Sevgi Sevgi Sevgi..

ashli

Bayan Üye
SEVGİ SEVGİ, SEVGİ


Sevgiye yönelen pekçok yazar-çizer-düşünür, "sevgi" sözcüğünün boşandırdığı bir sürü bulanık bulaşık tekerlemeyi, çamursu yapışkan kavramı sürüklemekte. Ola ki bu: yanlışa düşme ürküntüsünden; bilgili görünme dileğinden; gelenekten geleneğe aktarılan alışkaıılikların basıncından; kolay kolay önüne geçilemeyen heyecanlarm itelemesinden ileri geliyor.

Her ciddi elealışın bu sakıncalı durumlardan uzak durması gerekir.

Dikkatlerimizi sevgiye çevirir çevirmez, aşınmış lâf-kalıplarının ağına takılıp kalmak istemiyorsak; bayat düşünüşleri geveleye geveleye her şeyi sulandırmak istemiyorsak, tadına acısına vara vara, elden geldiğince ayık ve tutarlı bir tutumla sevgi'ye yönelmeliyiz.

Gel gör ki, sanki yazgıymış gibi, elden düşme duygu ve düşüncelere bırakıp gidiyor çok kişi kendini. .

Yaşam, ölüm, bilgi, dostluk, insan, toplum, kültür, evren, zaman, düşünce, mutluluk gibi en varlıksal sözcüklerimizde topaçlanan türlü türlü sorunların ana-kavramı "sevgi". Akıllara durgunluk veren önemirun, belki de, en güzel gerekçesi bu. .

İşte bu nedenle sevgiyi, şöyle azıcık yakından bilip öğrenmeye giriştiğimizde her yerde: birçok önde gelen yaşama ve düşünme kavramını, iyice anlayıp açıklamaya girişmek zorundayız. Öyle de, bunları da anlayıp açıklamaya girişince, sevgi kavramına, bu kavramda yansıyan yansımayan herşeyin en içlerine gitmek zorundayız.

Gönlün kafanın bir köşeciğinde değil, tüm varlıkta, tüm varolma çevresiyle insanın tüm varoluşunda sevgi.

Boğum boğum tuhaflık: Açık-seçik konuşulmasa da, herzaman heryerde, en çok özlenen şey olduğu için olacak, en çok konuşulan şey sevgi. Gene de en az 'biliniyor'. Çok özlendiği, sesli-sessiz çok konuşulduğu için mi?

Sürüyle soruna sevgide çözüm arıyoruz. Yanıtların onda bulunduğu inancıyla yapıyoruz bunu. Sürüyle düğüm düğümlenir oysa "sevgi" sözcüğünde.

Önü ardı, içi dışı, yapısı gelişmesiyle sevgi'yi öğrenmek için bilime koşanlar, üstesinden kolay kolay gelemedikleri bir şaşkınlığa düşmekte. Tıp'tan Eğitimbilim'e, Ekonomi'den Tanrıbilim'e, Ruhbilim'den Toplumbilim'e - daha nice tek tek bilimlerin birinden öbürüne koşturup duruyorlar. Gene de derlitoplu bir sevgi-anlayışından yoksun hepsi. Alışılagelen yaklaşımla Sanat'a, Yazın'a, Felsefe'ye de elatsan boşuna. Açıklığa kavuşturulması gereken dolanıklıkları göze almadıkça, sevgi-gizemlerinin tadına varamazsın.

Sevgi'yi en iyi inceleyen alan: sanattır, bilimdir, felsefedir - işte bu türden kesip atmalara (daha sert bir nitelemeye gerek yok, ne de olsa) boş savlar deyip geçme eğilimindeyim. Çok sayıda yandaş bulsa da, pek ilgimi çekmiyor böyle gevezelikler.

Öyle ya, "sevgi"yi mi, - hangi "sevgi"yi? "En iyi' mi, - hangi anlamda "en iyi"? Sanat mı, - türlü türlü sanatlar var, hangisi, nasıl, dahası hangi sanatçı? "Bilim" mi, - Biyoloji, Fizyoloji, Psikoloji, Psikiyatri, Sosyoloji gibi bilimlerden hangisi? Felsefe mi, - nerde saklı böyle bir felsefe?

Savların yolaçtığı bütün bu soruları, hadi giderdik diyelim, - "inceleme" dediğimiz de ne tür bir bilgi, ne tür bir etkenlik? Onu da çözümlediğimizi varsayalım, - gerçekten gerekli mi sevgiyi incelemek.

Bir bakıma, koklana koklana solmuş bir çiçek sevgi. Canlanması için gerçekten sevenlerin, seven sanatçıların, seven düşünürlerin, seven bilimadamlarının, seven yazarların yemyeşil katkıları gerekiyor.

Mitolojiler ile dinler, hem Tanrı çokluğuna hem Tanrı tekliğine dayanan inançlar ve uygulamalar, dönüp dolaşıp hep sevgi doğrultusunda toplamakta insanları: sevgi'ler sunuyorlar yandaşlarına, sevgi'lerle bağlıyorlar kendilerine.

Din'in Mitoloji nin, oldumolası varolma-pınarı sevgi. Azıcık yaklaşmaya gör, çağlayış kulaklarında. Öylesine çekici bir güç ki sevgi, korkuya dayanan inançlar bile, bir yerden sonra örtbas edilen tutarsızlıklara, zorlama yorumlara, isteksiz düzenlemelere baş- vursalar bile, sevgi'ye dayandırıp sevgi'yle pekiştirmeye çalışıyorlar varoluşlarım.

Önermelerinde, anlatımlarında, akıl yürütmelerinde, kuramlarında sevgiye yer açmayan felsefeler, bilimler sınırlı kapsamlı bir gerçeklikten öteye uzanamıyorlar. Açıktan açığa sözü edilmese de: metafizikler, ahlak felsefeleri, toplum öğretileri, psikoloji varsayımları, psikiyatri sağaltma tutamakları, ekonomi yönergeleri, eğitimbilim yöntemleri, - daha nice bilimler, felsefeler, teknikler, mantık-bilgi-uygulama oluşumları, en canalıcı yerlerinde, sevgi'den almakta hızını başarısını. Birbirine akraba, birbirine karşıt düşünürler, bilginler, eylemciler: Platon'lar, Augustinus'lar, Hume'lar, Schopenhauer'ler, Marx'lar, Freud'lar, Jung'lar, Reich'lar, sevgi'nin kımıldatıcı gücünden derledikleri esinle örgütlüyorlar yapıtlarını.

Ressam için resim, heykelci için heykel, müzikçi için müzik nasıl gerçekteki ve ta- sarımdaki tüm yaşamı doldurursa, seven için de sevgi gerçekteki ve tasarımdaki tüm yaşamı doldurur.

Resim, heykel, şiir, müzik, roman, öykü, söylence gibi sanatlara dökülemeyen sevgiler, kurumaya yüz tutmuş derecikler gibidir.

Şiiri, romanı, masalı, öyküsü, sahne oyunlarıyla, Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e, her yazın, büyük ölçüde, sevgi dolayında örgütlenmekte.
İnsanın özüyle özdeş kıldığı kadın erkek kahramanlar dalga dalga akmakta geçmişten günümüze, şimdilerden sonralara dil dil, toplum toplum, kuşak kuşak, insan insan. Hangibirisini anacaksın, saymakla tükenesi şey mi sevgi taşıyıcıları? Söyleşilerle, anlatılar, açıklamalar, genellemeler, incelemelerle hep yeniden yaşanmakta sevgi; şölen- hüzün, acı-tatlı, hep yeniden yaşanmakta sevgi.

Ne zaman, Uzak Doğu diye adlandırılan toplum-kültür yörelerinin sevgi geleneklerine ilişkin bir yazı-çizi elime geçse, bana nerdeyse apaçık kendini gösteren: gizemli uyumlarla, tüy hafifliğinde iletişimlerle, bilgelik tüten öğütlerle, birliktelik besleyen seç- melerle, odalarla, kokularla, türkülerle, düşlerle sevgiye ilişkin algı ve anlayışım birbirinden güzel genişliklere açılır da açılır.

Resim, müzik, mimarlık, heykel yapıtlarına, olanın olanaklarının elverdiği ölçüde hiç bıkıp usanmadan sevginin yüceleştirdiği etkenlikler gözüyle bakılabilir, bir bakıma.

"Kutsal" diye bilinen yerlerin kıyıbucağı duvar duvar, tavan tavan, taş taş, toprak toprak, maden maden, ses ses, kâğıt kâğıt sevginin ne denli baştacı edildiğini göstermede yeterli ve yetkili tanıktır. Sevgi dürtüsüyle, sevgi uyandırmak için opera, senfoni, şarkı, kitap - türlü türlü sevgi anıtları sanatın her yöresinde var, gören gözler, dokunan eller, işiten kulaklar varolduğu sürece.

Yalnız sanatla, yazınla, bilimle, felsefeyle bağ kurmuyor sevgi. İnsan-toplum-kültür yaşamında büyük önem taşıyan bir sevgi pazarı, bir sevgi ekonomisi, bir sevgi politikası, bir sevgi endüstrisi var.

Bir dokun, binlerce dalbudak içinde bulursun kendini: Tekbaşına "sevgi' diye bir gerçeklik yok. Yaşamın gündüzünü gecesini, hergününü bayramını tümden kuşatan evrensel bir gerçeklik o, - artık ne denli "o" diye üstünkörü betimlenebilirse kuşkusuz.

Sevgi'nin en çok çağrıştırdığı: istek ve özlem. Bir insana, bir canlıya, bir nesneye, ' yönelmek; bu yönelişi, özvarlik bakımından değerli ve önemli diye algılayıp
yaşamak; bu varlıksal ilişkiyi yitirmemek kaygısıyla hiçbir özveriden geri durmamak var bu istek ve özlemde.

Doğarken etimiz kemiğimizle sevgi ile, yatkınlık doğrutusunda bile olsa, sevgi ile birlikte doğmasaydık, sonradan sevgi diye donatılmış kapsamlı c,e ağırlıklı bir gerçekli ortaya çıkabilir miydi?

Tasarlanabilecek herşeyle, ama var ama yok, herşeyle sevgi bağlantıları kurabilir insan. Sevenin sevdiği başka bir insansa sevgili'dir o. Teniyle canıyla bir bütün olan insanın erişebileceğim her yerini (el, bilek, ayak, yüz, burun, boyun, bacak, topuk) vücudun sokulabileceğim heryerini, bir bir, ayrı ayrı sevgi odağı yapabilirim. Uzak yakın bildik yabancı, tüm canlı cansız, yapma doğal nesneler için geçerli bu. Kimi arabasına, kimi evine, kimi bahçesine düşkün. Bazan örtbas etse bile, herkes sevdiğini yüce bellemiş, herkesin sevdiği, kendisi için, geçici ya da sürekli kutsaldır.

Gözardı edemeyeceğimiz birşey var: hep sevgi, sevgi, diyoruz ama, önünde sonunda hep insan açısından bakıyoruz sevgiye. Oysa sevgi: insan-dünyasını sarıp sarmalasa da, tüm canlıların da öz gerçekliği. Bitki, hayvan, tüm canlı kuşaklarını tür tür kımıldatan bağ sevgi.

Yalnızca dölleme, çiftleşme, doğurma yönünden değil, türü ne olursa olsun, canlıların, hepsini birarada-tutma yönünden, sevgi olmasaydı hiçbiri varolmazdı. Nice tartışmalara yolaçsa da, maddenin içyapısı, gökcisimlerinin birbirini çekmesi, tek tek varlıkların yanyana sürüp gitmesi, ne yana dönsek, herşeyi, ama herşeyi baştan beri ayakta tutan sevgi'dir, diyesim geliyor. Gelip geçici bir izlenim değil bu; aklımın, gönlümün kımıldatıcı ögesi bu.

Sözcüğün en geniş anlamında sevgi, salt bir doğa gerçekliği olsaydı, hiçbir yapıp etmemize gerek duymadan sürdürürdü gerçekliğini: Doğa vergisini, doğanın donattığı yatkınlığı, insan aklının elinin bezemesiyle sağlanan bir insan başarısıdır sevgi. Özüne özgü güzelliği de burda.

Canlı türlerinin sürüp gitmesini olanaklı kılan sevgiyi de katın, pekçok sevgi, müzik gibi bir insan yaratısıdır. Olmasa da olurdu, olmadan da olabilirdi belki. Öyle de, insan-toplum~tarih-kültür evrenimiz müziksiz ne olursa öyle olurdu kuşkusuz.

Müziksiz yaşayanlar, sözümona yaşayanlar, gönül, kulak yoksunları onlar - aşağasamayla demiyorum bunu, onlar da sevgilim, onlar adına üzüldüğüm için böyle deyi- verdim işte. Sevgi yoksunlarına gelince, tüm varlık yönünden yoksul mu yoksul onlar.

Doğayı bunca seviyorum, öyleyse o da azıcık beni sevsin, doğrultusunda bir akıl yürütmeye, açık-seçik dile getirilmese bile, sık sık rastlasam da, bir türlü akıl erdiremiyorum. Doğa: kimseyi sevmez, kimseden tiksinmez de. Herkes eşittir onda. Hayal edilemeyecek genişlikte zamanlar, uzaylar içeren bir süreç doğa. Herşeyin, herşeyin bu sürece uygun günübirlik bir varlığı var. Sevme, sevmeme bu süreç içindeki bazı canlılara özellikle insanlara özgü duygular, eylemler, atılımlar, coşkular, çekinmeler, üstünlükler, duyarsızlıklar. İnsanlar kişi kişi, topluluk topluluk, yaşayıp gidiyor bu süreçte.

İnsan dünyasında ortaya çıkan pekçok kültür yapıtı, sevgiden kaynaklanmakta, sevgiye kaynaklık etmekte.

Doğada rastladığımızı söylediğimiz müziği andıran seslerle müziğin ne denli ilişkisi varsa, çepeçevre sevgi de, olanca coşkulu fışkırışı ile en tatlı pekişmesini hep cinsel sevgiden alsa bile, çepeçevre sevgi cinsel sevgiyle o denli örtüşebilir.

İçgüdüsel kıvamlı görünen sevgiyi aşıp sevgi sevgi genişleten her sevgi, doğada varsaydığımız, o sözcüğün en güzel anlamında "ilkel" denebilecek sevgi-başlangıçlarının, dolayısıyla doğanın pekçok ötesine geçmiştir.

Genelde (derinlik-psikolojisinde bile yetesiye belirginleştiğini söyleyemeyeceğimiz bazı ayrıcalıklı durumları gözönüne alarak böyle diyorum) kadın için tüm sevgililerin kökü kaynağı erkek; erkek için de kadın.

Kadın açısından bakınca: erkek olmasaydı; erkek açısından bakınca kadın olmasaydı, - her ikisi için: ne doğa sevgisi, ne eşya sevgisi, ne sanat sevgisi, ne de tüm öbür sevgililer diye birşey olurdu.

Gençken: neleri seviyordum? nasıl seviyordum? ne kadar seviyordum. Onyıllardan sonra şimdiyse: neleri, nasıl, ne kadar seviyorum? Görünüşte nerdeyse birbirinin tıpatıp benzeri bu iki son öbeğine verilebilecek serinkanlı yanıtlarda tüm özgelişmem, insan, doğa, kültür anlayışım, yosunlaşmalarım, bunalımlarım, atılımlarım, - tüm oylumu niteliği, yöneltisiyle yaşamımın duyarlı bir depremölçeri bu yanıtlar; neyse ne, varlığımın önemli bir göstergesi bu sözünü ettiğim yanıtlar.

Sevgi doğrultumda: eskiden yapabildiklerim girerdi sevgi-çevreme. Sonra sonra yapamadıklarım da. Hâlâ yapamadığım öyle çok şey var ki. Gene de bazan, sevgi-çevremin dışı diye bir yaşama-alanı tasarlayamıyorum artık. Sevgi-çevremin dışında kalan bir alan yokmuş gibi geliyor, - bir yanılsama belki, yaşama-gerçekliğim bu ama.

Severken yaşayan, yaşarken seven için en önemli şey: başkaları ayırdına varmasa da, dile getirilemeyen küçük ayrıntılardır. (Ah, ayrıntılar!) Hertürlü biçimsellikten öte, sevgiye, yani yaşama öz kazandıran ögelerdir ayrıntılar.

Savaşlar, acımasızlıklar, saldırganlıklar almış yürümüş olsa bile, insanın varolduğu heryerde sevgi de gösterir kendini, ama az ama çok. Sevgi insandan olma, insan sevgiden kopamama. Her ikisinin kökenleri daha derinlere gitse de gerçek bu.

Kavuştuğun şey, kişi gerçekten sevmediğin birşey, bir kişiyse, kısacık bir süre sonra, olanca anlamını yitirir senin için.

Kavuşsan da, bitmek tükenmek bilmez sevdiğin şey, sevdiğin kişi.

Sevgiyi önce biriktir, sonra harcarsın, - yok öyle şey! Birikir harcanır türden değil çünkü. Zorlamalı bir yakıştırmayla, böylesi türden saysak bile, birikirken biriktirmeden harcanan, harcanırken harcandıkça biriken bir gerçeklik o.

Düzmece sevginin kendine özgü yazgısı var: kısa sürede ya sen onu yer bitirirsin, ya o seni yer bitirir.

Gerçekten sevgi varsa bir yerde, bayağılaşmaya yer yok orda.

Sevgisizlik mutsuz kılıyor, sevgimizle mutlu değiliz.

Bir sevgiye ilişkin acılan, ancak daha baskın bir sevgi-mutluluğu örtebilir.

Tam sevginin ne olduğunu ne olmadığını öğrenir gibi oluyorsun, bir de ne göresin: sevecek zamanın kalmamış artık.

İnsana-topluma gerçek mutluluğu sağlayan gerçek sevgiyse: bu gerçekliğiyle sevginin gerçekten gerçek olup olmadığını sağlayan bir ölçeğimiz var mı? Varsa, ölçeğimiz ne? Yoksa, durumumuz ne?

Boş bir sözcük, akıl karıştıran bir kavram, sıkıcı bir savsata, oyalayıcı bir kuruntu olabilir sevgi. Kaldırıp at, öyleyse. Attık, diyelim. Onun yerine ne koyacağız, peki?

Tüm sevenlerin söylemiyle: sevgisiz yaşama yaşamaya değmez. Sevginin en büyük ödülüyse, yaşamanın heryerine sinen biyoloji-ötesi canlılık.

Sen-ben ilişkilerinde, biz-siz ilişkilerinde, özetle tüm insanlar-arası, toplumlar-arası ilişkilerde en çabuk, en güzel, en kalıcı, en etkili ilişki yolu yordamı, yol yordam sağla- maktan, bağ kurmaktan öte, insana en çok yakışan erdem-özü sevgidir.

Öyledir de, böyle düşünmeyenlere ne karşılık vereceğiz?

Ne mutlu sevgiyi sorun yapmayanlara. Değil mi ki insanız, yapıyoruz işte: sevgi, saçmalık mı? Bir kandırmaca mı? Herşeyimiz o mu? Ondan kutsal şey yok mu? İşte böyle: sora sora sürdürüp gidiyoruz.

Anlam aramamak elimizde değil çünkü. Sonunda soru-sorguyla bir ilişiği olmadığında karar kılsak bile, başka türlü yapamayız. Desene, sorun-olmaktan çıkarmak, sormaktan geçer.

Sevgiye boşverenlerle tartışmaya girişmem. Gündemim dolu, zamansa kısa, kala- kaldığı yerde otluyor deseler de, varsın öyle sansın onlar, gündemim dolu, zamansa kısa, sevmeye bakarım ben.

Sevgi, gelmiş geçmiş en büyük yalan olabilir - ilk yalan, baş yalan. Olsun! Şöyle ya da böyle, onsuz olmuyor, onsuz olmaz.

Çağlar; toplumlar, ülkeler boyunca en çok önem verilen, insan yaşamında yeralan erdemlerin en önünde yeralan erdemler: insan saygısı, dayanışma, karşılıklı anlayış, söz verme, özveri gibi erdemler, varlık ve kıvamlarının içerik ve çekimlerini etki ve anlamlarını, hep sevgi ile, sevgi'den ötürü, sevgi'de buluyorlar.

Boyunduruk boyunduruk üstüne - öyleyse: seresepre sevgi birebir bu dünyaya. Ne zor, ne zor o da.

Bir kez ondan yana döndün mü yüzünü, yazgın belli artık: Sevgi, topraksı bir hey- kel. Gelip kıracaklar o heykeli. Sen de hep yeniden yoğurup yapacaksın.

Hep sevgi, sevgi, - aşk nerde, peki?

"Aşk" benim için, herşeyden önce, dil'de. Yüzyıllardan beri dillerde, günümüzde de çok kişinin dilinde.

"Dargın falan değilim aşk'a; tam tersine, aşk'la anlatılmak istenen pekçok şeyle be- nim işim; özüm özlemim, aklım gönlüm orda. Ne var ki, "aşk" diye bildirilene "sevgi" diyorum ben. Seviyorum bu Türkçe sözci,iğü. "Aşk"tan, bu Arapça kökenli sözcükten daha sıcacık düşüyor içime, daha upuygun yankılanıyor orda. Yazmama, konuşmama "aşk" girmeye görsün, nerdeyse bir yapaylık, yabancılık havasında buldum buluyorum kendimi. Ayrıcalıklı durumlar yok değil gene de. Eski kuşakların, yani varı yoğu "aşk" olan, "sevgi'ye" pek elatmayan zamanların ozanlarına, ermişlerine, düşünürlerine eğilince, böylesi durumlarla karşı karşıya olduğumu anlıyorum. Sürdükleri yaşamda, yaşa- ma konuşma geleneklerinde "aşk" ağır basıyor. Dil-duygusu benden başka havalardaki gönüldeşlerimin içtenlikli anlatımlarını aktarırken ayırdına varıyorum bunun. Hatta, bazan, çok çok seyrek de olsa, "sevgi" diyeceğime "aşk" deyiveriyorum. Alıntı ötesi bir tutumla, genellikle de tamtamına "sevgi° diyemeyeceğim, sevgimsi şeylerden sözederken; ya da, yerleşik düzeniyle "aşk"lı bir deyimi aktarırken, "sevgi'ye kıyamadığım için olacak, "aşk'tan' daha uygun bir deyim bulamıyorum.

" Kuşkusuz, kim olursa olsun, hiçkimse dilin gücüne toptan karşı koyamaz. Dilsel alışkanlıkları görmemezlikten gelmek, bir yerden sonra, iyiden iyiye yıpratır yazarı. Bu tür güçlüklerle alıp vereceğim olmasını istemem doğrusu. Gene de içten gelen bir akışla, çoğun "sevgi"den yanayım, "aşk"tan değil. Durup dururken çoğunluktan ayrılır gibi olduğuma göre, azıcık oyalanmam gere- kiyor "aşk"la. Kendimi savunmadan çok (öyle şeylere zaman mı var?) dille bağımın, öz- de anadilimle bağımın, bir-iki çizgisini, yani yazgımın temel oylumunu oluşturan bir-iki çizgiyi belirtmem gerekiyor şimdi burda, - "sevgi' ne denli elverirse o kadar, bazı şeylerin yansımasına elverecek de sanıyorum, ne de olsa dil de, dilim de, herkes gibi benim sevgi yörem, sevgi yurdum.

"Zaman zaman, birinden sözederken, çevremdekilere uyup "aşık olmuş", diyorum. Hiçbir ard-düşünce gütmesem de, sonra bakıyorum ki, alaysı bir hava kaplamış söyleyişimi. Ne de olsa, en içten sevgiden sözederken, sonradan bakıyorum da, uzun uzun düşünüp taşınmadan, "seviyor" deyivermişim, en küçük sallantıya kapılmadan.

"Gerçi "âşıka Bağdat sorulmaz" demiyorum, "âşık"tan kaçındığım için değil: eski- denmiş Bağdat'ın uzakliğı, eskidenmiş o kervandan kervana deve sırtında çileli Bağdat yolculukları.

""Çok naz âşık usandırır° türünden bir uyarmanınsa, tektük ayrıcalıklar gösterse de, anlamca-gerçekçe yerli yerinde olduğu inancındayım. Onun içindir ki, ille de, "çok naz seveni usandırır" diye sözümona dilsel bir onarıma kalkışmıyorum doğrusu. "Aşk" ile "sevgi' arasında, dolayısıyla da herbirine ilişkin türevler arasında makina yöntemli bir değiş-tokuştan uzağım; dilin öz gidişine aykırı bir zorlama bu. "Çok naz âşık usandırır" deyimini, nasıl olsa pek sık dilime takılmadığına göre, olduğu gibi bırakıyorum. Tutarsızlık saymıyorum bunu. Deyimdeki "naz-âşık" arasındaki ses akışı hoşuma bile gidiyor.

""Sevgi" bağlamında genel duygum (kuşkusuz, dil evreninde bağlam'dan, genel'den ne kadar sözedilebilirse o kadar): "sevgi"nin "aşk"ı da, "sevda"yı da içerdiğidir. Günümüzde herkes için değilse bile, yaşayan dilde, günübirlik dilimizde zamanla daha da belirgin bir biçimde böyle olacağı inancındayım. Eskinin "aşk"ları, geçmişteki yerleri yurtlarıyla gözden düşecek değil böylece. Eskiden âşık olunurmuş, ben seviyorum. Eskiden sevdalanılırdı, ben tutuluyorum; eskiden muhabbet değerliydi, benim içinse vurgunluk.

"Sevgi türkülerine" duyarlığım, "aşk şarkıları"ndan daha çok ama. "Aşk hikâyeleri" geçmişte kaldı, gelecek "sevgi öyküleri"nin. Okuyan "aşk kitabı" okusun, onları pek elime alamıyorum ben, "sevgi kitapları" neyime yetmez benim. Dünün "aşk filmleri"ni yadırgıyorum; günümün "sevgi filmleri" daha çok sarıyor. Televizyonda bir "aşk komedisi" gösterildiği gece, tiyatroda bir "sevgi güldürüsü" varsa, tiyatroyu yeğliyorum.

"Büyük aşk!" türünden bir ünlem alaysı değilse kof ya da düzmeceymiş gibi geliyor bana. "Bilmem ki, seviyorum işte!" türünden bir iççekmedeyse, sallantıdan çok alçakgönüllü bir kesinlik var bence.

Varsın "aşk tekneleri", "aşk basınları", "aşk ilaçları", "aşk çocukları", "aşk evleri", "aşk kadınları", "aşk odaları", "aşk hekimleri", "aşk danışmanları", istesek de istemesek de, bol bol onay görsün dilde, gerçeklikte; sevgi'ye gölge düşürmez hiçbiri, daha doğrusu, sevgiyi zedelemedikten sonra, herbiri kendince anlamlı şu çokyönlü yeryüzünde. Sevgi bu, insan-toplum yaşamına öylesine renk renk bir dağılımla yansıyor ki!

"Âşık", "âşıkane", "aşkî" gibi sevgiye ilişkin sözcükler, düşe kalka da olsa, hâlâ kullanımda. "Âşık" yerine "seven", "âşıkane" yerine "sevenlere yakışır" doğrultusundaki demeler bunlar. Bazan az bazan çokça rastladığım "vatan aşkı"na, "vatan sevgi- si ni, "yurt sevgisi"ni yeğleyenlerin sayısı artıyor gün güne. Nitekim, "vatan âşıkları" abartılı güzeller; "vatanseverler" ise düpedüz güzel.

"Âşıklık", '''âşıkdaşlık" işlek değil özel-kişisel dilimde; "âşıkdaşlik" yerine "sevişme durumu", "âşıkdaşlaı" yerine ise "sevişenler" deyip geçiyorum. Böyle yaparken, özden, tatdan, anlamdan birşey yitirdiğimi sanmıyorum doğrusu.

Bir de şu var: yeri geldiğinde, "âşıkmış gibi yapma" diyeceğine, önemli bir ses-an- lam çizgisini bulandırmaksızın, "candan sev", "gönül ver" önerilerindense "âşık ol" türünden buyruksu bir öneriye hiç kalkışmayalım diyorum.

"Âşıklar"ı unutmayalım. Dil-toplum inceliklerine duyarlı-duyarsız bilir-bilmezlerin "saz şairi" deyip geçtiği halk "ozanları". Bu yörede de durum şöyle: halk ozanları arasında telli saz çalan herkese "âşık" deniyor. Bana kalırsa, her "halk ozanı"na "aşık" demek doğru değil. Yazın-toplum gerçekliğine azıcık dikkatle eğilince görüleceği gibi: içinde yaşadığı çevrenin hüzünlü şölenli olayların, büyük ölçüde özlemlerini dizelerde dile getiren gezgin ozanlardır halk ozanları. Genelde okur-yazardırlar bu ozanlar; hattâ, duru-dingin dünyagörüşlerinin bağrında bazan hoş karşılamadığım, Divan Edebiyatı etkilerine bile açıktır bu ozanlar. "Âşıklar"a gelince, genelde okuması yazması yok onların. Kendi halinde, iyi insanlardır; ozanlıkları da, ayrıcalı örnekler biryana, pek gelişmiş sayılmaz. Çevreden istek geldiğinde neşeli-yanık tıngırdatırlar yanlarından hiç ayırmadıkları sazlarını. Edindiğim izlenim şu oldu hep: çevre duvarlarını pek aşmaz topladıkları alkışlar. İlkokula giderken sık sık uğradığım amcamın köy kahvesinde karşılaştığım âşıkların derviş davranışları tâ içime işlemiştir. Ona ne kuşku, bu "âşıklar"ın yerini tutacak ne insan var, ne sözcük var günümüzde.

"Sevgi"ye ilişkin üçyüzlü bir güzelliği anmadan geçemeyeceğim burada. "Aşk"la, "aşk"ta gerçekleşmeyen çağrışımlı bir gizem tüter hep "sevgi"den. "Sevgi"deki o köklü kökenli "sevecenlik", o tüm yaşamın güneşi "sevinç" "aşk"ta yok doğrusu. Sevecen'li, sevinç'li, sevgi'li Türkçenin, duyarlı kulaklara bilgece bir sevgi-armağanı bu.

"Aşk" ile "sevgi" arasında, herzaman heryerde bir örtüşme kısalığı, bir uyuşmazlık, bir tutmazlık, bir karşıtlık var diyemeyiz. Böyle bir deme, dilin, dolayısıyla da Türkçenin daranlayışlı kurallara meydan okuyan yapısının hakkını vermemek demektir. Dil olarak her dil karmaşık mı karışık, dolanık mı dolanık, sonsuz katlı bir varlık. Değil mi ki dil, her dil, her anadil, geçmişinden geleceğine milyonlarca insanın yaşamını herşeyiyle kucaklar. İşte bunun içindir ki hiçbir anadile duyarlıktan uzak davranılamaz. İnsanın insan-olma hakkını çiğnemek gibi bir davranıştır dile duyarlıksız davranış. Gece dille yatıp sabah dille kalkan, gündüzünüyse dille geçiren, belki de tuhaf bir yaratık oldu- ğuma göre, bu tür davranışlarla ilgim yok. Yaşantılarının büyük bölümünü Türkçeyle paylaşarak tadan, Türkçeyle paylaşmadıkça yaşama-zamanının tam tadına varamıyor- muş izlenimine kapılan biriyim. Dildaşlarımın pekçoğu, bütün bunlarda nesnel bir bağlayıcılık yok, diye kestirip atsa da, böylesi kestirip atmalara ters düşen bir sezgiyle, hattâ karuyla, Türkçenin durmadan içini dolduran anlam ve ses kımıltılarıyla yaşayıp gidiyorum. "Sevgi"de, "aşk"ta, ilk bakışta gerçek değilmiş gibi gelen izler sürmem hiç de yadırganacak birşey olmasa gerek, diye düşünüyorum

"Aşk"tan "sevgi"ye, "sevgi'den "aşk"a nice görünmez anlamlar; yan-anlamlar, an- lam kaymaları gerçekleşiyor çağrışım çağrışım. Dil-insan-kültür-tarih-toplum tekçizgili bir gelişmeye indirgenebilir mi hiç?

Kişiye özgü gelenekler ne denli ayrıcalıklı olanaklar tanırsa tanısın; çeşitli kuşakların, değişik ortamların içinden konuşanlar, yazanlar kendi duygu, bilgi, esin ve yaratılarına yaslana yaslana, yeri gelince dilin akıntısına karşı kürek çekseler de, bir yere dek yürür bu elatışlar.

Nitekim, bunun en güzel belgesini, kendi açımdan, tasavvuf geleneğinde buldum. Yüzyıllar boyunca, Asya içlerinden Anadolu'ya kişi-toplum-kültür-yönetim yaşamıyla derinden etkileyip biçimlendiren Tasavvuf taki aşk'ı, kolay şey değil ama, gözönüne getirelim. Bazan sevgi ile, sevmek ile pekçok şeyi kendime epeyce açık-seçik kılabili- yorsam da, bildiğimiz yaşadığımız türden sevgi'ye, sevme'ye benzemeyen, hattâ bazan sevgi'den, sevme'den başka anlam-katları içerdiğine inanıyorum aşk'ın. Böyle bir aşk'ı o ermişlerim gibi yaşamamış da olsam, (yaşadım mı yoksa?) Tasavvuftaki aşk'ın pek öyle herkesçe bilinen bir aşk olmadığı karusı baskın bende. Gerçekten var ya da yok, gerçekeşebilir ya da gerçekleşmez, orası sorunlu kalabilir; yöneldiği odak gerçekten var ya da yok, orası bazılarımıza çözülmez bir sorun gibi gelebilir. Tasavvuf erlerinin aşkı: ister ül- kü olsun, ister özel tatta gerçeklik olarak içlere sindirilsin, Tanrı aşkı deyimiyle dile getirilen aşktır.

Tanrı aşkı, bilinen türden birleşme özlemleriyle karşılaştırılamayan bir yaşantı. Bu özlemi yaşayanların anlattığına göre: Tanrının salt güzelliğiyle (geleneklerde "Allah cemail" diye geçen gerçekliklerin gerçeğiyle birleşme. Hiçbirşeye benzetilemez ama o biricik yaşantıyı yaşamayanlara, uzaklardan da olsa, az çok anlaşılır kılmak amacıyla, yaşayanların bazan başvurduğu bir tutamakla: içlerinş an susuzluğun giderilmesi, herye- ri saran karanlığın ışıklanması gibi bir varlık, - ya da yokluk aşaması.

İşte böylesi bir aşkı sözcüklerle belirginleştirmek olası değil. Bu aşka erişemeyenlerin yalnızca Tanrı aşkı deyiminden haber aldığı bir aşk, demekten başka yapabilecekleri birşey yok.

Sufilerin inancıyla: herşeye değen biricik aşk Tanrı aşkı. Özünü böyle bir aşka bırakan sufi, düpedüz yoksul gönlüne en yüce zenginliği sağlamış olduğu karusındadır. Benliğini tutkulardan, mal mülk yöneltilerinden kurtaran; içiru yalın tutan; her türlü karışıklık ve bulanıklıktan arınan sufiye Tanrısal bir armağandır Tanrı aşkı. Aşk'la Tanrı'yı isteyen (geleneksel sözcükle mürid olan) sufi, neleri isteyip neleri istemediği insana hep gizli ve gizemli kalacak olan Tanrı da istiyorsa, gelip geçici benliğini öldürüp isteğine dönüşür bir gün (geleneksel sözcükle, murad'ına erer). İstediği Tanrı olan isteklinin, bu isteği zaten uyandıran Tanrı da istiyorsa, istediğiyle yok-olmasıdır Tann aşkı.

Tanrı'ya götüren bir gelgeç yolu dünya. Bu dünyanın her aşkı, ancak Tanrı aşkının bir yansısıysa, sufilerin deyimiyle "eyvallah". Nitekim onlara göre: belirli bir süre konıiğu olduğumuz bu dünya, Tanrı aşkı'na giden bol sınamalı bir geçit. Ermek: bu sınamaları geride bırakıp yetkin aşkı bulmak, bu aşkta Tanrıyla buluşmak, Tann aşkında erimek.

Daha selamlaşmalarından bellidir bazı sufiler: "Aşk ederim!" diye seslenirler gönüldeşine rastlayınca. "Aşk ederim!" diyene verilen yanıtsa: "Aşk aldım!" "Aşk ol- sun!" Sufi'run varlık mantığmda hem önci,il hem vargıdır "Tann aşkı", herşeyin başlangıcı ile sonu ordadır. Sufi doğrultusu uyannca: gönlünde azıcık Tanrı aşkı ürperen, hep daha çok dolmak ister bu aşkla. Hiçbir çile döndüremez artık onu bu aşk yolculuğundan.

Kuşkusuz, her insana kendine özgü pay düşer sevgiden. Sufilere düşen sevgi: Tan- rı aşkı. Kim Sufi'dir, kim değildir, nerden bileceğiz. Herkesin kendi özüne yaraşan sevgi kaynağına yönelmesi kadar doğal birşey olamaz. Sevgi barındıran sonsuz kaynak var, yeter ki sevgi olsun.

Dilin ötesindedir çoğu sevgilerin özlem özlem sunduğu kaynaklar, - kimi yakınlarda, kimi uzaklarda, çok uzaklarda. Ola ki bu kaynakların büyük bir bölümü dile getir- ilemez. Gene de ayncalıksız herkesin payalmasına açık bir sevgi kaynağıdır dil; ödüle yaraşan anlayış gösterilsin, yeter.

Birçok sevgi dilden geçer; birçok sevgiye ordan gidilir. Ötelerde sanılsa da birçok sevgi dilde kurduğu otağlarda ağırlar konuklarını..

Az kişinin önem vermemesine, çok kişinin de önem veriyormuş gibi yapmasına bakma: herkesi kavrayan yaşama niteliğinin en önemli göstergelerinden biri, hiç kuşku yok buna, sevgi. Sevgi olmasaydı neyle, nasıl geçerdi yaşam? Akıl, sanat gibi bir-iki gerçeklikle birlikte sevgi'yi de çıkar, boş, bomboş yaşam.

Sis, tutku, karmaşa, dalga, deniz, durgun göl, gezi, serüven, tatlı iş, tanrılık öge, benzersiz gizem, özlem, bilmece, zor varlık, erdem, safsata, gençlik ateşi, yaşlılık hüznü, erişilmez aşama, görkemli başarı..., - daha nice nice benzetmelerin çevresinde dönüyor da dönüyor sevgiyi azçok kavramaya çalışanlar, hiçten iyidir ama hepsi, hepsi boşuna.

O sözcüğün, bir tek sevgi sözcüğünün gözümüze kulağımıza çarpmasıyla hemen oracıkta oluşan bir duygu ve duyarlık ikileminde buluyoruz kendimizi, - içimiz dışımız: hoşluk, ateş, uyanma, payalma, çekiliş.

Sevgi'yi: sanki sözcüklerle derlenebilirmiş gibi, sözcüklerle toparlayamayız. Gerekmez de; istediğim yok zaten.

Sevgi, sevgi, sevgi..

Üstüne yok karmaşıklıta: yalına indirgenemez bir tüm gerçeklik. Bazı tedirginlikleri dindirir gibi görünse de, iler tutar yol-yordam arama sakın yalına indirgemede. Düpedüz gözkamaştırır, giderek uyutur. Gözler açılınca da olanca karmaşıklığıyla, dolanık dolanık, açmaz açmaz karşımızda gene sevgi.

Sevgi, sevgi, sevgi... Kendimi tutmasam üç kezle bile yetinmeyeceğim. Şimdiye dek kitaplaşan yazılarımda "birden-çok-kez'li" denemeler yaşadım. Biri: "Doğa! Doğa!; öbürü: Shakespeare, Shakespeare, Shakespeare" Yaşama Felsefesi ile Güneşle çağlarımın hep süregiden coşkularıı bu çok-kez'ler. Kendi bilinçaltıma itmiş değilim ama öyle sanıyorum ki, Doğa'nın da, Shakespeare'in de sevgi'yle en içten içli dışlı olmasından kaynaklanıyor bu; nitekim bundan itelenmiş oldum ben de o çok-kezli yinelemelere.

Sevgi, sevgi, sevgi - bol bol gerçeklik ilintilerinin, tadına doyum olmayan dilsel, bilgimsi, hayalci çağrışımlarıüşüştüğü yerde, bir tut***** değinmeden öteye geçemez hiçkimse.

Sevgi bu, n'etsen toparlayamazsın.

Nermi Uygur
 
takipçi satın al
instagram takipçi hilesi
takipçi satın al
tiktok takipçi hilesi
vozol
antalya havalimanı transfer
Geri
Üst