Silencio
Kayıtlı Üye
Alfred Hitchcockun sinema tarihine kattığı misyonu sanatla ilgilenenler çok iyi bilir. Ağır Hıristiyan dini baskısıyla geçen çocukluk yıllarından sonra Titanic filmini çekmek için gittiği Amerikada sinema sanatına kattıkları herkes için çığır açarken, beyazperdeye getirdiği gerilim ve aykırılık sahne sanatlarını derinden etkiledi. Olayı güncelleme adına bir örnek vereyim hemen. Geçtiğimiz sezonlarda Kenter Tiyatroları tarafından oynanan 39. Basamak Hitchcock sinemasının kült eserlerinden birisidir. Ayrıca dünyaca ünlü senarist/yönetmen tiyatroya da inanılmaz derinlikler sunmuştur. Yoktan var edilen öyküler; basit, sıradan karakterlerden oluşturulan sürükleyici konular sinemalarda insanları şaşırtırken, tiyatro metinlerinden aktarılan senaryolar insanları başka dünyaların içine hızla çekti. Sinema ile tiyatro üzerine geçtiğimiz yıllarda derinlemesine yazılar yazmış, bu yazılarda sinemanın nasıl Grotowskiden etkilendiğini, Yoksul Tiyatro akımının sinema yönetmenlerini nasıl büyülediğini detaylı biçimde anlatmıştım. Hitchcock Sineması kendisini sadece teatral alanda göstermemiş, sanatın çeşitli disiplinlerinde geniş ölçekte yer bulmuştur. Süregelen algıların değişiminden kaynaklı, sinemadan başlayan çığırın dalga dalga sanatın içinde büyümesi tesadüfi bir durum değil.
GERİLİM SIRADAN OLMALI Kİ ANLAM KAZANSIN!
Hitchcockun sinemaya olan tutkusu, herhangi bir ahlaksal kaygıdan önemlidir. Ahlaksal açıdan nasıl karşılanırsa karşılansın yönetmen toplumun bir adım önünde yön gösterici konumda bir iz yaratmıştır. Onun sinemasına Hz. İsa yı kutsallaştıran değerler bir eleştiri süzgecinden geçip izleyenin zihnine yerleşmiştir. Lekeli Adam filminde dini değerler üzerinden toplumsal olayları eleştirirken, elli küsür filminde kendine özgü seçkin bir dünya sunmayı başarmıştır. O nun için toplumun yaşadığı kaotik sorunlar yönetmenler için vazgeçilmez olayları oluşturur. Yani bir sanat yaratıcısı toplumu bir kıstas olarak ele almaktan çekinmemeli, toplumun dayattığı kuralları nesnel bir gerçeklik olarak sanatın içinde saklı tutmamalı. Yakın dönemde yaşadığımız Gezi Parkı İsyanı sinema ya da tiyatro yazarlarını, yönetmenlerini nasıl etkiler bilinmez, ama Hitchcockun söylemlerinden yola çıkarsak, bu olayları bize anlatmak yerine olaylardan sonra şekillenen Türkiye fotoğrafının bir adım ilerisini beyazperdede görmek zorundayız. Sinemada ya da tiyatroda sert nesnellik oluşturmakla genelin arzularını dikkate almak arasında sıkışmamalıyız.
Alfred Hitchcock sineması, yönetmenin çocukluk yıllarında çok iyi bir tiyatro takipçisi olması sebebiyle dar alanda sıkışmış sahnelerden oluşur. Yönetmen anlatacaklarını asla çok büyük alanlara yaymaz, aksine kişiler, nesneler üzerinden giderek olay içinde gerilim yaratmayı tercih eder. Lekeli Adam, İtiraf Ediyorum, Kuşlar, Arka Pencere ve belkide en önemlisi Kiracı filmi söylediklerimiz için önemli bir örnek. Yönetmene toplumun değer yargılarıyla adeta dalga geçtiği için filmlerde çok yoğun tepki gösterilmiştir. Bir mahkeme sahnesi, ahlak sorgusunun yapıldığı ev, röntgenlenen insanların çarpıcı hikayeleri, olayları nasıl dar bir alanda sıkıştırdığının en büyük kanıtıdır. Karakterleri konular başka başka olsa da birbirine benzer. Yönetmen filmlerinde görsel görüntünün dramını vurgulama adına sesin kullanımı üzerine çok yoğun eğilmiştir. Tiyatroda denenen bu tekniği sinemanın içine yerleştiren yönetmen üstün başarı elde eder. Bizim tiyatro yönetmenlerinin unuttuğu, sadece olaylar üzerinden seyirciye ulaşma merakları sahnelerde anlamsız konuları ortaya çıkarmış; fakat insan sesini ustalıkla kullanan yönetmenler Hitchcock gibi büyük başarılar elde etmiştir.
Türkiye Sinemasında dar alandan çıkış sağlayan eserleri görmek neredeyse imkansız. Duygu tanımlarından yola çıkıp çekilen filmler insanları cezbederken, son dönemde izlediğimiz yapıtlarda maalesef gündem dışı konuları işlemek bir alışkanlık haline dönüştü. Sinemanın deneysel tekniklerini bir kenara koyalım, Türkiyenin kendi iç dinamiklerinden çıkmayan eserler, Hitchcock Sineması algısının yanından dahi geçmiyor. Alfred Hitchcock, kendi sinemasını oluştururken tiyatro sanatının sahne algısından yola çıkmıştı (bizdeki yönetmenler yılda bir defa tiyatro oyunu izliyorsa şaşırırım). Yani bu, şu demek oluyor; iki yüz gözün edimsel etkisi dalga dalga büyüyüp milyonlara ulaşırken, Türkiyedeki yeni film dünyası kurguladıklarıyla dünya sinema algısının en az on adım gerisinden geliyor. Mesela 33. İstanbul Film Festivalinde ödül alan kaç yerli yapıt uluslararası arenada kendisine yer bulabilir? Ya da önümüzdeki diğer festivallerde? Kendi soruma kendim cevap vereyim: Hiç! Evet doğru okuyorsunuz, bizdeki hiçbir film uluslararası film endüstrisinde yer almaz! Nuri Bilge Ceylan filmlerini bu kategorinin dışında tutmak lazım. Onun sanatsal bakış açısı elbette bir gerilim sineması değildi, ama çektiği konuların etkisi Alfred Hitchcockun yaptığı gibi sıradanlığın ötesine geçmeyi başardı. Bizdeki sinema yaş sınırına takılan ya da sansüre uğrayan eserleri baş tacı yapmayı seviyor. Yani bir film yasaklı ise benim gözümde diğer filmlerden çokta farklı değil. Onur Ünlünün sıradan filmi İtirazım Vara Kültür Bakanlığı tarafından on sekiz yaş sınırı getirilince elimizde paha biçilmez bir mücevher var zannettik. Ama işin aslı öyle değil.
Konuyu çok dağıtmadan ilerlemekte fayda var. Alfred Hitchcock kuralların dışına çıkıp, olmayanı görme cesareti gösterdiği için dünya sinema tarihine altın harflerle adını yazdırabildi. Yukarıda bahsettiğim tekniklerine ya da filmlerine bir bakın, tam anlamıyla büyük cesaret örneklerini göreceksiniz. Ustalıkla harmanlanmış düşünsel gerçeklik, yaşamın görünen aksıyla buluşmazsa sinemada anlam kazanmıyor. Türkiye nin yaşadığı Gezi İsyanı, Demokrasi yanlışları politik- Gerilim Sineması adına öylece bir köşede beklerken, bizim sinema yönetmenleri ve senaristleri sistemin ana arterlerini besleyen gereksiz konularla günü kurtarmanın hesaplarını yapıyor. Şimdi birisi çıkıp yahu bu anlatılanların Alfred Hitchcock ile ilgisi ne? diye sorabilir. Bu soruyu soracak olan her kimse emin olun, sinemanın devinimsel tarihinden habersiz biçimde yaşamını sürdürüyor. Çıkıp Slogan Sineması yapılsın demiyorum ki bunu asla istemem- ama ortada çırılçıplak duran konuları Hitchcock tarzıyla ele almanın tam zamanı iken, olan biteni görmezden gelerek nereye kadar yol alabiliriz?