed Ez-Zebidi, Muhtasar-ı S. Buharı, Hadis No: 1812.
(15) Bakara Sûresi, Ayet: 267.
(16) Mansur Ali Nâsîf, Et-Tâc, Kahi­re: 1962, C: 3, Sh: 242.
(17) Aynı eser, Sh: 241.
(18) Ebu'l-Hüseyn, Müslim b. Haccâc, Sahih-i Müslim, İstanbul: 1333, Cüz: 8, Sh: 22.
(19) Mansur Ali Nâsıf, Et-Tâc, Kahi­re: 1962, C: 3, Sh: 360.
(20) Aynı eser, C: 3, Sh: 357.
(21) Hafız -El-Münziri, Et-Tergib-ü ve't-Terhib, Mısır: 1955, C: 3, Sh: 349.
(22) Mansur Ali Nâsıf, Et-Tâc, C: 5, Sh:7.
(23) Aynı eser, C: 5, Sh: 7.
(25) Lokman Sûresi, Ayet: 17-19.
(26) Hafız El-Münziri, Muhtasar-ı S. Müslim, Hadis No: 1001.
(27) İbrahim Sûresi, Ayet: 41.
(28) İbrahim Sûresi, Ayet: 40.
(29) Bakara Sûresi: Ayet: 128.
 
Hayatlarını cismâniyetin dar mahbesinde yaşayanlar, dünyadan kâm alıp, dünya ni'metlerinden tam istifâde ettikleri gençlik dönemlerinde, bir kısım geçici zevkler duyup tatsalar bile, hemen her zaman hicrânlı ve içiçe burkuntularla kıvrım kıvrımdırlar. Hele yaşlanıp da cismânî hazlardan faydalanamaz hale geldikleri veya dünya ni'metlerinden bütün bütün mahrum edildikleri zaman öyle sefilleşirler ki, doğrusu, bu halleriyle onlara acımamak elden gelmez.
Vaktiyle, binbir füsunla başlarını döndüren o pırıl pırıl dünyevî güzellikler ve bu güzellikler içindeki bedenî hazlar, şu hicrân döneminde, yer yer gelip hayallerini sardıkça ölür ölür dirilir ve kendilerini âdetâ, birer enkâz yığını olarak hissederler.
O çakırkeyf günler, o tülpembe akşamlar, o büyüleyici geceler, o şen ve şakrak toplanmalar ve o rengârenk halvetlerden en küçük bir eser, en küçük bir emârenin kalmadığı ve her yanı garipliklerin sardığı şu tükeniş döneminde bunlar, hasretle oturur-kalkar, hicrânla inler ve ümitsizlik içinde yutkunup dururlar.
Hususiyle, bütün bir hayat boyu hep zirvelerde yaşamış olanlar için, o istikbâller, o şa' şaalı merâsimler, o riyakarca iltifatlar, o yüksek değer atıfları, o elpençe dîvân durmalar, o inim inim etrafı inleten alkışların birden bire kesilmesi, onların beyinlerinde inip kalkan öylesine öldürücü darbelerdir ki, böyleleri için ölüm çok defa yolu gözlenen bir sevgili haline gelir.
Hayatboyu hep aldanmış ve dünya hayatını sâbit zannetmiş bu müflis ruhlar için herşey bir rüyâ gibi gelip geçer; gelip geçer de, hiçbir şey duymamış, yaşamamış gibi, arkalarında hicrânlı ve esefli bir hülyâ bırakır ve silinir giderler.
Evet, bütün o aldatan görkemler, o şımartan gösterişler, o âlâyişlerle şişip köpüren törenler-kabuller, maskaralığa varan teveccühler, hâkimâne tavırlar, işveli edâlar, şuh kahkahalar; yerlerini, hazanla savrulan yapraklara, tirtir titreten poyrazlara, renklere küskün gözlere ve neş'eye kapalı sinelere bırakıp öyle giderler.
Gözlerindeki ışıklarının yavaş yavaş sönmesi, aşklarını, heyecanlarını söyleyen ağızlarının zamanla bütün bütün susması, neş'e ve sevince açık duygularının birer birer ölmesi, yaşama zevk ve hazzıyla çarpan kalplerinin kasvete boğulması, eski günlerin neş'e ve sevincini paylaştıkları kimselerin ölüp toprağa gömülmesi, gömülüp çürümeye terkedilmesiyle sarsılmış bu hayatzede tâli'sizler, ya müsekkinlerle hislerini iptâl ederek başka varlıklar gibi yaşarlar veya her dakika ruhlarının derinliklerinde bir ebedî yokluğu duyar ve ölüp ölüp dirilirler.
Hele, bütün fırsatları kaçırıp, geriye dönülmez o son noktaya ulaştıkları zaman, hasretleri âdetâ sonsuzlaşır ve hicrânları da öldürecek seviyeye ulaşır.. İşte o zaman "keşke!" der, iki büklüm olurlar; ama, artık, iş işten geçmiştir.
Evet, bu esnada, "keşke, daha önceden var olmanın sırlarını kavrayıp en yüce hakikata uyanabilseydik! Keşke, cismâniyetin karanlık ikliminden ve bedenin öldürücü tutkularından kurtularak, biraz da ruhun ferahfezâ dünyalarında kanat çırpıp pervâz edebilseydik! Keşke, millet için yararlı olabilme imkânlarını elde ettiğimiz ve bilhassa, onun kaderine hâkim olduğumuz günlerde, ona, kendi-olma, özüyle bütünleşme mevzuunda ışık, burak ve rehber olabilseydik! Keşke, başkalarının oyuncağı ve âleti olarak, o utandırıcı hayatı yaşamaktansa, izzetle ölmeyi zilletli hayata tercih ederek, vicdânlarımızın dupduru ve tertemiz iklimine yükselebilseydik! Keşke, ülke insanı ve nesillerin çeşit çeşit erozyonlarla yozlaştırıldığı, soysuzlaştırıldığı o karanlık günlerde, "yeter bu tarihî yanlışlık!" deyip gürleyebilseydik! Keşke, ilerici görünme hevesiyle, Kur'ân'a, imana ve Kur'ân'la gelen ilâhî mesajlara sataşıp durduğumuz o hezeyân dönemlerinde, dillerimiz tutulsaydı da, câhil kitlelere şeytan ve şeytana da maskara olmasaydık..!" deyip inleyecekler ama beyhûde...
Evet, bu ülke insanının gerçek mutluluk ve saadetini arzu etmeyen bu tâ'lisizler, bütün bir hayat boyu, bir kerecik olsun tarihi hakîkatleri görmeye, onlarla yüzyüze gelmeye cesaret edemediler. Hele, zirveleri tutup o çalıma boğulanlar, hiçmihiç bâtıl vehimlerden, modern hurafelerden, fikirleri felç eden tabulardan kurtulamadılar. Daha acısı da, bu alîl ruhlar, kendilerini küçük düşüren bu kabil hastalıklarını bir türlü idrâk edemediler.. edemediler de Molyer'in dediği gibi; hastalığını hissetmeyen hastalar gibi hep şifâya kapalı kaldılar.
Kendi hastalıklarını sezemedikleri gibi, milleti hasta, aldanmış, aklı ermez ve câhil gördüler. Sonra da kendilerine tabasbus yapmayan herkese ve her-şeye ilân-ı harp ettiler. İnsanlığın sür'atle yeni bir çağa doğru kaydığını; bu yeni çağın yeni politikalar istediğini bir türlü hissedemediler. O kadar edemediler ki, sür'atle akan bir nehrin üzerinde, bir meçhûle doğru sürüklendikleri halde, nehrin sağında ve solundaki çörçöpe takılıp kalanlar gibi, bunlar da bir kısım köhne düşüncelere takılıp kaldılar ve bir türlü ileriyi göremediler.
Keşke, son demlerinde olsun, çevrelerindeki karakuralardan bütün bütün sıyrılıp tarihî hataları milletin gözünün önüne sererek, "Ey necip millet, işte sahte ve münâfıkça fazîletler, işte bu âlî kavmi sefil eden düşünceler ve işte asırlık kâbuslu rüyaların iç yüzü..!" deyip haykırabilselerdi! İhtimal ki, bu arslanca sayhalar, onların günahlarına keffâret, vatan evlâdının da gözünü açmasına vesile olacaktı...
Çok yazık, bu kadarcık olsun erkekçe davranamadılar! Sus ey sersem! Allah onları affetmek istemiyorsa davranamazlardı ki..!

SIZINTI
 
YERYUZUNDE Allahû Teâlâ'nın (cc) halifesi olan insanoğ­lunun; hem üstün meziyetleri, hem garip zaafları vardır. İnsa­noğluna saadet getirecek hayat programı, meziyetlerini ortaya çı­karmak ve zaaflarını giderecek özelliğe haiz olmalıdır. Bu Özel­lik, sadece İslam fıkhında mevcuttur. Hevâsına muhalefet edip, Allahû Teâlâ'ya (cc) kalben ve ihlasla teslim olan olan insanların ikrarlarına "iman", sünnete uygun fiillerine de salih amel denilmiştir. îman eden ve salih amel işleyen toplumlar, rabbani bir özelliğe haiz olurlar.
İslam fıkhına uygun bir hayat yaşayan ferd, aile, cemiyet ve devlet, diğer ideolojilerin zararlı etkilerinden korunabilir. İs­lam'ın ortaya çıkardığı ferdi, aileyi, cemiyeti ve devleti, beşeri ideolojilerin ortaya çıkardıklarına benzetmek, Allahu Teâla'yı in­sanlara benzetmek kadar büyük bir cinayettir.
İslam fıkhında, aile mahremiyetinin korunması esastır. Bunun tabi bir neticesi olarak, "Haremlik ve Selamlık" tatbikatı esas alınmıştır, Haremlik ve Selamlık tatbikatı, İslami aile ile cahili ideolojilerin aile anlaşışlarını birbirinden ayıran bir alâmeti fari­kadır.
Haremlik; İslam toplumun bir vasfı olarak İslami aile içerisin­de kadına nikahı düşenlerin girmelerinin yasak olduğu ve sade­ce kocasının ve nikahı düşmeyenlerin girebildiği evlerin özel bö­lümüne denir. Selamlık ise, îslamı aile içerisinde erkeklere açık olan evin özel kısmına verilen isimdir. Önce bu kelimelerin ve kavramların mahiyetlerini izaha gayret edelim.
Haremlik, harem kelimesinden gelir. Harem, Arapça bir keli­medir. "Haram", "Hürmet", "Mahrem", "Muhterem" ve "İhtiram" kelimeleriyle aynı köktendir. Harem'in manâsı; kişinin özenle koruduğu ve uğrunda savaştığı, şehadeti göze aldığı mukaddes şeydir, örneğin adamın haremi; ailesi, kadınları ve himaye ettiği şeydir. 1
Mahrem kelimesi, bizzat Resulullah (sav)'in hadislerinde yer almıştır. Nitekim Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kadın yanında Mahremi olmadıkça üç gecelik yola gitmesin."2
Bu hadis-i şerifte geçen mahrem; nikahı ebediyyen haram olan demektir. Bazı rivayetlerde bu kelimenin yanında Zurahim de zikredilmiştir. Zurahim, akraba demektir. Zurahim-i mahrem nikahı ha­ram olan akraba ve taallukatı-dır.3
Şunu bilelim ki; haremlik ve selamlık keyfi bir uygula­ma ve hadîse değil, şer'i nass-lardan kaynaklanan Rabbani bir mecburiyettir. Haremlik-selamlık; kitap sünnet ve sahabe-i kiramın icma-ı ümmet ile sabit olan bir husustur. İs­lam dini, "Nesil Emniyeti"ne önem vermiş ve zinaya yol açan her türlü davranışı mefsedet hükmüne dahil etmiştir.4 Kalplerinin temizliğini ileri sürerek, haremlik-selamlık tatbikatını gereksiz görenler, Rasulullah (sav)'e karşı fiili bir muhalefeti sürdürmekte­dirler. Bunun ağır bir cürüm olduğu sabittir.
Hanefi fukahası; nikahlan-maları, nesep, süt emme ve diğer sebeplerden dolayı "ebediyyen" haram olanların bir arada oturmasının bir mah­zuru olmadığı hususunda müttefiktir. Nikahlanmaları, "muvakkat" olarak haram olanlara gelince: Bunlar bir arada oturamazlar. Mesela, bir mümin erkek baldızı ile; bir, mümin kadın da; kocasının kardeşleri (kayınları) ile bir arada oturamaz. Çünkü bunlar arasında muvakkat haramlık söz konusudur. Sıhriyyet (ev­lenmek suretiyle meydana ge­len akrabalık) oldukça önem­lidir. Ancak bu bahane edile­rek, birbirlerine nikahı düşen kız ve erkeklerin (amca ve da­yı çocukları) bir arada bulun­masına fetva verilemez. Fetva verenler, çağdaş toplum mo­delleri ile zihinleri darmada­ğın olmuş, ne söylediğinin farkında olmayan tiplerdir. Misafirlik ve büyüklerin elle­rinin öpülmesi bahane edile­rek, "helal" ve "haram" hududlarını tahrip edenler, "Ne­sil Emniyeti'ni dikkate almak zorundadırlar.
"İnsanların rızalarını kazan­mak ve onların hoşuna git­mek niyetiyle yola çıkanlar", İslam ulemasının tabiri ile "Beşeriyete İbadet Mezhebi­ne" dahil olurlar. Müminler; Kalu-Bela'da verdikleri sözde durmak ve Allah (cc)'ın rıza­sına uygun ameller yapmak zorundadırlar. Bazı çevreler­de "Efendim erkekler dışarı çıktıkları zaman kadın gör­müyorlar mı veya kadınlar ihtiyaç için sokağa çıktıkları zaman erkek görmüyorlar-mı?" gibi demagojilerle "ha­remlik-selamlık" hafife alın­maktadır. Bu hal, takbih edi­lecek bir münkerdir. Ümmet-i Muhammed'e bu tip ehl-i bid'at'ın vereceği zarar, kafir­lerin vereceği zarardan daha fazladır. Mutlak müctehidlerden Hasan-ı Basri (ra) şöyle diyor: "Erkekler ile kadınların •beraberce (karma bir şekilde) toplanmaları bir arada bulun­maları bid'at tır."5
Şunu bilelim ki; "Haremlik-selamlık tatbikatı; Kur'an ve Sünnet'ten bir delile dayan­maz. Kötülüğü önlemek ge­rekçesiyle fukaha tarafından
tanzim edilmiş kurallardır." diyen kimseler, İslam'ın temel hedeflerinden habersizdirler. Müçtehid imamları keyifleri­ne göre kural tanzim etmekle suçlayan tipler, büyük bir ha­ta içerisindedirler.6
Haremlik ve selamlık uygu­lamasını tahkir edenler, doğ­rudan doğruya aile mahremi­yetini ve nesil emniyeti hafife alan fasıklardır. Çünkü ha­remlik ve selamlık tatbikatın­dan murad; ırz ve namuslu koruyarak, nesil emniyetini muhafaza etmektir.
Haremlik ve selamlık tatbi­katı, "Zinaya yaklaşmayın, zira o, bir fihuştur ve kötü bir yoldur."7 emr-i ilâhisinin doğrultusunda atılan Rabbani bir adımdır. Haremlik ve se­lamlık tatbikatı, örf ve adetle değil, nass ile sabit olmuştur, Allah-u Teâla değişmez hayat rehberimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Ey iman e-denler! Bir yemek için size i-zin verilmiş olması hali müs­tesna, Peygamberin evlerine girmeyin. (Yemeğe çağırılıp da girdiğiniz vakit de) yemek kabını gözetlemeyin. Davet e-dildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağdın. (Yemekten sonra) sohbete dalmayın. Çünkü bu hareke­tiniz Peygamber'i üzüyor, fa­kat o (size bunu söylemekten) haya ediyordu, ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamberin Hanımların­dan birşey istediğiniz zaman Hicab perde arkasından iste­yin. Bu hemen sizin kalbleriniz, hem de onların kalblerî için daha teiniz bir davranış­tır. Sizin Allah'ın Resulü'nü üzmeniz ve .kendisinden son­ra onun hanımlarını nikahla­manız asla caiz olamaz. Çün­kü bu, Allah katında büyük (bir günah) tır."8
Görüldüğü gibi, Allah-u Teâla, mü'min kadınlar için "Hicab"ı emretmektir. Bu ayet-i kerime, hicab ayetidir, kim ne derse desin, haremlik; yukarı­daki hicab ayetinin ibaresin­den doğmuş, "selamlık" ise aynı ayetin iktizasından çık­mıştır. Dolayısıyla haremlik, hicabı emreden ayetin pratik uygulamasının neticesinde gelişen ve şekillenen Rabbani bir uygulamadır. Müfessirin ulemadan M. Hamdi Yazır (ra) şöyle diyor: "Artık onlara bir hicab: Yani görülmelerine mani bir perde, bir siper arka­sından sorun. Bundan böyle Harem farz kılınmıştır ki, o zamana kadar Arap'ta adet değildi."9 Dikkat edilirse ha­remlik ve selamlık uygulama­sı, İslam medeniyetini cahiliyyemedeniyetinden ayıran Rabbani bir alamettir.
Hicabı emreden ayeti-i keri­menin tefsirinde Cessas (ra) şöyle diyor: "Bu hüküm (hicab/perde arkasından iste­me) her ne kadar özellikle Resulullah ve onun zevceleri hakkında inmişse de, manâsı onlara da başkalarına da şamildir. Çünkü biz, Allah'ın sadece ona has kıldıkları dışında Resulullah'a uymak ve onu örnek edinmekle memuruz (10)
Konyalı Mehmed Vehbi (ra)
de şöyle diyor: "Gerçi bu (hi­cabı emreden) ayet; ezvac-ı Resulullah (Resulullah'ın ka­dınları) hakkında nazil ol­muşsa da, umum müminlerin hakkında Hükm-ü İlahi böy­ledir ve sair rüsvan/ kadınlar için ayrı bir hüküm yoktur."11
Dikkat edilirse, bütün mü­min kadınlar ve erkekler, hi­cab ayetinin gereğini yerine getirmekle mükelleftirler. Ya­ni haremlik ve selamlık, hicab ayetinin bir uygulamasıdır. Hicab da, bütün müminleri ilgilendiren şer'i bir ödevdir. Yalnız şuhu da beyan etmek­te fayda vardır: Haremlik ve selamlık, kadınların erkeklere bakmalarının veya konuşma­larının yasak olduğunu gös­termez. Bakınız, bu konuda Mevdudi (ra) şöyle diyor: "Kadınların erkeklere bakma­ları kesinlikle yasaklanmış değildir. Ancak bir arada oturmaları, konuşup görüşme­leri men edilmiştir. Bununla beraber, fitne ve fesada yol açan her türlü bakış ve nazar­lar doğru sayılmamıştır. "12 Şunu da bilelim ki; ihtiyaç es­nasında istenecek herhangi bir şeyin hicab perde arkasın­dan istenmesini emreden ayet-i kerimeye rağmen, ihti­yaç olmadığı halde kadınların yabancı erkeklerle bir arada oturmaları, karma bir hayat sürdürmeye kalkışmaları doğrudan doğruya ayet-i ke­rimeye karşı bir muhalefettir. "Halvet" meydana gelmeksi­zin cilbabıyla erkeklerin bu­lundukları meclis ve mekan-
lara kadınların gelme duru­mu ile, erkekler ile kadınların bir mecliste iç içe oturup kar­şılıklı konuşmalara dalmaları tamamen birbirinden farklı­dırlar.
Sehl> b, Sa'd (ra) şunu riva­yet ediyor: "Ebu Üseyd Es-Saidi, zifafında Resulullah (sav)'i davet etti. Karısı o gün hizmetçileri idi. Ve o gelin idi."13 Îslam ulemasından Bedreddin El-Ayni (ra) bu­nun şerhinde şöyle diyor: "Fitneden emin olmak şartıy­la bir kadın kocasının erkek misafirlerine hizmette bulunabilir."14 Yalnız şunu bil­mekte fayda vardır: Ebu Üseyd es-Saidi (ra)'ın gelininin isimi Selam. Binti Vehb'dir. Peygamber (sav) Efendimiz'e hizmeti esnasında şerbet sun­muştur. Selame Binti Vehb (ra)'ın Resulullah (^v)'e şer­bet sunması tesettür farz kı­lınmazdan öncedir.'15 Fitne­den emin olunduğu için bu hizmette bulunmuştur.
Kadın ve erkeklerin birlikte karma oturup meclisler mey­dana getirmeleri fitne ve fesa­dın zuhur etmesini kolaylaştı­ran bir imkandır. Erkekler ile kadınların karma oturmaları hain gözlerin serbest faaliyet göstermelerini sağlar. Bu mü­nasebetle diyoruz ki; harem­lik ve selamlık hain gözlerin faaliyet merkezlerine İndiri­len bir darbe-i rahmanidir. Allah'u Teâla ezeli ve ebedi hayat programımız Kur'an-1 Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Allah, gözlerin gizlice ha­rama bakışını da bilir, gönül lerin sakladığını da."16 Bu a-yeti kerimenin tefsirinde İbn-i Abbas (ra) şöyle diyor: “Hain gözlü o kimsedir ki, bir mecliste otururken yanın­dan güzel bir kadın geçse ve­ya misafir bulunduğu bir ev­de bir kadın görse yanındaki­lere sezdirmeden kadına sinsi sinsi bakar. Yanındakiler de kendisine bakınca hemen gö­zünü ayırır. Fakat Allah bilir ki, o hain gözlü kimse kadı­nın mahremiyet dairesine gir­meye gücü yetse, harama gi­recektir.”17 Dolayısıyla müslüman erkekler; karısı ve ni­kahı kendisine ebediyyen ha­ram olan yakınları (akrabala­rı) ile bir arada oturabilirler. Bunun dışında yakın akraba da olsa (amca kızı, dayı kızı vs..} haremlik ve selamlığa ri­ayet etmek zorundadır. Saha-be-i Kiram'dan bir zat Resul-i Ekrem (sav)'e: "Kocanın akra­bası (kayınbiraderi vs.) hak­kında ne dersiniz?" sualini tevcih etmiştir. Resulullah (sav): "îşte bunlar (hamv)ölümdür"18 cevabını verir. Bu münasebetle müslüman bir kadın; kocasının ak­rabaları (kardeşi, yeğenleri, amca ve dayı çocukları vs...) ile ilişkilerini, şer'i hududlara göre düzenlemek zorunda­dır.19
Haremlik ve selamlık, göz­lerin harama değil, helale bakmasına yardımcı olan bir uygulamadır. Şunu bilelim ki; hain gözler, zinanın habercisi ve öncüsüdür. Bundan ötürü­dür ki, Resulullah (sav) şöyle buyuruyor: "Hanımından ve
cariyeden başkasına gözünü yum (bakma)."20
Dikkat edilirse bu hadis-i şerifte mümin erkekler bizzat haremlik ve selamlık prensi­bini uygulamaya davet edil­mişlerdir. Haremlik ve selam­lık konusunda yalnız erkekler değil, kadınlar da sorumlu­dur. Bakınız Ümmü Seleme (ra) validemiz rivayet ediyor: "Hicap/örtü ayet-i kerimesi geldikten sonra ben ve Meymune Resul-i Ekrem (sav)'in yanında otururken ama Hz. îbn-i Ümmü Mektum (ra) ya­nımıza çıkageldi. Bunun üze­rine Rasulullah (sav) bize: "Hicab/perde arkasına çekilin dedi. Biz: "Ey Allah'ın Re­sulü! O ama değil mi? Bizi ne görür, ne tanır" dedik. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (sav): "Siz de ama mısınız? Onu görmüyor musunuz?" buyur­du.
Ebu Davud şöyle dedi: A-madan perdelenmek hükmü Peygamber (sav)'in hanımla­rına hastır. Patıma Binti Kays'a Resulullah (sav), "İddetini Abdullah îbn-i Ümmü Mektum'un yanında tamam­la, çünkü o, ama bir zattır. El­biseni onun yanında üstüne almayabilirsin." buyurması ü-zerine Patıma Binti Kays'ın Abdullah Bin Ümmü Mek­tum'un yanında iddetini ta­mamladığını görmüyor mu­sun (incelemiyor musun?)21
Bu Hadis-i Şerifin şerhinde İslam alimleri çeşitli açıkla­malar yapmışlardır. Hadis sa­rihlerinden Azimabadi (ra) Ümmü Seleme'nin hadisini delil getirerek "erkeklerin ka­dınlara bakmalarının haram olduğu gibi, kadınların da erkeklere bakmalarının ha­ram olduğuna" kail oldular, İmam-ı Nevevi (ra) de bu iki imamın görüşünü esas görüş olarak kabul eder. Buradaki haram, fitne korkusu olduğu zamandır. Kadınlar için fitne korkusu erkeklerinkinden da­ha şiddetlidir. Resulullah (sav)'in kendi hanımlarını Abdullah İbn-i ümmü Mek­tum (ra)'ın gelişi esnasında hicab'ın perdenin arkasına göndermesinin sebebi, kadın­larının mutlak olarak kendisi­ni görmemeleri için değil, bel­ki onların yanında Abdullah İbn-i Ümmü Mektum (ra)'ın avret yerlerinden bir kısmı açılır da Abdullah İbn-i Ümmü Mektum (ra) farkında olmaz, fakat Resulullah (sav) ın ha­nımları o anda o açılan ma­hallini görmesinler diye hica­bın perdenin arkasına gönde­rildiler. Nitekim kadınların çarşıya mescide gitmelerine verilen izin de bunu teyid et­mektedir."22
Görüldüğü gibi, asıl gaye fitne ve fesadla ilgilidir. Zira örtünmenin amacı sosyal ha­yatın çürümesine ve bozul­masına engel olmaktır. O hal­de, bu gibi tehlike ihtimalinin söz konusu olmadığı her yer­de, kadının yalnız başına kal­masına izin verilmiştir. Böyle her çürüme ve bozulma olayı­na sahne olan yerlerde ise ka­dın ve erkeğin bir arada bu­lunması doğru değildir.
Yukarıdaki emir ve yasakların her biri özel sebeplere da­yanır. Şeriat'ın kanun ve tek­niğini, hikmet ve mahiyetini bilen bir insan "gazz-ı basar gözleri kadınlardan çevir­mek" prensibinin niçin kurul­duğunu, neden üzerinde ıs­rarla durulduğunu, bazı yer­lerde şiddetli, bazan da hafif­letilmek suretiyle uygulanma­sının sebeplerini kolayca an­layabilir. Şeriat her şeyden önce iki tarafın bakış yoluyla birbirlerine "İlan-ı aşk" etme­mesi için titizlik göstermiştir. Yoksa, elbette ki, gözlerimize karşı herhangi bir düşmanlığı bahis konusu değildir.23
Haremlik ve selamlık uygu­laması, gözlerin bakışı ve li­sanların konuşması konusun­da bir engel değil, aksine göz­lerin bakışı ve lisanların ko­nuşmasını haramdan helale çevirmektir. Hiç kimse zan­netmesin ki, haremlik ve se­lamlık, kadınların konuşması­na ve görmesine engel olmak­tır. Böyle zannedenler, kup­kuru bir cehaletin ve gafletin içerisindedirler. Bakınız bu konuda Ebu'l-Abbas Kurtubi (ra) şunları söylüyor: "Geri zekalılar bizim "Kadının sesi avrettir" derken onun konuş­masını kastettiğimizi zannet­mesinler. Böyle anlamak doğ­ru değildir. Biz ihtiyaç oldu­ğunda erkeğin dahi kadınla konuşmasını, kadının da ona karşılık vermesini caiz olarak görüyoruz. Yalnız kadınların 'yüksek sesle konuşmalarını, edalı ve cilveli olarak konuş­malarını, türkü ve şarkı gibi şeyleri söylemelerini caiz görmüyoruz. Çünkü böyle yap­malarında erkekleri kendileri­ne meylettirme ve şehvetleri­ni tahrik etme söz konusu olabilir. Kadının ezan okuması da bu sebeple caiz görülme­miştir.24
İslam, hiçbir yerde, hiçbir zaman kadının gözüne ve se­sine düşman olmamıştır. Ak­sine İslam, kadının gözünden ve sesinden şehvet ve şöhret saltanatlarını ihdas etmeye kalkışan kadın düşmanlarına karşı en büyük mücadeleyi vermiştir.
Sonuç olarak şunu bilelim ki; haremlik ve selamlık; İslami ailede erkeğe erkek, kadı­na da kadın muamelesini yapmamanın Rabbani temi­natıdır. Haremlik ve selamlık; kaynağı Kur'an ve Sünnet o-lan, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha ile desteklenen Rah­mani bir uygulamadır. İslami aile, tevhidi direnişin bir ifa­desidir. İslam coğrafyasında İslam adına haremlik ve se­lamlık tatbikatına karşı çıkan­lar, Modernizm in dayattığı "Modern Aile Tipi" karşısında eziklik kompleksine kapılan zayıf karakterli ve köle ruhlu insanlardır. Modernizm; aklı hem gerekli, hem yeterli gö­ren filozofların dünya görü­şüdür. Müslüman ise Allahü Teâlâ'nın indirdiği hükümle­re pazarlıksız teslim olur ve aklın zaruri olduğuna inanır. Aile mahremiyetini korumak, haremlik-selâmlık tatbikatı ile mümkündür. Gözlerini hara­ma bakmaktan sakınan ve ırz­larını koruyan mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara ne mutlu!..Onlar hem bu dünya­da, hem ahirette saadete ka­vuşacaklardır.

KAYNAKLAR:
(1) İbn-i Manzur, Lisanu'1-Arab, c.12 s. 120-123, Beyrut, 1955.
(2) Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, c.7, s.81, İst. 1980
(3) Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, c.7, s.81, İst. 1980
(4) İmam-ı Gazali, El-Mustsafa, c.l s. 286, Mısır.1322.
(5) Aliyyü'1-Kari, El-Esraru'l-Merfua Fi'1-Ehbari'l-Mevdua, s.97, Beyrut 1986
(6) Yusuf Kerimoğlu, Fıkhi Mesele­ler, c.2 s.43 İst. 1989
(7) İsra Suresi, 32
(8) Ahzab Suresi, 53
(9) M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c.6, s.3921, İst. 1971
(10) El-Cessas Ahkamu'l-Kur'an, c.3 s.370, Beyrut 1335
(11) Mehmet Vehbi, Hulasatü'l-Beyan Fi Tefsir'l-Kur'an c. ll s. 4463 İst.
(12) Mevdudi Hicab, Terc. Eli Genceli s.416 İst. ty.
(13) Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve şerhi, c.9 s.300, İst. 1980
(14) Bedreddin El-Ayni, Umdetu'l-Kari Şerhu Sahih-i Buharı, c.20, s.164-165 Beyrut ty.
(15) Ahmed Davudoğlu, Sahih-ı Müslim Terceme ve Şerhi, c.9 s. 302, İst. 1980
(16) Mümin Suresi, 19
(17) Bedriddin El-Ayni, Umdetu'l-Kari Şerhu Sahih-i Buharı, c.22, s.231, Beyrut ty.
(18) Buhari, Sahih-i Buhari, c.6 s.159, İst. 1315
(19) Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, c.2, s. 238, İst. 1985
(20) Ez-Zeylai, Nesbu Raye Li Ehadis-i'1-Hidaye, c.4, s.245, Kahire, 1357
(21) Ebu Davud, Sünen-i Ebu Davud, c.4, s.63-64, Beyrut, ty.
(22) Azimabadi, Avnu'l-Ma'bud Şer­hu Sünen-i Ebu Davud, c. ll, s.170-171, Beyrut,1979
(23) Mevdudi. Hicab, Tere. Eli Gen-celi s.416-417, İst. ty.
(24) İbn-i Abidin, Reddü'l-Muhtar Ala'd-Dürri'l-Muhtar, c.l, s.406, İst. 1984
 
Varlığın en bereketli ışık kaynağı, sözün en çarpıcı, en kuvvetli nüktesi O'dur.Yeryüzündeki bütün câzibedâr güzellikler, O'nun ışığının varlık üzerine akseden gölgesi, en büyüleyici ses ve nağmeler o semâvi solukların sadece bir perdesidir. O'nun ışıktan beyanları arasında tenezzüh, gönülden kirleri, gözlerden de günahları siler-süpürür. O'nun ötelere açık zümrütten iklimlerini temâşâ, düşünceye hikmet tohumlarını saçar, aklı semâlar ötesi âlemlerde gezdirir.
Güneş, O'nun aydınlık dünyasına nisbeten bir ateş böceği, Ay, çehresine ışık çalınmış bir avuç siyah topraktan ibarettir. O, dışının parlaklığı, içinin derinliği, muhtevâsının zenginliği ile, gökler ötesinden gelmiş öyle bir sofradır ki; bize ulaşıncaya kadar, O'nu elden ele bir gül demedi gibi taşıyan melekler dahi O'ndan müstağni kalamamışlardır.
Yeryüzü ve O'nun sakinleri, bu ilâhi sofranın gelişini ihtiyaç ve iştiyak türküleriyle karşıladı ve bu köhne kürenin dört bir yanı O'nun gülüyle, nergisiyle âdeta cennet yamaçlarına döndü. O'nun olmadığı dönemde kapkaranlık kesilen ova, vâdi, dağ, dere, tepe O'nun heryana saldığı nurlarla aydınlandı ve okunan bir kitap haline geldi. Hele; O'nun şerhedip önümüze serdiği eşyanın hakikati âdeta ruhlarımızı dolduran bir hitâp oldu.
İki cihan saadetinin yol göstericiliği O'na verilmiştir. Mutluluğun altın anahtarı O'nun elindedir. O her yerde karşımıza çıkıp bizleri hayret ve şaşkınlıklara sevk eden muammâları çözüp aydınlatmasaydı, bu binbir bilinmezler karşısında hayretten hayrete sürüklenip duracak, müşahede ve düşüncelerimizi te'lif etme imkanını bulamayacaktık. O bir hızır gibi imdadımıza yetişmeseydi, bu uçsuz bucaksız çöllerde garip, kimsesiz mahvolup gidecektik...
Ey bütün bir ölü dünyayı tertemiz soluklarıyla canlandıran Ruh, Sen olmasaydın dünyaların Cehennemden farkı neydi! Yeryüzünde Hak rahmetini temsil eden Sen.. gönüllerden imansızlık zulmetini silen de yine Sen'sin! İnsanlık doğru yolu ve doğru yolda yürümeyi Seninle öğrendi. Öğrendi de kaoslardan ve yollara takılıp kalmaktan kurtuldu. Varlık Seninle aydınlandı ve ruhlara ünsiyet salan dost ve ahbâb haline geldi..!
"Sâyende azaldı zulmet-i beşeriyet,
Benzer mi fürû'un sönük envârına Bedr'in?
Caiz sana dense güneşi leyle-i kadrin,
Ey nûr-u hidâyet!"
İsmail Safâ
Şimdi,aç ağzını konuş ki, ağzının suyuna susamış gönüller cana gelsin; diller ve dudaklara şeker-şerbet ersin! Ve ilk turfanda hurmalarına denk, gönüllerde turunçlar yeşersin! Bak, bin-şeref başımıza ayak basışınla "irem bağlarına" dönen bu ülke, zakkum ve dikenlerin işgâline uğradı. Bize azap olsun diye mi bilmem, nûrun gidip "Kaf dağı"nın arkasına saklandı.
Çilemiz bittiyse gel artık; gelki, Seni bütün bütün hiçbir zaman unutmadık. Zemini sararan, semâsı kararan bu ülkede hâlâ, yoksullar yuvası mabedler Senin anber kokularınla dolup-taşmakta, karanlık gönüller Senin meş'alelerinle aydınlanıp ışığı tanımakta ..!
Ey Mekke'de inip Medine'de çağlayanlaşan Nûr, saklanmak Sana yaraşmaz; aç nurlu çehrenden nikabı..! Aç ki, çirkinliğe boğulan gözler güzellik görsün! Aç ki, bizler bir kere daha şem'ine pervâne olalım!
"Ey hutbe-i ezeliye, ey nâzilet'ül-arş!..
Nâsût nüzulünle ziyâdâr-ı Muhammed...
Ey nefha-i lâhut!"
İsmail Safa
Hakk'ın ezelî hutbesi olarak, Arş'dan iniyor gibi in! İn ki; gönüller, Hazreti Ahmed'in aydınlık dünyasına bir kere daha uyansın! Ey o ışık kaynağı Fahr-ı Kâinat'ın gönlünde zuhur eden Nûr; ey O'nun güneşlere taç giydiren hakiki çehresine ayna olan Kitap, seslen dörtbir yana; cihanlar soluklarınla dolsun... Hatip taslakları seslerini kessin ve kalp hutbeler sussun!
Yıllar var ki, insanlık yanlış şeyleri dinleye dinleye doğruları anlamaz oldu ve karanlıkda yürüye yürüye yarasalarla arkadaşlığa karar kıldı... Çöz dilinin bağlarını, ruhlarımız Senin söz cevherinin çağlayanlarını duysun! Sal ışıklarını dünyamıza, insanoğlu asırlık karanlıklardan kurtulsun! İsrâfil gibi borunu öttür ve yeryüzünü velveleye ver; ver ki, uykuda olanlar uyansın; ters yanından doğrulan bencil ruhlar kendilerine gelsin; kendini rahata salmış olanların ödü kopsun ve birkaç asırdan beri heryanı saran karakuralar savulup gitsin ..!
Yağmur gibi yağ başımıza; kuraklıktan canlarımız dudaklarımıza geldi. Sabâ gibi Arş'ın kokusuyla es her tarafta; ma'siyet kokusundan ruhların midesi bulandı. Yıldırımlara bin ve dörtbir yanda gürle; ortalığı saran haşarat kaçıp inlerine girsin ..! Yağmazsan, esmezsen, gürlemezsen nasıl olacak halimiz ve insanlığın hâli? Millet nasıl canlanacak? Mektep nasıl hamle yapacak? Mabed nasıl nurlanacak? Kalb, ruh, akıl aradığını nereden bulacak? Başka hangi şey bu perişan ruhların ve bu yaralı gönüllerin dermânı olacak; olacak da, meflûç ruhları kanatlandırıp uçuracak ..? Aklın önü sıra tıkanan yolları açıp düşünceye sonsuzluğu gösterecek ..!
Senin olmadığın bir dünyada irâdenin kolu-kanadı kırık, his âlemi kaos üstüne kaos; beşerî duygular bir bataklık; muhakemeler tutarsız, mantık aldatan bir hokkabaz, ilim de bir ukelâlıktır. Bu karanlık dünyada insânî değerleri aramaksa beyhûdedir, abestir ve bir aldanmışlıktır.
Gel, nefesinden bir vefa kokusu gönder; şeytanın bütün oyunlarını boz ve bizlere, Adem Nebî'ye gösterilen tövbe yollarını göster!
SIZINTI
 
Nihat Dağlı

Asr-ı Saadet...
Bir geçmiş zaman cenneti!
Yitik bir cennet!
O günden bu yana müminlerin yüreğinde bu cennetten kopuşun acısı var. Asr-ı Saadet'ten uzaklaşmanın hüznü ve onu bir daha gerçekleştirebilmenin umudu... Bunun için yüzleri oraya dönük, Asr-ı Saadet'ten bugüne yollar açılıyor, modeller geliştiriliyor. Bugünü Asm Saadet'e dönüştürmek istiyorlar! Hiç şüphesiz bir daha Bilal-i Habeşî ezan okumayacak! Hz. Ebubekir, Ammar, Zeyd, Aişe validemiz.. mescitlere gelmeyecekler! Bu biliniyor! İşte bunun için, Asr-t Saadetin mimarlarını örnek bir nesil kabul edip onlar gibi 'iyilik ve 'hayr'da yarışan bir nesil bekleniyor. Menkıbelerden çıkıp, hayatın içinde görünür hâle gelmesi beklenen bu neslin etrafında gelişecek hayatın/zamanın Asr-ı Saadetçe olacağına inanılıyor.
Niçin Asr-ı Saadet? Geçmiş bir zamana kilitlenmenin anlamı ne?
Asr-ı Saadet, mümin olarak ferdin, müminler olarak da toplumun bütünüyle iyiliğe ve 'hayr'a ayarlandığı bir dönemdir. Müminin nefsiyle mücadelede öne geçtiği, çekirdek kurumların İnsan' için organize olduğu: İslâm'ın nasıl bir insan ve nasıl bir toplum Öngürdüğü sorusuna cevap olduğu için önemlidir. Elbette ki gâye o çağı olduğu gibi bugüne aktarmak, şeklen onları tekrarlamak değildir. 'iyi'lik ve 'hayr evrenseldir: zaman aşımına uğramazlar. Müminler, 'iyilik ve 'hayr'ın kendisini istiyorlar. İslâm formunda ve Asr-ı Saadet'te zirvede temsil edilen medeniyeti arzuluyorlar.
Müminlerin Asr-ı Saadet'e olan bu özlemleri, bazıları tarafından 'geçmişe dönük ütopya' olarak görülüyor. Ütopyadaki 'gelecek' vurgusuna dikkat çekilerek deniliyor ki; müminlerin bugüne ve yarına dair düşünceleri hep 'Asr-ı Saadet'ten mülhemdir. Geleceğe yürürlerken dahi, yüzleri geçmişe (Asr-ı Saadet'e) dönüktür. Adımları ileriye, yüzleri ise geriye baktığı için önlerini (bugünü ve yarını) göremiyorlar.
Acaba öyle mi?! Hem bu sorunun cevabını vermeye, hem de ütopyalardan hareketle bugünü anlamaya çalışalım.
Ütopya... Beşerî düşünceler, teorik olarak çerçevesini oluşturdukları yapının bir gelecek zaman içinde görünür hâle geleceğini umarlar. Ütopyaları bir yaşanmışlığa yaslanmaz, sadece yüzü geleceğe dönük bir umudu ifade ederler. Müminlerin iddiası ise bir yaşanmışlığa yaslanıyor.
'Geçmişe dönük ütopya' veya 'geleceğe dönük ütopya' fark etmez; ütopya, bugünü olumsuzlayarak gelişir. 'Mutluluğu geçmişte veya gelecekte aramak' şeklinde de tanımlayabileceğimiz ütopya, her zaman ve herkes için söz konusu olmuştur. Hemen herkesin gönlünde: yaşanılası olmayan, bugünün günahlarından arınmış pak bir ada özlemi vardır. Çoğunlukla, söylenilenlerin gerçekleşme ihtimalinin çok az olması durumunda, 'seninki de tam bir ütopya ha!' denilse de, ütopyaya olan eğilim devam eder. Hemen herkes, 'ütopyaya inanma, ama ütopyasız da kalma!" der gibi davranır. Bir çok ütopyadan bahsedilebilir. Thomas Moore'un Üîopia'sı, Hobbes'un Leviathan'ı, Campanella'nın Güneş Ülke'si, Eflatun'un Devleti, Saint-Exupery'in Kale'si, Fârâ-bî'nin Medinetü'l-Fazıla'sı... Auguste Comte'un pozitivizminin de ütopyası vardı. ¤¤¤¤fizikten ve kutsaldan arınmış, bütünüyle algılanabilen bir gerçeklikte, her şey insanın eli altında olacaktı. Deneyin imbiğinden geçmiş saf bilgiyle tabiat söz dinler bir hâl alacaktı. Hayattan kovulan ¤¤¤¤fizik bir daha geri dönmeyecek ve gereksizliği anlaşılacaktı. Marksizm ise sınıfsız bir dünya vaat ediyordu. Kapitalist toplumları kollarında tüketen çürümüşlükten yayılan kokuların çok uzağında bir dünya.

Bunlar birbirinden farklı ütopyalar olsa da, hemen hepsi, bir yer yüzü cennetinden bahseder. İnandırıcı gelmese de, bu cennetin gerçekleşmesi beklendi. Ancak bu olmadı, aksine yer yüzü cehenneme döndü. Bilim ile kilise arasındaki kavgalar; bilimin galibiyetiyle hız kazanan teknoloji: birinci ve ikinci dünya savaşları; pozitivist bilginin maddeye bürünen yüzü diyebileceğimiz gelişmiş silâhların depolardan uygulama alanına çıkması; dünyayı küçülten, özel alan bırakmayan iletişim ağıyla yitirilen mahremiyet... Sanki kıyamet!...
Yitik cennet beklentisi içinde olan insanlar şok olmuş görünüyorlar. Elleri yana düşmüş, öylece bekliyorlar. Çok sevilen ve beklenilen sevgilinin asla gelmiyeceğini geç de olsa fark eden aşığın yıkımı içindedirler. Harekeî alanı yok edilen ferdin zavallılığını seyredip geleceğe dair umutlarını yitiriyorlar. 'Meğer herşey koca bir yalanmış! Şimdi daha kötüyüz! Hobbes'un "kurt insanı'nın parmak dokunuşuyla hedefe yürüyen silâhların gölgesinde bir dünya burası! Kuşatıldık! Artık hiçbir şeyin değeri yok! Dünyaya fırlatılmış birer zavallıyız! Hayat bir trajediden ibaret! Bizi ütopyalarıyla oyalayan ideolojiler ölmüştür!' diyor ve nihilizmin 'hiçlik şarkısına kutak kabartıyorlar.
Yüzü geleceğe dönük ütopyalar insanı hayal kırıklığına uğrattı, insanlar gelecekten korkuyor! Orwell'in 1984, Huxley'in Cesur Yeni Dünya ve Zamyatin'in Biz anti-ütopya romanları ile daha çok 'gelecek' temasını işleyen bilim-kurgu filmleri çok rağbet görüyor. Ancak insanın yüreğine su serpmiyorlar. Hemen herkes, 'eğer gelecek buysa, yandık!' diyor. Hızla gelişen teknolojiden ve sınır tanımayan iletişim ağından hareketle düşünülen bilim-kurgular, kıyameti hatırlatıyor. Meselâ Terminatör ve Matrix filmlerindeki gelecek tasviri... İnsan bu kurgularda kuşatılmışlığını, zavallılığını ve 'hiçliğini görüyor. Hem ilgiyle izliyor, hem de bu gelecekten korkuyor.
Böylesine paradoksal bu görüntüde şunu gözlemliyoruz: korku ve güvensizlik içinde yeniden geçmiş zaman şarkılarına dönülüyor. Bu yüzyılın ve sonrakilerin ütopyalarından bir kaçış var. Otantik mekânları, esrarlı serüvenleri, din ve medeniyetlere beşiklik yapmış coğrafyaları konu edinen romanlar dünyanın bütün dillerine çevriliyor ve en çok okunan kitaplar oluyorlar. Simyacı, Ramses, Musa.. türü romanlarda yitik cennet özlemi gideriliyor.
Tabiata yeniden dönüş başladı. Etotopya'lardan bahsediliyor. Unabomber, Amerika'da teknolojinin üretildiği sanayi merkezlerine attığı bombalarla ismini duyurduktan sonra yayımlattığı ve aynı zamanda anarşist bir manifesto olan Sanayi Toplumu ve Geieceğinde, tabiatın kucağında ve onunla uyum içinde yaşanan ilkel hayatı teklif ediyor.
Geçmişe yapılan bu gezi, otantiğe olan bu rağbet, sırlara ve tabiîliğe olan bu alâka, muhayyel bir gelecek korkusunun ifadesi midir? Yoksa yüzü geleceğe dönük ütopyaların çöküşünden sonra, geçmişte gerçekleşen ve tabiattaki sihri bozmayan uygarlıklar yeniden umut mu oluyorlar? Bize öyle geliyor ki, artık yitik cennet gelecekte değil geçmişte aranıyor. Peki Müslümanların Asr-ı Saadet özlemi yukarıdaki çizgiyle aynı anlama mı geliyor? Yoksa gelecek korkusunun doğurduğu bir sonuç mu?
Müslümanlar pozitivist bir süreç yaşamadıkları İçin (en azından pozitivizme iman edenler kadar), Asr-ı Saadet özlemleri de, umutsuzluk içindeki pozitivistzedelerin geçmişe kaçışlarına benzemiyor. Hiçbir dönem Asr-ı Saadet'e sırtlarını çevirmediler; hayatı ve kâinatı Asr-ı Saadetin içine inen vahiyle okudular. Müslümanlar başka bir yere gitmedi ki geri dönsünler. Ayrıca, özelde İslâmiyet'ten genelde ¤¤¤¤fizikten kalkarak yapılan yorumlardan pozitivizmin nasıl bir gelecek inşa ettiğini tahmin ettiklerinden, bugün hayal kırıklığına uğramış da değiller.
Pozitivistzedelerin ardına düştüğü geçmiş zaman seslerinden yitik cennet inşa edilecek mi? Postmodern eğilimler, 'gelecek korkusu'nu ne derece yumuşatabilir, bilmiyoruz. Ancak pozitivist ütopyanın, içinde cennet değil, aslında bir cehennem taşıdığını ve bu sebeple umut olmaktan çıktığını öğrenmiş bulunuyoruz.
Peki Asr-ı Saadet bir kere daha yaşanabilir mi? Doğrusu çok rahat 'evet, yaşanabilir' diyemiyoruz. Çünkü Asr-ı Saadetle bugün arasında geçen uzun zaman içerisinde çok yönlü bir dünya şekillenmiş. Yaşanması zor bir hayatın kahramanı olan Asr-ı Saadet insanını tekrarlayabilecek bir nesil beklense de bu çok zor. Ancak, bu hiç mümkün değildir de demiyoruz. Çünkü bir yaşanmışlığın yeniden tek-rarlanabilirliği en azından teorik olarak mümkündür. Bu sebeple Müslümanların Asr-ı Saadet özlemlerine ütopya diyemeyiz. Eğer ütopyaya, 'gerçekleşmesi mümkün olmayan ancak düşünülen ideal idare ve ülke, hayal ülkesi' diyorsak, Asr-ı Saadet özlemi ütopya değildir.
Hayırlı bir 'yarın' için Ebubekir Eroğlu gibi düşünüyorum:
'Geleceğin şekillenmesi bugüne bağlıdır. İçinde yaşadığımız zaman dilimi, geleceğe dahildir. O hâlde gelecek uzak değil. Çünkü, bugünün içindedir ve bugünde aranabilir. Büyücünün biri Babil Kuyusu'nun derinliklerinden bir plân getirip önümüze koyacak olmadığına göre; biz kendimizi değiştirmediğimiz sürece, gelecek aynen şu anda gördüğümüz gibi olacaktır. Yani karamsar, umutsuz, şevksiz, isteksiz. Hayra alâmet olmayan bir suskunluğa batık. İnsan uzak gelecek için tasarılara sahip olur; ama ayağını bastığı yer bugünün şartlarını taşımaktadır. İnsan başka bir dünyanın tasvirini de yapsa, resmi bugünden başlayarak oluşturacaktır. Uzun erimli düşünceler için, yaşanan günlerin manzarası kamçı olabildiği gibi. ayakbağı da olabilmektedir. Bugünün suskunluğa batık görünümü, ayakbağının varlığını söylüyor. Kamçı, harekete getirici olduğu yerde yoktur; acıttığı yerde var.'
 
Alvin Toffler ilk baskısını 19741e yapan "Future Shock - Gelecek Korkusu" adlı eserinde, gelecekte klâsik yapısıyla ailenin alt üst olacağından bahsediyor ve ileride ailenin farklı şekillerde boy gösterip tarihe veda edeceğini söylüyor. Toffler, birçok tezinde olduğu gibi fıtratın bir tezahürü olan aile hakkında ve yazımıza almaya imtina ettiğimiz fikirlerinde, değişen teknolojiyle değişmeyen insan fıtratını karıştırıyor, geleceği araştıran fikirlerinde insan psikolojisinden ne derece uzak olduğunu da gözler önüne seriyordu. Aslında A. Toffler'in ileri sürdüğü tarzda aile yapılanmaları, eski Demir Perde ülkelerinde farklı şekillenmeleri ve uygulamalarıyla vardı; fakat geçen yıllarla birlikte dağılan, değişen Demir Perde ülkelerindeki en önemli değişimlerden biri de, zaman ve hâdiselerin törpülediği ve birçok değerin alt üst olduğu toplumlarda gerçek aileye olan ihtiyacın öne çıkması olacaktır.
"Aile ferdin eğitimi için en ideal bir kurumdur. Yetişen kişi bu grup içerisinde değişik cins ve yaştan insanlar bulabilmekte ve böylece ileride gireceği toplum hayatına intibak edebilmesiyle ilgili şartlara aile içerisinde hazırlanabilmektedir.
....Çocuk, ana ve babasından emniyet ve güven duyguları bakımından tatmin olduğu zaman, onun ruhî dengesi sağlanmış demektir. Aksi hâlde böyle bir duygudan mahrum yetişen çocuk, ruhî sarsıntılar geçirebilmektedir. "1 Yetkililer böyle tanımlamakta aileyi ve böyle vurgulamaktalar ailenin önemini. Gerçekte de aile sağlam bir toplum yapısının temel taşıdır. Aile, ahlâki değerlerin gergef gergef işlendiği ve kişinin şahsiyetinin temellendiği kutsî bir yuvadır. Hayat boyu sürecek olan eğitim bu yuvada başlar ve ferdin karakteri bu ocakta şekillenir. Islah evlerinde ve köprü altlarındaki çocukların, sıcak aile ortamlarını terk ederek buraları severek tercih ettiklerini söyleyebilir miyiz? Necip Fazıl merhumun "Tohumu düşünmeyen ağaç odundur" vecizesi birçok konuda değerlendirilebilecek bir söz olmakla birlikte, geleceğimizin tohumu olan ailenin de önemini anlatır. Aile, "parça, bütünün habercisidir" gerçeğine uygun olarak toplumların geleceğinin en güvenilir habercisidir.
Ailenin fert ve toplum açısından tartışılmaz olan bu hususiyetindendir ki, bütün semavî dinlerce önemi vurgulanmış ve bu binanın sağlam temellendirilmesi istenmiştir. Yüce beyan Kur'ân, ailenin ulviyetini vurgulayan âyetleriyle fert ve toplumlar için en önemli kurumlardan olan bu sıcak yuvaya vurguda bulunur;
"Biz insana ana ve babasını tavsiye ettik. Onun anası kendisini zaaf üstüne zaaf ile taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür. Bana ve ana-ba-bana şükret."2
"Ana ve babaya iyi muamele edin. Şayet onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlığa ererlerse onlara 'öf bile deme. Onları azarlama. Onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara acıyarak tevazu kanadını indir. Ve 'Ya Rab! Onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerini öylece esirge' de."3
Yüce beyanda aile bu sağlam zemine oturtuluyor. Ona inananların büyük çoğunluğunun asırlardır sıcak aile tabloları çizdikleri de sosyolojik realitelerimizden olmakla birlikte günümüz Türk toplumunda ailenin durumu nedir?
"Nane satan, su satan yetim çocuklar
Şarkı söyleyemediler güneşe, aya
Biliyorum ne masal dinlemeye doydular
Ne oyun oynamaya...
...Ve günahkâr çocuklar suçlu çocuklar
Mahkeme salonlarında bakarım dizi dizi
Bu suç bizim suçumuz, bu günah bizim
Affedin bizi...."4
Bugün maalesef çocuklar mahkeme salonlarında dizi diziler; hem de cinayet suçlarından, hem de tecavüz suçlarından... Elbette ki umumî manzara bu değildir ve aile yapımız her tür dejenerasyona rağmen ayaktadır; fakat bünyenin kan kaybettiği de bir gerçektir. Niçin aile yapımızda çözülmeler dejenerasyonlar yaşanmakta, niçin on, on beş yaş arasındaki çocuklar uyuşturucudan cinayete, hırsızlıktan tecavüze birçok suçtan mahkeme koridorlarına dizilmektedirler? Suç, suçu üstlenen şairlerin mısralarına sığmayacak kadar büyüktür! Tek suçlu aramıyoruz, ama bazılarını biliyoruz:
"Geleceğin teröristleri önümüzdeki on yıllarda yerden bitmeyecek denizden çıkmayacak, dağlardan yuvarlanmayacak, gökten düşmeyecektir. Onlar şu sıralarda evlerinde, beyaz camların karşısında tele-eğitim görmektedirler."5
Medyamızın -istisnaları hariç- gençlerimizi yanlış yönlendiren yayınlar yaptığını ve bu türden yayınların şuursuz insanları suça ittiğini reddedenimiz var mıdır?
Medyamız, yayınlarıyla çocukları ve gençleri hangi konularda ve nasıl yanlış yönlendiriyor?
1-Cinsiyet muhtevalı yayınlar: Spor programlarından eğlence programlarına, filmlerden reklamlara kadar cinsî tahrik bombardımana maruz kalan,yaşa-yan gençler hangi psikolojiyi yaşarlar?
"Seyirci sürekli uyarılıyor, yani tahrik ediliyor. Bu uyarılara karşı tepki göstermemek mümkün mü? Ruhbilimcilerin söyledikleri şu: 'Bir kişiye uyarı verildiğinde bunun tatmini icap eder!' Bugün gençler, hattâ çocuklar erken uyan bombardımanına tutulmuş vaziyette. Bu vasat, geleceğin sağlıksız, cinsî sapmalara uğramış nesillerini yetiştiriyor bize. Yüzyıllar boyu estetik biçimler kazanmış iki cins arasındaki his yüklü sevgi münasebetleri ortadan kaldırılıyor. Makinelerin histen soyutlanmış ilişkileri hâkim kılınmak isteniyor. Bu ise, cinsî sapmaların ve tacizlerin, tecavüzlerin normalleşmesi anlamını taşıyor."6
Yukarıdaki cümleler bir gerçeğin ifadesi olmasa, on dört yaşındaki çocuklar tecavüz suçlarından mahkeme salonlarına çıkarılır mıydılar? Hiç kimsenin "ayranım ekşidir" demeyeceğini ve suçun samur kürke bürünse de kabul görmeyeceğini biliyoruz. Fakat medyamızın çoğunun, yayınları itibarıyla "tavşana kaç, tazıya tut" tarzını benimsediğini üzülerek müşâhede ediyoruz.
2-Kültürel yozlaşmaya sebep olan yayınlar: TV kanallarımız yerli dizilerin birçoğunda dahi kültürel değerlerimize saygıdan uzak görüntüdedir. Trafik kazalarının başta gelen sebeplerinden alkolün, çocuk yaşta insanların ellerine tutuşturulduğu diziler yansır ekranlara. İnsanlar seyrediyor' başlığı altında kabadayı kültürü, varoşların sesi olarak sunulur insanlara. Hayata pesimist (kötümser) gözle bakılan bu dizilerde, 2000'li yıllara giden gençliğimize Ustura Kemal tarzı tipler, örnek olarak sunulur. Bilim sahasında dünya çapında başarılar elde eden gençler ekranlara hemen hiç yansımazken sanatçıların, sporcuların gece hayatlarına kadar hayatlarının her karesi, genç dimağlara menfi yönde tesir edecek görüntüler yansır beyaz camlara...
3-Görsel medya böyleyken, yazılı medyamızın da yıllar içinde toplumu hangi kültürel boyuta getirdikleri, tabak-çanak promosyonuna rağmen, halihazırdaki gazete ve kitap satışlarından belli değil mi?
Prensipli ve ahlâkî yayınlarıyla toplumun takdirini kazanan yayın organlarımız da muhakkak ki vardır ve yine medyamız bu menfiliklerin yanında güzel yayınlar da yapmaktadır, fakat ekran başındaki gençleri ve çocukları hiçbir zaman unutmamalıyız diyorum. Ülkemizin geleceği olan gençlerimiz ve ailemiz bütün menfaatlerin üzerinde değere sahiptir.
Rüzgâr ekersek fırtına biçeceğimizi unutmamalıyız.

Dipnotlar:
1- Doç. Dr. Sami Şener, Türkiye'de Gençlik Olayı, sy-31
2- 3-Kur'an-ı Kerim. Lokman Suresi-14 El-İsra Suresi-23-24
4- Y. Bülent Bakiler. Duvak-sy-5
5- 6- D. Mehmet Doğan, İletişim veya Dehşet Çağı, sy-7-8.
 
Fânîliklerle Kuşatılan Ruhlar
Sızıntı


Dünyayı sadece fânî yüzü ve kendi darlığı içinde duyanlar, vicdanın onca genişliğine rağmen hayatlarını zindanda geçiriyor gibi onu karartmış sayılırlar. Bunlardan pek çoğu, böyle bir darlığı her hissedişinde, ya daha parlak ve muhteşem kabul ettiği maziye vurgun yaşar, ya da hayâllerinde şekillendirdiği tül pembe bir gelecek rüyasıyla teselli olmaya çalışır. İçinde bulunduğu en eşref gün ve saatlere sözünü dinletip onlara gönlünün boyasını çalarak kalb ve ruhun ferah-fezâ iklimlerine yükseleceğine, ya "teselli" deyip hâli ve istikbali görmezlikten gelerek geçmişe sığınır; ya da köksüz, temelsiz bir yalancı âtî tasavvuruyla avunur durur. Bütün bunların teselli adına bir şey ifade etmediği/etmeyeceği açıktır; ama gel gör ki, o bir türlü bunu anlamamaktadır.

Evet, gelecek asla unutulmamalı, o her zaman millî ruh desenimize göre değişik ihyâ ve inşâ projelerine esas kabul edilmeli ve ona saygı duyulmalı; şanlı geçmişimiz de hep hayırla yâd edilmeli, ruh ve mânâ köklerimiz hatırına da her zaman müracaat edilecek bir kaynak sayılmalıdır. Bütün bunların yanında, daha çok da içinde bulunduğumuz zaman üzerinde durulmalı ve evrile-çevrile değerlendirilmelidir ki, bence bazılarını sıkan ve bunaltan darlıktan kurtulmanın yolu da bu olsa gerek.. yoksa, ne "her yer karanlık" deyip geçmiş adına bir kısım ustûrelere sığınmakla ne de eşyânın tabiatını görmezlikten gelerek âtî hesabına tutarsız hülyâlara dalmakla kat'iyen bir yere varılamaz. Şimdiye kadar bu tür hülyâlar hasret, hicran ve inkisarlarımızı artırmaktan başka bir şeye yaramamıştır.

Ama ne acıdır ki, bazı kimseler, bulundukları durumun darlık ve sıkıcılığını iman ve Hak'la münasebetlerini güçlendirerek aşacaklarına, sürekli gel-gitler yaşayarak boş kuruntularla ömür tüketmektedirler.

Böyleleri için hayat çok kısa ve sınırlıdır; onun ne insanın emellerine cevap verecek bir vüs'at ve derinliği ne de hislerinin enginliği açısından ümit vaadeden bir yanı vardır. O fevkalâde vefasızdır; ne yemeye doyar, ne de yedirmeye "eyvallah" eder. Senin olup olmadığı belli değildir; bir ömür boyu sırtında taşırsın da bilinmedik bir dönemeçte "Allah'a ısmarladık" demeden çeker gider. Evet, kimsenin elinde mîâdını gösteren bir senet yoktur. Yaş ortalaması denen sınır kime vefa yüzü gösterir, o da belli değildir. Mukadder gibi görülen ömrü son damlasına kadar yaşayanların sayısı belli şart ve belli ortamlara göre farklı farklıdır: İnsan herhangi bir sabah veya akşam, ya da günün belirsiz bir saatinde, kendi hâlinde, her şeyden gafil, karşısına çıkacak sürprizlerden habersiz, bir yolda yürürken, şu veya bu şekilde bir iş görürken derlenip toparlanma fırsatını dahi bulamadan tutuştururlar eline tezkeresini ve Yunusça ifadesiyle "Bindirirler cansız ata/İndirirler zulmete/Ne ana var ne ata/Örtüp pinhân ederler." Biter onun için her şey; kopmuştur arkada bıraktıklarından; maldan-menâlden, evlâd u ıyalden. Bir hiçle karşılaşırlar ömür çerçevesinde ağlayıp sızlayanlar veya cenazesine koşanlar.

Ne gariptir ki, bir ömür boyu böyle bir sonun hesabı hiç mi hiç yapılmamıştır. Bu itibarla, o güne kadar devam edegelen ve bir yekûna varması hayâl edilen o bin bir hesaba bağlı kombinezonun bir daha meydana gelmesi de asla mümkün değildir. Ona ait hesaplar defteri kapanmış ve bütün o dar hesapları alt-üst edecek yeni bir muhasebe faslı başlamıştır. Buna her şeye "elvedâ" faslı da diyebiliriz; hayata elvedâ, güzelliklere elvedâ, tadıp doyamadıklarımıza elvedâ, gidip gurûba kapanan bütün ümit ve beklentilere elvedâ faslı... Bütün arzuların sönüp kül olduğu, bütün hülyâların serâba döndüğü, bütün emellerin dibe vurduğu, bütün hüzünlerin daha bir koyulaştığı ve bütün ideallerin yıkık bir rüyaya dönüştüğü böyle bir durumda, kim olursa olsun, o kendini iyiden iyiye sallantıda hisseder; belki de yıkılır dize gelir; ama, artık yapacak fazla bir şey de kalmamıştır.

Devrilip toprağın bağrına gömüleceğini tahayyül ettikçe kara kara düşünmeye durur; her şey gibi fânîliğin onun hakkından da geleceği mülâhazasıyla ecel terleri döker, çaresizlikle inler; inler sırça saraylarının yıkılıp gitmesi, hülyalarının alt-üst olması, gülüp eğlenmenin, sevip sevilmenin ve hayattan kâm almanın sona ermesi karşısında. Artık ruh dünyasında hazan uğultularıyla esmektedir esen her rüzgâr ve hayat boşalma sesleri vermektedir ona göre her yanda. Böyle bir boşluk hissiyle onun nazarında, milyonlarca-milyarlarca insanın müşterek duygu, düşünce ve tecrübesinden örülmüş nizam ve intizam da diyebileceğimiz kültürler, medeniyetler, felsefeler de gidip aynı müphem ve belirsiz boşluklara akmaktadır. Gelenler tıpkı gölgeler gibi gelmekte, gidenlerse hayâllere karışıp yok olmakta.. ve böylece bir zamanlar toz pembe görünen her şeyin ve bütün hayatî aktivitelerin yerlerini bomboş çerçeveler, silik çizgiler ve sopsoğuk yokluklar almaktadır.

Artık, ne o her zaman renklerle tüllenen güzelliklerden bir parıltı, ne o pırıl pırıl simalardan bir eser, ne de o baş döndüren cazibelerden bir iz kalmıştır... Görünmüştür gayrı o yalancı rüyanın dibi ve en sevimli çehreler yokluğun ezip geçtiği yollarda hazan yemiş yapraklar gibidir.

Evet, kimilerince, ölümle insan ruhunda açılan oyuklar öyle derindir ki, böyle bir boşluğa açılan her ruh orada kendi yokluğuyla ürperdiği gibi, diğer insanların, milletlerin, hatta bütün varlık ve kâinatların gidip hiçliğe dökülmesiyle de irkilir ve dehşetler yaşar. Böylelerinin mızraplarından sürekli hasret ve hicran nağmeleri yükselir.. hep âh u vahlar duyulur çevrelerinde ve "Şu vahşetzâra geldim ama bin peşîmânım." şikâyetleriyle inler o karanlık iklim.

Genç olsun ihtiyar olsun, hayatını beden ve cismâniyetin darlığında yaşayanlar için böyle bir hicran ve inkisar kaçınılmazdır. İçki, kumar, eğlence ve çakırkeyf yaşama iptal-i his nevinden belki bazılarını avutabilir, ama mutluluk adına onların da kat'iyen bir şey ifade ettiği söylenemez; aksine onlara müptelâ olanların her zamanki hâlleri stres, çılgınlık, hafakan ve cinnettir. Kıvranırlar iç içe ızdıraplarla her an; kapkaranlık duygularla soluklanırlar muttarid ve hezeyan yaşarlar sürekli...

İmandır, ümittir, vicdan genişliğidir insanı kendi darlığından kurtarıp kalb ve ruhun ferah-fezâ iklimlerinde dolaştıran.. ilhad, inkâr, şek ve tereddüdün sisini-dumanını silip herkese rahat bir nefes aldıran.. zindanları saraylara çevirip insana Firdevs esintileri yaşatan.. ve bu küçücük insanoğlunu kâinatlara denk, hatta onları da aşkın vüs'ate ulaştıran... Bilmem ki, cismâniyetteki darlığa takılıp ruhundaki genişliği göremeyen günümüzün görme özürlülerine bunları anlatmak mümkün olacak mı..?
 
Yağmuru İntizar
Abdullah Asaf Atlı
Sesli versiyon:

Kaç mevsim geçti böyle yağmursuz. Kaç Kerbelâ türedi coğrafyamızda kurak ve çorak… Kaç Hüseyin’i suya hasret bıraktık sahralarda? Yezidlerin insafına kalan yüreklerimiz şimdi kepir topraklar gibi şerha şerha susuzluktan.

“Rahmet bekliyoruz.” dedik, yağmursuzluktan şikâyet ettik. Sonra da, sahte umutların terkisinde yollara düştük, ömür tükettik. Bilemedik yağmurun nasip işi olduğunu; olup bitenin de nasibimiz kılındığını… Başımıza gelen birçok şeyin sebebinin yine kendimiz olduğunu bilemedik. Sitem ettik, şikâyet ettik haddimizmiş gibi. Haddi aştık, hata ettik; ama hata ettiğimizi de bilemedik.

Darda olanın ‘Dâr’a gitmesi gerektiğini bilemedik. Çatladı dudaklarımız, yüreklerimiz kurak topraklar gibiydi. Ne yaptığımızı bilemeden, avuçlarımızı denize daldırıp içmeye koyulduk tuzlu suları. İçtikçe yandık, yandıkça içtik mevsimlerce, senelerce. Avuçlarımız yandı, dudaklarımız yandı, yüreklerimiz yandı; hava yandı, toprak yandı, su yandı; zaman yandı, mekân yandı ve nihayetinde ‘insan’ yandı.

Bu yangının alevlerinden şükür ki, bir şuur uyandı, uyandırıldı. Uyuyanların yanında uyumayanlar da vardı. Uyumayan, uyardı da bildik. Bilmedik, bildirildik… Meğer ki vakit dua vakti, niyaz vaktiymiş. Mevsim, yağmur mevsimi değil, yağmur duası mevsimiymiş.
Kulağımıza haykırdı ummanlar ötesinden, yüreği okyanuslar kadar engin ve bakışı bir o kadar derin birisi: “Kalkın, duaya durun, secdelere diz vurun; kaldırın ellerinizi kaldırabildiğiniz kadar. Öyle kaldırın ki ellerinizi, âsuman yükselsin ellerinizde. Gözyaşlarınızla aşılayın sonra dua yüklü bulutları; bulutlar semadan seraya ağsın ve rahmet sağanak sağanak yağsın.

Uyanın, uyanık olun; uyandırın uyuyanları da. Uyanmayan bir bakış, açılmayan-açılarak yükselmeyen bir el, duadan ve rahmetten nasiplenmeyen bir yürek kalmasın böylece.
Gecelerin hakkını verin.

Hakkı, kıyama durmaktır gecelerin.
Dimdik olsun kıyamda duruşunuz yüce dağlar gibi, başınıza haşyetin dumanlarını sarın bulutlar misâli. Kıyamınızla kaim kılın kulluğunuzu, kulluğunuzu dâim kılın.

Sonra rükûa eğilin, eğilmeniz emrolunduğu üzere, mü’mince. Eğilmenin hak ve hakikat olduğu o demde. İki büklüm, baş eğik; haddini, kulluğunu bilmişçesine.

Ve bir secde kılın; bir secde ki geceler kadar derin. Bir secde mü’mince gecelerin sertacı, derde düşmüş başın ilâcı. Böyle bir secdeyle taçlanmış namaz kulun mi’racı.”
Evet, işte vakit, o vakit. Duaya durmalı, el açıp yalvarmalı. İstemeyi bilmeli, istemeyi bilmeyi O’ndan dilemeli.

Seccadelere gözyaşlarıyla dilekçeler nakşetmeli; alınlar mühür olup basılmalı üzerine ki, kabule şâyân ola.

Bahar yağmurlarına özlem var memleketimde. Bahar yağmurları ki, kovsun kışı, görmeyelim bir daha onun soğuk yüzünü.

Yaz yağmurları yağsın bahardan sonra, serin serin esintiler getirsin bulutlardan. Kırk ikindilerde yıkansın vatanım, toprağım.

Yağmur yağmur rahmet, sağanak sağanak bereket yağsın talihsiz coğrafyama. Yağmur şarkılarıyla yürüsün bahar; dağlarıma, ovalarıma. Çocuklarımız yağmur gibi olsun, yağmurun kendisi olsun.

Yağmura kanalım, yağmurda yıkanalım; asırlık paslardan, kirlerden arınalım. Dudaklarımızla değil yüreklerimizle içelim onu Âb-ı Kevser niyetine.
Kurt-kuş, börtü-böcek suya kansın. Zerre suya doysun, kürre suya doysun. Memleketim su gibi aziz olsun
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
bypuff
Geri
Üst