Efsunkar
Bayan Üye
Türk demokrasi târihi Batıda olduğu gibi çok eskilere dayanmaz; yalnızca ortalama yüz otuz yıllık bir geçmişi var. Ne var ki bizde kurulan siyâsî partilerin sayısı neredeyse Batıda kurulanların sayısından fazla. Hele bunlara bir de Cumhuriyet öncesinde ortaya çıkan siyâsî oluşumları kattığımızda sayı iyicene artıyor. Bu partilerin her birini tek tek incelemek de oldukça güç. Ancak bunların genel bir panoramasına bakmak sanırım mümkün.
İmdi Türkiyede siyâsî partileri Cumhuriyet öncesi dönem ve Cumhuriyet sonrası dönem olmak üzere iki ana dönem içinde ele almak mümkün. Cumhuriyet öncesi dönemde kurulan siyâsî partilerden (nâmı diyar: fırkalardan) veya aynı işlevi gören cemiyetlerden en önemlileri şunlar: Ahâli Fırkası, Ahâli İktisat Fırkası, Amele Fırkası, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Cemiyet-i İnkilâbiye, Hürriyet ve Îtilâf Fırkası, Islahat-ı Esâsiye Osmâniye Fırkası, İlhâk-ı Reddî Heyet Milliyesi, İstanbul Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, İttihâd-ı Muhammed-î Fırkası, Kürt Teâli Cemiyeti, Müdafaa-i Milliye Teşkilâtı, Müstakil Sosyalist Fırkası, Osmanlı Ahrar Fırkası, Osmanlı Çiftçiler Cemiyeti, Osmanlı Demokrat Fırkası, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Osmanlı Hürriyetperveran Avam Fırkası, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı Sosyalist Fırkası, Selâmet-î Osmâniye Fırkası, Teâli İslâm Cemiyeti, Teceddüd Fırkası, Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-î Merkeziyet Cemiyeti, Trabzon Muhafaza Hukuk-i Milliye Cemiyeti, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, Türkiye Sosyalist Fırkası, Türk Yurdu Cemiyeti ve Vatan ve Hürriyet Cemiyeti.
Cumhuriyet sonrası dönemde kurulan siyâsî partilerden en önemlileri de şunlar: Adâlet Partisi, Anavatan Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisi, Cumhuriyetçi Parti, Cumhuriyet Halk Partisi, Doğru Yol Partisi, Demokratik Parti, Demokratik Sol Parti, Demokrat İşçi Partisi, Demokrat Parti, Fazîlet Partisi, Güven Partisi, Halkçı Parti, Halkın Demokrasi Partisi, Halkın Emek Partisi, Hürriyet Partisi, Köylü Partisi, Liberal Demokrat Parti, Millet Partisi, Millî Güven Partisi, Millî Nizam Partisi, Millî Selâmet Partisi, Müstakil Türk Sosyalist Partisi, Özgürlük ve Demokrasi Partisi, Refah Partisi, Saadet Partisi, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Sosyâl Demokrasi Partisi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Türkiye İşçi Partisi, Türkiye Komünist Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Türkiye Sosyalist Partisi, Türk Sosyâl Demokrat Partisi ve Yeni Türkiye Partisi.
Bizde demokrasinin göreli olarak yakın bir geçmişi olsa da ülkemizde çok sayıda siyâsî parti kurulmuş. Biz sanıyoruz ki bir ülkede ne kadar fazla sayıda siyâsî parti varsa o ülkede değişik görüşlerin savunulabilmesinin olanaklı koşulları da o kadar fazladır. Ne kadar hazindir ki bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çağdaş demokrasinin algılanış biçimi değişik görüşlerin de rahatlıkla dile getirilebildiği bir demokrasi oluyor. Çok particilik ile çağdaş demokrasi arasında kurulan bu sakat ilişki dünyâ târihinde de oldukça hazin sonlar doğurmuştu. Bunların en açık örneklerine yakın dönemde de Bulgaristanda tanıklık ettik. Orada uygulanan seçim sistemi uyarınca Bulgar Meclîsine yirmi küsür siyâsî parti girmeyi başardı ve sözüm ona her türlü görüş temsil hakkı kazandı. Ancak Bulgarlar bu çok particilikten çok çekti. Seçmene selâm gönderen bâzı politikacılar Bulgaristanı içinden çıkılması güç sorunlara mâruz bıraktı. İmdi burada yapacak olduğum işlerden biri de bu ve bunun gibi sofistik yanılsamaların altını oymak; deyim yerindeyse ezber bozmak olacaktır.
Göreli olarak yakın bir geçmişe sâhip olan demokrasimiz şimdiye kadar beş darbe yedi, bunlar: 31 Mart, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat. İmdi bu kadar kısa bir süreçte bu kadar fazla sayıda darbe yiyen demokrasimizin kendine özgü karakterini anlamaya çalışmak yüreği bu ülke için çarpan her insanın boynunun borcu olsa gerek. Dış kaynaklı ve provakatif görüşlerle veya ülkemiz realitesine uymayan mesnetsiz savlarla bu konuya eğilmek hepimizi büyük vebâller altında bırakacaktır. İmdi bunları yapmaya çalışmadan; gerçekten de nesnel bir duruşla Türkiyede siyâsî partiler ve darbeleri incelediğimizde karşımıza ana hatlarıyla şunlar çıkıyor:
*
I. İttihat ve Terakki Fırkası
I.1. İttihat ve Terakki Fırkasının Kuruluş ve Gelişim Süreci
Ülkemizde siyâsî partilerin kamusal bir kimlik kazanarak faaliyet göstermesi 1908 Devrimiyle; başka deyişle II. Meşrutiyetin ilânıyla başlar. Bu târihten önce siyâsî parti olarak nitelendirebileceğimiz gruplar birer cemiyet görünümündeydi. 1876da kabûl edilen Kânun-î Esâsî gereği ilk Osmanlı Meclîsi 1877de toplanmıştı. Bu târihte yapılan ilk seçimlerde Osmanlı Devletine bağlı eyâletlerden vekiller seçilmişti. Bu seçimlere seçmen olarak yalnızca 25 yaşını bitiren erkekler katılabilmiş, seçilme yaşı da 35 olarak öngörülmüştü. Bu vekillerin seçilmelerinde bağlı bulundukları cemiyetlerin faaliyetleri kuşkusuz büyük bir rol üstlenmişti. Bu cemiyetler arasında yaptıkları işler îtîbârîyle ülke siyâseti açısından en önemli olanı da kuşkusuz İttihâd-ı Osmânî Cemiyetiydi, daha sonraları bu cemiyet İttihat ve Terakki Fırkası ismini alacak ve 1908 ile 1918 yılları arasında ülke siyâsetinde çok önemli bir rol üstlenecekti.
Fırkanın resmî kuruluş târihi 3 Hazîran 1889. Kurucuları ise eski adı Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne olan Askerî Tıbbiyeli beş öğrencidir, bunlar: İshak Sükûti, İbrâhim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmet Reşid ve Konyalı Hikmet Emin. İttihatçılar 1889 yılından 1926 yılına kadar çalışmalarını sürdürdü. Çeşitli dönemlerde çeşitli adlar altında toplanmış olsalar da ülke siyâsetinde hep kilit noktalarda yer aldılar. Yâni görüldüğü gibi bugün bile Anayasamızda yer alan kapatılan bir siyâsî partinin devâmı olarak başka bir siyâsî parti kurulamaz hükmünün ihlâli bizde demokrasinin târihi kadar eski.
İttihat ve Terakki Fırkası ülkemizde demokrasinin ve demokratik kurumların yerleştirilmesinde kilit bir öneme sâhip olmuş bir fırkadır. Bu fırkanın örgütlenme biçimi üzerinden giderek yapabileceğimiz bir inceleme de bizdeki demokrasinin Batıdakinden farklarını apaçık bir biçimde belgelemeye yarayabilir. Üstelik çağdaş demokrasiyi neden bir türlü kurumsallaştıramadığımızı anlamamıza da yardımcı olabilir:
I.2. İttihat ve Terakki Fırkasının Örgütlenme Biçimi
Batıda ilk demokrasi uygulamaları Grek kent-devletlerinde ortaya çıkar. Grekler siyâsî kurumlarının başına geçecek kimseleri oyla seçiyor, bunun adına da demokrasi diyorlardı. Ancak bu demokrasinin altını kurcaladığımızda aslında bunun çağdaş demokrasi olmadığını rahatlıkla görebiliriz: imdi Greklerde yalnızca köle olmayan; yâni özgür yurttaşlardan salt erkeklerin oy hakkı vardı. Buna karşılık insanlık târihi çağdaş demokrasiyle ilk defâ Fransız Devrimi sonrasında karşılaştı. Jakobenler, Devrimin tüm getirdiklerini olumlayan insanlar yaratma ihtiyâcı içine girmişlerdi. Bunun yolunu da demokratik ve meşru araçlarda görüyorlardı. Bu nedenle ivedilikle siyâsî örgütlenme faaliyetlerine hız kazandırdılar. İmdi bu süreç içinde Fransada siyâsî partilerin kuruluşu da sınıf esaslarına göre belirlendi. Kısa bir zaman içinde bir burjuva partisi bir de işçi partisi kuruldu ve bu örgütlenme biçimi zaman içinde tüm Batıya yayıldı. Başka deyişle Batıda ve çağdaş demokrasilerde siyâsî partilerin örgütlenme biçimi sınıf esaslarına göre belirlendi. Bizde ise komitacılık esâsına göre belirlendi. İmdi bizde henüz daha yolun başında çağdaş demokrasinin özü benimsenmemişti; hem üstelik o dönemler benimsenmesine de imkân yoktu; o dönemler bizde sınıflaşma henüz ortaya çıkmamıştı.
Fırka faaliyetlerini son derece gizli bir biçimde sürdürüyor; II. Abdülhamidnin hışmına uğramaktan sakınıyordu. Ne var ki Sarayın baskıcı ve sansürcü zihniyeti bu beş öğrencinin devrim düşüncesi geliştirmesine mâni olamadı. Bu beş öğrenci kendi düşüncelerini yaymaya ve bunları savunacak kişileri kendi etraflarında toplamaya giriştiler. Temel amaçları: II. Abdülhamidi tahtan indirmek ve Kânun-î Esâsîyi yeniden ilân ettirmek.
1894 yılına gelindiğinde; yâni yaklaşık beş yıllık bir zaman dilimi içinde bu beş öğrencinin etrâfında oldukça geniş bir kitle toplandı. Bundan cesâret alarak artık faaliyetlerini gizli bir biçimde sürdürmek yerine geniş halk kitlelerine açılmaya karar verdiler. Cemiyete de Tıbbiye öğrencilerinin dışından üye alarak halka açıldılar. Görüldüğü gibi İttihatçılar komitacılık esâsına göre belirledikleri örgütlenme biçimiyle giriştikleri siyâsî faaliyetlerle başladıkları demokrasi yürüyüşünde henüz başlangıçta halk desteğiyle yola koyulmamış; ancak daha sonra bu desteği kazanmaya çalışmışlardı. Ne var ki çağdaş demokrasilerde siyâsî faaliyetlerin temelinde sınıf çıkarları olduğu için bu faaliyetler geniş halk kitlelerinin desteğiyle başlar ve gelişir.
I.3. Ahmet Rızâ Bey Dönemi
Cemiyetin artık geniş halk kitlelerine açılmaya karar vermesinden sonra, kendilerine oldukça iddiâlı bir lîder portresi çizen Ahmet Rızâ Beyle görüşmelere başladılar, kısa bir süre sonra onu cemiyetin başına geçirdiler. 1895 yılında da cemiyetin adını Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirdiler.
Bu noktada Ahmet Rızâ Bey hakkında bir iki şey söylemek sanırım yararlı olur: kendisi aslında Fransada ziraat öğrenimi görmüş bir aydınımızdı. İstanbula dönüşünde kendisine o dönemin tarım bakanlığında çalışma talebi götürüldü ve o da bunu heyecanla kabûl etti. Buna karşılık artık dev reformların gerektiği Osmanlı tarım sistemi içinde kendisinin yapabileceği çok fazla bir şey bulunmadığını görünce büyük bir hüsran yaşadı. Ahmet Rızâ Beye göre tarımın sorunları merkezden hâlledilebilecek türden sorunlar değildi ve köylünün ivedilikle bilgilendirilmesi, yeni tarım yöntem ve tekniklerinden haberdâr edilmesi ve yeni kaynakların onlara sağlanması gerekmekteydi. Bu sorunlardan en önemli ise eğitimdi; nitekim köylüler eğitilmediği sürece diğer koşulların sağlanması durumunda bile büyük bir başarı kazanılamazdı. İmdi bu nedenlerle Ahmet Rızâ Bey dönemin tarım bakanlığından istifâ etmiş, eğitim bakanlığına geçmişti. Ne var ki kısa bir süre sonra eğitim bakanlığında da kendisinin yapabileceği çok fazla bir şey bulunmadığını görünce içinde bulunduğu hüsran da artacaktı. Böylelikle ülke içinde yapabileceği bir şey olmadığına inanarak Avrupaya gitmeye, orada Osmanlı yöneticilerine karşı milleti için mücâdele etmeye karar vermişti.
Bu sıralarda patlak veren Ermenî ayaklanmaları cemiyet faaliyetlerinde yeni bir dönemeç meydana getirdi: bu zamâna kadar salt II. Abdülhamidi tahtan indirmek ve Kânun-î Esâsîyi yeniden ilân ettirmek için faaliyetlerde bulunan cemiyet bu târihten sonra Sarayın iç ve dış politikaları üzerine odaklanmaya başlayacaktı. Doğu illerinde patlak veren bu ayaklanmalar İttihatçıların Osmanlı Devletinin Ermenî politikalarını yeniden gözden geçirmesi gerektiği yollu bir görüş benimsemelerini sağladı. Bu amaç doğrultusunda bir dizi öneri geliştirdiler ve bunları cemiyetin yayın organı olan Meşveret isimli gazetede geniş halk kitleleriyle paylaştılar. Ne var ki Saray bu gelişmelere kayıtsız kalmadı; ülke içinde daha fazla sayıda ve geniş katılımlarla iç isyanların ortaya çıkmasından ve bu isyanların giderek daha yoğun bir biçimde ayrılıkçı faaliyetlere dönüşmesinden ve bir de bunlara Avrupalı devletlerin çanak tutmasından endişe ediyordu. Bu nedenle Meşveret kapatıldı, yazarları da tutuklanarak sürgüne gönderildi. Bu gelişmelerde payı olduğu düşünülen Tıbbiye öğrencilerinin de askeriyeyle ilişkileri kesildi ve mahkemelerde yargılandılar.
Bunun üzerine cemiyet üyeleri bu faaliyetlerin artık ülke sınırları içinde sürdürülemeyeceğini düşündüler ve yurt dışına çıkmaya karar verdiler, en ideâl merkez olarak da Pârisi gördüler, Avrupanın başka kentlerinde de şubeler açtılar. Daha sonra da Ortadoğuda bâzı şubeler açtılar; nitekim bu bölgede hızla yükselişe geçen yönetim aleyhtarlığını arkalarına almak istediler, bu amaç doğrultusunda da Mısırda Mîzan isimli yeni bir dergi çıkarttılar.
I.4. Murat Bey Dönemi
O dönemler gelişmeler oldukça hızlı bir biçimde cereyân ediyordu. İttihatçılardan bir kısmı bu kadar sert bir biçimde Sarayı karşılarına almalarından rahatsızlık duymaya başladı. İttihatçılar arasında muhalif bir grup ortaya çıkarak daha ılımlı bir politika izlemek gerektiğini savundu. Ahmet Rızâ Bey ise cemiyetin amaçlarının ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceğine inanıyor, ılımlı politikalara sıcak bakmıyordu. Buna karşılık bu muhalif grubu iknâ etmeyi başaramadı ve onlar kendi aralarında anlaşarak 1896 yılında cemiyetin başkanlığından Ahmet Rızâ Beyi alıp yerine Murat Beyi getirmeyi başardılar. Bu târihten îtîbâren cemiyet faaliyetlerinde orta yolcu bir politika değişikliği baş gösterdi.
Bu noktada Murat Bey hakkında da bir iki şey söylemek sanırım yararlı olur: Murat Bey iyi bir târih profesörüydü. Ona göre Osmanlı Devletinin yaşadığı hemen tüm sorunların temelinde târihsel nedenler vardı. İmdi salt II. Abdülhamidi tahtan indirip Kânun-î Esâsîyi yeniden ilân ettirmek yeterli olamazdı. Üstelik Osmanlılar için asıl tehlike de Ruslardı. Bu tehlikeye karşı Avrupa devletlerinin yardımı sağlanmalı ve halîfe etrâfında toplanılmalıydı.
Bu orta yolcu değişim fazla sürmedi: bir yıl sonra; yâni 1897de Osmanlılar ile Yunanlılar arasında patlak veren savaşı Osmanlı Devletinin kazanması bu orta yolcu politikanın yeniden gözden geçirilmesi ihtiyâcını doğurdu; Sarayın güçlenen îtîbârı cemiyetin orta yolcu politikalarla amaçlarına ulaşamayacağı yollu bir görüş doğurdu. Nitekim bu îtîbâr artışı cemiyetin çeşitli toplantılarına gerek yurt içinden gerekse yurt dışından katılanların sayısında önemli bir azalma meydana getirdi. Saray cemiyetin faaliyetlerini gizli yollardan tâkip ediyor, bu iş için görevlendirdiklerinden toplantılarda konuşulanları bir bir rapor etmesini istiyordu. Bu raporlar doğrultusunda Saray cemiyetin yurt dışındaki üyelerini ülkelerine barışın gelmesine katkı sağlamak iddiâsıyla çağırıp sonra da yargılayıp bir bir sürgüne göndermeyi plânladı.
Saray bu plân doğrultusunda bu amacı gerçekleştirmek için cemiyet üyeleriyle görüşmek üzere Ahmet Celâlettin Paşayı görevlendirdi ve Paşa o sıralarda Cenevrede bulunan cemiyetin yeni başkanı Murat Beyle görüşmeye gitti. Murat Bey oldukça ılımlı bir kimseydi. Hem karakter hem de siyâsî duruş bakımından mücâdeleci yönü pek zayıftı. Dolayısıyla Ahmet Celâlettin Paşa ile Murat Bey arasında yapılan tartışmalar Sarayın lehine sonuçlandı. Buna karşılık Ahmet Rızâ Bey bu tartışmalardan çıkan kararları; cemiyetin bütün faaliyetlerinin durdurulması ve üyelerinin İstanbula gelmesi kararlarını cemiyetin dâvâsına ihânet olarak nitelendiriyordu. Murat Beyin bu tavrı Ahmet Rızâ Beyde olduğu kadar birçok İttihatçıda da hoşnutsuzluk yaratmış, Ahmet Rızâ Beyin etrâfındaki taraftar sayısı artmıştı. Bu İttihatçılar, Murat Beyin aldığı kararları kesinlikle tanımayacaklarını ve bundan sonra Ahmet Rızâ Beyle birlikte hareket edeceklerini deklare ettiler. Kısa bir zaman içinde Murat Beyin cemiyet içinde nüfûzu azaldı ve cemiyetin başkanlığına da Ahmet Rızâ Bey getirildi.
I.5. İkinci Ahmet Rızâ Bey Dönemi
Bu dönemde cemiyet gerek yurt içinde gerekse yurt dışında daha katı bir politika benimsedi. Buna karşılık Murat Bey ve birkaç arkadaşı artık yurt dışında yapacak bir işleri kalmadığını düşünerek Ahmet Celâlettin Paşanın teklifi üzerine İstanbula gerisingeri döndüler. Ne var ki İstanbulda onları kötü bir sürpriz bekliyordu: derhâl tutuklanarak sürgüne yollandılar. Buna Ahmet Rızâ Bey hiç şaşırmadı; çünkü Saraya zâten hiç mi hiç güvenmiyordu. Buna karşılık pek çok İttihatçı, Murat Bey ve arkadaşlarının başına gelenlere çok şaşırmıştı. Ahmet Rızâ Bey de usta bir siyâsî manevrayla bu olayı cemiyetin amaçları doğrultusunda önemli bir siyâsî malzeme olarak kullandı. Bu yolla hem cemiyet içindeki siyâsî nüfûzunu arttıracak hem de Sarayın îtîbâr artışını durduracaktı.
Böylelikle ikinci Ahmet Rızâ Bey dönemi çok sert geçti. Saray ise gelişmeleri kaygıyla izliyor, vakit kaybetmeden birşeyler yapmaya çalışıyordu. Bunlar arasında Avrupalı lîderlere yönelttiği cemiyet faaliyetlerini durdurma talebi daha büyük bir önem taşır. Bu zamâna kadar bu faaliyetlere herhangi bir müdahâlede bulunmayan bu lîderler bu kritik zaman dilimi içersinde Sarayı karşılarına açıktan açığa almaya pek de sıcak bakmadı. Bunun üzerine cemiyet faaliyetleri hemen tüm Avrupada durduruldu ve şubeler de birer birer kapatıldı.
Böylelikle Saray, İttihatçılarla birtakım pazarlıklar yapma girişiminde bulundu ve bâzı elçiler gönderdi. Bu pazarlıklar sırasında İttihatçılar kendi dâvâlarına meşru yollarla hizmet etmeye çalışmak için yeni bir arayış içine girdiler ve Avrupada çeşitli sefâretlerde görev yapma talebinde bulundular. Saray da cemiyetin kapatılması karşılığında böylesine mâsum bir teklifi hemen kabûl etti ve İttihatçıları çeşitli sefâretlere atadı. Böylelikle İttihatçılar kendi dâvâlarına meşru yollarla hizmet etme imkânına kavuşarak karşılarına çıkan olumsuz bir gelişmeyi kendileri açısından olumlu bir gelişmeye döndürmeyi başarmış oldu. Buna karşılık İttihatçıların bu yaptıklarının gerçek amacını Anadolu teşkilâtına duyurabilmeleri ise mümkün olamadı. Zaman içinde de Anadoluda bu İttihatçılara karşı muhalif sesler yükseldi. İmdi teşkilât içten içe kaynıyor, bu İttihatçılar döneklikle suçlanıyordu.
I.6. Dâmat Mahmut Paşa Dönemi
Bu İttihatçılar, Anadolu teşkilâtının kendilerinden duyduğu rahatsızlığa tahammül edememekteydi. Öte yandan diğer sefirlere oranla kendilerine çifte standart uygulanması da onları rahatsız ediyordu. Nitekim görev dağılımında birtakım adâletsizlikler yapılıyor, kendilerine söz hakkı tanınmıyordu. Böylelikle bu İttihatçılar bu görevlerinden hızla istifâ etmeye başlamıştı. Ne var ki artık cemiyetin Avrupa şubelerinde çalışabilmelerine bir imkân kalmamış, şimdi ne yapacakları konusunda çâresizlik içine düşmüşlerdi.
İşte tam da bu sıralarda Dâmat Mahmut Paşanın Avrupaya gelmesi bu İttihatçılara yeni bir umut oldu. Nitekim Paşa, Sarayın uyguladığı politikalara karşı İttihatçılarla birlikte hareket etme karârı almış ve bu hareketin başarı sağlamasının olanaklı koşulunun da Avrupadaki faaliyetlerle mümkün olduğuna inanmıştı. Ayrıca Paşanın Avrupalı lîderler gözünde de Ahmet Rızâ Beye oranla daha hatırı sayılır bir îtîbârı vardı. Böylelikle Paşa, İttihatçıların yeni lîderi oldu. Kilit noktalara da kendi adamlarını ve gönüldeşlerini yerleştirdi. Bunlar arasında oğulları Prens Sabahattin ve Lûtfullah Bey de vardı. İmdi bu gelişmeler eşliğinde 1902 yılına gelindi. Bu târihte ise ortalık epeyce karışacaktı:
I.6.1. 4-9 Şubat 1902 Pâris Kongresi
Prens Sabahattinin cemiyet içindeki prestiji zamanla babasınınkini bile aştı ve etrâfındaki insan sayısını arttırdı. Bunun ardındaki en önemli nedenler de kişisel karizması ve naifliğiydi. Bu prestij ona müthiş bir kendine güven duygusu kazandırıyor; ancak maalesef üzerinde ciddî olarak düşünülmemiş birtakım görüş ve öneriler geliştirmesine de yol açıyor, onu başkalarının siyâsî hesaplarına açık bir hâle getiriyordu. Bu cümleden olmak üzere cemiyetin 1902 Kongresinde Ramsaur denilen bir ajanın kışkırtmalarıyla ortaya şu iki öneriyi attı: imdi artık Osmanlı ülkesinde refâhı sağlamanın olanaklı tek yolu II. Abdülhamidin tahtan kesinlikle uzaklaştırılması ve bu amaç doğrultusunda da İngilizlerin desteğinin sağlanmasıdır. Anadolunun desteğini almak için de Avrupalı lîderlerin Osmanlı Devletine savaş açma karârı alması sağlanmalıdır.
İşte bu iki öneri Prens Sabahattin ve arkadaşları ile diğer İttihatçılar arasında çok ciddî birtakım görüş ayrılıkları ortaya çıkarttı ve Kongrede tansiyonlar epeyce yükseldi. Ahmet Rızâ Beye göre Avrupalı lîderlerin şu hasta adama savaş açma karârı almasını sağlamak için onlarla işbirliğine kalkışmak hiçbir biçimde milliyetçilik bilinciyle bağdaşmazdı. Nitekim düşmanla işbirliği yapmak her hâlûkârda vatana ihânet etmek demeye geleceğinden İttihatçılar, Prens Sabahattin ve arkadaşları tarafından târihe vatana ihânet etmek gibi affedilemez bir suçla geçecekti. Öte yandan bunları Anadolu teşkilâtına kabûl ettirmenin de hiçbir yolu yoktu. İmdi zâten Anadolu teşkilâtı uzun zamandan beri kendi başına hareket ediyor, kendilerini hiçe sayıyordu. Böyle bir tablo karşısında Prens Sabahattin ve arkadaşlarının önerilerinin uygulanabilir hiçbir haklı gerekçesi bulunmadığı gibi bunları uygulamanın bir yolunu aramak da hem cemiyetin hem de Osmanlı Devletinin sonunu getirirdi.
Buna karşılık Prens Sabahattin ve arkadaşları Ramsaur denilen bir ajanın kışkırtmalarıyla Kongrede, mevcut sorunlarla mücâdele etmek için şimdiye kadar olanaklı tüm yolların denenmiş olduğunu, İttihatçıların özünde haklı ve meşru olan bu dâvâsının mevcut yöntemlerle başarıyla sonuçlandırılmasının olanaksız olduğunun anlaşıldığını, bugün gelinen nokta îtîbârîyle çözümün masa başında sağlanabilmesinin artık hiçbir imkânının bulunmadığını, eğer bu sorunların çözümüne bir katkı sağlayacaksa kendilerinin târihe birer vatan hâini olarak geçmekten yüksünmeyip ellerini taşın altına koymanın şimdi tam zamânı olduğunu savunuyor, Ahmet Rızâ Beyi köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Barışçıl yollarla yapılan tüm girişimlerin sonucunun hep sürgünle bittiğini, gerektiğinde şiddete başvurmadan yapılacak ve başarıyla sonuçlandırılamayacak her girişimin ülkenin refâhı bakımından daha büyük bir gecikmişliğe yol açacağını iddiâ ediyor, delegeleri kendi yanlarına çekmeye çalışıyordu.
I.6.2. Görüş Ayrılıkları ve Bölünme
Netîcede Kongede bir anlaşma sağlanamadı ve herhangi bir karar alınamadı. Buna karşılık Prens Sabahattin ve arkadaşları ile Ahmet Rızâ Bey ve arkadaşlarının artık aynı çatı altında bulunamayacakları düşünüldü ve cemiyet bölündü. Prens Sabahattin ve arkadaşları cemiyetten istifâ ederek Osmanlı Hürriyetperveran Cemiyeti isimli yeni bir cemiyet kurdular. Bunun üzerine Ahmet Rızâ Bey ve arkadaşları da Dâmat Mahmut Paşanın lîderliğini tanımama karârı alarak İttihatçıları Terakki ve İttihat Cemiyeti ismi altında kurdukları yeni cemiyete dâvet ettiler.
I.7. Ahmet Rızâ Bey ve Terakki ve İttihat Cemiyeti
Ahmet Rızâ Bey ve Terakki ve İttihat Cemiyeti faaliyetlerini her geçen gün artan bir ivmeyle sürdürüyor ve kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışıyordu. Bu cemiyet kendilerine Avrupalı lîderlerin koydukları engelleri de bir biçimde aşmayı başarıyor, siyâsî nüfûzunu da hızla arttırıyordu. Cemiyetin Anadolu teşkilâtıyla birleşmesi ise Selanikte kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyetiyle birleşmelerinden sonra gerçekleşti. Daha sonra da diğer cemiyetlerle de birleşme karârı alındı. İmdi artık Saraya karşı birlikte hareket etme zamânı gelmişti. 1908 yılına gelindiğinde ise olağanüstü bir siyâsî manevrayla ülke siyâsetinde hatırı sayılır bir başarıya imzâ attılar:
I.8. II. Meşrutiyetin İlânı ve Kânun-î Esâsînin Yeniden Yürürlüğe Sokulması
Terakki ve İttihat Cemiyetinin merkez teşkilâtı Pâristeydi. Bu da Anadoluda olup bitenlerin tâkip edilmesini zorlaştırıyordu. Hâl böyle olunca cemiyetin bir de yurt içinde bir merkezi kurulmasına karar verildi, en ideâl yer olarak da Rumeli görüldü ve hemen harekete geçildi. İmdi ordu içindeki subayların da cemiyet faaliyetlerine katılımı sağlandı ve hem cemiyetin siyâsî nüfûzu arttı hem de cemiyet silâh gücü kazandı. Böylelikle yönetime karşı duyulan hoşnutsuzlukları dile getirmenin yolu olarak artık silâhlı çatışmalar kullanılmasına karar verildi. İlk çatışmalar da Selanik ve Makedonyada II. Abdülhamid yandaşlarıyla gerçekleştirildi. Saray ise bu gelişmeleri kaygı verici buluyor, vakit kaybetmeden bu âsîleri cezâlandırmak istiyordu. Bu amaç doğrultusunda ivedilikle bir askerî birlik hazırlandı ve çatışma bölgesine gönderildi. Bu birliğin başında da Şemsi Paşa bulunuyordu. Paşanın birinci ve öncelikli görevi bu ayaklanmayı tertip edenleri tutuklayarak İstanbula getirmekti. Ne var ki bu görevi yerine getiremeden İttihatçı subaylar tarafından öldürüldü. İşte bu karışıklık ortamı içinde gerek İstanbulda gerekse Anadolunun muhtelif yerlerinde İttihatçılar yoğun bir telgraf trafiğiyle, işlerin artık içinden çıkılmaz bir hâl almadan Meşrutiyeti ilân etmesi ve Meclîs-i Mebusanı yeniden toplantıya çağırması için Saraya baskı uygulamaya başladı.
Bu sıralarda ortaya çıkan bir gelişme olayların akışında önemli bir değişiklik meydana getirdi. Cephede sıcak çatışmaların sürdüğü günlerde Avusturyalıların demiryolu politikalarına muhalif yaklaşık yirmi bin kadar Arnavut oldukça şiddetli bir ayaklanma başlattı. Her ne kadar bu ayaklanmanın asıl nedeni bu olsa da İttihatçılar olağanüstü bir siyâsî manevrayla bu ayaklanmayı kendi lehlerine tertip edilen bir gösteri olarak göstermeyi başardılar ve Meşrutiyetin yeniden ilân edilmesi ve Meclîs-i Mebusanın yeniden göreve başlaması hâlinde bu ayaklanmanın sona ereceğini Saraya ilettiler. İttihatçılar, Sarayın çok hızlı bir biçimde karar almasını istiyor, karar alma sürecinin uzaması hâlinde bu manevranın geri tepmesinden endişe ediyordu. Bu nedenle Anadolunun muhtelif yerlerinde de bir dizi ayaklanma tertip ettiler ve Sarayın karar alma sürecini olabildiğince kısaltmaya çalıştılar. Bütün bu gelişmeler üzerine II. Abdülhamid de işler daha fazla sarpa sarmadan Meşrutiyeti ilân edeceğini ve en kısa zamanda Meclîs-i Mebusanın yeniden göreve başlaması için yeni seçimlerin yapılacağını kamuoyuna deklare etti. 24 Temmuz 1908e gelindiğinde de II. Meşrutiyet ilân edildi ve daha sonra da Kânun-î Esâsî yeniden yürürlüğe sokuldu. Böylelikle İttihatçıların kamuoyundaki îtîbârı da hat safhâya ulaştı.
I.9. İttihatçıların Yükselişi
Bu seçimlerden İttihatçılar büyük bir zaferle çıktı. İttihatçıların kamuoyundaki îtîbârı o kadar hat safhâya ulaştı ki zamanla cemiyetin siyâsî nüfûzu Sarayınkini bile aştı. İmdi bu noktada şunları söylemek mümkün: Osmanlı idâresinde devlet kurumları ile kişiler özdeşleştirilmekteydi. Bu durum devletin yönetim esasları gereğince bu şekilde belirlenmişti. Osmanlı Devletinde örneğin özel bir adlî teşkilât Tanzîmattan önce yoktu. Tanzîmat öncesinde kadılar kendi konaklarında işlerini görüyor, bu konaklar aynı zamanda da adliye hizmeti veriyordu. İmdi bu konaklar harem ve selâmlık olmak üzere iki bölümden oluşuyor; harem bölümünde kadıların hâne halkı yaşamını sürdürürken, selâmlık bölümünde ise kadılık görevleri yerine getiriliyordu. Böyle bir durum paşa konakları için de geçerliydi. Tanzîmattan önce devlet memurluğu kavramı da gelişmemişti. Devlet yetkilileri Paşalara ödenek gönderir, onlar da kullarına bu maaşları bizzat kendileri öderdi. Ancak Tanzîmattan sonra devlet memurluğu kavramı gelişti ve maaşlar devlet tarafından ödendi, ayrıca hem bu kulluk anlayışı hem de devlet kurumlarının kişilerle özdeşleştirilmesi geride bırakıldı. Ne var ki yirminci yüzyılın henüz başlarında bu geçiş hiç de bir anda olmuş gibi görünmüyor; nitekim devlet kurumlarının kişilerle özdeşleştirilmesine İttihatçıların şahsında yeniden rastlıyoruz; devlet kurumlarının cemiyet üyeleriyle özdeşleştirildiğini görüyoruz. Böyle bir ilişkiye daha sonraları CHPnin tek parti iktidârı döneminde de yeniden rastlayacaktık.
I.10. İttihatçılar Arasında Görüş Ayrılıkları
Zamanla İttihatçılar arasında hem iç politika hem de dış politika sorunları üzerinde birtakım görüş ayrılıkları ve bunlara bağlı olarak birtakım bloklaşmalar ortaya çıktı. Bu bloklaşmalar içinde Sait Paşa ve Kâmil Paşanın lîderlik ettiği bloklar daha fazla önem taşır. Bu bloklaşmalar öyle bir hâle geldi ki İttihatçı hükümetler yine bizzat İttihatçılar tarafından düşürülmeye başlandı. Nitekim Sait Paşa hükümetinin düşürülerek Kâmil Paşa hükümetinin kurulması da bu cümledendi. Kâmil Paşa hükümeti kısa zamanda arkasında geniş bir halk desteği toplamayı başardı. Ne var ki Sait Paşa ve arkadaşları da boş durmuyor; halkı Kâmil Paşa hükümetine karşı provoke ediyordu.
I.11. İttihatçılar, 31 Mart Olayı ve II. Abdülhamidin Tahtan İndirilmesi
O dönemler Meclîs-i Mebusanda kazanlar kaynıyor, ülke giderek kaosa sürükleniyordu. İttihatçıların kendi aralarında didişmesini fırsat bilen muhalif vekiller de başta laiklik ve milliyetçilikle ilgili olmak üzere bâzı konularda siyâsî gerginlikler yaratıyor, Kâmil Paşa hükümetinin getirdiği reformlardan duyulan rahatsızlıkları yüksek sesle dile getiriyor ve zamanla meclîs çalışmaları büyük bir tıkanıklık içine giriyordu. Bir süre sonra hem Sait Paşa bloğundan hem de Kâmil Paşa bloğundan bâzı kopmalar başladı ve muhalif vekillerin siyâsî nüfûzu giderek arttı; böylelikle meclîs çalışmaları irticâî bir nitelik kazanmaya başladı.
Meclîs-i Mebusanda bunlar olup biterken kimi paramiliter İttihatçı gruplar da muhalif vekillerle birlikte hareket eden gazetecilere suikastlar düzenlemeye yönelmişti. Tüm bu gelişmeler İttihatçıların kamuoyundaki îtîbârını da sarsmıştı. İşte böyle bir ortam içinde bir grup subay irticâî faaliyetlere katılanların kışkırtmasıyla hicrî takvime göre 31 Mart (mîlâdî takvime göre 12 Nîsan) gecesi Meclîs-i Mebusan üzerine yürüdü ve Kâmil Paşa hükümetini dînî hükümleri uygulamaya çağırdı. Bu kışkırtmalar en çok da yeni çıkartılan askerlik kânunu gereğince askere alınan medrese öğrencileri ve ordudan ihrâç edilen subaylar üzerinde etkili olmuştu. Netîcede çatışmalar sokaklara kadar yayıldı.
Bu gelişmeler üzerine Kâmil Paşa derhâl istifâ etti. Kâmil Paşa bloğu da can güvenliklerinin sağlanamadığı gerekçesiyle meclîs çalışmalarını protesto ettiler ve oturumlara katılmadılar. Mahmut Şevket Paşayı da can güvenliklerini sağlamak için göreve çağırdılar. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa yanına Sâlih Hulûsi Paşayı da alarak Harekât Ordusunu kurdu ve İstanbula yürüdüler, kısa bir zaman sonra da ayaklanmacıların karşısına dikildiler. Bu ordunun gücü karşısında ayaklanmacılar teslim olmaktan başka bir seçeneklerinin olmadığına inandılar, daha sonra da tutuklanarak Dîvân-ı Harpe çıkartıldılar, yargılanmaları netîcesinde de ölüm cezâsıyla cezâlandırıldılar.
İmdi İttihatçılar can güvenliklerini korumada başarılı olamadığı gerekçesiyle Saraya ateş püskürüyordu. Olup bitenlere seyirci kalmakla suçladıkları ve hattâ işlerin bu boyutlara kadar büyümesine göz yumarak İttihatçıların katledilmesine fırsat verdiği gerekçesiyle II. Abdülhamidin tahtan indirilmesinde kilit bir rol üstlendiler, yerine de V. Reşatı geçirdiler. II. Abdülhamidin İstanbulda ikâmet etmesini bile yasaklayarak onu ivedilikle Selanike yolcu ettiler.
I.12. Olup Bitenlere İlişkin Bir Değerlendirme
Kanımca 31 Mart Olayının en önemli sonucu askerlerin gerektiğinde demokrasiye balâns ayârı yapabileceklerinin kabûl edilmesi oldu. Kültürde süreklilik ilkesi uyarınca Türkiyede siyâset kurumu üzerinde askerlerin etkilerini öyle bir çırpıda söküp atmak kolay değildir. Türkiyede siyâset kurumu ile askerler arasında çok sıkı bir ilişki vardır ve askerler gerektiğinde siyâsete müdahâle etmekten sakınmazlar. İttihatçılar ile Hareket Ordusu arasındaki ilişkide olduğu gibi Türkiyede askerler siyâsete dışarıdan seyirci kalamaz; bizzat içinde yer alarak üzerlerine düşen görevleri yaparlar. İmdi bunları Batılıların anlamasına imkân yoktur. Bugün îtîbârîyle bizlere dayattıkları ev ödevleriyle askerlerin siyâsete müdahâlesini ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Ancak unutulmaması gereken bir şey vardır ki Türkiyeye hem demokrasiyi getirenler hem bu demokrasinin yerleşmesini sağlayanlar hem de gerektiğinde bunu koruyanlar, gerçekleştirenler ve geliştirenler hiçbir zaman örneğin Fransada olduğu gibi entellicantia veya İngilterede olduğu gibi sendikalar olmamıştır. Türkiyede askerler demokrasinin hep doğal bir öğesi konumunda bulunmuştur.
I.13. 31 Martın Ardından
Hareket Ordusu yeni kabîneyi kurma görevini İbrâhim Hakkı Paşaya verdi. Ne var ki bu gelişmeyi Sait Paşa ve arkadaşları kabûl edilebilir bulmadılar ve bir hükümetin ordu tarafından iş başına getirilmesinin demokrasiyle bağdaşır bir tarafının olmadığını savunarak yoğun bir propaganda faaliyeti içine girdiler. Kısa bir zaman sonra da tekrar iktidâr olmayı başardılar.
Bu yeni dönemde Sait Paşa ve arkadaşları İttihatçılar arasındaki bu bloklaşmaları ortadan kaldırmayı amaçladılar, bunun yolunu da İttihatçı vekillerin önüne muhalif vekillerle mücâdele etmek yollu bir ortak hedef koymada buldular. Böylelikle muhalif vekillere karşı birtakım anti-demokratik uygulamalar başlattılar.
1913e gelindiğinde İttihatçılar bu uygulamalar netîcesinde hem kendi aralarındaki buzları eritmeyi hem de muhalefeti sindirmeyi başarmıştı. Ne var ki hâin bir suikasta kurban giden Mahmut Şevket Paşanın ölümüne kayıtsız kalması Sait Paşanın sonunu getirecek, İttihatçıların lîderliğine de Enver Paşa ve Tâlât Paşa soyunacaktı.
I.14. Birici Dünyâ Savaşına Katılım ve İttihatçıların Sonu
1914 yılına gelindiğinde Îtilâf Devletlerine karşı Almanyanın yanında savaşa girme karârının alınmasında bu Paşaların rolü büyük oldu. Sait Paşa zamânında muhalefetin sindirilmiş olması da Meclîs-i Mebusandan savaş karârının kolaylıkla çıkmasını sağladı. Savaşın getirdiği faturaların bedeli ağır olunca da pek çoğu yurt dışına kaçtı, pek çoğu da siyâsî yaşamına son verdi. 27 Ekim 1918de Tâlât Paşanın istifâsıyla da Terakki ve İttihat Cemiyetinin faaliyetleri resmî olarak sonra erdi. Ancak bâzı İttihatçılar ivedilikle yeni bir kongre tertip ederek yeni bir fırka kurup faaliyetlerini devâm ettirme kararı aldılar, bu yeni kurdukları fırkanın adı da Teceddüd Fırkasıydı.
İmdi İttihatçılar 1889dan 1918e kadar sürekli olarak yenilikçilik, laiklik ve milliyetçilik merkezli politikalar ürettiler. Buna karşılık savaş yıllarında sâdece kendi canlarını kurtarmanın peşine düşerek Türk milletini bu bunalımlı dönemlerinden kurtarmak için mücâdele etmediler. Bu gerçeği Mustafa Kemâl, Nutukunda apaçık bir biçimde ortaya koyar ve onları yerden yere vurur. Savaş yıllarında Teceddüdçülerden de pek çoğu yurt dışına kaçmış, onlar da üzerlerine düşen görevleri yerine getirmemişlerdi. Buna karşılık Anadolu teşkilâtında yer alan paramilis güçler kendi canlarını ortaya koyarak Kuva-yı Milliye saflarında düşmana karşı mücâdele etmişti. Bu topraklar bu paramilis güçlere; bu isimsiz kahramanlara çok şey borçlu.
Ne var ki Mütâreke yıllarında hem İttihatçıların hem de Teceddüdçülerin yurda dönerek yeniden Terakki ve İttihat Cemiyetini diriltme çabaları içine girdiğini görüyoruz. Ancak 1926 yılına gelindiğinde bâzı İttihatçıların Mustafa Kemâle düzenledikleri suikast girişimi artık İttihatçıların târih sahnesinden tamâmen kazınmasına neden olacaktı. İvedilikle kurulan İstiklâl Mahkemelerinde yargılandılar ve bir çoğunun îdâmına hükmedildi. Bu olayla bağlantısı olmayan birçok İttihatçı da sürgüne gönderildi ve böylelikle İttihatçılar târih sahnesinden tam anlamıyla silindi. Artık devir Cumhuriyet Halk Partisinin devriydi:
*
II. Cumhuriyet Halk Partisi
II.1. Cumhuriyet Halk Partisinin Kuruluş ve Gelişim Süreci
Partinin resmî kuruluş târihi 11 Eylül 1923. Buna karşılık kurulduğu târihte isminde parti sözcüğü geçmiyor, Halk Fırkası olarak anılıyordu. 1924 yılına gelindiğinde ise ismi Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirildi. 1935 yılında ise bu isimden fırka sözcüğü atılarak yerine parti sözcüğü getirildi. Mustafa Kemâl partinin kurucu başkanıydı. Başkan vekilliğine İsmet Paşa, genel sekreterliğe de Recep Bey seçildi. Cumhuriyet Halk Partisi 1923 yılından 1950 yılına kadar kesintisiz bir biçimde iktidarda bulundu. Ancak 1946 yılından sonra giderek daha az bir etkinlik gösterdi.
Cumhuriyet Halk Fırkası 1927 yılında Mustafa Kemâl tarafından şu dört temel ilkeyi parti ilkeleri olarak benimsedi: cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik ve halkçılık. 1935 yılına gelindiğinde ise bu ilkelere şu iki ilke daha eklendi: devletçilik ve devrimcilik. Parti amblemi olan altı ok işte bu ilkeleri simgeler.
Cumhuriyet Halk Fırkasının çekirdek kadrosunu savaş yıllarında büyük görevler yapan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti oluşturuyordu. Savaşın başarıyla kazanılmasının ardından bu cemiyet faaliyetlerini siyâsî plâtformda sürdürme ve Türkiyeye hizmet etmeye devâm etme karârı aldı. Ne var ki bu partinin kuruluş süreci öylesine hızlı bir biçimde gerçekleşti ki kurulduğunda henüz bir parti programı ve tüzüğü bile yoktu; bunları hazırlayacak zamanları olmamıştı. İmdi meclîs çalışmalarında gerçekleştirilmek üzere DokuzUmdeyi (Dokuz İlke) benimsediler. Bu Dokuz Umde esas olarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin faaliyetlerinin dayandığı temel ilkelerdi, bunların yanı sıra bir de İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar hesâba katılmıştı. Bu ilkeler şunlardı:
Birinci Umde: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Egemenlik ancak TBMM aracılığıyla sağlanır, milletin tek temsilcisi de bu kurumdur.
İkinci Umde: Millî egemenliğin gerçekleştirildiği TBMMnin üzerinde hiçbir güç yoktur.
Üçüncü Umre: Millî egemenliğin gerçekleştirilmesi için tam bağımsızlığın sağlanması zorunludur. Bunu sağlayacak olan da yine Türk milletidir.
Dördüncü Umde: Türk milletini oluşturan fertler arasında tam bir eşitlik vardır. Hiçbir ferde şu ya da bu nedenle ayrıcalık yapılamaz. Fertler arasında eşitliği olanaksızlaştıran hukukî düzenlemeler değiştirilmeli ve millî birlik ve berâberlik tesis edilmelidir.
Beşinci Umde: Türk milleti savaş yıllarında ekonomik bakımdan harap ve bîtap düşmüştür. Artık âşâr vergisinin kaldırılması, tarımda ve hayvancılıkta çiftçiye kol kanat gerilmesi ve ticârette gerekli desteklerin sağlanması ivedilikle gerçekleştirilmelidir. Sanâyînin gelişmesi için de alt yapı çalışmaları ivedilikle tamamlanmalıdır.
Altıncı Umde: Savaşlarda kaybedilen askerler nedeniyle nüfus hızla azalmış ve ailelerde erkeklerin oranı düşmüştür. Bu bakımdan yorgun düşen halkımıza kalan erkek nüfusun yardımcı olması için askerlik süresi kısaltılmalıdır.
Yedinci Umde: Orduda görev yapan askerlerimizin çalışma koşulları düzeltilmeli, gâzîlerimize de sivil hayatlarında güvence dolu bir yaşam temin edilmeli, şehit ailelerinin ekonomik ve sosyâl sorunlarıyla da yakından ilgilenilmelidir.
Sekizinci Umde: Devlet memurlarının çalışma koşulları düzeltilmelidir.
Dokuzuncu Umde: Devlet özel sektör yatırımlarını özendirici atılımlar yapmalı ve girişimcileri desteklemelidir.
CHP kurulduğu ilk günden îtîbâren Türkiyeyi bu ilkeler doğrultusunda çağdaşlaştırmak, muasır medeniyetler seviyesine çıkartmak, millî egemenliğin yine millet tarafından gerçekleştirilmesini sağlamak gibi hedefleri gerçekleştirmek için çaba sarf etti. Cumhuriyetin ilân edilmesi de bu partinin faaliyetleri sâyesinde gerçekleşti:
Mütâreke yıllarında yeni kurulan Türk Devletinin yönetim şekli herkesçe biliniyordu; fakat bunun adı henüz yüksek sesle dile getirilmiyordu. Mustafa Kemâl aldığı her bir karârı yürürlüğe sokmak için şartların olgunlaşmasını bekliyor, Cumhuriyetin ilânı için de en uygun fırsatı kolluyordu. O dönemler İsmet Paşa ile Başbakan Ali Fethi Bey arasında yaşanan bir tartışma kısa bir zaman içinde büyük bir yönetsel sorun hâline geldi. Bu sorunu fırsat bilen Mustafa Kemâl de şartların kendisine sunduğu imkânları kullanarak Cumhuriyeti ilân etmeyi başardı. Kendisi de Meclîs tarafından Cumhurbaşkanlığına seçildi. Hemen akabinde Başbakanlıka da İsmet Paşayı getirdi.
İmdi CHPnin o dönemler üstlendiği misyonu ve bunun dayanaklarını ve böylelikle CHPnin bu dönemdeki faaliyetlerinin ana eksenini; başka deyişle şu Cumhuriyet insanı üst kimlik modelini şöyle bir inceleyelim:
II.2. CHP ve Cumhuriyet İnsanı Üst Kimlik Modeli
Kimlik kavramıyla uğraşmak son çeyrek asırdan bu yana moda oldu. Adına kimlik bunalımı dedikleri şey pek çok kişiyi kimlik kavramı üzerinde düşünmeye itti. Ne var ki bugün bu kavram üzerinden gidilerek şu yaşlı dünyâmızdaki pek çok sorun hakkında çözüm önerileri de geliştirilebilir; imdi târihinde önemli devrimler yaşamış toplumlar söz konusuysa şâyet bu kavram üzerinden gidilerek pek çok toplumsal sorun tartışılabilir. Nitekim bu devrimlerden hangisini irdelersek irdeleyelim bunu gerçekleştirenlerin yaptığı ilk işlerden birinin devrimin koruyucusu olacak insan modelini yerleştirmeye çalışmak olduğunu görebiliriz. İmdi bu model birtakım kültür unsurlarıyla harmanlanınca belirli bir kültür kimliği hâline geliyor, bu kimlik aracılığıyla gerçekleştirilen belirli bir zihin formatlandırması sonucu da bu devrimin getirdiklerini ve/veya götürdüklerini olumlayan insanlar yaratıyor. Bu kimlik benimsenerek veya buna karşı çıkılarak yapılanlar da pek çok toplumsal sorunun nedeni oluyor.
Batı emperyalizmine karşı anti-emperyalist devrimler yapmış ve bu yolla birtakım sorunlarını çözüme bağlamak istemiş pek çok toplumda kültür kimliği hakkında çok ciddî kafa karışıklıkları var. Öte yandan alt kültürlerin sunduğu kimlik modeli ile üst kültürlerin sunduğu kimlik modeli arasındaki çatışmalara da sanırım en çok Fransız ve İngiliz sömürgelerinde rastlıyoruz.
Amerikanın Irak işgâli bugün kimlik kavramı üzerinde tekrar tekrar düşünmeyi önemli kılan nedenlerin başını çekiyor. İmdi Irakta oluşturulmaya çalışılan yeni yapı belirli bir etnik gruba yüksek bir statü tanınması durumunda ortak insanlık târihi açısından hiç de iyi getiriler sunmayacaktır. Irakın ve şu yaşlı dünyâmızın geleceği açısından en doğru çözüm: Iraklı kimliğinin yerleştirilmeye çalışılması ve bu kimliğin tüm etnik grupları kapsaması.
Öyle değil mi?
Türk insanı geçen çağın ilk çeyreğinden îtîbâren târihinde eşi benzeri görülmemiş bir devrim yaşadı. Bu Devrimi gerçekleştirenler bu Devrimin koruyucusu olacak insan modelini; yâni Cumhuriyet insanı üst kimlik modelini millî birlik ve berâberliğin sağlanması ve milletleşirken çağdaşlaşmayla eş zamanlı olarak yerleştirmeye çalıştı, bütün bunları da dönemin kültür politikaları üzerinden yürüttü. İmdi seksen yıl sonra seksen yıldır geldiğimiz şu noktada dönüp de arkamıza şöyle bir bakmak ve bu politikalar üzerinden bu modeli tartışmak Türk milletinin nereden nereye ve niçin sürüklendiğini anlamamızı kolaylaştırır.
Cumhuriyet dönemi kültür politikaları dönemin aydınlarının kültür görüşlerini değerlendiren Mustafa Kemâlin değerlilik tasarımı etrâfında oluşturuldu. İnönü döneminde bu politikalar aynı şekilde sürdürülmek istenmişse de kimi sapmalar ortaya çıktı. Demokrat Parti iktidârıyla birlikte ise bunlardan tâviz verildi.
Mustafa Kemâlin büyük bir kararlılıkla uygulamaya koyduğu kültür politikalarının ilk çekirdeğine Nâmık Kemâl ve Ziyâ Gökâlpte rastlarız. İmdi birincileyin bu iki aydının kültür görüşlerine şöyle bir bakalım:
Nâmık Kemâl, Osmanlı aydınlarının Anadoluya henüz daha Memâlik-î Osmâniyye dediği dönemlerde Türkistan ismini, milletimiz için de Türkler ismini kullanırdı. Ayrıca Türk kültürü ve Türk medeniyeti kavramlarına da vurgu yapan ilk aydınımızdı. Çağdaşlaşmanın ancak millî kültürle olanaklı olduğunu savunurken Batıya sırtını da tam olarak çevirmemişti. Kendisi Batı kültür nesnelerinin millî kültürümüze zarar vermesinden endişe ediyordu ve bu endişelerini daha sonraları Mustafa Kemâlin söylemlerinde de buluruz.
Genç Kalemler, Türk Yurdu gibi dergilere yazdığı yazılar, Yeni Mecmua ismiyle çıkarttığı dergide yayımladıkları ve Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak ile Türkçülüğün Esasları, Türk Medeniyet Târihi, Malta Mektupları isimli yapıtları Gökâlpin adının da dönemin kültür politikaları çerçevesinde gündeme gelmesini sağladı. Gökâlpin Türkçülüğün Esasları isimli yapıtı ise daha fazla önem taşır; imdi burada Gökâlp gelişmiş toplumların kullandıkları âletleri kendileri yapabilen toplumlar olduğunu savundu. Çağdaşlaşmak isteyen toplumlar da gelişmiş toplumların salt teknolojilerini almalıdır(!?). Onlara şekil olarak benzemek değildir esas olan.
İmdi bu yapıtında Gökâlp hars ile tehzip için yaptığı kavramsal ayrımla nasıl bir çağdaşlaşmanın Türk kültürüne zarar vereceği, bu tür bir çağdaşlaşma yerine nasıl bir çağdaşlaşmanın gerçekleşmesi gerektiği hakkında bâzı görüşler ileri sürdü: Gökâlpe göre hars insanların geleneklerinden, örflerinden, edebiyâtından, dîninden, dilinden, müziğinden, ahlâkından vb. oluşur. Bunun yanında bir de tehzip vardır ki bu da yüksek bir tahsil görmüş aydınlara mahsustur; güzel sanatları, felsefeyi, edebiyâtı sevmek vb. bunun içinde yer alır. Gökâlpin dilinde kültür bu ikisinin toplamıdır. İnsan harsın etkisiyle kendi milletinin harsını sever, tehzip görmüş bir insan ise her milletin harsını sever. Tehzip insanları hoşgörülü ve insancıl yapar. Gökâlpe göre Türk harsı gelmiş geçmiş harsların en güzelidir ve Türkler diğer milletlerin harslarına boyun eğmemelidir.
Gökâlpe göre bir millet diğer milletlerin millî duygularını taklit edemez; ancak medeniyetlerini taklit edebilir. İmdi medeniyet bir bilgi kümesidir ve diğer milletlerin harsı alınmamalı, onların salt medeniyetleri alınıp kendi harsımıza aşılanmalıdır. Oysa ki Tanzîmatçılar, Batı harsı ile kendi harsımızın uzlaşabileceğini savunuyordu; imdi Gökâlpe göre bu aslâ mümkün değildir.
Ne var ki Gökâlp hars ile tehzîbi birbirinden ayıracak kesin bir sınır da çizemedi ve daha sonraları kültürle ilgili meseleler hakkında düşünenlerde kafa karışıklığı yarattı. Gökâlp değerler sistemini kültür, teknoloji ve bilimi de medeniyet şeklinde kavramlaştırarak konunun içeriğine girmedi. Ancak bu ve buna bağlı diğer görüşleri daha yakından incelendiğinde pek çok tutarsızlığa sâhip olduğu görülür, bunlardan en önemlisi: teknoloji başta olmak üzere diğer kültürlerin birtakım maddî unsurlarının alınması da toplumlarda kültürel sancılar ortaya çıkarabilir.
İşte bu artalan içinde Cumhuriyet dönemine gelindi: Mustafa Kemâl, Osmanlı Devletinin aksine modern bir millî devlet kurmak istiyordu. Anadoluda farklı etnik gruplara mensup pek çok etnik grup olduğu gibi bir de kaybedilen yerlerden Anadoluya göç edenler vardı ve bunlar da Anadoludaki kültürel farklılıkları arttırdı. Mustafa Kemâl çok sayıda ırk, din ve dilden oluşan Osmanlı toplumunun tekliklerden (ortaklıklardan) oluşan Cumhuriyet toplumuna indirgenmesi gerektiğini düşündü. Çok ulusu Osmanlı Devletinden millî devlete veya ümmetten millete geçiş sürecini hazırlamak ve bunu kolaylaştırmak için de bu farklılıkları Ne mutlu Türküm diyene! söylemiyle aşmaya çalıştı.
İmdi Cumhuriyet dönemi kültür politikalarından her birinin altı kazındığında karşımıza hep aynı şeyler çıkıyor: Devrimin koruyucusu olacak insan modelini; yâni Cumhuriyet insanı üst kimlik modelini yerleştirmeye çalışmak ve bununla eş zamanlı olarak millî birlik ve berâberliğin sağlanması ve milletleşirken çağdaşlaşmak. Bu politikalarla getirilen yenilikler de şunlardı: saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilân edilmesi, hilâfetin kaldırılması, tarikatların kapatılması, laikliğin kabûlü, Şeriye ve Evkaf Vilâyetinin kaldırılması, Medenî Kânunun kabûlü, şapka ve kılık kıyâfet devrimi, takvim-saat-ölçülerde yenilikler, soyadı kânununun kabûlü ve harf devrimi. Bu yeniliklerden özellikle de eğitim ve hukuk alanında olanlar daha fazla önem taşır; imdi bunlara biraz daha yakından bakalım:
Osmanlı Devletinde bir önceki asırda yapılan yenileşme hareketlerinin altını kazıdığımızda bunların belirli bir kültür politikasına dayanmadığını görürüz; salt ekonomik ve askerî düzenlemelerdi bunlar. Osmanlı aydınları ve yöneticileri Batının bilim ve teknoloji ürünlerini alma yoluna giderken, onun değerlerini(!?) reddetme ve kendi değerlerini(!?) en üstün sayma eğilimindeydi. Oysa ki bu, Cumhuriyet döneminde böyle sürmez: yeni değerler(!?) getirilmelidir ve bu nedenle, yeni değerleri aktaracak olan kurumların da değiştirilmesi gereklidir. İmdi II. Mahmut döneminde yapılan yenileşme hareketinden farklı olarak Mustafa Kemâl yeni değerler(!?) getirmek istedi: Batıda bundan asırlar önce geçerli kılınan değerleri(!?) Anadoluda da hâkim kılmayı ve bu değerlerle(!?) çağdaşlaşmayı erekledi.
İmdi eğitim alanında yapılan yeniliklere daha yakından bakacak olursak: o dönemlerde eğitimden anlaşılan şey: toplumun kendi üyelerine kendi kültürünü aktarma yoluydu. Bu iş de Osmanlı Devletinde medreseler tarafından yapılmaktaydı. Tanzîmat döneminde açılan askerî eğitim kurumları da Batılı tarzda bir eğitim vererek bu kültürü öğrencilerine aktarmaktaydı. Öte yandan yine bu dönemde azınlıklar ve yabancılar da özel okullar açarak eğitimin daha da çeşitlenmesine neden olmuş; ancak bunlar da Osmanlı Devletine değil; birtakım ayrılıkçı faaliyetler gösteren çevrelere hizmet etmişti. İmdi Osmanlı Devletinden devralınan mîrasta böyle bir çeşitlilikle karşılaşılmakta ve bu, Devrimin korunması, millî birlik ve berâberliğin sağlanması ve milletleşirken çağdaşlaşmanın gerçekleşmesi konusunda çok ciddî birtakım tehlikeler yaratmaktaydı. Eğitim alanında bu politikaların uzantısı olarak ilk önce mektep-medrese ikiliğini çözmek amaçlandı. Tevhîd-i Tedrîsat Kânunu çıkartılarak mevcut bütün eğitim kurumları Maarif Vekâletine (Millî Eğitim Bakanlığı) bağlandı. Artık azınlık ve yabancı okulları da denetim altına alınacak ve bu kimlik modeli bu kurumlarda da yerleştirilecekti. Aynı târihte Şeriye ve Evkaf Nezâreti de kaldırılarak idâresinde bulunan medreseler önce Maarif Vekâletine bağlandı, daha sonra da kaldırıldı. Böylelikle eğitim daha laik ve millî bir hâle getirildi.
İmdi hukuk alanında yapılan yeniliklere de daha yakından bakacak olursak: kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini hukuk sistemleri düzenler. Farklı hukuk sistemleri demek farklı insan ilişkileri demeye gelir. İmdi kültür kurumları da belirli bir kültür coğrafyasında oluşturulan hukuk normları etrâfında şekillenir. Bu kurumlar belirli bir kültürün taşıyıcısı olarak hep aynı modelde insan yaratmayı erekler. Bu kurumlar değişimi sevmez ve farklı kişilerin bu kurumlarda yetişmesine de izin verilmez; bu kişilerin bu kurumların temellerini dinamitlemesinden endişe edilir.
İmdi Osmanlı Devleti esas îtîbârîyle teokratik bir devletti. Bu devletin içinde farklı inançlara sâhip insanlar bulunmaktaydı. İmdi bu devletin salt şeriatta yer alan kurallar dâhilinde idâre edilmesi de bu nedenle söz konusu değildi. Böylelikle örfî hukuk adı verilen başka bir hukuk sistemi ortaya çıktı. Ancak zaman içinde değişen ve başkalaşan yaşam koşulları da yürürlükteki kânunlarda birtakım boşluklar doğurdu. Ayrıca mevcut kânunlarda yapılan kimi yeni düzenlemelerle de Avrupadan alınan kânunlar ile diğerleri arasında kimi ikilikler ortaya çıkmaktaydı. Aslında tüm bunlar bir devlet hâlinde yaşamanın önüne geçebilecekken Osmanlı Devleti bu tehlikeyi hoşgörü politikalarıyla aşabilmişti. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devletinde hukukî bütünlük sağlamak amaçlanmış, yerleştirilmek istenen üst kimlik modeline uygun ilişkiler ağının ortaya konması gerektiği belirli bir motto olarak kabûl edilmişti. İmdi hukuk alanındaki yeniliklerde Batı hukuk sistemlerinin model alınması da rastlantısal değildi; nitekim bunlar yerleştirilmek istenen bu üst kimlik modelinin gereksediği ilişkiler örüntüsüne uygundu.
40lara gelinceye kadar bu üst kimlik modelinden ne anlaşılması gerektiğine ilişkin bir tartışmaya rastlamıyoruz; ancak daha sonraları bunun ne olduğu ve ne olması gerektiği hakkında çok ciddî tartışmaların başladığını görüyoruz. Bana sorarsanız bu tartışmaların temelinde Türk insanının yaşaması istenen hayâtın normlarının bu modelin içine sonradan sokuşturulması var. Nitekim kimileri salt kendi yaşam tarzlarının bu modele uygun olanaklı tek yaşam tarzı olduğuna inandı ve geniş halk kitlelerini de buna inandırdı. İnönü de Mustafa Kemâlin batılılaşma hedefini bir araç olarak değil; amaç olarak gördü, yaptığı işlerle de batılılaşmanın bir tür batıcılığa dönüşmesine kapı araladı. Menderes döneminde ise bu batıcılık en uç noktaya taşındı. 68 kuşağı da böyle bir atmosfer içinde batıcılığa kin kustu ve Mustafa Kemâlin söylemlerine geri dönülmesi gerektiğini savundu. Nitekim bu, Cumhuriyet insanı üst kimlik modelinde ortaya çıkan bu bozunmaya da bir tepkiydi. İmdi bu bozunmanın nedenlerini görmeye çalışmak ve bu modele bağlılığı yeniden tesis etmek hepimizin bir ödevi olsa gerek; ama en çok da kendilerine emânet edilen Cumhuriyeti koruyacak olan biz gençlerin.
İmdi Türkiyede siyâsî partileri Cumhuriyet öncesi dönem ve Cumhuriyet sonrası dönem olmak üzere iki ana dönem içinde ele almak mümkün. Cumhuriyet öncesi dönemde kurulan siyâsî partilerden (nâmı diyar: fırkalardan) veya aynı işlevi gören cemiyetlerden en önemlileri şunlar: Ahâli Fırkası, Ahâli İktisat Fırkası, Amele Fırkası, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Cemiyet-i İnkilâbiye, Hürriyet ve Îtilâf Fırkası, Islahat-ı Esâsiye Osmâniye Fırkası, İlhâk-ı Reddî Heyet Milliyesi, İstanbul Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, İttihâd-ı Muhammed-î Fırkası, Kürt Teâli Cemiyeti, Müdafaa-i Milliye Teşkilâtı, Müstakil Sosyalist Fırkası, Osmanlı Ahrar Fırkası, Osmanlı Çiftçiler Cemiyeti, Osmanlı Demokrat Fırkası, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Osmanlı Hürriyetperveran Avam Fırkası, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı Sosyalist Fırkası, Selâmet-î Osmâniye Fırkası, Teâli İslâm Cemiyeti, Teceddüd Fırkası, Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-î Merkeziyet Cemiyeti, Trabzon Muhafaza Hukuk-i Milliye Cemiyeti, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası, Türkiye Sosyalist Fırkası, Türk Yurdu Cemiyeti ve Vatan ve Hürriyet Cemiyeti.
Cumhuriyet sonrası dönemde kurulan siyâsî partilerden en önemlileri de şunlar: Adâlet Partisi, Anavatan Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisi, Cumhuriyetçi Parti, Cumhuriyet Halk Partisi, Doğru Yol Partisi, Demokratik Parti, Demokratik Sol Parti, Demokrat İşçi Partisi, Demokrat Parti, Fazîlet Partisi, Güven Partisi, Halkçı Parti, Halkın Demokrasi Partisi, Halkın Emek Partisi, Hürriyet Partisi, Köylü Partisi, Liberal Demokrat Parti, Millet Partisi, Millî Güven Partisi, Millî Nizam Partisi, Millî Selâmet Partisi, Müstakil Türk Sosyalist Partisi, Özgürlük ve Demokrasi Partisi, Refah Partisi, Saadet Partisi, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Sosyâl Demokrasi Partisi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Türkiye İşçi Partisi, Türkiye Komünist Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Türkiye Sosyalist Partisi, Türk Sosyâl Demokrat Partisi ve Yeni Türkiye Partisi.
Bizde demokrasinin göreli olarak yakın bir geçmişi olsa da ülkemizde çok sayıda siyâsî parti kurulmuş. Biz sanıyoruz ki bir ülkede ne kadar fazla sayıda siyâsî parti varsa o ülkede değişik görüşlerin savunulabilmesinin olanaklı koşulları da o kadar fazladır. Ne kadar hazindir ki bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çağdaş demokrasinin algılanış biçimi değişik görüşlerin de rahatlıkla dile getirilebildiği bir demokrasi oluyor. Çok particilik ile çağdaş demokrasi arasında kurulan bu sakat ilişki dünyâ târihinde de oldukça hazin sonlar doğurmuştu. Bunların en açık örneklerine yakın dönemde de Bulgaristanda tanıklık ettik. Orada uygulanan seçim sistemi uyarınca Bulgar Meclîsine yirmi küsür siyâsî parti girmeyi başardı ve sözüm ona her türlü görüş temsil hakkı kazandı. Ancak Bulgarlar bu çok particilikten çok çekti. Seçmene selâm gönderen bâzı politikacılar Bulgaristanı içinden çıkılması güç sorunlara mâruz bıraktı. İmdi burada yapacak olduğum işlerden biri de bu ve bunun gibi sofistik yanılsamaların altını oymak; deyim yerindeyse ezber bozmak olacaktır.
Göreli olarak yakın bir geçmişe sâhip olan demokrasimiz şimdiye kadar beş darbe yedi, bunlar: 31 Mart, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat. İmdi bu kadar kısa bir süreçte bu kadar fazla sayıda darbe yiyen demokrasimizin kendine özgü karakterini anlamaya çalışmak yüreği bu ülke için çarpan her insanın boynunun borcu olsa gerek. Dış kaynaklı ve provakatif görüşlerle veya ülkemiz realitesine uymayan mesnetsiz savlarla bu konuya eğilmek hepimizi büyük vebâller altında bırakacaktır. İmdi bunları yapmaya çalışmadan; gerçekten de nesnel bir duruşla Türkiyede siyâsî partiler ve darbeleri incelediğimizde karşımıza ana hatlarıyla şunlar çıkıyor:
*
I. İttihat ve Terakki Fırkası
I.1. İttihat ve Terakki Fırkasının Kuruluş ve Gelişim Süreci
Ülkemizde siyâsî partilerin kamusal bir kimlik kazanarak faaliyet göstermesi 1908 Devrimiyle; başka deyişle II. Meşrutiyetin ilânıyla başlar. Bu târihten önce siyâsî parti olarak nitelendirebileceğimiz gruplar birer cemiyet görünümündeydi. 1876da kabûl edilen Kânun-î Esâsî gereği ilk Osmanlı Meclîsi 1877de toplanmıştı. Bu târihte yapılan ilk seçimlerde Osmanlı Devletine bağlı eyâletlerden vekiller seçilmişti. Bu seçimlere seçmen olarak yalnızca 25 yaşını bitiren erkekler katılabilmiş, seçilme yaşı da 35 olarak öngörülmüştü. Bu vekillerin seçilmelerinde bağlı bulundukları cemiyetlerin faaliyetleri kuşkusuz büyük bir rol üstlenmişti. Bu cemiyetler arasında yaptıkları işler îtîbârîyle ülke siyâseti açısından en önemli olanı da kuşkusuz İttihâd-ı Osmânî Cemiyetiydi, daha sonraları bu cemiyet İttihat ve Terakki Fırkası ismini alacak ve 1908 ile 1918 yılları arasında ülke siyâsetinde çok önemli bir rol üstlenecekti.
Fırkanın resmî kuruluş târihi 3 Hazîran 1889. Kurucuları ise eski adı Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne olan Askerî Tıbbiyeli beş öğrencidir, bunlar: İshak Sükûti, İbrâhim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmet Reşid ve Konyalı Hikmet Emin. İttihatçılar 1889 yılından 1926 yılına kadar çalışmalarını sürdürdü. Çeşitli dönemlerde çeşitli adlar altında toplanmış olsalar da ülke siyâsetinde hep kilit noktalarda yer aldılar. Yâni görüldüğü gibi bugün bile Anayasamızda yer alan kapatılan bir siyâsî partinin devâmı olarak başka bir siyâsî parti kurulamaz hükmünün ihlâli bizde demokrasinin târihi kadar eski.
İttihat ve Terakki Fırkası ülkemizde demokrasinin ve demokratik kurumların yerleştirilmesinde kilit bir öneme sâhip olmuş bir fırkadır. Bu fırkanın örgütlenme biçimi üzerinden giderek yapabileceğimiz bir inceleme de bizdeki demokrasinin Batıdakinden farklarını apaçık bir biçimde belgelemeye yarayabilir. Üstelik çağdaş demokrasiyi neden bir türlü kurumsallaştıramadığımızı anlamamıza da yardımcı olabilir:
I.2. İttihat ve Terakki Fırkasının Örgütlenme Biçimi
Batıda ilk demokrasi uygulamaları Grek kent-devletlerinde ortaya çıkar. Grekler siyâsî kurumlarının başına geçecek kimseleri oyla seçiyor, bunun adına da demokrasi diyorlardı. Ancak bu demokrasinin altını kurcaladığımızda aslında bunun çağdaş demokrasi olmadığını rahatlıkla görebiliriz: imdi Greklerde yalnızca köle olmayan; yâni özgür yurttaşlardan salt erkeklerin oy hakkı vardı. Buna karşılık insanlık târihi çağdaş demokrasiyle ilk defâ Fransız Devrimi sonrasında karşılaştı. Jakobenler, Devrimin tüm getirdiklerini olumlayan insanlar yaratma ihtiyâcı içine girmişlerdi. Bunun yolunu da demokratik ve meşru araçlarda görüyorlardı. Bu nedenle ivedilikle siyâsî örgütlenme faaliyetlerine hız kazandırdılar. İmdi bu süreç içinde Fransada siyâsî partilerin kuruluşu da sınıf esaslarına göre belirlendi. Kısa bir zaman içinde bir burjuva partisi bir de işçi partisi kuruldu ve bu örgütlenme biçimi zaman içinde tüm Batıya yayıldı. Başka deyişle Batıda ve çağdaş demokrasilerde siyâsî partilerin örgütlenme biçimi sınıf esaslarına göre belirlendi. Bizde ise komitacılık esâsına göre belirlendi. İmdi bizde henüz daha yolun başında çağdaş demokrasinin özü benimsenmemişti; hem üstelik o dönemler benimsenmesine de imkân yoktu; o dönemler bizde sınıflaşma henüz ortaya çıkmamıştı.
Fırka faaliyetlerini son derece gizli bir biçimde sürdürüyor; II. Abdülhamidnin hışmına uğramaktan sakınıyordu. Ne var ki Sarayın baskıcı ve sansürcü zihniyeti bu beş öğrencinin devrim düşüncesi geliştirmesine mâni olamadı. Bu beş öğrenci kendi düşüncelerini yaymaya ve bunları savunacak kişileri kendi etraflarında toplamaya giriştiler. Temel amaçları: II. Abdülhamidi tahtan indirmek ve Kânun-î Esâsîyi yeniden ilân ettirmek.
1894 yılına gelindiğinde; yâni yaklaşık beş yıllık bir zaman dilimi içinde bu beş öğrencinin etrâfında oldukça geniş bir kitle toplandı. Bundan cesâret alarak artık faaliyetlerini gizli bir biçimde sürdürmek yerine geniş halk kitlelerine açılmaya karar verdiler. Cemiyete de Tıbbiye öğrencilerinin dışından üye alarak halka açıldılar. Görüldüğü gibi İttihatçılar komitacılık esâsına göre belirledikleri örgütlenme biçimiyle giriştikleri siyâsî faaliyetlerle başladıkları demokrasi yürüyüşünde henüz başlangıçta halk desteğiyle yola koyulmamış; ancak daha sonra bu desteği kazanmaya çalışmışlardı. Ne var ki çağdaş demokrasilerde siyâsî faaliyetlerin temelinde sınıf çıkarları olduğu için bu faaliyetler geniş halk kitlelerinin desteğiyle başlar ve gelişir.
I.3. Ahmet Rızâ Bey Dönemi
Cemiyetin artık geniş halk kitlelerine açılmaya karar vermesinden sonra, kendilerine oldukça iddiâlı bir lîder portresi çizen Ahmet Rızâ Beyle görüşmelere başladılar, kısa bir süre sonra onu cemiyetin başına geçirdiler. 1895 yılında da cemiyetin adını Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirdiler.
Bu noktada Ahmet Rızâ Bey hakkında bir iki şey söylemek sanırım yararlı olur: kendisi aslında Fransada ziraat öğrenimi görmüş bir aydınımızdı. İstanbula dönüşünde kendisine o dönemin tarım bakanlığında çalışma talebi götürüldü ve o da bunu heyecanla kabûl etti. Buna karşılık artık dev reformların gerektiği Osmanlı tarım sistemi içinde kendisinin yapabileceği çok fazla bir şey bulunmadığını görünce büyük bir hüsran yaşadı. Ahmet Rızâ Beye göre tarımın sorunları merkezden hâlledilebilecek türden sorunlar değildi ve köylünün ivedilikle bilgilendirilmesi, yeni tarım yöntem ve tekniklerinden haberdâr edilmesi ve yeni kaynakların onlara sağlanması gerekmekteydi. Bu sorunlardan en önemli ise eğitimdi; nitekim köylüler eğitilmediği sürece diğer koşulların sağlanması durumunda bile büyük bir başarı kazanılamazdı. İmdi bu nedenlerle Ahmet Rızâ Bey dönemin tarım bakanlığından istifâ etmiş, eğitim bakanlığına geçmişti. Ne var ki kısa bir süre sonra eğitim bakanlığında da kendisinin yapabileceği çok fazla bir şey bulunmadığını görünce içinde bulunduğu hüsran da artacaktı. Böylelikle ülke içinde yapabileceği bir şey olmadığına inanarak Avrupaya gitmeye, orada Osmanlı yöneticilerine karşı milleti için mücâdele etmeye karar vermişti.
Bu sıralarda patlak veren Ermenî ayaklanmaları cemiyet faaliyetlerinde yeni bir dönemeç meydana getirdi: bu zamâna kadar salt II. Abdülhamidi tahtan indirmek ve Kânun-î Esâsîyi yeniden ilân ettirmek için faaliyetlerde bulunan cemiyet bu târihten sonra Sarayın iç ve dış politikaları üzerine odaklanmaya başlayacaktı. Doğu illerinde patlak veren bu ayaklanmalar İttihatçıların Osmanlı Devletinin Ermenî politikalarını yeniden gözden geçirmesi gerektiği yollu bir görüş benimsemelerini sağladı. Bu amaç doğrultusunda bir dizi öneri geliştirdiler ve bunları cemiyetin yayın organı olan Meşveret isimli gazetede geniş halk kitleleriyle paylaştılar. Ne var ki Saray bu gelişmelere kayıtsız kalmadı; ülke içinde daha fazla sayıda ve geniş katılımlarla iç isyanların ortaya çıkmasından ve bu isyanların giderek daha yoğun bir biçimde ayrılıkçı faaliyetlere dönüşmesinden ve bir de bunlara Avrupalı devletlerin çanak tutmasından endişe ediyordu. Bu nedenle Meşveret kapatıldı, yazarları da tutuklanarak sürgüne gönderildi. Bu gelişmelerde payı olduğu düşünülen Tıbbiye öğrencilerinin de askeriyeyle ilişkileri kesildi ve mahkemelerde yargılandılar.
Bunun üzerine cemiyet üyeleri bu faaliyetlerin artık ülke sınırları içinde sürdürülemeyeceğini düşündüler ve yurt dışına çıkmaya karar verdiler, en ideâl merkez olarak da Pârisi gördüler, Avrupanın başka kentlerinde de şubeler açtılar. Daha sonra da Ortadoğuda bâzı şubeler açtılar; nitekim bu bölgede hızla yükselişe geçen yönetim aleyhtarlığını arkalarına almak istediler, bu amaç doğrultusunda da Mısırda Mîzan isimli yeni bir dergi çıkarttılar.
I.4. Murat Bey Dönemi
O dönemler gelişmeler oldukça hızlı bir biçimde cereyân ediyordu. İttihatçılardan bir kısmı bu kadar sert bir biçimde Sarayı karşılarına almalarından rahatsızlık duymaya başladı. İttihatçılar arasında muhalif bir grup ortaya çıkarak daha ılımlı bir politika izlemek gerektiğini savundu. Ahmet Rızâ Bey ise cemiyetin amaçlarının ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceğine inanıyor, ılımlı politikalara sıcak bakmıyordu. Buna karşılık bu muhalif grubu iknâ etmeyi başaramadı ve onlar kendi aralarında anlaşarak 1896 yılında cemiyetin başkanlığından Ahmet Rızâ Beyi alıp yerine Murat Beyi getirmeyi başardılar. Bu târihten îtîbâren cemiyet faaliyetlerinde orta yolcu bir politika değişikliği baş gösterdi.
Bu noktada Murat Bey hakkında da bir iki şey söylemek sanırım yararlı olur: Murat Bey iyi bir târih profesörüydü. Ona göre Osmanlı Devletinin yaşadığı hemen tüm sorunların temelinde târihsel nedenler vardı. İmdi salt II. Abdülhamidi tahtan indirip Kânun-î Esâsîyi yeniden ilân ettirmek yeterli olamazdı. Üstelik Osmanlılar için asıl tehlike de Ruslardı. Bu tehlikeye karşı Avrupa devletlerinin yardımı sağlanmalı ve halîfe etrâfında toplanılmalıydı.
Bu orta yolcu değişim fazla sürmedi: bir yıl sonra; yâni 1897de Osmanlılar ile Yunanlılar arasında patlak veren savaşı Osmanlı Devletinin kazanması bu orta yolcu politikanın yeniden gözden geçirilmesi ihtiyâcını doğurdu; Sarayın güçlenen îtîbârı cemiyetin orta yolcu politikalarla amaçlarına ulaşamayacağı yollu bir görüş doğurdu. Nitekim bu îtîbâr artışı cemiyetin çeşitli toplantılarına gerek yurt içinden gerekse yurt dışından katılanların sayısında önemli bir azalma meydana getirdi. Saray cemiyetin faaliyetlerini gizli yollardan tâkip ediyor, bu iş için görevlendirdiklerinden toplantılarda konuşulanları bir bir rapor etmesini istiyordu. Bu raporlar doğrultusunda Saray cemiyetin yurt dışındaki üyelerini ülkelerine barışın gelmesine katkı sağlamak iddiâsıyla çağırıp sonra da yargılayıp bir bir sürgüne göndermeyi plânladı.
Saray bu plân doğrultusunda bu amacı gerçekleştirmek için cemiyet üyeleriyle görüşmek üzere Ahmet Celâlettin Paşayı görevlendirdi ve Paşa o sıralarda Cenevrede bulunan cemiyetin yeni başkanı Murat Beyle görüşmeye gitti. Murat Bey oldukça ılımlı bir kimseydi. Hem karakter hem de siyâsî duruş bakımından mücâdeleci yönü pek zayıftı. Dolayısıyla Ahmet Celâlettin Paşa ile Murat Bey arasında yapılan tartışmalar Sarayın lehine sonuçlandı. Buna karşılık Ahmet Rızâ Bey bu tartışmalardan çıkan kararları; cemiyetin bütün faaliyetlerinin durdurulması ve üyelerinin İstanbula gelmesi kararlarını cemiyetin dâvâsına ihânet olarak nitelendiriyordu. Murat Beyin bu tavrı Ahmet Rızâ Beyde olduğu kadar birçok İttihatçıda da hoşnutsuzluk yaratmış, Ahmet Rızâ Beyin etrâfındaki taraftar sayısı artmıştı. Bu İttihatçılar, Murat Beyin aldığı kararları kesinlikle tanımayacaklarını ve bundan sonra Ahmet Rızâ Beyle birlikte hareket edeceklerini deklare ettiler. Kısa bir zaman içinde Murat Beyin cemiyet içinde nüfûzu azaldı ve cemiyetin başkanlığına da Ahmet Rızâ Bey getirildi.
I.5. İkinci Ahmet Rızâ Bey Dönemi
Bu dönemde cemiyet gerek yurt içinde gerekse yurt dışında daha katı bir politika benimsedi. Buna karşılık Murat Bey ve birkaç arkadaşı artık yurt dışında yapacak bir işleri kalmadığını düşünerek Ahmet Celâlettin Paşanın teklifi üzerine İstanbula gerisingeri döndüler. Ne var ki İstanbulda onları kötü bir sürpriz bekliyordu: derhâl tutuklanarak sürgüne yollandılar. Buna Ahmet Rızâ Bey hiç şaşırmadı; çünkü Saraya zâten hiç mi hiç güvenmiyordu. Buna karşılık pek çok İttihatçı, Murat Bey ve arkadaşlarının başına gelenlere çok şaşırmıştı. Ahmet Rızâ Bey de usta bir siyâsî manevrayla bu olayı cemiyetin amaçları doğrultusunda önemli bir siyâsî malzeme olarak kullandı. Bu yolla hem cemiyet içindeki siyâsî nüfûzunu arttıracak hem de Sarayın îtîbâr artışını durduracaktı.
Böylelikle ikinci Ahmet Rızâ Bey dönemi çok sert geçti. Saray ise gelişmeleri kaygıyla izliyor, vakit kaybetmeden birşeyler yapmaya çalışıyordu. Bunlar arasında Avrupalı lîderlere yönelttiği cemiyet faaliyetlerini durdurma talebi daha büyük bir önem taşır. Bu zamâna kadar bu faaliyetlere herhangi bir müdahâlede bulunmayan bu lîderler bu kritik zaman dilimi içersinde Sarayı karşılarına açıktan açığa almaya pek de sıcak bakmadı. Bunun üzerine cemiyet faaliyetleri hemen tüm Avrupada durduruldu ve şubeler de birer birer kapatıldı.
Böylelikle Saray, İttihatçılarla birtakım pazarlıklar yapma girişiminde bulundu ve bâzı elçiler gönderdi. Bu pazarlıklar sırasında İttihatçılar kendi dâvâlarına meşru yollarla hizmet etmeye çalışmak için yeni bir arayış içine girdiler ve Avrupada çeşitli sefâretlerde görev yapma talebinde bulundular. Saray da cemiyetin kapatılması karşılığında böylesine mâsum bir teklifi hemen kabûl etti ve İttihatçıları çeşitli sefâretlere atadı. Böylelikle İttihatçılar kendi dâvâlarına meşru yollarla hizmet etme imkânına kavuşarak karşılarına çıkan olumsuz bir gelişmeyi kendileri açısından olumlu bir gelişmeye döndürmeyi başarmış oldu. Buna karşılık İttihatçıların bu yaptıklarının gerçek amacını Anadolu teşkilâtına duyurabilmeleri ise mümkün olamadı. Zaman içinde de Anadoluda bu İttihatçılara karşı muhalif sesler yükseldi. İmdi teşkilât içten içe kaynıyor, bu İttihatçılar döneklikle suçlanıyordu.
I.6. Dâmat Mahmut Paşa Dönemi
Bu İttihatçılar, Anadolu teşkilâtının kendilerinden duyduğu rahatsızlığa tahammül edememekteydi. Öte yandan diğer sefirlere oranla kendilerine çifte standart uygulanması da onları rahatsız ediyordu. Nitekim görev dağılımında birtakım adâletsizlikler yapılıyor, kendilerine söz hakkı tanınmıyordu. Böylelikle bu İttihatçılar bu görevlerinden hızla istifâ etmeye başlamıştı. Ne var ki artık cemiyetin Avrupa şubelerinde çalışabilmelerine bir imkân kalmamış, şimdi ne yapacakları konusunda çâresizlik içine düşmüşlerdi.
İşte tam da bu sıralarda Dâmat Mahmut Paşanın Avrupaya gelmesi bu İttihatçılara yeni bir umut oldu. Nitekim Paşa, Sarayın uyguladığı politikalara karşı İttihatçılarla birlikte hareket etme karârı almış ve bu hareketin başarı sağlamasının olanaklı koşulunun da Avrupadaki faaliyetlerle mümkün olduğuna inanmıştı. Ayrıca Paşanın Avrupalı lîderler gözünde de Ahmet Rızâ Beye oranla daha hatırı sayılır bir îtîbârı vardı. Böylelikle Paşa, İttihatçıların yeni lîderi oldu. Kilit noktalara da kendi adamlarını ve gönüldeşlerini yerleştirdi. Bunlar arasında oğulları Prens Sabahattin ve Lûtfullah Bey de vardı. İmdi bu gelişmeler eşliğinde 1902 yılına gelindi. Bu târihte ise ortalık epeyce karışacaktı:
I.6.1. 4-9 Şubat 1902 Pâris Kongresi
Prens Sabahattinin cemiyet içindeki prestiji zamanla babasınınkini bile aştı ve etrâfındaki insan sayısını arttırdı. Bunun ardındaki en önemli nedenler de kişisel karizması ve naifliğiydi. Bu prestij ona müthiş bir kendine güven duygusu kazandırıyor; ancak maalesef üzerinde ciddî olarak düşünülmemiş birtakım görüş ve öneriler geliştirmesine de yol açıyor, onu başkalarının siyâsî hesaplarına açık bir hâle getiriyordu. Bu cümleden olmak üzere cemiyetin 1902 Kongresinde Ramsaur denilen bir ajanın kışkırtmalarıyla ortaya şu iki öneriyi attı: imdi artık Osmanlı ülkesinde refâhı sağlamanın olanaklı tek yolu II. Abdülhamidin tahtan kesinlikle uzaklaştırılması ve bu amaç doğrultusunda da İngilizlerin desteğinin sağlanmasıdır. Anadolunun desteğini almak için de Avrupalı lîderlerin Osmanlı Devletine savaş açma karârı alması sağlanmalıdır.
İşte bu iki öneri Prens Sabahattin ve arkadaşları ile diğer İttihatçılar arasında çok ciddî birtakım görüş ayrılıkları ortaya çıkarttı ve Kongrede tansiyonlar epeyce yükseldi. Ahmet Rızâ Beye göre Avrupalı lîderlerin şu hasta adama savaş açma karârı almasını sağlamak için onlarla işbirliğine kalkışmak hiçbir biçimde milliyetçilik bilinciyle bağdaşmazdı. Nitekim düşmanla işbirliği yapmak her hâlûkârda vatana ihânet etmek demeye geleceğinden İttihatçılar, Prens Sabahattin ve arkadaşları tarafından târihe vatana ihânet etmek gibi affedilemez bir suçla geçecekti. Öte yandan bunları Anadolu teşkilâtına kabûl ettirmenin de hiçbir yolu yoktu. İmdi zâten Anadolu teşkilâtı uzun zamandan beri kendi başına hareket ediyor, kendilerini hiçe sayıyordu. Böyle bir tablo karşısında Prens Sabahattin ve arkadaşlarının önerilerinin uygulanabilir hiçbir haklı gerekçesi bulunmadığı gibi bunları uygulamanın bir yolunu aramak da hem cemiyetin hem de Osmanlı Devletinin sonunu getirirdi.
Buna karşılık Prens Sabahattin ve arkadaşları Ramsaur denilen bir ajanın kışkırtmalarıyla Kongrede, mevcut sorunlarla mücâdele etmek için şimdiye kadar olanaklı tüm yolların denenmiş olduğunu, İttihatçıların özünde haklı ve meşru olan bu dâvâsının mevcut yöntemlerle başarıyla sonuçlandırılmasının olanaksız olduğunun anlaşıldığını, bugün gelinen nokta îtîbârîyle çözümün masa başında sağlanabilmesinin artık hiçbir imkânının bulunmadığını, eğer bu sorunların çözümüne bir katkı sağlayacaksa kendilerinin târihe birer vatan hâini olarak geçmekten yüksünmeyip ellerini taşın altına koymanın şimdi tam zamânı olduğunu savunuyor, Ahmet Rızâ Beyi köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Barışçıl yollarla yapılan tüm girişimlerin sonucunun hep sürgünle bittiğini, gerektiğinde şiddete başvurmadan yapılacak ve başarıyla sonuçlandırılamayacak her girişimin ülkenin refâhı bakımından daha büyük bir gecikmişliğe yol açacağını iddiâ ediyor, delegeleri kendi yanlarına çekmeye çalışıyordu.
I.6.2. Görüş Ayrılıkları ve Bölünme
Netîcede Kongede bir anlaşma sağlanamadı ve herhangi bir karar alınamadı. Buna karşılık Prens Sabahattin ve arkadaşları ile Ahmet Rızâ Bey ve arkadaşlarının artık aynı çatı altında bulunamayacakları düşünüldü ve cemiyet bölündü. Prens Sabahattin ve arkadaşları cemiyetten istifâ ederek Osmanlı Hürriyetperveran Cemiyeti isimli yeni bir cemiyet kurdular. Bunun üzerine Ahmet Rızâ Bey ve arkadaşları da Dâmat Mahmut Paşanın lîderliğini tanımama karârı alarak İttihatçıları Terakki ve İttihat Cemiyeti ismi altında kurdukları yeni cemiyete dâvet ettiler.
I.7. Ahmet Rızâ Bey ve Terakki ve İttihat Cemiyeti
Ahmet Rızâ Bey ve Terakki ve İttihat Cemiyeti faaliyetlerini her geçen gün artan bir ivmeyle sürdürüyor ve kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışıyordu. Bu cemiyet kendilerine Avrupalı lîderlerin koydukları engelleri de bir biçimde aşmayı başarıyor, siyâsî nüfûzunu da hızla arttırıyordu. Cemiyetin Anadolu teşkilâtıyla birleşmesi ise Selanikte kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyetiyle birleşmelerinden sonra gerçekleşti. Daha sonra da diğer cemiyetlerle de birleşme karârı alındı. İmdi artık Saraya karşı birlikte hareket etme zamânı gelmişti. 1908 yılına gelindiğinde ise olağanüstü bir siyâsî manevrayla ülke siyâsetinde hatırı sayılır bir başarıya imzâ attılar:
I.8. II. Meşrutiyetin İlânı ve Kânun-î Esâsînin Yeniden Yürürlüğe Sokulması
Terakki ve İttihat Cemiyetinin merkez teşkilâtı Pâristeydi. Bu da Anadoluda olup bitenlerin tâkip edilmesini zorlaştırıyordu. Hâl böyle olunca cemiyetin bir de yurt içinde bir merkezi kurulmasına karar verildi, en ideâl yer olarak da Rumeli görüldü ve hemen harekete geçildi. İmdi ordu içindeki subayların da cemiyet faaliyetlerine katılımı sağlandı ve hem cemiyetin siyâsî nüfûzu arttı hem de cemiyet silâh gücü kazandı. Böylelikle yönetime karşı duyulan hoşnutsuzlukları dile getirmenin yolu olarak artık silâhlı çatışmalar kullanılmasına karar verildi. İlk çatışmalar da Selanik ve Makedonyada II. Abdülhamid yandaşlarıyla gerçekleştirildi. Saray ise bu gelişmeleri kaygı verici buluyor, vakit kaybetmeden bu âsîleri cezâlandırmak istiyordu. Bu amaç doğrultusunda ivedilikle bir askerî birlik hazırlandı ve çatışma bölgesine gönderildi. Bu birliğin başında da Şemsi Paşa bulunuyordu. Paşanın birinci ve öncelikli görevi bu ayaklanmayı tertip edenleri tutuklayarak İstanbula getirmekti. Ne var ki bu görevi yerine getiremeden İttihatçı subaylar tarafından öldürüldü. İşte bu karışıklık ortamı içinde gerek İstanbulda gerekse Anadolunun muhtelif yerlerinde İttihatçılar yoğun bir telgraf trafiğiyle, işlerin artık içinden çıkılmaz bir hâl almadan Meşrutiyeti ilân etmesi ve Meclîs-i Mebusanı yeniden toplantıya çağırması için Saraya baskı uygulamaya başladı.
Bu sıralarda ortaya çıkan bir gelişme olayların akışında önemli bir değişiklik meydana getirdi. Cephede sıcak çatışmaların sürdüğü günlerde Avusturyalıların demiryolu politikalarına muhalif yaklaşık yirmi bin kadar Arnavut oldukça şiddetli bir ayaklanma başlattı. Her ne kadar bu ayaklanmanın asıl nedeni bu olsa da İttihatçılar olağanüstü bir siyâsî manevrayla bu ayaklanmayı kendi lehlerine tertip edilen bir gösteri olarak göstermeyi başardılar ve Meşrutiyetin yeniden ilân edilmesi ve Meclîs-i Mebusanın yeniden göreve başlaması hâlinde bu ayaklanmanın sona ereceğini Saraya ilettiler. İttihatçılar, Sarayın çok hızlı bir biçimde karar almasını istiyor, karar alma sürecinin uzaması hâlinde bu manevranın geri tepmesinden endişe ediyordu. Bu nedenle Anadolunun muhtelif yerlerinde de bir dizi ayaklanma tertip ettiler ve Sarayın karar alma sürecini olabildiğince kısaltmaya çalıştılar. Bütün bu gelişmeler üzerine II. Abdülhamid de işler daha fazla sarpa sarmadan Meşrutiyeti ilân edeceğini ve en kısa zamanda Meclîs-i Mebusanın yeniden göreve başlaması için yeni seçimlerin yapılacağını kamuoyuna deklare etti. 24 Temmuz 1908e gelindiğinde de II. Meşrutiyet ilân edildi ve daha sonra da Kânun-î Esâsî yeniden yürürlüğe sokuldu. Böylelikle İttihatçıların kamuoyundaki îtîbârı da hat safhâya ulaştı.
I.9. İttihatçıların Yükselişi
Bu seçimlerden İttihatçılar büyük bir zaferle çıktı. İttihatçıların kamuoyundaki îtîbârı o kadar hat safhâya ulaştı ki zamanla cemiyetin siyâsî nüfûzu Sarayınkini bile aştı. İmdi bu noktada şunları söylemek mümkün: Osmanlı idâresinde devlet kurumları ile kişiler özdeşleştirilmekteydi. Bu durum devletin yönetim esasları gereğince bu şekilde belirlenmişti. Osmanlı Devletinde örneğin özel bir adlî teşkilât Tanzîmattan önce yoktu. Tanzîmat öncesinde kadılar kendi konaklarında işlerini görüyor, bu konaklar aynı zamanda da adliye hizmeti veriyordu. İmdi bu konaklar harem ve selâmlık olmak üzere iki bölümden oluşuyor; harem bölümünde kadıların hâne halkı yaşamını sürdürürken, selâmlık bölümünde ise kadılık görevleri yerine getiriliyordu. Böyle bir durum paşa konakları için de geçerliydi. Tanzîmattan önce devlet memurluğu kavramı da gelişmemişti. Devlet yetkilileri Paşalara ödenek gönderir, onlar da kullarına bu maaşları bizzat kendileri öderdi. Ancak Tanzîmattan sonra devlet memurluğu kavramı gelişti ve maaşlar devlet tarafından ödendi, ayrıca hem bu kulluk anlayışı hem de devlet kurumlarının kişilerle özdeşleştirilmesi geride bırakıldı. Ne var ki yirminci yüzyılın henüz başlarında bu geçiş hiç de bir anda olmuş gibi görünmüyor; nitekim devlet kurumlarının kişilerle özdeşleştirilmesine İttihatçıların şahsında yeniden rastlıyoruz; devlet kurumlarının cemiyet üyeleriyle özdeşleştirildiğini görüyoruz. Böyle bir ilişkiye daha sonraları CHPnin tek parti iktidârı döneminde de yeniden rastlayacaktık.
I.10. İttihatçılar Arasında Görüş Ayrılıkları
Zamanla İttihatçılar arasında hem iç politika hem de dış politika sorunları üzerinde birtakım görüş ayrılıkları ve bunlara bağlı olarak birtakım bloklaşmalar ortaya çıktı. Bu bloklaşmalar içinde Sait Paşa ve Kâmil Paşanın lîderlik ettiği bloklar daha fazla önem taşır. Bu bloklaşmalar öyle bir hâle geldi ki İttihatçı hükümetler yine bizzat İttihatçılar tarafından düşürülmeye başlandı. Nitekim Sait Paşa hükümetinin düşürülerek Kâmil Paşa hükümetinin kurulması da bu cümledendi. Kâmil Paşa hükümeti kısa zamanda arkasında geniş bir halk desteği toplamayı başardı. Ne var ki Sait Paşa ve arkadaşları da boş durmuyor; halkı Kâmil Paşa hükümetine karşı provoke ediyordu.
I.11. İttihatçılar, 31 Mart Olayı ve II. Abdülhamidin Tahtan İndirilmesi
O dönemler Meclîs-i Mebusanda kazanlar kaynıyor, ülke giderek kaosa sürükleniyordu. İttihatçıların kendi aralarında didişmesini fırsat bilen muhalif vekiller de başta laiklik ve milliyetçilikle ilgili olmak üzere bâzı konularda siyâsî gerginlikler yaratıyor, Kâmil Paşa hükümetinin getirdiği reformlardan duyulan rahatsızlıkları yüksek sesle dile getiriyor ve zamanla meclîs çalışmaları büyük bir tıkanıklık içine giriyordu. Bir süre sonra hem Sait Paşa bloğundan hem de Kâmil Paşa bloğundan bâzı kopmalar başladı ve muhalif vekillerin siyâsî nüfûzu giderek arttı; böylelikle meclîs çalışmaları irticâî bir nitelik kazanmaya başladı.
Meclîs-i Mebusanda bunlar olup biterken kimi paramiliter İttihatçı gruplar da muhalif vekillerle birlikte hareket eden gazetecilere suikastlar düzenlemeye yönelmişti. Tüm bu gelişmeler İttihatçıların kamuoyundaki îtîbârını da sarsmıştı. İşte böyle bir ortam içinde bir grup subay irticâî faaliyetlere katılanların kışkırtmasıyla hicrî takvime göre 31 Mart (mîlâdî takvime göre 12 Nîsan) gecesi Meclîs-i Mebusan üzerine yürüdü ve Kâmil Paşa hükümetini dînî hükümleri uygulamaya çağırdı. Bu kışkırtmalar en çok da yeni çıkartılan askerlik kânunu gereğince askere alınan medrese öğrencileri ve ordudan ihrâç edilen subaylar üzerinde etkili olmuştu. Netîcede çatışmalar sokaklara kadar yayıldı.
Bu gelişmeler üzerine Kâmil Paşa derhâl istifâ etti. Kâmil Paşa bloğu da can güvenliklerinin sağlanamadığı gerekçesiyle meclîs çalışmalarını protesto ettiler ve oturumlara katılmadılar. Mahmut Şevket Paşayı da can güvenliklerini sağlamak için göreve çağırdılar. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa yanına Sâlih Hulûsi Paşayı da alarak Harekât Ordusunu kurdu ve İstanbula yürüdüler, kısa bir zaman sonra da ayaklanmacıların karşısına dikildiler. Bu ordunun gücü karşısında ayaklanmacılar teslim olmaktan başka bir seçeneklerinin olmadığına inandılar, daha sonra da tutuklanarak Dîvân-ı Harpe çıkartıldılar, yargılanmaları netîcesinde de ölüm cezâsıyla cezâlandırıldılar.
İmdi İttihatçılar can güvenliklerini korumada başarılı olamadığı gerekçesiyle Saraya ateş püskürüyordu. Olup bitenlere seyirci kalmakla suçladıkları ve hattâ işlerin bu boyutlara kadar büyümesine göz yumarak İttihatçıların katledilmesine fırsat verdiği gerekçesiyle II. Abdülhamidin tahtan indirilmesinde kilit bir rol üstlendiler, yerine de V. Reşatı geçirdiler. II. Abdülhamidin İstanbulda ikâmet etmesini bile yasaklayarak onu ivedilikle Selanike yolcu ettiler.
I.12. Olup Bitenlere İlişkin Bir Değerlendirme
Kanımca 31 Mart Olayının en önemli sonucu askerlerin gerektiğinde demokrasiye balâns ayârı yapabileceklerinin kabûl edilmesi oldu. Kültürde süreklilik ilkesi uyarınca Türkiyede siyâset kurumu üzerinde askerlerin etkilerini öyle bir çırpıda söküp atmak kolay değildir. Türkiyede siyâset kurumu ile askerler arasında çok sıkı bir ilişki vardır ve askerler gerektiğinde siyâsete müdahâle etmekten sakınmazlar. İttihatçılar ile Hareket Ordusu arasındaki ilişkide olduğu gibi Türkiyede askerler siyâsete dışarıdan seyirci kalamaz; bizzat içinde yer alarak üzerlerine düşen görevleri yaparlar. İmdi bunları Batılıların anlamasına imkân yoktur. Bugün îtîbârîyle bizlere dayattıkları ev ödevleriyle askerlerin siyâsete müdahâlesini ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Ancak unutulmaması gereken bir şey vardır ki Türkiyeye hem demokrasiyi getirenler hem bu demokrasinin yerleşmesini sağlayanlar hem de gerektiğinde bunu koruyanlar, gerçekleştirenler ve geliştirenler hiçbir zaman örneğin Fransada olduğu gibi entellicantia veya İngilterede olduğu gibi sendikalar olmamıştır. Türkiyede askerler demokrasinin hep doğal bir öğesi konumunda bulunmuştur.
I.13. 31 Martın Ardından
Hareket Ordusu yeni kabîneyi kurma görevini İbrâhim Hakkı Paşaya verdi. Ne var ki bu gelişmeyi Sait Paşa ve arkadaşları kabûl edilebilir bulmadılar ve bir hükümetin ordu tarafından iş başına getirilmesinin demokrasiyle bağdaşır bir tarafının olmadığını savunarak yoğun bir propaganda faaliyeti içine girdiler. Kısa bir zaman sonra da tekrar iktidâr olmayı başardılar.
Bu yeni dönemde Sait Paşa ve arkadaşları İttihatçılar arasındaki bu bloklaşmaları ortadan kaldırmayı amaçladılar, bunun yolunu da İttihatçı vekillerin önüne muhalif vekillerle mücâdele etmek yollu bir ortak hedef koymada buldular. Böylelikle muhalif vekillere karşı birtakım anti-demokratik uygulamalar başlattılar.
1913e gelindiğinde İttihatçılar bu uygulamalar netîcesinde hem kendi aralarındaki buzları eritmeyi hem de muhalefeti sindirmeyi başarmıştı. Ne var ki hâin bir suikasta kurban giden Mahmut Şevket Paşanın ölümüne kayıtsız kalması Sait Paşanın sonunu getirecek, İttihatçıların lîderliğine de Enver Paşa ve Tâlât Paşa soyunacaktı.
I.14. Birici Dünyâ Savaşına Katılım ve İttihatçıların Sonu
1914 yılına gelindiğinde Îtilâf Devletlerine karşı Almanyanın yanında savaşa girme karârının alınmasında bu Paşaların rolü büyük oldu. Sait Paşa zamânında muhalefetin sindirilmiş olması da Meclîs-i Mebusandan savaş karârının kolaylıkla çıkmasını sağladı. Savaşın getirdiği faturaların bedeli ağır olunca da pek çoğu yurt dışına kaçtı, pek çoğu da siyâsî yaşamına son verdi. 27 Ekim 1918de Tâlât Paşanın istifâsıyla da Terakki ve İttihat Cemiyetinin faaliyetleri resmî olarak sonra erdi. Ancak bâzı İttihatçılar ivedilikle yeni bir kongre tertip ederek yeni bir fırka kurup faaliyetlerini devâm ettirme kararı aldılar, bu yeni kurdukları fırkanın adı da Teceddüd Fırkasıydı.
İmdi İttihatçılar 1889dan 1918e kadar sürekli olarak yenilikçilik, laiklik ve milliyetçilik merkezli politikalar ürettiler. Buna karşılık savaş yıllarında sâdece kendi canlarını kurtarmanın peşine düşerek Türk milletini bu bunalımlı dönemlerinden kurtarmak için mücâdele etmediler. Bu gerçeği Mustafa Kemâl, Nutukunda apaçık bir biçimde ortaya koyar ve onları yerden yere vurur. Savaş yıllarında Teceddüdçülerden de pek çoğu yurt dışına kaçmış, onlar da üzerlerine düşen görevleri yerine getirmemişlerdi. Buna karşılık Anadolu teşkilâtında yer alan paramilis güçler kendi canlarını ortaya koyarak Kuva-yı Milliye saflarında düşmana karşı mücâdele etmişti. Bu topraklar bu paramilis güçlere; bu isimsiz kahramanlara çok şey borçlu.
Ne var ki Mütâreke yıllarında hem İttihatçıların hem de Teceddüdçülerin yurda dönerek yeniden Terakki ve İttihat Cemiyetini diriltme çabaları içine girdiğini görüyoruz. Ancak 1926 yılına gelindiğinde bâzı İttihatçıların Mustafa Kemâle düzenledikleri suikast girişimi artık İttihatçıların târih sahnesinden tamâmen kazınmasına neden olacaktı. İvedilikle kurulan İstiklâl Mahkemelerinde yargılandılar ve bir çoğunun îdâmına hükmedildi. Bu olayla bağlantısı olmayan birçok İttihatçı da sürgüne gönderildi ve böylelikle İttihatçılar târih sahnesinden tam anlamıyla silindi. Artık devir Cumhuriyet Halk Partisinin devriydi:
*
II. Cumhuriyet Halk Partisi
II.1. Cumhuriyet Halk Partisinin Kuruluş ve Gelişim Süreci
Partinin resmî kuruluş târihi 11 Eylül 1923. Buna karşılık kurulduğu târihte isminde parti sözcüğü geçmiyor, Halk Fırkası olarak anılıyordu. 1924 yılına gelindiğinde ise ismi Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirildi. 1935 yılında ise bu isimden fırka sözcüğü atılarak yerine parti sözcüğü getirildi. Mustafa Kemâl partinin kurucu başkanıydı. Başkan vekilliğine İsmet Paşa, genel sekreterliğe de Recep Bey seçildi. Cumhuriyet Halk Partisi 1923 yılından 1950 yılına kadar kesintisiz bir biçimde iktidarda bulundu. Ancak 1946 yılından sonra giderek daha az bir etkinlik gösterdi.
Cumhuriyet Halk Fırkası 1927 yılında Mustafa Kemâl tarafından şu dört temel ilkeyi parti ilkeleri olarak benimsedi: cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik ve halkçılık. 1935 yılına gelindiğinde ise bu ilkelere şu iki ilke daha eklendi: devletçilik ve devrimcilik. Parti amblemi olan altı ok işte bu ilkeleri simgeler.
Cumhuriyet Halk Fırkasının çekirdek kadrosunu savaş yıllarında büyük görevler yapan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti oluşturuyordu. Savaşın başarıyla kazanılmasının ardından bu cemiyet faaliyetlerini siyâsî plâtformda sürdürme ve Türkiyeye hizmet etmeye devâm etme karârı aldı. Ne var ki bu partinin kuruluş süreci öylesine hızlı bir biçimde gerçekleşti ki kurulduğunda henüz bir parti programı ve tüzüğü bile yoktu; bunları hazırlayacak zamanları olmamıştı. İmdi meclîs çalışmalarında gerçekleştirilmek üzere DokuzUmdeyi (Dokuz İlke) benimsediler. Bu Dokuz Umde esas olarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin faaliyetlerinin dayandığı temel ilkelerdi, bunların yanı sıra bir de İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar hesâba katılmıştı. Bu ilkeler şunlardı:
Birinci Umde: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Egemenlik ancak TBMM aracılığıyla sağlanır, milletin tek temsilcisi de bu kurumdur.
İkinci Umde: Millî egemenliğin gerçekleştirildiği TBMMnin üzerinde hiçbir güç yoktur.
Üçüncü Umre: Millî egemenliğin gerçekleştirilmesi için tam bağımsızlığın sağlanması zorunludur. Bunu sağlayacak olan da yine Türk milletidir.
Dördüncü Umde: Türk milletini oluşturan fertler arasında tam bir eşitlik vardır. Hiçbir ferde şu ya da bu nedenle ayrıcalık yapılamaz. Fertler arasında eşitliği olanaksızlaştıran hukukî düzenlemeler değiştirilmeli ve millî birlik ve berâberlik tesis edilmelidir.
Beşinci Umde: Türk milleti savaş yıllarında ekonomik bakımdan harap ve bîtap düşmüştür. Artık âşâr vergisinin kaldırılması, tarımda ve hayvancılıkta çiftçiye kol kanat gerilmesi ve ticârette gerekli desteklerin sağlanması ivedilikle gerçekleştirilmelidir. Sanâyînin gelişmesi için de alt yapı çalışmaları ivedilikle tamamlanmalıdır.
Altıncı Umde: Savaşlarda kaybedilen askerler nedeniyle nüfus hızla azalmış ve ailelerde erkeklerin oranı düşmüştür. Bu bakımdan yorgun düşen halkımıza kalan erkek nüfusun yardımcı olması için askerlik süresi kısaltılmalıdır.
Yedinci Umde: Orduda görev yapan askerlerimizin çalışma koşulları düzeltilmeli, gâzîlerimize de sivil hayatlarında güvence dolu bir yaşam temin edilmeli, şehit ailelerinin ekonomik ve sosyâl sorunlarıyla da yakından ilgilenilmelidir.
Sekizinci Umde: Devlet memurlarının çalışma koşulları düzeltilmelidir.
Dokuzuncu Umde: Devlet özel sektör yatırımlarını özendirici atılımlar yapmalı ve girişimcileri desteklemelidir.
CHP kurulduğu ilk günden îtîbâren Türkiyeyi bu ilkeler doğrultusunda çağdaşlaştırmak, muasır medeniyetler seviyesine çıkartmak, millî egemenliğin yine millet tarafından gerçekleştirilmesini sağlamak gibi hedefleri gerçekleştirmek için çaba sarf etti. Cumhuriyetin ilân edilmesi de bu partinin faaliyetleri sâyesinde gerçekleşti:
Mütâreke yıllarında yeni kurulan Türk Devletinin yönetim şekli herkesçe biliniyordu; fakat bunun adı henüz yüksek sesle dile getirilmiyordu. Mustafa Kemâl aldığı her bir karârı yürürlüğe sokmak için şartların olgunlaşmasını bekliyor, Cumhuriyetin ilânı için de en uygun fırsatı kolluyordu. O dönemler İsmet Paşa ile Başbakan Ali Fethi Bey arasında yaşanan bir tartışma kısa bir zaman içinde büyük bir yönetsel sorun hâline geldi. Bu sorunu fırsat bilen Mustafa Kemâl de şartların kendisine sunduğu imkânları kullanarak Cumhuriyeti ilân etmeyi başardı. Kendisi de Meclîs tarafından Cumhurbaşkanlığına seçildi. Hemen akabinde Başbakanlıka da İsmet Paşayı getirdi.
İmdi CHPnin o dönemler üstlendiği misyonu ve bunun dayanaklarını ve böylelikle CHPnin bu dönemdeki faaliyetlerinin ana eksenini; başka deyişle şu Cumhuriyet insanı üst kimlik modelini şöyle bir inceleyelim:
II.2. CHP ve Cumhuriyet İnsanı Üst Kimlik Modeli
Kimlik kavramıyla uğraşmak son çeyrek asırdan bu yana moda oldu. Adına kimlik bunalımı dedikleri şey pek çok kişiyi kimlik kavramı üzerinde düşünmeye itti. Ne var ki bugün bu kavram üzerinden gidilerek şu yaşlı dünyâmızdaki pek çok sorun hakkında çözüm önerileri de geliştirilebilir; imdi târihinde önemli devrimler yaşamış toplumlar söz konusuysa şâyet bu kavram üzerinden gidilerek pek çok toplumsal sorun tartışılabilir. Nitekim bu devrimlerden hangisini irdelersek irdeleyelim bunu gerçekleştirenlerin yaptığı ilk işlerden birinin devrimin koruyucusu olacak insan modelini yerleştirmeye çalışmak olduğunu görebiliriz. İmdi bu model birtakım kültür unsurlarıyla harmanlanınca belirli bir kültür kimliği hâline geliyor, bu kimlik aracılığıyla gerçekleştirilen belirli bir zihin formatlandırması sonucu da bu devrimin getirdiklerini ve/veya götürdüklerini olumlayan insanlar yaratıyor. Bu kimlik benimsenerek veya buna karşı çıkılarak yapılanlar da pek çok toplumsal sorunun nedeni oluyor.
Batı emperyalizmine karşı anti-emperyalist devrimler yapmış ve bu yolla birtakım sorunlarını çözüme bağlamak istemiş pek çok toplumda kültür kimliği hakkında çok ciddî kafa karışıklıkları var. Öte yandan alt kültürlerin sunduğu kimlik modeli ile üst kültürlerin sunduğu kimlik modeli arasındaki çatışmalara da sanırım en çok Fransız ve İngiliz sömürgelerinde rastlıyoruz.
Amerikanın Irak işgâli bugün kimlik kavramı üzerinde tekrar tekrar düşünmeyi önemli kılan nedenlerin başını çekiyor. İmdi Irakta oluşturulmaya çalışılan yeni yapı belirli bir etnik gruba yüksek bir statü tanınması durumunda ortak insanlık târihi açısından hiç de iyi getiriler sunmayacaktır. Irakın ve şu yaşlı dünyâmızın geleceği açısından en doğru çözüm: Iraklı kimliğinin yerleştirilmeye çalışılması ve bu kimliğin tüm etnik grupları kapsaması.
Öyle değil mi?
Türk insanı geçen çağın ilk çeyreğinden îtîbâren târihinde eşi benzeri görülmemiş bir devrim yaşadı. Bu Devrimi gerçekleştirenler bu Devrimin koruyucusu olacak insan modelini; yâni Cumhuriyet insanı üst kimlik modelini millî birlik ve berâberliğin sağlanması ve milletleşirken çağdaşlaşmayla eş zamanlı olarak yerleştirmeye çalıştı, bütün bunları da dönemin kültür politikaları üzerinden yürüttü. İmdi seksen yıl sonra seksen yıldır geldiğimiz şu noktada dönüp de arkamıza şöyle bir bakmak ve bu politikalar üzerinden bu modeli tartışmak Türk milletinin nereden nereye ve niçin sürüklendiğini anlamamızı kolaylaştırır.
Cumhuriyet dönemi kültür politikaları dönemin aydınlarının kültür görüşlerini değerlendiren Mustafa Kemâlin değerlilik tasarımı etrâfında oluşturuldu. İnönü döneminde bu politikalar aynı şekilde sürdürülmek istenmişse de kimi sapmalar ortaya çıktı. Demokrat Parti iktidârıyla birlikte ise bunlardan tâviz verildi.
Mustafa Kemâlin büyük bir kararlılıkla uygulamaya koyduğu kültür politikalarının ilk çekirdeğine Nâmık Kemâl ve Ziyâ Gökâlpte rastlarız. İmdi birincileyin bu iki aydının kültür görüşlerine şöyle bir bakalım:
Nâmık Kemâl, Osmanlı aydınlarının Anadoluya henüz daha Memâlik-î Osmâniyye dediği dönemlerde Türkistan ismini, milletimiz için de Türkler ismini kullanırdı. Ayrıca Türk kültürü ve Türk medeniyeti kavramlarına da vurgu yapan ilk aydınımızdı. Çağdaşlaşmanın ancak millî kültürle olanaklı olduğunu savunurken Batıya sırtını da tam olarak çevirmemişti. Kendisi Batı kültür nesnelerinin millî kültürümüze zarar vermesinden endişe ediyordu ve bu endişelerini daha sonraları Mustafa Kemâlin söylemlerinde de buluruz.
Genç Kalemler, Türk Yurdu gibi dergilere yazdığı yazılar, Yeni Mecmua ismiyle çıkarttığı dergide yayımladıkları ve Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak ile Türkçülüğün Esasları, Türk Medeniyet Târihi, Malta Mektupları isimli yapıtları Gökâlpin adının da dönemin kültür politikaları çerçevesinde gündeme gelmesini sağladı. Gökâlpin Türkçülüğün Esasları isimli yapıtı ise daha fazla önem taşır; imdi burada Gökâlp gelişmiş toplumların kullandıkları âletleri kendileri yapabilen toplumlar olduğunu savundu. Çağdaşlaşmak isteyen toplumlar da gelişmiş toplumların salt teknolojilerini almalıdır(!?). Onlara şekil olarak benzemek değildir esas olan.
İmdi bu yapıtında Gökâlp hars ile tehzip için yaptığı kavramsal ayrımla nasıl bir çağdaşlaşmanın Türk kültürüne zarar vereceği, bu tür bir çağdaşlaşma yerine nasıl bir çağdaşlaşmanın gerçekleşmesi gerektiği hakkında bâzı görüşler ileri sürdü: Gökâlpe göre hars insanların geleneklerinden, örflerinden, edebiyâtından, dîninden, dilinden, müziğinden, ahlâkından vb. oluşur. Bunun yanında bir de tehzip vardır ki bu da yüksek bir tahsil görmüş aydınlara mahsustur; güzel sanatları, felsefeyi, edebiyâtı sevmek vb. bunun içinde yer alır. Gökâlpin dilinde kültür bu ikisinin toplamıdır. İnsan harsın etkisiyle kendi milletinin harsını sever, tehzip görmüş bir insan ise her milletin harsını sever. Tehzip insanları hoşgörülü ve insancıl yapar. Gökâlpe göre Türk harsı gelmiş geçmiş harsların en güzelidir ve Türkler diğer milletlerin harslarına boyun eğmemelidir.
Gökâlpe göre bir millet diğer milletlerin millî duygularını taklit edemez; ancak medeniyetlerini taklit edebilir. İmdi medeniyet bir bilgi kümesidir ve diğer milletlerin harsı alınmamalı, onların salt medeniyetleri alınıp kendi harsımıza aşılanmalıdır. Oysa ki Tanzîmatçılar, Batı harsı ile kendi harsımızın uzlaşabileceğini savunuyordu; imdi Gökâlpe göre bu aslâ mümkün değildir.
Ne var ki Gökâlp hars ile tehzîbi birbirinden ayıracak kesin bir sınır da çizemedi ve daha sonraları kültürle ilgili meseleler hakkında düşünenlerde kafa karışıklığı yarattı. Gökâlp değerler sistemini kültür, teknoloji ve bilimi de medeniyet şeklinde kavramlaştırarak konunun içeriğine girmedi. Ancak bu ve buna bağlı diğer görüşleri daha yakından incelendiğinde pek çok tutarsızlığa sâhip olduğu görülür, bunlardan en önemlisi: teknoloji başta olmak üzere diğer kültürlerin birtakım maddî unsurlarının alınması da toplumlarda kültürel sancılar ortaya çıkarabilir.
İşte bu artalan içinde Cumhuriyet dönemine gelindi: Mustafa Kemâl, Osmanlı Devletinin aksine modern bir millî devlet kurmak istiyordu. Anadoluda farklı etnik gruplara mensup pek çok etnik grup olduğu gibi bir de kaybedilen yerlerden Anadoluya göç edenler vardı ve bunlar da Anadoludaki kültürel farklılıkları arttırdı. Mustafa Kemâl çok sayıda ırk, din ve dilden oluşan Osmanlı toplumunun tekliklerden (ortaklıklardan) oluşan Cumhuriyet toplumuna indirgenmesi gerektiğini düşündü. Çok ulusu Osmanlı Devletinden millî devlete veya ümmetten millete geçiş sürecini hazırlamak ve bunu kolaylaştırmak için de bu farklılıkları Ne mutlu Türküm diyene! söylemiyle aşmaya çalıştı.
İmdi Cumhuriyet dönemi kültür politikalarından her birinin altı kazındığında karşımıza hep aynı şeyler çıkıyor: Devrimin koruyucusu olacak insan modelini; yâni Cumhuriyet insanı üst kimlik modelini yerleştirmeye çalışmak ve bununla eş zamanlı olarak millî birlik ve berâberliğin sağlanması ve milletleşirken çağdaşlaşmak. Bu politikalarla getirilen yenilikler de şunlardı: saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilân edilmesi, hilâfetin kaldırılması, tarikatların kapatılması, laikliğin kabûlü, Şeriye ve Evkaf Vilâyetinin kaldırılması, Medenî Kânunun kabûlü, şapka ve kılık kıyâfet devrimi, takvim-saat-ölçülerde yenilikler, soyadı kânununun kabûlü ve harf devrimi. Bu yeniliklerden özellikle de eğitim ve hukuk alanında olanlar daha fazla önem taşır; imdi bunlara biraz daha yakından bakalım:
Osmanlı Devletinde bir önceki asırda yapılan yenileşme hareketlerinin altını kazıdığımızda bunların belirli bir kültür politikasına dayanmadığını görürüz; salt ekonomik ve askerî düzenlemelerdi bunlar. Osmanlı aydınları ve yöneticileri Batının bilim ve teknoloji ürünlerini alma yoluna giderken, onun değerlerini(!?) reddetme ve kendi değerlerini(!?) en üstün sayma eğilimindeydi. Oysa ki bu, Cumhuriyet döneminde böyle sürmez: yeni değerler(!?) getirilmelidir ve bu nedenle, yeni değerleri aktaracak olan kurumların da değiştirilmesi gereklidir. İmdi II. Mahmut döneminde yapılan yenileşme hareketinden farklı olarak Mustafa Kemâl yeni değerler(!?) getirmek istedi: Batıda bundan asırlar önce geçerli kılınan değerleri(!?) Anadoluda da hâkim kılmayı ve bu değerlerle(!?) çağdaşlaşmayı erekledi.
İmdi eğitim alanında yapılan yeniliklere daha yakından bakacak olursak: o dönemlerde eğitimden anlaşılan şey: toplumun kendi üyelerine kendi kültürünü aktarma yoluydu. Bu iş de Osmanlı Devletinde medreseler tarafından yapılmaktaydı. Tanzîmat döneminde açılan askerî eğitim kurumları da Batılı tarzda bir eğitim vererek bu kültürü öğrencilerine aktarmaktaydı. Öte yandan yine bu dönemde azınlıklar ve yabancılar da özel okullar açarak eğitimin daha da çeşitlenmesine neden olmuş; ancak bunlar da Osmanlı Devletine değil; birtakım ayrılıkçı faaliyetler gösteren çevrelere hizmet etmişti. İmdi Osmanlı Devletinden devralınan mîrasta böyle bir çeşitlilikle karşılaşılmakta ve bu, Devrimin korunması, millî birlik ve berâberliğin sağlanması ve milletleşirken çağdaşlaşmanın gerçekleşmesi konusunda çok ciddî birtakım tehlikeler yaratmaktaydı. Eğitim alanında bu politikaların uzantısı olarak ilk önce mektep-medrese ikiliğini çözmek amaçlandı. Tevhîd-i Tedrîsat Kânunu çıkartılarak mevcut bütün eğitim kurumları Maarif Vekâletine (Millî Eğitim Bakanlığı) bağlandı. Artık azınlık ve yabancı okulları da denetim altına alınacak ve bu kimlik modeli bu kurumlarda da yerleştirilecekti. Aynı târihte Şeriye ve Evkaf Nezâreti de kaldırılarak idâresinde bulunan medreseler önce Maarif Vekâletine bağlandı, daha sonra da kaldırıldı. Böylelikle eğitim daha laik ve millî bir hâle getirildi.
İmdi hukuk alanında yapılan yeniliklere de daha yakından bakacak olursak: kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini hukuk sistemleri düzenler. Farklı hukuk sistemleri demek farklı insan ilişkileri demeye gelir. İmdi kültür kurumları da belirli bir kültür coğrafyasında oluşturulan hukuk normları etrâfında şekillenir. Bu kurumlar belirli bir kültürün taşıyıcısı olarak hep aynı modelde insan yaratmayı erekler. Bu kurumlar değişimi sevmez ve farklı kişilerin bu kurumlarda yetişmesine de izin verilmez; bu kişilerin bu kurumların temellerini dinamitlemesinden endişe edilir.
İmdi Osmanlı Devleti esas îtîbârîyle teokratik bir devletti. Bu devletin içinde farklı inançlara sâhip insanlar bulunmaktaydı. İmdi bu devletin salt şeriatta yer alan kurallar dâhilinde idâre edilmesi de bu nedenle söz konusu değildi. Böylelikle örfî hukuk adı verilen başka bir hukuk sistemi ortaya çıktı. Ancak zaman içinde değişen ve başkalaşan yaşam koşulları da yürürlükteki kânunlarda birtakım boşluklar doğurdu. Ayrıca mevcut kânunlarda yapılan kimi yeni düzenlemelerle de Avrupadan alınan kânunlar ile diğerleri arasında kimi ikilikler ortaya çıkmaktaydı. Aslında tüm bunlar bir devlet hâlinde yaşamanın önüne geçebilecekken Osmanlı Devleti bu tehlikeyi hoşgörü politikalarıyla aşabilmişti. Fakat Türkiye Cumhuriyeti Devletinde hukukî bütünlük sağlamak amaçlanmış, yerleştirilmek istenen üst kimlik modeline uygun ilişkiler ağının ortaya konması gerektiği belirli bir motto olarak kabûl edilmişti. İmdi hukuk alanındaki yeniliklerde Batı hukuk sistemlerinin model alınması da rastlantısal değildi; nitekim bunlar yerleştirilmek istenen bu üst kimlik modelinin gereksediği ilişkiler örüntüsüne uygundu.
40lara gelinceye kadar bu üst kimlik modelinden ne anlaşılması gerektiğine ilişkin bir tartışmaya rastlamıyoruz; ancak daha sonraları bunun ne olduğu ve ne olması gerektiği hakkında çok ciddî tartışmaların başladığını görüyoruz. Bana sorarsanız bu tartışmaların temelinde Türk insanının yaşaması istenen hayâtın normlarının bu modelin içine sonradan sokuşturulması var. Nitekim kimileri salt kendi yaşam tarzlarının bu modele uygun olanaklı tek yaşam tarzı olduğuna inandı ve geniş halk kitlelerini de buna inandırdı. İnönü de Mustafa Kemâlin batılılaşma hedefini bir araç olarak değil; amaç olarak gördü, yaptığı işlerle de batılılaşmanın bir tür batıcılığa dönüşmesine kapı araladı. Menderes döneminde ise bu batıcılık en uç noktaya taşındı. 68 kuşağı da böyle bir atmosfer içinde batıcılığa kin kustu ve Mustafa Kemâlin söylemlerine geri dönülmesi gerektiğini savundu. Nitekim bu, Cumhuriyet insanı üst kimlik modelinde ortaya çıkan bu bozunmaya da bir tepkiydi. İmdi bu bozunmanın nedenlerini görmeye çalışmak ve bu modele bağlılığı yeniden tesis etmek hepimizin bir ödevi olsa gerek; ama en çok da kendilerine emânet edilen Cumhuriyeti koruyacak olan biz gençlerin.