Terry Gilliamın distopik sinemaya uzak olmadığını herkes bilir. Daha doğrusu distopya denince akla gelen ilk filmlerden Brazil ve Twelve Monkeysin bu adamın elinden çıktığını herkes bilir. Yetmiş iki yaşındaki emektar sinemacı, yaşına başına bakmadan yeniden dünyanın ve insanlığın gittiği bok çukurunu resmetmek adına yönetmen koltuğuna geçiyor; yanına ise çok kısa bir süreçte ünlenip kariyerinin en iddialı rolleriyle Oscarları kucaklayan Christoph Waltz, Matt Damon ve Tilda Swintonı alıyor. Fakat bu yıldız kadroya ve eldeki merak uyandıran senaryoya rağmen Gilliamın formunu koruduğunu söylemek cesaret istiyor.
Sıfır Teorisi (The Zero Theorem), yakın gelecekte geçtiğini tahmin edebileceğimiz fakat retrospektif bir tasvir anlayışıyla örülmüş grotesk bir zaman diliminde Christoph Waltzun tüyler ürpertici performansıyla hayat verdiği Qohen Leth karakterine odaklanıyor. Qohen, kendini çoğul bir şahıs olarak tanımlayan ve eski bir kilisede yaşayan yabani bir karakter. Mancom isimli bir firmada yazılımsal bir işte çalışıyor fakat işinden pek de memnun olduğu söylenemez çünkü vaktinin tümünü evinde geçirmek istiyor. Sebebi ise bir gün kendisine bir telefon aramasının geleceğine ve bu aramada yaşamın sırrını, ne için yaşadığını öğreneceğine inanıyor oluşu. Bu arzusunu yerine getirmek için belki de tek arkadaşı diyebileceğimiz, aynı zamanda süpervizörü olan Jobyden (David Thewlis) yardım istiyor. Joby, Qoheni şirketin patronu ile tanıştırıyor. Matt Damonın hayat verdiği karizmatik patron, Qohenin isteğini bir şartla yerine getirmeyi vaat ediyor: Qohen evinden dışarı çıkmayacak ama vaktini Sıfır Teorisi isimli bir tezi kanıtlamak için harcayacak. Filme ismini veren Sıfır Teorisi ise sıfırın yüzde yüze (yani 1e) eşit olduğunu kanıtlamak üzerine karmaşık bir matematiksel işlem. Patrona göre bu teorinin anlamı varlığın hiçliğe denk oluşu ve eğer teori kanıtlanırsa bir hata olarak görülen Büyük Patlama (Big Bang) misali evrendeki her şey bir kara delik tarafından yutulup yok olacak; kara deliğin kendisi de buna dahil. Evine kapandıktan sonra kendini Sıfır Teorisini çözmeye adayan Qohen, bir yandan yaşamın anlamını bu vesileyle bulmaya çalışırken öte yandan patronun oğlu Bob ve eskort kız Bainsleynin yardımıyla gerçeğe yakınlaştığı gibi ondan uzaklaşmayı öğreniyor.
İlk senaryo deneyimini Sıfır Teorisinde yaşayan Pat Rushin, hayli merak uyandırıcı bir hikayeyle yönetmenin ve haliyle- seyircinin karşısına çıksa da yazınsal kısım görselliğe döküldüğünde elde var olanın o kadar da çekici olduğunu söylemek pek mümkün değil. Neredeyse tek mekanda (Qohenin ev olarak kullandığı eski kilise) geçen ve Gilliamın son otuz senedeki en düşük bütçeli filmi olduğunu iddia ettiği Sıfır Teorisi, ne baş karakterinin arayışına hizmet ediyor ne de aksini ispat edercesine bir tutum sergiliyor. Felsefi yönü bu kadar ağır bir öykünün beklentileri karşılamayan, sonuçsuz ve tatminsiz bir yola giriyor olması filmin seyir sırasında takibini zorlaştırıcı, hayli olumsuz bir handikap. Filmde hayatın anlamına ya da yokluğun varlıkla olan ilişkisine dair hiçbir şey bulamıyoruz. Gilliam karakterini bir arayışın içine sokuyor ama seyircisine aynı şeyi vaat etmeyi unutuyor. İşin kötü tarafı Qohenin de arayışının anlama dayalı bir temele oturtulmamış oluşu. Filmin başlarında tek isteği bir telefon aramasına yetişebilmek olan karakter, kısa bir süre sonra bundan vazgeçiyor fakat ne sebeple, neye dayanarak vazgeçtiğine dair en ufak bir fikrimiz olmuyor. Hayatın amacını arayan bir karakter yaratıp hayattaki amacını karakterine unutturan Gilliam, böyle bir hareketle ya seyircisini aptal yerine koyuyor ya da ters algıya sokmaya çalışarak filmini birkaç kez daha seyrettirmek için yol yapıyor. Amacı ne olursa olsun belli bir çizgide ilerlemekte zorlanan Sıfır Teorisinin ilk seyredişte belli kalıplara oturtulması hayli zor. Bu da filmi sevip sevmemeyi tercih etmek için kişiyi zorlu bir çıkmaza iteliyor.
Senaryodaki tartışmaya açık bu durumlar, Gilliamın yarattığı evrende de geçerliliğini aynen koruyor. Bir yandan gülünç bir moda anlayışı ve teknolojik bir takım alet edavatla karakterlerini belli bir zaman dilimine oturtmaya çalışırken öte yandan her birinin eline iPod, kulaklıklarına da son model Apple kulaklığı vermekten çekinmiyor. Bu gibi küçük tezatların yanına koyduğu bir büyük dilim ise Gilliamın yaratmak istediği distopyanın kendine has atmosferini oluşturuyor: Mancom dahil filmin geçtiği her mekan, günümüzde dahi harabe denebilecek kadar eski. Belki bunda yönetmenin bütçesinin yetersizliği etkilidir fakat eski binalarda gelecek tasviri kullanmak cesurca, altında basit sebepler aranmayacak bir hareket olarak değerlendirilmeli. Yapım ve kostüm tasarımlarına baktığımızda ise genel anlamda özensiz, retroyla geleceğin hayal edilen modasının harmanlandığı objelerle karşılaştığımızı belirtmek gerek. Filmin gölgeli, karamsar atmosferine uygunluk ise su götürmez bir gerçek.
Sıfır Teorisi için umudunu yüksek tutanların hayal kırıklığı yaşayabileceğini, filme ikinci bir şans vermek isteyenlerin ise az çok memnun kalabileceğini söylemek mümkün. Gilliamın son distopik eserinin iyi ya da kötü olarak değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum zira bu film; pek çok filmin aksine çok geniş bir açı altında gözlemlenmeye müsait. Bana soracak olursanız seyircisiyle arasındaki duvarları yıkmayı başaramayan, özetle sıkıcı (bu tabiri de kullandırttın ya bana Gilliam, helal olsun!) bir film. Yine de vefakar takipçiler tarafından el üstünde tutulabilmesi ihtimaller dahilinde.
- Burak Hazine -