‘Seyirciyi Terletmek İstiyorum’

Bezmi$h

Banned
Kerem Akça, Afro-Amerikan sinemasının önemli figürü Spike Lee ile görüştü

Özellikle 80’lerde Afro-Amerikan sinemasının daha ciddiye alınır bir kol haline gelmesini sağlayan Spike Lee, o zamandan bugüne ürettiği 17 filmle de o kültürün hikayelerini perdeye taşıdı. Dört sene önce ise “St. Anna Mucizesi”nde 2. Dünya Savaşı’nda Toskana’daki Colognora köyünde kapana kısılan dört Afro-Amerikan asker ile Nazi Almanya’sı arasındaki mücadeleyi ele almıştı. Ben de o zamandan beri film çekmeyen yönetmeni, bizde vizyona girmeyen bu eserin 2008 Eylül’ünde 33. Toronto Film Festivali’nde düzenlenen dünya prömiyeri vesilesiyle yakalamıştım. Teke tek röportajda belki de yabancı ve Amerikan basınının eserine yönelttiği olumsuz yorumlar sebebiyle sinirli ve narsist tavrıyla dikkat çeken bu usta isimle, bu eserdeki başarısı ve kariyeri üzerine konuştum. Filmin bizde bu ay DVD’sinin çıkacak olması da neyse ki bu söyleşinin kayıtlarını paylaşma şansı tanıdı bana.

30 senedir çektiği filmlerle Berlin, Cannes ve Venedik gibi önemli festivallerde ödüller alan Spike Lee, daha ziyade bir kuşağın, bir rönesansın fikir babası işleviyle aradan sıyrılır. Kendisi 70’lerde Melvin Van Peebles’ın önderliğinde bir ivme yakalayan, ancak daha ziyade hızlı kurgu teknikleriyle siyahi istismar filmi (blaxploitation) geleneğinden bir ‘direniş sineması’ olarak görülen Afro-Amerikan sinemasının ciddiye alınmasını sağladı.

Kısa sürede bu geleneğin ‘auteur’ yönetmenlerinden birine dönüşen Spike Lee, klasik hikaye anlatma düşüncesi ile modern sinema metotlarını bir araya getiriyordu. Onun biçimci yaklaşımının içindeki ‘nazik direniş’ hikayeleri, bir anlamda Terence Blanchard’ın ‘akılda kalıcı’ besteleriyle peliküle aktarılıyordu. “Doğruyu Seç” (“Do the Right Thing”, 1989) ile çıkış yapan yönetmenin daha ziyade Denzel Washington’lı “Malcolm X” (1992) ile bilindiği söylenebilir.



Martin Lawrence’dan Denzel Washington’a uzanan geniş bir siyahi oyuncular skalası ile çalışan yönetmenin, bu alt kültürün ABD tabanında çektiği sorunları, ikinci sınıf vatandaşlıktan ziyade içeriden bir gözle uyuşturucu ticareti, dolandırıcılık, siyasi liderlik, seri katillik gibi sinemasal kavramlarla da harmanladığı görülür. Şimdilerde “İhtiyar Delikanlı”nın (“Oldboy”, 2003) yeniden çevrimi için adı geçen Spike Lee’nin, 1944 yılında Toskana cephesinde (Colognora köyünde) dört siyah Amerikalı askerin Hitler’le ve başlarındaki beyaz albayla mücadelesini ele aldığı “St. Anna Mucizesi” (“Miracle at St. Anna”, 2008) bir hayli tartışıldı. Ancak bana kalırsa üç sene önce ‘bize de bekleriz’ bölümümde de ele aldığım film, son 10 yılın Amerikan sinemasından çıkmış en ‘politik anlamda doğru’ savaş filmlerinden biri.
Spike Lee ile filmin dünya prömiyerinin yapıldığı 2008 Eylül’ündeki 33. Toronto Film Festivali’nde teke tek bir söyleşi gerçekleştirmiştim. Neyse ki “St. Anna Mucizesi”nin bizde vizyon ve festival görmeden DVD’sinin piyasaya çıkmasıyla birlikte bu söyleşinin kayıtlarını paylaşmak nasip oldu.

“20 SENEDİR AYNIYIM”
- “St. Anna Mucizesi”nde yoğun bir Sam Peckinpah etkisi sezebiliyorum. Şiddete yaklaşım açısından değil yanlış anlaşılmasın. “Zafer Madalyası”nın 2. Dünya Savaşı’na iki taraftan da, bütün devletlerin gözünden bakabilme düşüncesini karşılıyor bence. İtalyanı, Afro-Amerikalısı, Beyaz Amerikalısı, Almanı farketmeden bir tarafsızlık var. Bu durum da biraz stüdyo sistemi karşıtı duran doğru bir ideolojik görüşü beraberinde getiriyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Peckinpah mı? Düşünmek lazım... “Zafer Madalyası” (“Cross of Iron”, 1977) dahil Peckinpah’ın en son ne zaman bir filmini izledim hatırlamıyorum. Yıllar geçti üzerinden. Tekrar bakmak lazım. Emin değilim.
- Filmografinize bakınca ilk dönem ile son dönem arasında büyük farklar öne çıkıyor. Özellikle de son 10 sene için bunu söyleyebiliriz. “Doğruyu Seç” ile “İçerideki Adam”ı karşılaştırınca bu sonuca ulaşmak mümkün. Bağımsız bir ruha sahip olmak ile tanınmış oyuncularla belli bir çatı altında çalışmak, buna göre temaları belirlemek ve daha nice konuda dönüşüm var. Yönetmenlik ve sinema dili de değişti. Bunun sebebini nasıl görüyorsunuz?
Buna katılmıyorum beyefendi. Ben hikayenin bana ne anlattığına bakarım. Stil ve yönetmenlik bundan sonra gelir.
- O zaman kendinizi herhangi bir şeyi yönetebilecek, kendi yargılarınızla donatacak cinsten bir yönetmen olarak mı görüyorsunuz?
Elbette o kadar da değil. Örneğin bilimkurgu çekmem. Romantik-komedi de... Seçtiğim türler var. Beni de başarıya ulaştıran bu püf nokta aslında.
- Filmlerinizde tanınmamış Afro-Amerikan oyuncuları oynatıyorsunuz. 10 yıl sonra kendi kariyerlerinde yükselişe geçen isimlere dönüşüyor bunlar. Bu filmde de böylesi oyuncular var. Bir Spike Lee okulundan bahsedebilir miyiz?
Böyle bir durum var evet. Ben de gözlemliyorum.
- Laurence Fishburne, Martin Lawrence...
Fishburne, “Kıyamet” (“Apocalypse Now”, 1979) ile çıkış yaptı aslında. Ama Lawrence’ı ilk sinema filminde ben oynattım.
Halle Berry’nin Oscar alması veya Lawrence’ın komedi oyuncusu olarak yükselmesini önceden tahmin ediyor muydunuz?
Evet çok yetenekli oyuncular. Onların çok büyük ve iyi şeyler yapacaklarını düşünüyordum.

- 80’lerde böylesi yükselişler çok da mümkün değildi, özellikle siyahlar için. 70’lerin siyahi istismar filmi dönemini saymazsak, sizinkini özgürlükçü bir başarı olarak görmek mümkün.
80’lerin ikinci yarısında Robert Townsend, John Singleton gibi yönetmenlerle bir rönesans yaşandı. “Boyz n the Hood” gibi bu konuda mihenk taşı filmler üredi.
- John Singleton da önemliydi evet o dönemde.
Bir yeniden doğum, bir siyah rönesans dönemi denebilir. Sosyolojik açıdan söylüyorum.
- Singleton ile arkadaş mısınız?
Evet, bugün de dünya prömiyeri için burada. Los Angeles’ta da görüşüyoruz onunla.

“BEN SİYAH SPIKE LEE’YİM”
- Kendinizi Afro-Amerikan sinemanın John Cassavetes’i olarak görüyor musunuz?
Kendimi Siyah Cassavetes olarak gördüğümü mü soruyosunuz?

- Evet.
Kendimi herhangi bir yönetmen gibi görmüyorum. Ben siyah Spike Lee’yim.

- Etkilendiğiniz yönetmenler var mı?
O farklı bir şey. Siyah Spike Lee olmak birinden etkilenmemek anlamına gelmiyor. Yaşadığınız dünyayla alakalı tüm bunlar.
- Peki eğer bir alaka kurarsak nasıl isimler çıkar?
John Coltrane, Miles Davis, Martin Scorsese, Billy Wilder, Elia Kazan...

- Özellikle “Doğruyu Seç” ve “Torbacı”da siyahi alt kültüre ırksal ve etnik anlamda Fellini’nin “Roma”da yaptığını yaptığınızı düşünüyorum. Bir yaşayış biçiminin birbirinden ayrı karakterler üzerinden çerçevelenmesi, sizin ruhunuzla harmanlanıyor o filmlerde...
Ben iki film için bir bağ görmüyorum. Siz görebilirsiniz, geçerli bir görüştür, saygı duyuyorum. Ama yaratıcısı olarak görmüyorum.

- “St. Anna Mucizesi”nde tarafsız bakışın ışığında liberal ve doğru bir ideolojik görüş var. Bu doğrultuda da sıkışmış siyahi karakterlerin dışında İtalyan köyüne giren tek aktif Amerikan askerinin, D.B. Sweeney’nin beyaz subay tiplemesinin filmin kötü adamı olması şaşırtıcı değil gibi.
Bu bir görüş tabi. Ama ben öyle demem aslında. Siyah timin başındaki asker o. Siyahları kuzeye atmaya çalışıyor Toskana bölgesinde. Beyazların siyahlardan iyi olduğunu ve kuzeyi yönetmelerini istiyor bariz bir şekilde. O yüzden öyle bir tanımı var.

“SEYİRCİYİ TERLETMEK İSTİYORUM”

- Klasik müzikalleri seviyorsunuz. İlerleyen dönemde bir müzikal çekmek ister misiniz?
Evet çekmek isterim.

- Favori müzikaliniz?
“Batı Yakasının Hikayesi” (“West Side Story”, 1961), “Cabaret” (1972), “Yağmurda Şarkı” (“Singin’ In the Rain”, 1951), “On the Town” (1949)

- Farklı geleneklere sahip müzikaller... İlk filmlerinizde sarının tonları ve turuncu renk öne çıkıyordu daha ziyade. Sanki Afro-Amerikan alt kültürün ruh halini anlatmak için uygulanan biçimci bir metottu. Ama burada ve son döneminizde bu yok. Bunun sebebi ne?
Bana kalırsa “Doğruyu Seç”in yazın en sıcak gününde çekilmesiyle alakalı bu.

- “Orman Ateşi” ve “Torbacı” da öyle ama...
Onlarda o kadar değil. Ancak sarı ve turuncuyu hakim tuttuysam eğer seyircinin bilinçaltında ‘terleme’ duygusunu yaratmak içindir bu.

- Matthew Libatique, bana kalırsa son 10 yılın en iyi görüntü yönetmenlerinden biri. Burada onunla üçüncü kez çalıştınız. Yine müthiş bir iş çıkarmış. Onun Darren Aronofsky ile çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?
“Pi” (1998), “Bir Rüya için Ağıt” (“Requiem for a Dream”, 2000) ve “Kaynak”ta (“The Fountain”, 2006) çalıştı. “She Hate Me” (2002), “İçerideki Adam” (“Inside Man”, 2006) ve buradaki işine bakarsak, hepsinde de istediğimi yaptı aslında.

- Gerçek anlamda bir ince işçiliği var bütün filmlerde...
Hiçbir görüntü yönetmeni, kendi stilini oturtmaz. Yönetmenlerin vizyonları farklıdır. Bu durum filmin dokusunu doldurur. Bu da ‘iyi sinematografi’yi filmdeki bakış açısını yansıtma konusunda sorumlu kılar. Önemli olan budur.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol
Geri
Üst