Heulwen
Kayıtlı Üye
Şiiler ve Sünniler - Şii ve Sünniler Arasında Snlaşma - Şah ismail Dönemi - Şah Abbas Dönemi
Onaltıncı yüzyılın ilk yıllarında, İslam toplumu derin bir dinsel sarsıntı geçirdiği sıralarda, bu tür bir kafa yapısının yol açtığı safça kendini beğenmişlik, daha göze çarpan bir tutum olarak göründü. İslam ülkeleri öteden beri, Sünni ve Şii olmak üzere iki ana kampta toplanan çeşitli mezhepleri hoş karşılamıştı.
Birçok Şii grubu, dışa karşı Sünni sofuluk biçimlerine uyuyor görünüp güvendikleri öğrencilerine gizli bir öğreti belletiyorlardı. Bu öğreti bazen, Bektaşilik tarikatında olduğu gibi, tüm örgütlü din biçimlerine temelden düşman bir görünüm alabiliyordu. İslam yöneticilerinin çoğu, resmen Sünni görüşü destekleyip, resmi dinsel kuruluşlara karşı açık bir saldırıda bulunmadıkları sürece, öteki mezhepleri izleyen gruplara hoşgörüyle davrandılar.
Bu geçici anlaşma, Türk kabilelerinin, fanatik bir Şii mezhebinin, kısa zamanda kazandığı bir dizi zaferden sonra, önderleri İsmail Safevinin Tebrizde Şah olarak taç giydiğini gördükleri 1502 yılında kökten sarsıldı. Şah İsmail, birbiri ardına kazandığı zaferlerle Bağdatı (1508′de) fethetti. Buharalı Özbekleri ezici bir yenilgiye uğratarak doğu sınırlarını güvene aldı. Birlikleri 1514′te Çaldıranda Osmanlı ordusuyla karşılaştı. Savaş alanında yenilgiye uğramış olmasına karşın, Osmanlı yeniçerilerinin ilerlemeleri yolundaki buyruğuna uymamaları üzerine Sultanın çekildiğini görmek İsmaili sevindirdi.
Şah İsmailin askerlik yönü, tek başına ele alındığında, üzerinde pek fazla durmayı gerektirecek kadar parlak değildi. Çünkü Timur (ölümü, 1405) ve öteki bazı Orta Asya komutanları da, daha önce hemen hemen onunki kadar kısa bir süre içinde büyük devletler kurabilmişlerdi. Safevi İmparatorluğunun kurulmasında İslam dünyasını böylesine rahatsız eden şey, Şah İsmailin bilgisiz izleyicilerinin, onun Şah İsmail biçimine girmiş Allah olduğunu düşünmeleriydi. Böyle bir savı dine karşı saygısızlık olarak gören daha bilgin ve teoloji alanında daha derin bilgili destekleyicileri bile, on iki imamın yedincisinin soyundan gelen Şah İsmailin tüm İslam topluluğunun yasal başı olduğunu öne sürdüler.
Eksiksiz bir imanın yarattığı tam bir fanatizmle ortaya atılan ve bir dizi şaşırtıcı askeri zaferle beslenen bu savlar, İslam dünyasında derin bir rahatsızlık yarattı. Eğer Safevinin savları doğruysa, öteki İslam yöneticilerinden hiçbiri yasal yönetici sayılamazdı. İslam dünyasının birçok yerinde bu tür düşünceleri anlayışla dinlemeye hazır duruma getirilmiş büyük Şii toplulukları vardı. Gerçekten Şah İsmaili destekleyenler, 1514′te fanatik bir çabayla Osmanlı yetkesine karşı çıkarak Anadoluda geniş çaplı bir ayaklanmayı kışkırttılar.
Osmanlı İmparatorluğu bu ayaklanmaya hemen ve etkili bir karşılık verdi. Yavuz Sultan Selim (1512-1520 arasında yönetti) Anadoludaki asileri yendi ve muhalif Şii topluluklarının geride kalan bölümlerini amansızca kılıçtan geçirdi. Bu tutumu, Osmanlı împaratorluğunun öteki bölgelerindeki Şii gruplarını açık bir ayaklanmaya kalkışmaktan alıkoydu. Yavuz Sultan Selim daha sonra, doğrudan doğruya Şah İsmailin üzerine yürüdü; fakat gördüğümüz gibi, yeniçeriler sapkın Şahı kovalama buyruğuna uymayınca sorunun kökünü kurutmayı başaramadı.
Daha sonraki seferlerinde Selim, Suriyeyi, Mısırı ve Arabistanı alıp Osmanlı İmparatorluğuna katarak, bu ülkelerin yöneticileriyle İsmailin bir ittifak yapmaları olasılığını önlemiş, Mekke ve Medine gibi dinsel bakımdan stratejik önem taşıyan merkezlerin denetimini eline geçirmiş oldu. Oğlu, Kanuni Süleyman (1520-1566 arasında yönetti) Şii sapmaya karşı Sünni Ortodoksluğu örgütlendirmeye çalıştı. Sünni din okullarına devlet desteği ve İmparatorluğun tüm önemli kasabalarındaki din görevlileri üzerinde devlet denetimi geleneğini kurdu.
Böyle bir politika, daha önceki dönemlerde uygulansaydı, büyük bir direnme hareketiyle karşılaşırdı. Ancak o dönemde, bir dereceye kadar devletin kendilerine vereceği maaşların çekiciliğine dayanamayarak, bir dereceye kadar da, Şah İsmailin dinsel devrimini tüm dünyaya yayma tehlikesi taşıyan fanatiklikten ve kargaşadan korktukları için, bu uygulama, Sünni din adamları tarafından duraksanmaksızın kabul edildi.
1514′ten sonra Şah İsmail bile, dinsel devrim ateşinin denetim altına alınmasını gerekli gördü. Tüm İslam dünyasından Şii hukukunun, on iki mezhebin bilginlerini topladı ve onların yardımıyla ülkesini yanlış inançlardan arındırmaya çalıştı. Bu amaç yolunda Sünni ve muhalif Şii gruplarını öldürttü ve mülklerini ellerinden aldı. Aynı zamanda, İsmailin gücünün başlangıçta dayandığı halka yönelik zorlu bir propaganda hareketi, bu kez Ortodoks yollara daha yakın bir biçimde yürütüldü. Avrupalı Protestan öğreticilerin, aynı tarihlerde izleyicilerinin kafalarına sokmaya çalıştıkları kısa ve özlü dinsel bilgilere son derece benzeyen kalıplar olan kısa kateşizm metinleri, İsmailin hemen tüm uyrukları arasında on iki mezhebin temel inançlarını yaydılar.
İslamlığın Sünni ve Şii biçimleri arasında görülen, Sa-fevi ve Osmanlı hükümdarlarının çarpışmalarında açık biçimde gözler önüne serilen kavga, tüm öteki İslam devletlerini ve topluluklarını, genellikle güç bir seçim karşısında bıraktı. Her yerde Sünni ve Şii mezhepleri arasındaki eskiden beri süregelen sürtüşmelerin sert kavgalara dönüşmesi tehlikesi belirdi. Dinsel ilkeler, siyasal bağlılığın bir göstergesi gibi görülmeye başlandı. Bu durum özellikle Hindistanın Mugal yöneticilerinin rahatını kaçırdı.
Siyasal yükselişlerinin başında, hem Mugal hanedanının kurucusu Babür (ölümü, 1530) hem de oğlu Hümayun (1530-1556 arasında yönetti); Şahtan çok gereksindikleri yardımı sağlayabilmek umuduyla, açıkça Şii inancım benimsediklerini söylemişlerdi. Ama daha sonra, Hindistandaki durumlarını sağlamlaşmış görünce, İslamlığın Şii biçimini bırakıp Sünni öğretiyi benimseyerek Safevilere karşı bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yönetimi altında Mugal gücünün geleceğinin belirsiz olmaktan çıkıp sağlam temellere dayandığı Ekber (1556-1605 arasında yönetti) kendisinin bağımsız bir dinsel yetke olduğunu öne sürmeyi yeğledi. İmparatorun birkaç kez, artık Hıristiyanlığa geçmenin eşiğine geldiğine inanan Roma Katolik misyonerlerini çılgına çeviren bir tutumla, İslam dinini olduğu kadar Hindu ve Hıristiyan dinlerini de denedi.
Büyük Şah Abbas (1587-1629 arasında yönetti) zamanında Safevi devletinin gücü doruğuna ulaştı, fakat dinsel inancın ateşi de bu tarihlerde -hiç değilse saray çevresinde- azalmıştı. Bunun üzerine Osmanlıların duyduğu korku da azaldı ve 1638 yılında Sultan, bu eski düşmanıyla uzun süren bir saldırmazlık antlaşması yaptı. Gerçekten dinsel sürtüşmeler o kadar azalmıştı ki, İstanbulda bir reform hükümetinin iktidara geçtiği 1656′dan sonra, yeni Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, gizli Şii topluluklarının Osmanlı toplumu içinde yeniden özgürce etkinlik göstermelerine izin verdi.
Bunun ilginç sonuçlarından biri, iki yüzyıldan uzun bir süre sonra, birbirlerinden çok farklı derviş topluluklarının özellikle etkin oldukları Girit, Arnavutluk ve Güney Bulgaristanda, Hıristiyanlıktan İslamlığa geçiş hareketinin yemden büyük boyutlara ulaşması oldu.
Onaltıncı yüzyılın ilk yıllarında, İslam toplumu derin bir dinsel sarsıntı geçirdiği sıralarda, bu tür bir kafa yapısının yol açtığı safça kendini beğenmişlik, daha göze çarpan bir tutum olarak göründü. İslam ülkeleri öteden beri, Sünni ve Şii olmak üzere iki ana kampta toplanan çeşitli mezhepleri hoş karşılamıştı.
Birçok Şii grubu, dışa karşı Sünni sofuluk biçimlerine uyuyor görünüp güvendikleri öğrencilerine gizli bir öğreti belletiyorlardı. Bu öğreti bazen, Bektaşilik tarikatında olduğu gibi, tüm örgütlü din biçimlerine temelden düşman bir görünüm alabiliyordu. İslam yöneticilerinin çoğu, resmen Sünni görüşü destekleyip, resmi dinsel kuruluşlara karşı açık bir saldırıda bulunmadıkları sürece, öteki mezhepleri izleyen gruplara hoşgörüyle davrandılar.
Bu geçici anlaşma, Türk kabilelerinin, fanatik bir Şii mezhebinin, kısa zamanda kazandığı bir dizi zaferden sonra, önderleri İsmail Safevinin Tebrizde Şah olarak taç giydiğini gördükleri 1502 yılında kökten sarsıldı. Şah İsmail, birbiri ardına kazandığı zaferlerle Bağdatı (1508′de) fethetti. Buharalı Özbekleri ezici bir yenilgiye uğratarak doğu sınırlarını güvene aldı. Birlikleri 1514′te Çaldıranda Osmanlı ordusuyla karşılaştı. Savaş alanında yenilgiye uğramış olmasına karşın, Osmanlı yeniçerilerinin ilerlemeleri yolundaki buyruğuna uymamaları üzerine Sultanın çekildiğini görmek İsmaili sevindirdi.
Şah İsmailin askerlik yönü, tek başına ele alındığında, üzerinde pek fazla durmayı gerektirecek kadar parlak değildi. Çünkü Timur (ölümü, 1405) ve öteki bazı Orta Asya komutanları da, daha önce hemen hemen onunki kadar kısa bir süre içinde büyük devletler kurabilmişlerdi. Safevi İmparatorluğunun kurulmasında İslam dünyasını böylesine rahatsız eden şey, Şah İsmailin bilgisiz izleyicilerinin, onun Şah İsmail biçimine girmiş Allah olduğunu düşünmeleriydi. Böyle bir savı dine karşı saygısızlık olarak gören daha bilgin ve teoloji alanında daha derin bilgili destekleyicileri bile, on iki imamın yedincisinin soyundan gelen Şah İsmailin tüm İslam topluluğunun yasal başı olduğunu öne sürdüler.
Eksiksiz bir imanın yarattığı tam bir fanatizmle ortaya atılan ve bir dizi şaşırtıcı askeri zaferle beslenen bu savlar, İslam dünyasında derin bir rahatsızlık yarattı. Eğer Safevinin savları doğruysa, öteki İslam yöneticilerinden hiçbiri yasal yönetici sayılamazdı. İslam dünyasının birçok yerinde bu tür düşünceleri anlayışla dinlemeye hazır duruma getirilmiş büyük Şii toplulukları vardı. Gerçekten Şah İsmaili destekleyenler, 1514′te fanatik bir çabayla Osmanlı yetkesine karşı çıkarak Anadoluda geniş çaplı bir ayaklanmayı kışkırttılar.
Osmanlı İmparatorluğu bu ayaklanmaya hemen ve etkili bir karşılık verdi. Yavuz Sultan Selim (1512-1520 arasında yönetti) Anadoludaki asileri yendi ve muhalif Şii topluluklarının geride kalan bölümlerini amansızca kılıçtan geçirdi. Bu tutumu, Osmanlı împaratorluğunun öteki bölgelerindeki Şii gruplarını açık bir ayaklanmaya kalkışmaktan alıkoydu. Yavuz Sultan Selim daha sonra, doğrudan doğruya Şah İsmailin üzerine yürüdü; fakat gördüğümüz gibi, yeniçeriler sapkın Şahı kovalama buyruğuna uymayınca sorunun kökünü kurutmayı başaramadı.
Daha sonraki seferlerinde Selim, Suriyeyi, Mısırı ve Arabistanı alıp Osmanlı İmparatorluğuna katarak, bu ülkelerin yöneticileriyle İsmailin bir ittifak yapmaları olasılığını önlemiş, Mekke ve Medine gibi dinsel bakımdan stratejik önem taşıyan merkezlerin denetimini eline geçirmiş oldu. Oğlu, Kanuni Süleyman (1520-1566 arasında yönetti) Şii sapmaya karşı Sünni Ortodoksluğu örgütlendirmeye çalıştı. Sünni din okullarına devlet desteği ve İmparatorluğun tüm önemli kasabalarındaki din görevlileri üzerinde devlet denetimi geleneğini kurdu.
Böyle bir politika, daha önceki dönemlerde uygulansaydı, büyük bir direnme hareketiyle karşılaşırdı. Ancak o dönemde, bir dereceye kadar devletin kendilerine vereceği maaşların çekiciliğine dayanamayarak, bir dereceye kadar da, Şah İsmailin dinsel devrimini tüm dünyaya yayma tehlikesi taşıyan fanatiklikten ve kargaşadan korktukları için, bu uygulama, Sünni din adamları tarafından duraksanmaksızın kabul edildi.
1514′ten sonra Şah İsmail bile, dinsel devrim ateşinin denetim altına alınmasını gerekli gördü. Tüm İslam dünyasından Şii hukukunun, on iki mezhebin bilginlerini topladı ve onların yardımıyla ülkesini yanlış inançlardan arındırmaya çalıştı. Bu amaç yolunda Sünni ve muhalif Şii gruplarını öldürttü ve mülklerini ellerinden aldı. Aynı zamanda, İsmailin gücünün başlangıçta dayandığı halka yönelik zorlu bir propaganda hareketi, bu kez Ortodoks yollara daha yakın bir biçimde yürütüldü. Avrupalı Protestan öğreticilerin, aynı tarihlerde izleyicilerinin kafalarına sokmaya çalıştıkları kısa ve özlü dinsel bilgilere son derece benzeyen kalıplar olan kısa kateşizm metinleri, İsmailin hemen tüm uyrukları arasında on iki mezhebin temel inançlarını yaydılar.
İslamlığın Sünni ve Şii biçimleri arasında görülen, Sa-fevi ve Osmanlı hükümdarlarının çarpışmalarında açık biçimde gözler önüne serilen kavga, tüm öteki İslam devletlerini ve topluluklarını, genellikle güç bir seçim karşısında bıraktı. Her yerde Sünni ve Şii mezhepleri arasındaki eskiden beri süregelen sürtüşmelerin sert kavgalara dönüşmesi tehlikesi belirdi. Dinsel ilkeler, siyasal bağlılığın bir göstergesi gibi görülmeye başlandı. Bu durum özellikle Hindistanın Mugal yöneticilerinin rahatını kaçırdı.
Siyasal yükselişlerinin başında, hem Mugal hanedanının kurucusu Babür (ölümü, 1530) hem de oğlu Hümayun (1530-1556 arasında yönetti); Şahtan çok gereksindikleri yardımı sağlayabilmek umuduyla, açıkça Şii inancım benimsediklerini söylemişlerdi. Ama daha sonra, Hindistandaki durumlarını sağlamlaşmış görünce, İslamlığın Şii biçimini bırakıp Sünni öğretiyi benimseyerek Safevilere karşı bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yönetimi altında Mugal gücünün geleceğinin belirsiz olmaktan çıkıp sağlam temellere dayandığı Ekber (1556-1605 arasında yönetti) kendisinin bağımsız bir dinsel yetke olduğunu öne sürmeyi yeğledi. İmparatorun birkaç kez, artık Hıristiyanlığa geçmenin eşiğine geldiğine inanan Roma Katolik misyonerlerini çılgına çeviren bir tutumla, İslam dinini olduğu kadar Hindu ve Hıristiyan dinlerini de denedi.
Büyük Şah Abbas (1587-1629 arasında yönetti) zamanında Safevi devletinin gücü doruğuna ulaştı, fakat dinsel inancın ateşi de bu tarihlerde -hiç değilse saray çevresinde- azalmıştı. Bunun üzerine Osmanlıların duyduğu korku da azaldı ve 1638 yılında Sultan, bu eski düşmanıyla uzun süren bir saldırmazlık antlaşması yaptı. Gerçekten dinsel sürtüşmeler o kadar azalmıştı ki, İstanbulda bir reform hükümetinin iktidara geçtiği 1656′dan sonra, yeni Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, gizli Şii topluluklarının Osmanlı toplumu içinde yeniden özgürce etkinlik göstermelerine izin verdi.
Bunun ilginç sonuçlarından biri, iki yüzyıldan uzun bir süre sonra, birbirlerinden çok farklı derviş topluluklarının özellikle etkin oldukları Girit, Arnavutluk ve Güney Bulgaristanda, Hıristiyanlıktan İslamlığa geçiş hareketinin yemden büyük boyutlara ulaşması oldu.