Sinemasal karanlığa bir adım

LoKuMuM<3

Bayan Üye
552574_detay.jpg


Politik-gerilim türünde faaliyet gösteren bir intihar bombacılığı filmi. Ancak İran sinemasının minimalist sinema diliyle çekilmek istenmesi, popüler sinemaya az çok hakim Atıl İnaç’ın projeyi kaldıramamasına yol açarken, bir üslupsuzluk sorununu da beraberinde getirmiş. Bu durum da zor sahnelerin iğreti durmasını sağlıyor. Dine muhalif bakışıyla dikkat çekse de sinema, bir hikaye anlatma sanatı olduğundan bu duruşun herhangi bir önemi kalmıyor. Eğer iyi bir intihar bombacılığı filmi arıyosanız 2000’lerde çekilen Bruno Dumont imzalı “Hadewijch” ve Julia Loktev’in ilk filmi “Gündüz Gece Gündüz Gece”yi tavsiye ederim.

Nedense ülkemizde kültürel bir potansiyeli olmasına karşın bir türlü ‘intihar bombacılığı’ meselesi üzerine sağlam temelleri olan bir eser üretilemiyor. “Girdap” (2008) ile “Gecenin Kanatları”nın (2009) ardından şimdi de “Büyük Oyun” (2009), bu kaçan fırsatlar silsilesine adını altın harflerle yerleştiriyor. Elbette bu filmlerde ana amaç, o kişinin niye böyle bir psikolojiye girdiğini inceleyerek eleştirel bir bakış sergilemek.

Dünyada oluyor da bizde niye olmuyor?

Bu da bir politk-gerilim atmosferi kurmayı gerektiriyor. Aslında bunu dünya sinemasının son dönemine baktığımızda, bol ödül almış Julia Loctev imzalı “Gündüz Gece Gündüz Gece” (“Day Night Day Night”, 2006) ile Bruno Dumont’un son filmi “Hadewijch”in (2009) başarıyla yerine getirdiğini görebiliyoruz. Yani olunca oluyor.

Birincisi intihar bombacısının gözünden el kamerasının savrukluğuyla yol alan hikayede ABD’ye yapılan suikasti psikolojik dehlizlere girerek anlatırken, ikincisi dini inanışı mistik bir dünyayla tasvir ederek minimalize edilmiş bir yönetmenlik stiliyle karşımıza getiriyordu. Bu da sözünü ettiğimiz kavramın çok farklı sinema dilleriyle perdeye yansıtılma potansiyelini ortaya koyuyor zaten...

Amerikalıların karton durması, politik söylemin yerine ulaşamamasına yol açıyor

“Zincirbozan” (2007) ve “Kolpaçino” (2009) ile sinemaya giriş yapan Atıl İnaç ise aslında daha en baştan ne yaptığını çözemeyen bir yol filmi dokuyor. ABD’lilerin Irak’ta bir Türkmen köyüne saldırmalarıyla birlikte, bütün yakınlarını kaybeden Cennet’in kaçış hikayesine uzanıyor. Sorduğu soru ise onun nasıl bir intihar bombacısına dönüştüğü üzerine…

Kısacası ‘kötü Amerikalılar’, bütün dünyada böyle eylemlere sebep oluyor demiş oluyor. Bu mesajını da karton tiplemelerle, tek boyutlu bir şekilde veriyor. Tabii filmde tukaka edilen Amerikalıların çok karikatürize durmaları, politik söylemin de iyi işlenememesini sağlıyor.

Üslup konusundaki kafa karışıklığı her daim hissediliyor

Ancak “Büyük Oyun”a daha çok sinemasal olarak yaklaşmak lazım. Öyle ki Atıl İnaç, burada İranlı yönetmenlerin elinde başarılı olabilecek bir hikayeyi almış odak noktasına. Bu sebeple de uzun planlardan, sessizlikten ve az kesmeden güç alan minimalist bir görsel yapı kuruyor. Ancak bunu yaparken, bu alana hakim olmadığını da belli ediyor.

Zaman zaman hikaye anlatma sinemasına kayarak yüksek tempolu kurguyla ilerleyen sekansları devreye sokması ise filmin garip durmasını sağlıyor. Özellikle sonlara doğru gelen ‘imamı kontrol altına alma sahnesi’nin flashback olarak ara planlı bir şekilde kullanılması, yapay duran bir sekansla yüzleştiriyor bizleri. Böylece bu üslup sorunu daha da açığa çıkmış oluyor. Film de zaten İnaç’ın minimalist sinemaya hakim olmayışı ve varoluşçu yol filmi çekme potansiyelini taşımaması sebebiyle, çift zihinden yürüyüp dağılan bir yapının izini sürmüş oluyor.

Yani üslup konusundaki kafa karışıklığını keşfetmek için alim olmaya gerek yok. Öyle ki sanat sinemasının uzun planları, hikaye anlatma sinemasının geniş açılı planları gibi kullanılıp diyalogların arka plana atılması, hikayenin etkileyiciliğini dağıtmasını bırakın akışını dahi zedeliyor. Bunun sonucunda tecavüz sahnesi gibi çekmesi zor sahnelerin bir sinemasal bütünle karşımıza çıkamaması gibi daha nice açmazla karşılaşıyoruz.

“Vali”yi örnek almalıymış

Tabii “Büyük Oyun”un İngilizce adı “A Step into Darkness”ın tam Türkçesi olan “Karanlığa Bir Adım”ın ülkemizde kullanılmaması, filme dair beklentileri farklı bir yöne kaydırıyor. Öyle ki “Büyük Oyun”, sistem eleştirisi yapabilecek bir politik-gerilim ismi gibi duruyor. Halbuki ‘Karanlığa bir Adım’ adı Montreal Film Festivali’nde prömiyerini yapan bu eseri, festivaller için daha aranır hale getirerek, Ortadoğu’ya karşı olan oryantalist bakış açısının depreşmesini sağlamıştı.

Esas sorun da bu zaten. Filmin elindeki malzemeyi ticari sinemaya uygun hale getirebileceğini düşünmesi. İnaç bir politik-gerilim başarısına imza atma yolunda, uzun planlardan da kaçmadan “Vali” (2009) gibi başarılı ve dingin bir popüler sinema örneği üretmek için Çağatay Tosun’un kapısını çalabilirmiş halbuki…

FİLMİN NOTU: 3

Künye:

Büyük Oyun
Yönetmen: Atıl İnaç
Oyuncular: Suzan Genç, Özgür Kartal, Selen Uçer, Serkan Genç
Süre: 110 Dk.
Yapım Yılı: 2010

BİLMEDİĞİ ALANA GİRİNCE…

“Hayat Treni” ve “Bir Şans Daha” gibi filmlerdeki önemli sosyolojik alt metinleriyle seyirciyi tuvale bağlayan Romen asıllı Fransız yönetmen Radu Mihaleanu, burada 2. Dünya Savaşı döneminde yahudilerden oluşturduğu orkestrasıyla tepki toplayan bir Rus orkestra şefinin günümüzdeki hikayesine uzanıyor. “Paris’te Son Konser”, belki 2. Dünya Savaşı, baba-kız ilişkisi, kuşak çatışması gibi meselelerle ilgili müzik üzerinden yürüyen keyifli bir 120 dakika sunuyor. Zaten sinemasal anlamda Hollywood’un hikaye anlatma sinemasını yerine getirme konusunda bir sıkıntı çekmese de, tehlikeli meselelere girip tek boyutlu ırkçı bir tavrın izini sürmesi çaptan düşmesine yol açıyor. Tabii itiraf edelim, ‘İlle de popüler olacağım’ kaygısıyla gittiği son nokta da hiç iç açıcı değil.

“Hayat Treni” (“Train de Vie”, 1998) ve “Bir Şans Daha” (“Va, Vis et Deviens”, 2005) gibi altlarındaki sosyopolitik meseleleriyle dikkat çeken filmlerin yönetmeni olarak tanıyıp bağrımıza bastığımız Radu Mihaileanu, bu sefer bir müzisyenin başarı hikayesiyle çıkageliyor. Aslında yönetmenin esas özelliği derin dertleri olan senaryoları, hikaye anlatma sinemasıyla rahat izlenir hale getirmesidir.

Hikayesini anlatmayı iyi beceren bir eser

Burada da yine sosyolojik anlamda sağlam bir senaryo almış eline. “Paris’te Son Konser” (“Le Concert”, 2009), gençken yahudi müzisyenleri orkestrasına kattığı için ‘Bolşoy Orkestrası’ndan kovulan karakterimizin, günümüzdeki ‘yaratıcılık sancıları’ ve ‘müzik aşkı’ ile açılıyor. Yönetmen, o tiplemenin ruh haline bir konser salonundaki provalarla daha ilk kareden giriş yapıyoruz.

Zaten filmin hikayesini izleyiciye geçirememe veya mesajını verememe gibi bir sorunu yok. Kurgu, görüntü yönetimi gibi konularda da bir sıkıntısı olduğu söylenemez. Özellikle son konser sekansının kurgusu da dikkat çekici. Bunun yanında 2.35:1 sinemaskop görüntü formatının lehine yansıdığını da unutmamak lazım.

80 sene öncesinde gördüğümüz kadar tek boyutlu bir ırkçılık

Ancak yönetmen burada trajikomik bir başarı filmi yaratmanın peşine düşmüş. Bunu yaparken de Rus karakterleri küçük duruma düşüren bir mizah anlayışı benimsemiş. Böyle olunca filmin starı Mélanie Laurent’ın yanında garip hallere sokulan, Chatelet Konser Salonu’nda da anca ‘para çalmaktan anlayan’ tiplemeler üremiş.

Uzun lafın kısası absürd komedi tonuyla seyirciyi yakalayacak veya özdeşleşme yaşatacak diye ırkçı bir tavır izlemiş Mihaeleanu burada. Ancak bu duruş, sessiz sinema dönemindeki kadar saldırgan ve şovenist bir tutumla sinema perdesine yansımış. Bu da filmden hem bir yabancılaşma hem de bir ırkçılık salgılıyor.

Keyifle tüketilen bir 120 dakika

Aslında “Paris’te Son Konser”de yönetmen Amerikan popüler sinemasının film gramerini benimsemekle kalmıyor, bu Spielberg filmlerinde gördüğümüz ‘güldürürken alttan alta politik derdini belli eden yapılar’ın da müsebbibi oluyor ister istemez.

Ama bu sinsi amaçlarını açığa çıkarırken karşımıza keyifle izlenen, görsel anlamda şık ve Çaykovski ezgilerinin berraklığıyla zaman geçirten bir 120 dakika çıkarıyor. Ancak nihai sona bağlanırken başvurduğu melodramatik türükleri, Fransa’da ikamet eden Romen asıllı bir yönetmen olan Radu Mihaileanu’ya hiç yakışmamış.

Melodram ve absürd komedi eklenince çaptan düşmüş

Yani yönetmen genelde çektiği o sosyopolitik içerikli dramaların üzerine absürd komedi, ırkçılık ve melodram ekleyip de Fransa’ya uygun bir gişe filmi üretmenin peşine düşmüş. Bu konulardan anlamadığı ortaya çıkınca da tamamen tuz buz olmuş. Bir anda baba-kız ilişkisi, yahudi katliamı, kuşak çatışması gibi izleyiciye ‘melodram’ dokusuyla satılan temalara atlamış öyle ki. Halbuki flashbacklerin siyah-beyaz dokusu da dahil olmak üzere yönetmenlik duruşununun Hollywood filmlerinden herhangi bir eksiği yok.

Ancak sinema ve müzik konusunda bir atılım yapmaması belki de Mihaleanu’nun konuyla ilgili filmler çekmemesi gerektiğini anlatıyor bizlere. Öyle ki bir konser ile birkaç klasik müzik eşliğinde kamera kaydırması dışında bir ‘müzikli an’ vermiyor elimize. Bunlar da her müzikli filmde var öyle ki!

FİLMİN NOTU: 4.3

Künye:

Paris’te Son Konser (Le Concert)
Yönetmen: Radu Mihaileanu
Oyuncular: Mélanie Laurent, Aleksei Guskov, Dimitri Nazarov, Laurent Bateau,
Süre: 119 Dk.
Yapım Yılı: 2009

FINCHER’INKİNİ BEKLEMEK LAZIM

Stieg Larsson’un hit seri katil romanı üçlemesinin İsveç’ten gelen ilk sinema uyarlaması, ne yazık ki bir mini diziden öteye gidemiyor. Hatta belki de süresinin 150 dakikaya çıkmasının sebebi esas amacının bu olması olabilir. “Ejderha Dövmeli Kız”, seri katil filmi alanına hakimiyetsizliğini bütün olarak belli ederken şiddet ve sekse yaklaşımı konusunda korkaklıktan da mustarip. Neyse ki David Fincher, şimdiden bir yeniden çevrim için kolları sıvadı da eli yüzü düzgün hikaye en azından izlenir bir sinema filmine dönüşebilecek.

Stieg Larsson’un bir anda patlama yapan Milenyum üçlemesinin ilk ayağı “Ejderha Dövmeli Kız”ın (“Män som hatar kvinnor”, 2009), neyse ki yeniden çevriminin hazırlıkları şimdiden başladı. Öyle ki uyarlamanın İsveç ayağı, hiç de iç açıcı bir görüntü vermiyor. Aslında 152 dakikalık bir süreden daha çok şey beklediğimizden mi bilinmez, ancak genel anlamda baktığımızda yönetmen Niels Arden Oplev’in yaklaşımı konusunda ciddi sorunları var.

Ülkesinde gişe rekortmeni olması sürpriz değil

2.5 saatine odaklanınca keyifle tüketilen bir eserle baş başa kalıyoruz belki, ancak bundan depomuza artakalanlarla ve sinema diliyle hiç de iç açıcı bir sonuç vermiyor. Öyle ki Niels Arden Oplev, Kızey Avrupa sinemasında Lars Von Trier ile aynı ekolden olsa da bunu sadece yaş açısından sürdürebiliyor. Zira burada TV dizileri ve filmleri ile ayakta duran bir sinemacının işiyle yüzleştiğimizi anlamak için alim olmaya gerek yok.

Filmin ülkesinde gişe rekortmenliğine ulaşması ise normal karşılanabilir. Çünkü böylesi sükse yapan romanlar rahat bir dille ele alınınca popüler doku aşılayabiliyorlar.

Seri katil filmi alt türüne hakimiyetini hissetiremiyor

Kuşbakışı bir çerçeve çıkarttığımızda polisiyenin seri katil filmi alt türünü benimseyen “Ejderha Dövmeli Kız”ın Amerikan hikaye anlatma sinemasının dokusunu taşıdığı söylenebilir. Fakat ne yazık ki 2.35:1 sinemaskop formatını kullanması dışında bunu mini dizi havasında yapıyor. Ne bir ışık oyunuyla kara film ve polisiye alanına hakimiyet görebiliyoruz, ne de özgün bir akış. Sadece hikayeye odaklandığımızda da cesur seks ve şiddet odaklı sahnelerin sansürlenmiş gibi karşımıza dikilmesi sorunsalıyla yüzleşiyoruz.

Anlayacağınız aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumu söz konusu. Üstüne üstlük bu duruma eserin içinin doluluğu da eklenemiyor ve özellikle son 45 dakikadaki sürprizimsi türükler hikayenin dingin yapısını dahi dağıtıyor. Lafın özü David Fincher’ın elinde en azından izlenir bir Hollywood filmine dönüşebilir bu eser. Bu haliyle femme fatale (kara filmlerin kötü kadını, vamp), dedektif, sapık katil gibi motifleri ‘cinayet zanlısı’ olarak konumlandırma konusunda aciz aciz, tansiyonu ve takip edilirliği sağlayamayan 2.5 saatlik bir mini dizi izliyoruz. Ancak bu duruşuyla da bizim TV üretimlerimizin üzerinde tabii onu da ekleyelim.

FİLMİN NOTU: 4.8

Künye:

Ejderha Dövmeli Kız (Girl with a Dragon Tattoo / Män som hatar kvinnor)
Yönetmen: Niels Arden Oplev
Oyuncular: Michael Nyqvist, Noomi Rapace, Lena Endre, Peter Haber, Ewa Fröling
Süre: 152 Dk.
Yapım Yılı: 2009

1.5 SENE ÖNCE YAZMIŞTIM

Ömürleri boyu iyi dost olan oda arkadaşları Zack (Seth Rogen) ve Miri (Elizabeth Banks) finansal güçlüklerle yüzyüze gelmişlerdir. Dairelerinin elektrik ve suyu borç yüzünden kesilince acilen para kazanabilmek için arkadaşlarının da yardımıyla evde amatör ***** film yapmaya karar verirler. İki eski dost bir filmde rol yaparak dostluklarının bozulmayacağını düşünmektedirler. Oysa filmi yapmaya başladıklarında aralarındaki iş ilişkisinden çıkıp bambaşka bir yöne doğru gitmeye başlar.

Bundan 1.5 sene önce bizde vizyona girmeyen filmlere yer verdiğim ‘Bize de bekleriz’ bölümünde ele aldığım “Zack and Miri Make a *****”nun gariptir bir anda vizyona girilmesi kararlaştırılmış. İsminin “Garip bir Aşk Öyküsü” olması da şaşırtıcı değil. İlk kez 2009’un Ocak ayında vizyona gireceği açıklanan eserin 2008 yapımı olması da düşündürücü. ‘Önermiştik’ ve ‘söylemiştik’ demenin bir faydası yok ama filmin eleştirisine buradan ulaşabilirsiniz:

Garip Bir Aşk Öyküsü eleştirisi için tıklayınız...

FİLMİN NOTU: 6.5

Künye:

Garip Bir Aşk Öyküsü (Zack and Miri Make a *****)
Yönetmen: Kevin Smith
Oyuncular: Seth Rogen, Elisabeth Banks, Jason Mewes, Traci Lords, Craig Robinson
Süre: 102 Dk.
Yapım Yılı: 2008

KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

A-Takımı (The A-Team): 5.4
Adele’nin Olağanüstü Maceraları (Les Histoires Extraordinaires d’Adele Blanc-Sec): 4
Adı Aşk Bu Eziyetin: 3.1
Ajan Salt (Salt): 3.9
Alacakaranlık Efsanesi: Tutulma (Twilight Legacy: Eclipse): 7
Anneler ve Kızları (Mother and Child): 4.1
B Planı (The Back-up Plan): 2.8
Başlangıç (Inception): 8.6
Büyükler (Grown ups): 3
Centilmen (The American): 7.1
Cehennem Melekleri (The Expendables): 4.1
Çılgın Hırsız (Despicable Me): 6.8
Diriliş (After.life): 5.5
Gece ve Gündüz (Knight and Day): 5.5
Kapı (The Door/Die Tür): 4
Karate Kid (The Karate Kid): 2.4
Kediler ve Köpekler: Kitty Galore’un İntikamı (Cats & Dogs: Revenge of Kitty Galore): 5
Oyuncak Hikayesi 3 (Toy Story 3): 4
Ölümsüz (22 Bullets/L’Immortel): 5.5
Paramparça: 1
Pirana (Piranha 3D): 5.2
Predators: 3.3
Resident Evil: Ölümden Sonra (Resident Evil: Afterlife): 4.2
Seni Uzaktan Sevmek (Going the Distance): 4.9
Sihirbazın Çırağı (The Sorcerer’s Apprentice): 3.8
Son Hava Bükücü (The Last Airbender): 2.5
Son Kahraman (John Rabe): 3.7
Vahşet Sapağı (Snarveien): 2.6
Ustura (Machete): 6.5
Zolu Görev (Get him to the Greek): 5.2
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst