'hayaL
Bayan Üye
Müslümanlar hakkında su-i zan etmek : Bu, Kur’ân'ın açık ifadesiyle haramdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çün*kü zannın çoğu günahtır." (Hucurât, 12) Bu ayet-i kerimede sakınılması emredilen ve günah olduğu bildirilen zan, ortada ispatlayıcı kanıt ve delil yokken, tahmin üzerine müslümanlar hakkında kötü şeyler düşünmektir. Kâfirler hakkında ise su-i zan câizdir ve bazen de vaciptir. Allah Teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlara nasıl güvenirsiniz ki, fırsat bulsalar ne size ettikleri yeminlere, ne de verdikleri taahhütlere aldırmazlar. Sizi dilleriyle memnun etmeye çalışırlar, fakat kalpleri buna razı değildir. Onların çoğu fâsık kimselerdir." (Tevbe, Hâl bu iken, kâfirleri bırakıp müslümanlar hakkında su-i zan eden bir kimse, dinin bu konudaki hükmünü alt üst ve ters yüz etmiş olur. Şeytanın vesvese ve dürtüsüyle bir müslüman hakkında su-i zanda bulunan kimse, yine şeytanın tahrik ve dürtmesiyle ona karşı soğuk ve olumsuz bir tavır takınır, onun haklarını çiğner, ona ikramda kusur gösterir, onu kendi gözünde küçük görür ve gıybet yaparak onu başkalarının da gözünden düşürmeye çalışır. Bütün bu davranışlar da helâk edici günahlardır.
Öbür yandan müslümanları kendisi hakkında su-i zan etmeye sevk edip bu helâk edici günahları işlemelerine sebep olmamak için, herkesin de şüphe ve töhmet uyandırıcı hâl ve hareketlerden sakınması vaciptir. Allah Rasûlü (sa), "Şüphe uyandıran durumlardan sakının!" buyurmuş ve bu konuda kendi hayatından bir örnek vermiştir. Eşi Safiyye binti Huyey (ra)'a şöyle anlatmıştır:
"Bir akşam Allah Rasûlü (as) ile birlikte eve giderken, iki sahâbi ile karşılaştık. Bunlar kendisine karşı duydukları şiddetli edep ve saygı ile gözlerini yere dikip selâm verdiler ve geçmek istediler. Fakat Allah Rasûlü (as), onları durdurdu ve kendilerine, 'Bu yanımdaki hanım eşim Safiyye'dir.’ dedi. Onlar, 'Ya Rasûlullah! Senin hakkında bizim aklımıza kötü bir şey gelmez.’ dediler. Allah Rasûlü (as), 'Doğrudur. Fakat şeytan insanların damarında ve kanında dolaşır. Elinizde olmaksızın sizi su-i zanna itmesinden korktum.’ dedi." (Müttefekun aleyh)
İnsanlar, genelde başkalarını kendi nefislerine kıyas ederler. Onun için, en çok su-i zanda bulunanlar fâsık kimselerdir. Bu fâsıklar, kendi niyet ve amellerine kıyas ederek müslümanların iyi amellerini de kötü yorumlar ve altında kötü niyet bulmaya çalışırlar.
Bu sebeple, örneğin, müslümanlar namaz kılsalar, fâsıklara göre gösteriş için kılmışlardır; hacca gitseler bunlara göre riya için gitmişlerdir; bir muhtaca yardım etseler, bunlara göre bunu bir garaz ve çıkar için yapmışlardır. Bu huyları eskidir. Allah Rasûlü (as), cihad masrafı ve fakir fukara ihtiyacı için gerektikçe ashâbından yardım isterdi. Onlar da esirgemeden bulabildiklerini getirip verirlerdi.
Münafıklar ise, yardım etmemekle kalmaz, yardım edenleri de eleştirirlerdi. Çok getirenler için, "Riyakârlık emişler." derler; az getirenlerle de alay ederlerdi. Allah Teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Sadaka verenleri eleştiren ve bulabildiklerini verenlerle alay eden o kimselerle Allah alay eder ve alay etmelerinin cezasını elemli bir azap şeklinde verir." (Tevbe, 79)
Buraya kadar zikredilenler gibi, şeytanın insan kalbine girmek için kapı olarak kullandığı pek çok yanlışlar ve zaaflar vardır. İnsanın her bir yanlışı ve her bir zaafı şeytanın onun kalbine girmesi için bir kapıdır. Bu kapılardan giren şeytan insana daha başka yanlışlar yaptırır ve onda daha başka zaaflar oluşturur. Onun için, ahlâkî zaaflardan ve fiilî yanlışlardan korunmaya çalışmak ve bunlarla şeytanın eline bir ip ucu vermekten sakınmak lâzımdır. Çünkü şeytan, eline geçirdiği küçük fırsatlardan büyük tahribatlar çıkarmak ve önemsiz görülen kusurlarla insanı büyük günahlara ve hatta küfre sürükleyip götürmekte mahirdir.
Kalpte kötü huylar ve kirli duygular bulunduğu takdirde, şeytanın oraya girmesini önlemek imkânsız hâle gelir. Kötülüklerden arındırılmış bir kalbe girmesini önlemek ise oldukça kolaydır. Bunun için, eûzu ve besmele okumak ve bir zikir yapmak yeterlidir.
O hâlde, öncelikle yapılması gereken şey, kalbi kötü duygu ve sıfatlardan (kibir, hased, hıyânet, hırs, tamah, dünya sevgisi gibi şeylerden) arındırmaktır. Çünkü şeytan aç bir köpek gibidir. İnsanın zaaf ve kusurları ise onun gıdasıdır. O, bu gıdayı bulduğu yere saldırır ve ona ulaşmaya çalışır.
Muhammed İbni Vâsih (ra) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Sen bize bir düşman musallat etmişsin. Bu düşman bizim zaaflarımızı iyi bilir ve onlarla kalbimize girmek için yol bulur. Allah'ım! Onu kendi rahmetinden uzaklaştırdığın gibi, bizden de uzaklaştır ve onu kendi affından ümitsiz ettiğin gibi, bizi aldatabilmekten de ümitsiz et. Hiç şüphe yoktur ki, sen her şeye karşı güçlüsün." Allah Teâlâ’nın şeytanı insanlara musallat etmesi, onu yaratması anlamındadır. Fakat hakikî mânada onu kendine musallat eden insanın kendisidir. Bu yüzden Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kim şeytanı kendine musallat ederse, şeytan onu saptırır ve cehennem azabına çarptırır." (Hac, 4) Şeytanı kendine musallat etmek; ona kalbinin kapılarını açmak, kötü huylar ve amellerle onu kendine çekmek demektir.
Zikretmenin, şeytan vesveselerini kalpten kovması, ilacın hastalıkları gidermesi gibidir. İlacın bu özelliği vardır, fakat onun bu özelliği göstermesi için perhiz yapmak da şarttır. Perhiz yapılmadığı takdirde ise, ilacın etkisi olmaz. Tıpkı bunun gibi, zikrin vesveseleri defetmesi için de, kalbin temiz olması ve takva taşıması şarttır. Bu şart gerçekleştiği zaman zikrin etkisi kesindir. Hatta bu durumda zikredenin kendi varlığı bile şeytanı uzaklaştırır. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (as) Hz. Ömer hakkında şöyle buyurmuştur: "Ömer bir yolda gidince, şeytan o yolu terk edip başka bir yola gider." (Müttefekun aleyh) Bu şart gerçekleşmediği takdirde ise, zikrin etkisi azalır ve hatta bazen hiç etkisi olmaz. Bu durumda, zikre rağmen şeytanın kalpten uzaklaştırılmaması, kabul edileceği va'dedilmesine rağmen, duânın kabul edilmemesi gibidir. Bilindiği gibi, Allah Teâlâ, "Bana duâ edin, duanızı kabul edeyim." (Gâfir, 60) buyurmuştur. Fakat, diğer âyetlerden öğreniyoruz ki, bu va'din bazı şartları vardır. Onun için, bu şartlar yerine getirilmediği zaman, duânın kabul edilmesi va'dedilmiş olmaktan çıkar.
Bu sebeple, İbrahim İbni Edhem'e, "Niçin Allah Teâlâ duâmızı kabul etmiyor?" dediklerinde, o şöyle demiştir: "Siz devamlı surette Allah Teâlâ'yı kızdırıyorsunuz. Bu durumda O sizin duanızı kabul eder mi? Siz, kendisine iman ettiğinizi söylüyorsunuz, fakat O'na itâat etmiyorsunuz; Kur'ân okuyup ne dediğini anlıyorsunuz, fakat anladıklarınızı uygulamıyorsunuz; Allah Rasûlü’ne uyduğunuzu söylüyorsunuz, fakat onun sünnetini bir kenara atıyorsunuz; ahiretin hak olduğunu söylüyorsunuz, fakat onun için hazırlık yapmıyorsunuz; cenneti sevdiğinizi, cehennemden de korktuğunuzu söylüyorsunuz, fakat ne sizi cennete götürecek amelleri işliyor, ne de cehennemden uzaklaştıracak işlerden sakınıyorsunuz."
Zikrin bereketiyle şeytanın uzaklaştırılması, ayrıca şeytanı düşman bilme ve ona karşı düşmanca davranma şartına bağlanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şeytan size düşmandır. Siz de ona düşman olun!" (Fâtır, 6)
Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "Sen ahlâk ve amelinle şeytanın dostu iken, dilinle ne diye ona lanet okuyorsun ?
Öbür yandan müslümanları kendisi hakkında su-i zan etmeye sevk edip bu helâk edici günahları işlemelerine sebep olmamak için, herkesin de şüphe ve töhmet uyandırıcı hâl ve hareketlerden sakınması vaciptir. Allah Rasûlü (sa), "Şüphe uyandıran durumlardan sakının!" buyurmuş ve bu konuda kendi hayatından bir örnek vermiştir. Eşi Safiyye binti Huyey (ra)'a şöyle anlatmıştır:
"Bir akşam Allah Rasûlü (as) ile birlikte eve giderken, iki sahâbi ile karşılaştık. Bunlar kendisine karşı duydukları şiddetli edep ve saygı ile gözlerini yere dikip selâm verdiler ve geçmek istediler. Fakat Allah Rasûlü (as), onları durdurdu ve kendilerine, 'Bu yanımdaki hanım eşim Safiyye'dir.’ dedi. Onlar, 'Ya Rasûlullah! Senin hakkında bizim aklımıza kötü bir şey gelmez.’ dediler. Allah Rasûlü (as), 'Doğrudur. Fakat şeytan insanların damarında ve kanında dolaşır. Elinizde olmaksızın sizi su-i zanna itmesinden korktum.’ dedi." (Müttefekun aleyh)
İnsanlar, genelde başkalarını kendi nefislerine kıyas ederler. Onun için, en çok su-i zanda bulunanlar fâsık kimselerdir. Bu fâsıklar, kendi niyet ve amellerine kıyas ederek müslümanların iyi amellerini de kötü yorumlar ve altında kötü niyet bulmaya çalışırlar.
Bu sebeple, örneğin, müslümanlar namaz kılsalar, fâsıklara göre gösteriş için kılmışlardır; hacca gitseler bunlara göre riya için gitmişlerdir; bir muhtaca yardım etseler, bunlara göre bunu bir garaz ve çıkar için yapmışlardır. Bu huyları eskidir. Allah Rasûlü (as), cihad masrafı ve fakir fukara ihtiyacı için gerektikçe ashâbından yardım isterdi. Onlar da esirgemeden bulabildiklerini getirip verirlerdi.
Münafıklar ise, yardım etmemekle kalmaz, yardım edenleri de eleştirirlerdi. Çok getirenler için, "Riyakârlık emişler." derler; az getirenlerle de alay ederlerdi. Allah Teâlâ, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Sadaka verenleri eleştiren ve bulabildiklerini verenlerle alay eden o kimselerle Allah alay eder ve alay etmelerinin cezasını elemli bir azap şeklinde verir." (Tevbe, 79)
Buraya kadar zikredilenler gibi, şeytanın insan kalbine girmek için kapı olarak kullandığı pek çok yanlışlar ve zaaflar vardır. İnsanın her bir yanlışı ve her bir zaafı şeytanın onun kalbine girmesi için bir kapıdır. Bu kapılardan giren şeytan insana daha başka yanlışlar yaptırır ve onda daha başka zaaflar oluşturur. Onun için, ahlâkî zaaflardan ve fiilî yanlışlardan korunmaya çalışmak ve bunlarla şeytanın eline bir ip ucu vermekten sakınmak lâzımdır. Çünkü şeytan, eline geçirdiği küçük fırsatlardan büyük tahribatlar çıkarmak ve önemsiz görülen kusurlarla insanı büyük günahlara ve hatta küfre sürükleyip götürmekte mahirdir.
Kalpte kötü huylar ve kirli duygular bulunduğu takdirde, şeytanın oraya girmesini önlemek imkânsız hâle gelir. Kötülüklerden arındırılmış bir kalbe girmesini önlemek ise oldukça kolaydır. Bunun için, eûzu ve besmele okumak ve bir zikir yapmak yeterlidir.
O hâlde, öncelikle yapılması gereken şey, kalbi kötü duygu ve sıfatlardan (kibir, hased, hıyânet, hırs, tamah, dünya sevgisi gibi şeylerden) arındırmaktır. Çünkü şeytan aç bir köpek gibidir. İnsanın zaaf ve kusurları ise onun gıdasıdır. O, bu gıdayı bulduğu yere saldırır ve ona ulaşmaya çalışır.
Muhammed İbni Vâsih (ra) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Sen bize bir düşman musallat etmişsin. Bu düşman bizim zaaflarımızı iyi bilir ve onlarla kalbimize girmek için yol bulur. Allah'ım! Onu kendi rahmetinden uzaklaştırdığın gibi, bizden de uzaklaştır ve onu kendi affından ümitsiz ettiğin gibi, bizi aldatabilmekten de ümitsiz et. Hiç şüphe yoktur ki, sen her şeye karşı güçlüsün." Allah Teâlâ’nın şeytanı insanlara musallat etmesi, onu yaratması anlamındadır. Fakat hakikî mânada onu kendine musallat eden insanın kendisidir. Bu yüzden Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kim şeytanı kendine musallat ederse, şeytan onu saptırır ve cehennem azabına çarptırır." (Hac, 4) Şeytanı kendine musallat etmek; ona kalbinin kapılarını açmak, kötü huylar ve amellerle onu kendine çekmek demektir.
Zikretmenin, şeytan vesveselerini kalpten kovması, ilacın hastalıkları gidermesi gibidir. İlacın bu özelliği vardır, fakat onun bu özelliği göstermesi için perhiz yapmak da şarttır. Perhiz yapılmadığı takdirde ise, ilacın etkisi olmaz. Tıpkı bunun gibi, zikrin vesveseleri defetmesi için de, kalbin temiz olması ve takva taşıması şarttır. Bu şart gerçekleştiği zaman zikrin etkisi kesindir. Hatta bu durumda zikredenin kendi varlığı bile şeytanı uzaklaştırır. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (as) Hz. Ömer hakkında şöyle buyurmuştur: "Ömer bir yolda gidince, şeytan o yolu terk edip başka bir yola gider." (Müttefekun aleyh) Bu şart gerçekleşmediği takdirde ise, zikrin etkisi azalır ve hatta bazen hiç etkisi olmaz. Bu durumda, zikre rağmen şeytanın kalpten uzaklaştırılmaması, kabul edileceği va'dedilmesine rağmen, duânın kabul edilmemesi gibidir. Bilindiği gibi, Allah Teâlâ, "Bana duâ edin, duanızı kabul edeyim." (Gâfir, 60) buyurmuştur. Fakat, diğer âyetlerden öğreniyoruz ki, bu va'din bazı şartları vardır. Onun için, bu şartlar yerine getirilmediği zaman, duânın kabul edilmesi va'dedilmiş olmaktan çıkar.
Bu sebeple, İbrahim İbni Edhem'e, "Niçin Allah Teâlâ duâmızı kabul etmiyor?" dediklerinde, o şöyle demiştir: "Siz devamlı surette Allah Teâlâ'yı kızdırıyorsunuz. Bu durumda O sizin duanızı kabul eder mi? Siz, kendisine iman ettiğinizi söylüyorsunuz, fakat O'na itâat etmiyorsunuz; Kur'ân okuyup ne dediğini anlıyorsunuz, fakat anladıklarınızı uygulamıyorsunuz; Allah Rasûlü’ne uyduğunuzu söylüyorsunuz, fakat onun sünnetini bir kenara atıyorsunuz; ahiretin hak olduğunu söylüyorsunuz, fakat onun için hazırlık yapmıyorsunuz; cenneti sevdiğinizi, cehennemden de korktuğunuzu söylüyorsunuz, fakat ne sizi cennete götürecek amelleri işliyor, ne de cehennemden uzaklaştıracak işlerden sakınıyorsunuz."
Zikrin bereketiyle şeytanın uzaklaştırılması, ayrıca şeytanı düşman bilme ve ona karşı düşmanca davranma şartına bağlanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şeytan size düşmandır. Siz de ona düşman olun!" (Fâtır, 6)
Vehb İbni Münebbih şöyle demiştir: "Sen ahlâk ve amelinle şeytanın dostu iken, dilinle ne diye ona lanet okuyorsun ?