Efsunkar
Bayan Üye
İnsanların zihinlerini öylesine kuşattılar ki,
gerçek pek girecek yer bulamaz.
Frank Bacon, Yeni Orgonon, Kitap 1, bölüm 39-44.
Engels, Hıristiyanlığın Menşei eserinin bir yerinde şöyle der: zaman gelecek, bilim, şarlatanlığın, sahtekarlığın, ikiyüzlülüğün kaynağı haline gelecektir. Ardından bir “tanrı tanımaz” olarak Engels, Tanrı’nın kendilerini böyle bir gelecekten korumasını diler. Deleuze göre, “Bilim, bir dindir. Dine karşı bir din; anti-din”.
Belki şimdi değil – yakın bir gelecekte olması da zor gözüküyor – ama muhakkak gelecekteki bir zamanda insanlar kendi bilimsel çıldırmışlıklarını lanetle hatırlayacaklardır. Bilimi, insanların bathsızlığının kaynağı, toplumları çürüten zehir, insan soyunun karanlık geçmişi olarak anacaklardır. Şihabeddin Ömer Suhraverdî Avarifü’l-Mearif eserinin bir yerinde “Şeytan’ın insanları en fazla bilimle aldattığı” yazılmaktadır.
Günümüzde bilimin katı yüzünün neler törettiği ortadadır. Nükleer güce sahip devletlerin elindeki silahlarla dünyayı 56 defa yok etmek mümkündür. Dünyayı 56 defa yok etmek gücüne sahip bu devletlerin tüm bilimsel yeteneklerine rağmen mevcut tek dünyada açlık sorunu çözemediklerini de hatırlatalım. Engels’in kehanetinin “büyüklüğüne” kanmayalım. Çağdaş bilim düpedüz şarlatanların, sahtekarların, ikiyüzlülerin “kendi ihtiraslarının üstüne çektikleri İspanyol pelerini”den öte bir şey değildir. Çağdaş bilim kendi inananlarına adı çıkar olan “cennet” vaadediyor.
XVII. Yüzyıla kadar Avrupa literatüründe “çıkar” sözcüğü şeytani bir anlam ifade ediyordu. Hâlâ Doğu toplumlarının bir çoğunda “menfaat” namına yapılan herhangi bir iş gayri-insani addedilmektedir. Oysa, yine günümüzde bizzat Doğu toplumlarında bile üniversiteli her genç bilim yuvasını kendi gelecekteki çıkarlarını teminatı olarak tercih etmektedir. İki insan bir araya gelip herhangi bir ticari ortaklık tesis etmeden önce çıkarlarının hesabını yapmaktadır. Çok değil, daha birkaç ay önce koskoca bir ülkenin (söylemeğe dilim varmıyor “Türkiye”nin) aydınlarının kendi çıkarları için uyduruk “özür diliyoruz” sözleşmesini imzaladıklarına tanık olmadık mı? Oysa, “aydın” bilimin aziz statüsünü tanıdığı “peygamber” olmasa da “havari” konumuna yücelttiği insan müsvettesi özel bir türdür.
XVII. Yüzyıla kadar dışlanan “çıkar” sözcüğünün karşıtı “saf” idi. “Saflık” veya “safdil” bu tarihe kadar insanlarda aranması gereken başlıca vasıftı. Saf veya safdil anlamında İngilizce credulity Ortaçağlarda “belief”, yani “inanç” sözcüğüyle aynı anlama gelirdi. Bundan dolayı credulity kelimesinin açıklaması “safdilce inanma” idi. Ortaçağların başlarında ve ortalarında Hıristiyan yazarları bu kelimeni “erdem” olarak değerlendiriyorlardı. Ancak, XVII. Yüzyılda kelime pejoratif (alçaltıcı) bir anlama kavuştu. Bu dönemde aydınlar kelimeni alaycı bir biçimde “her şeye kolaylıkla inanan insanlar” için kullanılmaya başlanmıştır. XVII-XVIII. Yüzyılların bilimadamları için “eleştirel” olmayan insan tipi ve insanların en “sefili” hesap ediliyorlardı.
Saflığa yönelik nefretin temelinde XVI-XVII. Yüzyıllararda bilimin yarattığı kuşkuculuk durmaktaydı. Zira, bu dönemde eleştiri edebiyatı ve eleştirel insan tipi gözdeydi. Çağdaşların “metinsel eleştiri” dediği şey XVI-XVII. Yüzyıllarda şekillenmiştir. Bu sözcük aydınların jargonu haline gelmeden önce mahkeme duvarlarının arkasında seslendirilmekteydi. İlginçtir Latince “factum” (delil) sözcüğü XVI. Yüzyılda “eleştirel araştırma”lar için kullanılmaya başlandı. Factum “olgu” anlamına da geliyordu. Buradakı temel gerekçe, XVI. Yüzyıldan itibaren Batı’da hukukçuların, filozofları ve tarihçilerin genel eleştiri akarına kapılıp “kanıt” peşinde koşmalarıydı. Hume gibi bir filozof kaleme aldığı “İngiltere Tarihi” eserinin girişinde kanıt olarak kullandığı kaynakları belirtmediğinden dolayı nasıl mahçup konumda olduğunu itiraf etmektedir. Bilimadamlarının “dipnot sapıklığı” da bu dönemde başlar.
Aristo’ya göre, bilgi tümele (universal/genel) dayanıyordu. Eski bilgin “tikellerin (particulars/tekil) bilgisini yadsımış”tır. Rönesansla birlikte “tümele” karşı inanç azalmağa başladı. Galileo ile başlayan Aristo fiziğine yönelik saldırılar onun tümele yönelik bilgisini bizzat “metafizik” olarak görmekteydi (Oysa, günümüzde bilimadamları seleflerinin tam aksine Aristo metafiziğini fizik olarak görmekte ısrar ederler. Sırf bu savdan dolayı bilimin ahlakiliği soru altında kalmaktadır). Ancak Galileo sonrası saldırılar öyle bir hadde vardı ki bilimadamları “dünyalı” bir kesinlik ölçüsü aramağa başladılar. Bu ölçünün mucidi Descartes olmuştur. O, 1637 yılında kaleme aldığı Metot Üzerine Konuşma’sında “geometri”ni yöntem olarak kabullendi. Descartes’ten sonra bilimadamları “matematiği tanrılaştırdılar”. Matematik bu dünyanın Tanrı’sı ilan edildi. Matematik sapıklığı öyle bir hatte vardı ki 1709 yılında Bernard de Fontenelle Fransız Bilimler Akademisi Tarihi’ne yazdığı önsözünde şöyle diyecektir: “Geometri ruhu, geometriyle, oradan alınıp bilginin başka alanlarına da aktarılmayacak kadar sıkı sıkıya bağlı değildir. Ahlak, siyaset, eleştiri, hatta belki güzel konuşma üstüne bir kitap, başka şeyler eşit olduğunda bir geometrici tarafından yazılsaydı, daha iyi bir kitap olurdu”.
Dikkat ederseniz, Fransız bilimadamı “geometri ruhu”ndan söz ediyor. Zira, Fontenelle “haksız” değildir. Nitekim, Jansenist Pierre Nicole dinbilimi üzerine “geometrik bir deneme” yazmış ve “Hıristiyalığı matematiksel belitler” olarak sunmuştur. Daha “sapıkçası” ise Pierre-Daniel Huet’inki olmalıydı. O, “Hıristiyanlığı tarihsel bir din olarak doğrulamak için” matematiğe başvurmuştur. Spinoza bile “Ahlak” adlı ünlü eserinin kapağına “matematiksel olarak kanıtlanmıştır” diye altbaşlık girmiştir. John Locke “Essay Concerning Human Understanding” (İnsan Ahlakı Üzerine Söylem, 1690) eserinde “ahlakı matematik gibi kanıtlanabilir bilimler” arasında zikretmiştir. Yerçekimi’nin mucidi İsaac Newton’da aynı kanıdadır. Onun davamcısı hesap edilen John Craig Rules of Historical Evidence (Tarihsel Kanıtların Kuralları, 1699) eserinde tarihi de matematikleştirmekten çekinmemiştir. Leibniz dünyanın tüm sorunlarına çözüm olacak “evrensel bir matematiğin kurulmasını” umuyordu. Hatta o, “genel bir dil” ve “düşünce alfabesi”nden söz etmiştir. Nitekim, 1668 yılında İngiliz bir piskopos olan John Wilkins Essay towards a Real Character and a Philosophical Language (Gerçek Karakterler ve Felsefe Dili Üzerine, 1668) eserinde bırakın sözcüklerin, doğrudan doğruya eşyaları anlatan bir matematiksel sistem oluşturmağa yeltendi. Ciambattista Vico doğrudan doğruya “verum-factum”a (gerçek delil) dayalı “Yeni Bilim”den söz ediyordu.
XVII. Yüzyılda matematiğe yönelik bu sapkınca sarılış bana 90’lı yıllarda Türkiye’de kendilerinden söz ettiren “Allah, kainatı matematiksel bir ahenk içinde yaratmıştır” diyen bazı cemaatlerin (isim vermek yakışı kalmaz) Tanrı’nı “matematiksel bir büyücü” haline getirmelerini hatırlatmaktadır. Oysa, matematiğe yönelik bu sarılış dini öldürmek içindir. Kısacası, dünyalı bir “tanrı”nın onarılmasından sonra bilimadamları saflığa yönelik saldırılarını yoğunlaştırmağa başladılar. Artık XVII. Yüzyılda Joseph Granvill saflığı “temelsiz ve tutarsız inanma” olarak yargılar. Saldırılar karşısında şaşıran kilise bile tutucu bir rahip olan Meric Casaubon’un şahsında (Of Credulty and Incredulity//İnanma ve İnanmama Üzerine, 1668) “saflığa” bilimadamlarından iki kat sert çıkışmıştır. Oysa, İncil’de Hz. İsa’a saflığı övmektedir. Casaubon saflığı “kötü aşırılık” olarak tanımlar. Henry Hallwell ise “tanrı tanımazlık” ile “saflığı”n aynı anlama geldiğini söyleyecek kadar uzağa gider.
İlginç olan, Eski ve Ortaçağda bir erdem olan saflık XVII. Yüzyılda bizzat kilse tarafından “tanrısızlık” konumuna itilirken, “incredulity” (inançsızlık) credible’den (safdilce inanmadan) daha çok rağbet görmeğe başlamıştır. Safca inanmaktansa, neye inanacağını şaşırmış bir toplumu daha fazla önemseyen bilim, ikinci toplum biçimini birincisinden daha dünyalı bulmaktadır.
Frank Bacon Yeni Organon (Aristo’nun Organon’una gönderme) eserinde safdil insanın “dört put”undan söz edir. (Öncelikle, Bacon’un kullandığı dört put (idol) tanımı Aristo’nun “dört kabusu”ndan alıntılandığını belirtelim. Aristo, ahlaksal anlamda erdemli insan tipinin oluşmasında “dört kabus”tan söz etmiştir: cinsi kabuslar; mağara kabusları; tiyatro kabusları ve Pazar kabusları). Bacon’a göre ilk put “kabile putları”dır. Bunların kökeni insanın doğasıdadır ve insanı her şeyin ölçüsü yapmaktadır. İkincisi “mağara putları”dır ki bireysel yanlışların ifadesidir. Üçüncüsü “tiyatro putları” olup zihinlerde yerleşmiş, bir sürü sahne oyunları gibi aşağılayıcı dogmalardır. Sonuncusu “Pazar putları” olup insanların birbiriyle ilişkileri ve biraraya gelmelerini ifade eder. Giambattista Vico ise “putları” “küstahlık”lar (boria) olarak tanımlamaktadır. Onun sıraladığı küstahlıklar arasında “kendi fikirlerinin dünya kadar eski olduğuna inanan okumuşların küstahlığı” (klasik tüm ilim ve din adamları, safdilce inanlar) da yer almaktadır.
Saflığın yokedilişi aslında bilimin dine kurduğu bir tuzaktı. Bilimadamları bununla dine değil, “dini maskelere” karşı savaştığını dile getirmiştir. İngiliz kralı I Charles’in tarihini kaleme alan Edward Hyde kralın karşıtlarını “dini kendilerinin hain amellerinin örtecek peçeler” diye yargılar. Ancak bu sadece bir hedef şaşırtma idi. Nitekim, kısa süre sonra Thomas Hobbes ve James Harrington şahsında “rahip düşmanları” ortaya çıktılar. Bunlar “papazlığı” (Katolik, Protestan, Yahudi, Müslüman tüm dindarları için kullanılmıştır) insanlığın ortak düşmanı ilan ettiler. Dini kendi amaçları için kullanmış dinadamları olduğundan onların bu tepkisi anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, XVIII. Yüzyılın başlarında anonim bir kitapta “safca inanma eğilimindeki insanları kendilerinin Tanrı’yla özel ilişkileri olduğuna ikna eden Musa, İsa, Muhammed’i” “üç sahtekar” olarak tanımlaması bilimin hedefini açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu son ifadeler “saflığı yoketmenin” neden bunca önemli olduğunu net biçimde açıklamaktadır. Aydınlanma döneminde bu mesele daha saldırgan, sert ve “ahlak dışı bir dille” sürdürülecektir.
Saflığın yokedilişi üzerine “çıkarlar” oturtulmaktaydı. XVI. Yüzyılın sonlarından itibaren, bütün bir XVII ve XVIII. Yüzyıllar boyunca siyasette, ekonomide, kamuda, özel ilişkilerde, devletlerin ve bireylerin yaşamında bu sözcüğün yeri ve konumu aranmıştır. İş o hadde vardı ki iki derede bir arada kalmış kilise bile “saflığı” terk edip “çıkar”a sarıldı. Dük Henri de Rohan 1624 yılında kaleme aldığı eserine şu ismi vermiştir: Hıristiyan Dünyasının Hükümdarlarının ve Devletlerinin Çıkarları. 1630 yılında Fransa’nın İç Savaşı eserini yazan Enrico Davila savaşın nedenleri arasında “özel çıkar”lardan söz açmaktadır. İngiliz John Selden bile “uşağın, efendisi kadar çıkar”ını gündeme getirdi. Sanki köle “köleliğinde” bir “özel çıkar” kollamaktaydı.
Doğal olarak “çıkar”a yönelik bu söylenenler anlaşılabilir husulardır. Ama, bir İngiliz piskoposu Edward Stillingfleet “çıkarla inancın ilişkisini” gündeme getirdi. Modern bilimsel söylem çağdaş insan için erdemin ölçüsü olarak “çıkar”ı merkeze taşıdı. Çıkar üzerine tartışma o denli etki uyandırdı ki bir süre sonra “cinsiyetler”de çıkar kapsamında tartışılmağa başlanıldı. 1739 yılında yayınlanmış bir kitap bu anlamda dikkat çekicidir. Kitabın yazarı “Nitelikli bir kimse Sophia” adını taşıyordu. Sophia adına bakılırsa bir kadın olduğu muhakkaktır. Ama isminin önünde “nitelikli bir kimse” mahlasını zikretmesi “cinsiyet çıkarından” haber vermektedir.
Eserinin adı ise daha ilginçtir:
Kadın Erkekten Aşağı Değildir. Müellif, “kadın” sözcüğünü “erkek”ten önce kullanmaya özen göstermiştir. Sophia, Batı toplumlarında kadının erkekten “aşağı” kabul edilmesinin gerekçesini “erkeğin çıkarlarında” aramaktadır. Sophia’dan önce meseleni tartışmaya açan Fransız filozof François Poulain de La Barre ise daha “insaflı” bir başlık kullanmağa özen göstermiştir: İki Cinsin Eşitliği, 1673. Filozof “çıkara dönüşen erkeğin önyargılarına” saldırmıştır.
Böylece, modern bilim çıkar ilişkilerini insani ilişkilerin birincil unsuru yaparak saflığı insani kimliğin en “aptal” biçimi olarak tanımladı.
gerçek pek girecek yer bulamaz.
Frank Bacon, Yeni Orgonon, Kitap 1, bölüm 39-44.
Engels, Hıristiyanlığın Menşei eserinin bir yerinde şöyle der: zaman gelecek, bilim, şarlatanlığın, sahtekarlığın, ikiyüzlülüğün kaynağı haline gelecektir. Ardından bir “tanrı tanımaz” olarak Engels, Tanrı’nın kendilerini böyle bir gelecekten korumasını diler. Deleuze göre, “Bilim, bir dindir. Dine karşı bir din; anti-din”.
Belki şimdi değil – yakın bir gelecekte olması da zor gözüküyor – ama muhakkak gelecekteki bir zamanda insanlar kendi bilimsel çıldırmışlıklarını lanetle hatırlayacaklardır. Bilimi, insanların bathsızlığının kaynağı, toplumları çürüten zehir, insan soyunun karanlık geçmişi olarak anacaklardır. Şihabeddin Ömer Suhraverdî Avarifü’l-Mearif eserinin bir yerinde “Şeytan’ın insanları en fazla bilimle aldattığı” yazılmaktadır.
Günümüzde bilimin katı yüzünün neler törettiği ortadadır. Nükleer güce sahip devletlerin elindeki silahlarla dünyayı 56 defa yok etmek mümkündür. Dünyayı 56 defa yok etmek gücüne sahip bu devletlerin tüm bilimsel yeteneklerine rağmen mevcut tek dünyada açlık sorunu çözemediklerini de hatırlatalım. Engels’in kehanetinin “büyüklüğüne” kanmayalım. Çağdaş bilim düpedüz şarlatanların, sahtekarların, ikiyüzlülerin “kendi ihtiraslarının üstüne çektikleri İspanyol pelerini”den öte bir şey değildir. Çağdaş bilim kendi inananlarına adı çıkar olan “cennet” vaadediyor.
XVII. Yüzyıla kadar Avrupa literatüründe “çıkar” sözcüğü şeytani bir anlam ifade ediyordu. Hâlâ Doğu toplumlarının bir çoğunda “menfaat” namına yapılan herhangi bir iş gayri-insani addedilmektedir. Oysa, yine günümüzde bizzat Doğu toplumlarında bile üniversiteli her genç bilim yuvasını kendi gelecekteki çıkarlarını teminatı olarak tercih etmektedir. İki insan bir araya gelip herhangi bir ticari ortaklık tesis etmeden önce çıkarlarının hesabını yapmaktadır. Çok değil, daha birkaç ay önce koskoca bir ülkenin (söylemeğe dilim varmıyor “Türkiye”nin) aydınlarının kendi çıkarları için uyduruk “özür diliyoruz” sözleşmesini imzaladıklarına tanık olmadık mı? Oysa, “aydın” bilimin aziz statüsünü tanıdığı “peygamber” olmasa da “havari” konumuna yücelttiği insan müsvettesi özel bir türdür.
XVII. Yüzyıla kadar dışlanan “çıkar” sözcüğünün karşıtı “saf” idi. “Saflık” veya “safdil” bu tarihe kadar insanlarda aranması gereken başlıca vasıftı. Saf veya safdil anlamında İngilizce credulity Ortaçağlarda “belief”, yani “inanç” sözcüğüyle aynı anlama gelirdi. Bundan dolayı credulity kelimesinin açıklaması “safdilce inanma” idi. Ortaçağların başlarında ve ortalarında Hıristiyan yazarları bu kelimeni “erdem” olarak değerlendiriyorlardı. Ancak, XVII. Yüzyılda kelime pejoratif (alçaltıcı) bir anlama kavuştu. Bu dönemde aydınlar kelimeni alaycı bir biçimde “her şeye kolaylıkla inanan insanlar” için kullanılmaya başlanmıştır. XVII-XVIII. Yüzyılların bilimadamları için “eleştirel” olmayan insan tipi ve insanların en “sefili” hesap ediliyorlardı.
Saflığa yönelik nefretin temelinde XVI-XVII. Yüzyıllararda bilimin yarattığı kuşkuculuk durmaktaydı. Zira, bu dönemde eleştiri edebiyatı ve eleştirel insan tipi gözdeydi. Çağdaşların “metinsel eleştiri” dediği şey XVI-XVII. Yüzyıllarda şekillenmiştir. Bu sözcük aydınların jargonu haline gelmeden önce mahkeme duvarlarının arkasında seslendirilmekteydi. İlginçtir Latince “factum” (delil) sözcüğü XVI. Yüzyılda “eleştirel araştırma”lar için kullanılmaya başlandı. Factum “olgu” anlamına da geliyordu. Buradakı temel gerekçe, XVI. Yüzyıldan itibaren Batı’da hukukçuların, filozofları ve tarihçilerin genel eleştiri akarına kapılıp “kanıt” peşinde koşmalarıydı. Hume gibi bir filozof kaleme aldığı “İngiltere Tarihi” eserinin girişinde kanıt olarak kullandığı kaynakları belirtmediğinden dolayı nasıl mahçup konumda olduğunu itiraf etmektedir. Bilimadamlarının “dipnot sapıklığı” da bu dönemde başlar.
Aristo’ya göre, bilgi tümele (universal/genel) dayanıyordu. Eski bilgin “tikellerin (particulars/tekil) bilgisini yadsımış”tır. Rönesansla birlikte “tümele” karşı inanç azalmağa başladı. Galileo ile başlayan Aristo fiziğine yönelik saldırılar onun tümele yönelik bilgisini bizzat “metafizik” olarak görmekteydi (Oysa, günümüzde bilimadamları seleflerinin tam aksine Aristo metafiziğini fizik olarak görmekte ısrar ederler. Sırf bu savdan dolayı bilimin ahlakiliği soru altında kalmaktadır). Ancak Galileo sonrası saldırılar öyle bir hadde vardı ki bilimadamları “dünyalı” bir kesinlik ölçüsü aramağa başladılar. Bu ölçünün mucidi Descartes olmuştur. O, 1637 yılında kaleme aldığı Metot Üzerine Konuşma’sında “geometri”ni yöntem olarak kabullendi. Descartes’ten sonra bilimadamları “matematiği tanrılaştırdılar”. Matematik bu dünyanın Tanrı’sı ilan edildi. Matematik sapıklığı öyle bir hatte vardı ki 1709 yılında Bernard de Fontenelle Fransız Bilimler Akademisi Tarihi’ne yazdığı önsözünde şöyle diyecektir: “Geometri ruhu, geometriyle, oradan alınıp bilginin başka alanlarına da aktarılmayacak kadar sıkı sıkıya bağlı değildir. Ahlak, siyaset, eleştiri, hatta belki güzel konuşma üstüne bir kitap, başka şeyler eşit olduğunda bir geometrici tarafından yazılsaydı, daha iyi bir kitap olurdu”.
Dikkat ederseniz, Fransız bilimadamı “geometri ruhu”ndan söz ediyor. Zira, Fontenelle “haksız” değildir. Nitekim, Jansenist Pierre Nicole dinbilimi üzerine “geometrik bir deneme” yazmış ve “Hıristiyalığı matematiksel belitler” olarak sunmuştur. Daha “sapıkçası” ise Pierre-Daniel Huet’inki olmalıydı. O, “Hıristiyanlığı tarihsel bir din olarak doğrulamak için” matematiğe başvurmuştur. Spinoza bile “Ahlak” adlı ünlü eserinin kapağına “matematiksel olarak kanıtlanmıştır” diye altbaşlık girmiştir. John Locke “Essay Concerning Human Understanding” (İnsan Ahlakı Üzerine Söylem, 1690) eserinde “ahlakı matematik gibi kanıtlanabilir bilimler” arasında zikretmiştir. Yerçekimi’nin mucidi İsaac Newton’da aynı kanıdadır. Onun davamcısı hesap edilen John Craig Rules of Historical Evidence (Tarihsel Kanıtların Kuralları, 1699) eserinde tarihi de matematikleştirmekten çekinmemiştir. Leibniz dünyanın tüm sorunlarına çözüm olacak “evrensel bir matematiğin kurulmasını” umuyordu. Hatta o, “genel bir dil” ve “düşünce alfabesi”nden söz etmiştir. Nitekim, 1668 yılında İngiliz bir piskopos olan John Wilkins Essay towards a Real Character and a Philosophical Language (Gerçek Karakterler ve Felsefe Dili Üzerine, 1668) eserinde bırakın sözcüklerin, doğrudan doğruya eşyaları anlatan bir matematiksel sistem oluşturmağa yeltendi. Ciambattista Vico doğrudan doğruya “verum-factum”a (gerçek delil) dayalı “Yeni Bilim”den söz ediyordu.
XVII. Yüzyılda matematiğe yönelik bu sapkınca sarılış bana 90’lı yıllarda Türkiye’de kendilerinden söz ettiren “Allah, kainatı matematiksel bir ahenk içinde yaratmıştır” diyen bazı cemaatlerin (isim vermek yakışı kalmaz) Tanrı’nı “matematiksel bir büyücü” haline getirmelerini hatırlatmaktadır. Oysa, matematiğe yönelik bu sarılış dini öldürmek içindir. Kısacası, dünyalı bir “tanrı”nın onarılmasından sonra bilimadamları saflığa yönelik saldırılarını yoğunlaştırmağa başladılar. Artık XVII. Yüzyılda Joseph Granvill saflığı “temelsiz ve tutarsız inanma” olarak yargılar. Saldırılar karşısında şaşıran kilise bile tutucu bir rahip olan Meric Casaubon’un şahsında (Of Credulty and Incredulity//İnanma ve İnanmama Üzerine, 1668) “saflığa” bilimadamlarından iki kat sert çıkışmıştır. Oysa, İncil’de Hz. İsa’a saflığı övmektedir. Casaubon saflığı “kötü aşırılık” olarak tanımlar. Henry Hallwell ise “tanrı tanımazlık” ile “saflığı”n aynı anlama geldiğini söyleyecek kadar uzağa gider.
İlginç olan, Eski ve Ortaçağda bir erdem olan saflık XVII. Yüzyılda bizzat kilse tarafından “tanrısızlık” konumuna itilirken, “incredulity” (inançsızlık) credible’den (safdilce inanmadan) daha çok rağbet görmeğe başlamıştır. Safca inanmaktansa, neye inanacağını şaşırmış bir toplumu daha fazla önemseyen bilim, ikinci toplum biçimini birincisinden daha dünyalı bulmaktadır.
Frank Bacon Yeni Organon (Aristo’nun Organon’una gönderme) eserinde safdil insanın “dört put”undan söz edir. (Öncelikle, Bacon’un kullandığı dört put (idol) tanımı Aristo’nun “dört kabusu”ndan alıntılandığını belirtelim. Aristo, ahlaksal anlamda erdemli insan tipinin oluşmasında “dört kabus”tan söz etmiştir: cinsi kabuslar; mağara kabusları; tiyatro kabusları ve Pazar kabusları). Bacon’a göre ilk put “kabile putları”dır. Bunların kökeni insanın doğasıdadır ve insanı her şeyin ölçüsü yapmaktadır. İkincisi “mağara putları”dır ki bireysel yanlışların ifadesidir. Üçüncüsü “tiyatro putları” olup zihinlerde yerleşmiş, bir sürü sahne oyunları gibi aşağılayıcı dogmalardır. Sonuncusu “Pazar putları” olup insanların birbiriyle ilişkileri ve biraraya gelmelerini ifade eder. Giambattista Vico ise “putları” “küstahlık”lar (boria) olarak tanımlamaktadır. Onun sıraladığı küstahlıklar arasında “kendi fikirlerinin dünya kadar eski olduğuna inanan okumuşların küstahlığı” (klasik tüm ilim ve din adamları, safdilce inanlar) da yer almaktadır.
Saflığın yokedilişi aslında bilimin dine kurduğu bir tuzaktı. Bilimadamları bununla dine değil, “dini maskelere” karşı savaştığını dile getirmiştir. İngiliz kralı I Charles’in tarihini kaleme alan Edward Hyde kralın karşıtlarını “dini kendilerinin hain amellerinin örtecek peçeler” diye yargılar. Ancak bu sadece bir hedef şaşırtma idi. Nitekim, kısa süre sonra Thomas Hobbes ve James Harrington şahsında “rahip düşmanları” ortaya çıktılar. Bunlar “papazlığı” (Katolik, Protestan, Yahudi, Müslüman tüm dindarları için kullanılmıştır) insanlığın ortak düşmanı ilan ettiler. Dini kendi amaçları için kullanmış dinadamları olduğundan onların bu tepkisi anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, XVIII. Yüzyılın başlarında anonim bir kitapta “safca inanma eğilimindeki insanları kendilerinin Tanrı’yla özel ilişkileri olduğuna ikna eden Musa, İsa, Muhammed’i” “üç sahtekar” olarak tanımlaması bilimin hedefini açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu son ifadeler “saflığı yoketmenin” neden bunca önemli olduğunu net biçimde açıklamaktadır. Aydınlanma döneminde bu mesele daha saldırgan, sert ve “ahlak dışı bir dille” sürdürülecektir.
Saflığın yokedilişi üzerine “çıkarlar” oturtulmaktaydı. XVI. Yüzyılın sonlarından itibaren, bütün bir XVII ve XVIII. Yüzyıllar boyunca siyasette, ekonomide, kamuda, özel ilişkilerde, devletlerin ve bireylerin yaşamında bu sözcüğün yeri ve konumu aranmıştır. İş o hadde vardı ki iki derede bir arada kalmış kilise bile “saflığı” terk edip “çıkar”a sarıldı. Dük Henri de Rohan 1624 yılında kaleme aldığı eserine şu ismi vermiştir: Hıristiyan Dünyasının Hükümdarlarının ve Devletlerinin Çıkarları. 1630 yılında Fransa’nın İç Savaşı eserini yazan Enrico Davila savaşın nedenleri arasında “özel çıkar”lardan söz açmaktadır. İngiliz John Selden bile “uşağın, efendisi kadar çıkar”ını gündeme getirdi. Sanki köle “köleliğinde” bir “özel çıkar” kollamaktaydı.
Doğal olarak “çıkar”a yönelik bu söylenenler anlaşılabilir husulardır. Ama, bir İngiliz piskoposu Edward Stillingfleet “çıkarla inancın ilişkisini” gündeme getirdi. Modern bilimsel söylem çağdaş insan için erdemin ölçüsü olarak “çıkar”ı merkeze taşıdı. Çıkar üzerine tartışma o denli etki uyandırdı ki bir süre sonra “cinsiyetler”de çıkar kapsamında tartışılmağa başlanıldı. 1739 yılında yayınlanmış bir kitap bu anlamda dikkat çekicidir. Kitabın yazarı “Nitelikli bir kimse Sophia” adını taşıyordu. Sophia adına bakılırsa bir kadın olduğu muhakkaktır. Ama isminin önünde “nitelikli bir kimse” mahlasını zikretmesi “cinsiyet çıkarından” haber vermektedir.
Eserinin adı ise daha ilginçtir:
Kadın Erkekten Aşağı Değildir. Müellif, “kadın” sözcüğünü “erkek”ten önce kullanmaya özen göstermiştir. Sophia, Batı toplumlarında kadının erkekten “aşağı” kabul edilmesinin gerekçesini “erkeğin çıkarlarında” aramaktadır. Sophia’dan önce meseleni tartışmaya açan Fransız filozof François Poulain de La Barre ise daha “insaflı” bir başlık kullanmağa özen göstermiştir: İki Cinsin Eşitliği, 1673. Filozof “çıkara dönüşen erkeğin önyargılarına” saldırmıştır.
Böylece, modern bilim çıkar ilişkilerini insani ilişkilerin birincil unsuru yaparak saflığı insani kimliğin en “aptal” biçimi olarak tanımladı.