ashli
Bayan Üye
...Rüzgâr ve Ateş...
1.
Yine huysuz bir günündeydi rüzgâr..... Bütün gücünü toplayarak ateşin tepesine dikilmiş :
-Seni söndüreceğim, diye bağırıp duruyordu.
Ateş ise, böyle zamanlarda hep şöyle derdi:
-Ne istiyorsun benden. Sana ne yaptım? Bu düşmanlığın niye...
Ateş, bu sözlere aldırmaz, tehditler savurmaya devam eder, bir süre sonra ise sebebini bilemediği bir duyguyla ateşe kıyamaz, sakinleşir, onu söndürmeden çekip giderdi...
Öfkesini sert kayalara, asırlık ağaçlara çevirir, böylece biraz da olsa öfkesini dindirirdi. Kayadan kopan bir parça, ağaçtan kırılan bir dal mutlu ederdi onu.... Ama çok geçmeden yine üzülür, yaptıklarına pişman olurdu. Öyle ya! Kırmak, parçalamak... Hep kötü işler mi yapacaktı? Bir iyiliği olsun dokunmayacak mıydı kimseye...
İyilik yapmak.... Bugüne kadar bunu öğrenememişti...
Ateş ise, bir taraftan etrafa yaydığı sıcaklığın, öte yandan gökyüzüne yükselen alevlerinin verdiği coşkuyla çok mutlu olur, fakat rüzgâr korkusuyla bu mutluluğu kısa sürerdi. Ama bu korkuyla birlikte yine de içinde rüzgârı görmüş olmaktan doğan gizli bir sevinç de duyardı.
2.
Bu durum, ateşin Hızır dedeyle karşılaşmasına kadar sürdü. Günlerden bir gün Hızır dede, çobanın yanına geldi.
Çoban bir gün, sürüsüyle dağın doruklarına tırmanmış, ovayı ve uzaktan görünen köyleri seyrederken nasıl olduğunu bilmeden yanına geliveren bu yaşlı adamdan hiç çekinmedi. Sadece çok şaşırmıştı... Daha ona kim olduğunu ve buraya nasıl geldiğini soramadan Hızır Dede ona:
-Evlat, demişti karnım çok aç..
Çobanın torbasında sadece kuru bir ekmek ve biraz su vardı...Gelen bir Tanrı misafiriydi. Ona daha farklı şeyler ikram etmeliydi. Aklına kınalı kuzusu geldi.
-Dede! Sen, şu kayanın yanında biraz dinlen. Ben sana yiyecek hazırlayacağım, dedi demesine ama kuzusuna nasıl kıyacaktı. Çünkü onu çok severdi... İlerde kocaman bir koyun olacak, o da diğerleri gibi kuzular doğuracak, süt verecek, yaşlandığında ise etiyle doyuracaktı insanları... Belki de bir kurban olacak ve Tanrı adına kesilecekti ki bu durum her kuzunun istediği bir şeydi.
Çoban, kararsız bir şekilde kuzunun yanına geldi... Yıllarca yanlarında kala kala adeta onların dilini öğrenmişti çoban.
-Kınalı kuzum dedi... Bir misafirimiz var... Üstelik karnı aç.
Kuzu, sanki onu anlamış gibi meledi...
Çoban, bunu bir cevap saydı kendine... Kuzunun gözlerini bağladı. Değer koyunların ve kuzuların göremeyecekleri bir yere götürdü ve kesti.
Can acısıyla da olsa sesini fazla çıkarmamıştı kuzu... İyi bir amaç için kendisinin seçilmesinden memnun olmuştu.
Birkaç saat sonra her şey hazırdı. Çoban, kuzunun etini pişirmiş, ihtiyarın üşümemesi için ateşi biraz daha canlandırmıştı. Sonra ihtiyarın yanına gitti... Hızır dede, yorgunluktan uyumuştu.
-Dede! diye seslendi. Yemek hazır...
Hızır Dede, gözlerini açtı. Birlikte ateşin başına geldiler.
Hızır Dede, çobanın kendisi için kuzusunu hem de en çok sevdiği kuzusunu ikram ettiğine çok memnun oldu. Bu, büyük bir cömertlikti.
-Sağol çoban oğlum, dedi... Allah senden razı olsun. Bir sürün bin sürü olsun... En önemlisi de bu ateşin hiç sönmesin. Sakın ateş deyip de geçme... Onun da bir dili var eğer anlamayı bilirsen...
Hızır Dedenin böyle söylemesine sebep olan şey işe, onlar yemeklerini yerken ateşin ona rüzgârla ilgili meseleyi anlatmasıydı.
Ateş, rüzgârdan şikayetçiydi. Oysa kendisi ona karşı hep iyi idi.
Çoban, bu son sözden bir şey anlamamıştı ama olsun misafiri kendinden memnun olmuştu ya bu ona yeterdi.
Birlikte karınlarını doyurdular... Hızır dede, çobana tekrar teşekkür ettikten sonra:
-Ben, dedi şu kayanın arkasında namazımı kılayım.
O oldu... Bir daha geri dönmedi yaşlı adam. Çoban, kayaların arkasını ve civarını aradıysa da onu bulamadı.
Kimdi bu adam?
Çoban, onun Hızır dede olduğunu henüz bilmiyordu. Bu yüzden, bu soruya cevap veremedi.
Fakat bir soru daha vardı kafasında : Ateşle konuşmak... Bu olabilir miydi?
3.
Bir gece adam, Hızır dedeyi gördü rüyasında... Bu, kuzusunu yedirdiği yaşlı adamdı.
-Sen beni tanıyamadın, dedi. Ben hızır Dedeyim. Zor durumda olanların yardımına koşarım. Senin de ateşin zor durumda ve sen hâlâ onunla konuşmadın.
-Peki, nasıl konuşacağım.
-Ben, seni denemek için gelmiştim. Sen bana yani bir misafire iyi davranmakla bu imtihanı kazandın. Ben de sana bütün varlıklarla konuşabilme özelliği verdim. Sen şu anda farkında değilsin ama sabah olunca bir dene... Konuşabildiğini göreceksin.
Çoban, uyanır uyanmaz, ateşin içine birkaç parça daha odun attı. Çünkü havalar serin geçiyordu sabahları ve yeni doğan kuzuların ısınmaya ihtiyaçları vardı.
Sonra dikkatli bir şekilde ateşe baktı. Düşünmeye başladı... Ağaçlar, büyüyor, çiçek açıyor, bazıları meyve veriyor. Derken kuruyorlar ve ateşe atılıyorlar.
Böylece odunlar ateş oluyor, ısı ve ışık veriyor. Bütün bunları yaptığına göre onunla konuşabilirim, dedi içinden. Hem rüyasında da Hızır Dede konuşabileceğini söylememiş miydi?
Ateşe seslendi:
-Yıllar var ki beni ve kuzularımı sen ısıtırsın. Yemeğimi pişirirsin. Sana borçluyum. Söyle senin için ne yapabilirim...
Bir ses duyuldu:
-Çoban kardeş, dedi. Benimle konuşabilir olmana sevindim...Gerçekten de benim bir derdim var... Ben, senin yakmanla hayat buldum. Bak bir işe yarıyorum burada... Dediğin gibi küçük kuzularını ve kendini benimle ısıtıyorsun. Üstelik ısımdan ve geceleri ışığımdan yakınımızda bulunan böcekler, bitkiler de yararlanıyorlar... Yani bir işe yarıyorum ben...Başkaları için bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ama şu rüzgâr?
-Hayrola dedi çoban... Ne istiyor senden?
-Beni söndürmek istiyor.
-Söndürmek mi istiyor?
-Evet ya... Ama her defasında da vazgeçiyor... Çünkü kötü biri değil o... Ama iyilik yapmayı da öğrenememiş... Ona bunu öğretmek gerek.
-Nasıl olacak bu...
-Düşünüyorum da şöyle yapabiliriz...O, yanıma geldiğinde sen de gel ve ona şöyle de:
-Rüzgar... rüzgar... Ne istersin ateşimden... Onu söndüreceğine, daha da yükselt alevlerini... Daha çok işe yarasın böyle...Sen de iyi bir iş yapmış olursun böylece...
-Dinler mi beni..
-Dinleyecektir, dedim ya... Kötü biri değil o... Artık onun dilini de öğrendin Hızır dededen. Bunu yapabilirsin..
-Bunu biliyorum dedi çoban. Geçen gün gelen Hızır dede imiş.
-Tabi oydu. Ama sen onu tanımadın.
-Artık biliyorum.
-Evet, O seni imtihan etti ve sen en sevdiğin kuzunu ona ikram ederek bu imtihanı kazandın.
Çoban, ateşle konuşuyordu. Bu ona ilk anda normal gibi geldriyse de yine düşünmeden edemedi...
Sonra aklına çocuklukta duyduğu bir hikaye geldi. İbrahim peygamberle kuşun hikayesi... Hani İbrahim peygamber ateşe atılmıştı da bir serçe gagasında birkaç damla su getirip ateşe dökünce ibrahim peygamber sormuştu ona:
-Birkaç damla suyla bu ateşi nasıl söndüreceksin.
-Olsun demiş kuş...Sönmeyeceğini ben de biliyorum ama dostluğumuz belli olsun.
Demek ki bir insan bir kuşla konuşabiliyordu. Kendisi neden konuşamasın ki...
4.
Çoban bu durumu artık normal karşıladı ve bir daha üzerinde durmadı. Fakat ateşin derdine çözüm bulmalı ve rüzgârla konuşmalıydı.
Derken bir gün ateşin iniltileriyle uyandı çoban. Kuvvetli bir rüzgâr, ateşin yanına gelmiş onu söndüreceğim diye tehdit edip duruyordu.
Ateş ise her zaman ki gibi ona ricada bulunuyor, kendisine bu kötülüğü yapmamasını söylüyordu.
Derken adam yanlarına geldi...
Rüzgâra:
-Ne istersin ateşimden dedi. Onu söndüreceğin yerde daha da alevlendirsen olmaz mı?
Rüzgâr ne diyeceğini bilemedi. Üstelik bu çoban onun dilini bilen birisiydi... Böyleleri sıradan insan olamazlardı. Öyleyse onların söylediklerini ciddiye almalıydı. Onlar söylüyorsa doğru söylerlerdi. Demek düşüncesi yanlıştı. Ateşten sonra şimdi çoban da ona yakmayı düşündüğü şeyin doğru olmadığını söylüyordu.
-Ama dedi, benim ona öfkem var... O, neyi bulsa yakıp yok ediyor.
Ateş, söze girdi.
-Bu benim suçum değil dedi.... Beni kötülük için kullananlara söyle bunları... Bak, burada ne yapıyorum ben. Çobanı, kuzularını ve etrafımda bulunan böcekleri, otarı üşümekten koruyorum. Sen beni söndüreceğine git, ağaçlardan kuru dal kopar getir üstüme at... Alevlerimi daha da canlandır.
Rüzgâr düşündü. Ateşin haklı olduğunu anladı.
Çoban, söze girdi.
-İçinden geçenleri okudum dedi. Aferin sana doğru düşünüyorsun... Bek, ateş benim dostum. Sen de aramıza katıl... Sen de dostumuz ol... Ben sana yararlı işler yapmayı öğretirim, dedi.
Rüzgârın ateşe duyduğu aslında öfke değil sevgiydi... Ama bunu şu ana kadar hissedememişti içinde...
Öyle ya! O da güzel güzel esse herkes yararlanırdı bundan... Bunalanlar onun esintileriyle serinler, ağaçlar onun esintileriyle sallanıp eğleşirler ve daha neler neler... İyilik yapmak ve iyi olmak... Artık bunu deneyecekti rüzgâr. Çobana ve ateşe:
-Tamam dedi. Sizinle dost olacağım... Ama benim derdim var. Onu şimdi anlamış bulunmaktayım.
Çoban:
-Söyle dedi çekinme...,
-Ben ateşi seviyorum. Aslında hep bunun için gelmişim yanına ama şimdi farkettim bunu...
Ateş, alevlerini daha da canlandırdı. Utangaçlıktan yüzü kızaran genç bir kıza döndü.
-Aslında dedi ben de onu seviyorum... Ama bugüne kadar iyi olmayı, iyilik yapmayı öğrenemediği için bunu ona söylemedim.
Rüzgâr, bu sözleri duyunca çok sevindi.
Onun sevinci karşısında ateşin de sevinci çoğaldı.
Tabi çoban da sevindi... Ama düşünmeden de edemedi... Sevmek... onun da sevmesi gerekmez miydi... Gerçi ateşi, rüzgârı, koyunları... seviyordu ama bir insanı sevmek... Onunki böyle olmalıydı.
Ateşle rüzgârı baş başa bırakarak bir kayanın tepesine çıktı. Uzakları seyretmeye başladı. İçinde ise bir insanı sevmek duygusu...
5.
Ateşle rüzgâr o günden sonra sık sık beraber oldular...Birbirlerine sevgilerini dile getirdiler... Çok ama çok mutluydular... Zaman geliyor, rüzgâr uzaklaşıyor, ateş onu özlüyor, zaman zaman ateş sönecek gibi yaparak ateşi korkutuyordu. Bütün bunlar sevgilerinin bir sonucuydu... Ama ya çoban?
Çünkü o günden sonra çoban biraz suskunlaşmıştı. Bir üzüntüsünün olduğu belliydi... Yanık yanık türküler söylüyordu.
Ateşle rüzgâr, bunu anlamakta gecikmediler. Ele ele kafa kafaya verdiler ve bu duruma bir çare aradılar...
Çare yine o Hızır dede’de idi... Bir gün çoban uyurken onu yardımlarına çağırdılar ve çobanın derdini anlattılar.
Hızır Dede:
-Biliyorum, dedi. Çoban, seveceği bir insanı hak ediyor. O, sizi buluşturdu. Simdi sıra onun bulaşacağı insanda...
-Nasıl olacak bu dedi ateşle rüzgâr...
Şu karşı dağda bir kız yaşıyor, üstelik o da yalnız... Onu getireceğiz buraya.
-Nasıl yapacağız bunu...
-Kolay dedi ateş, yarın gece rüzgâra bütün gücünü harcayacak ve senin alevlerini yükseltecek... Öyle yükseltecek ki kız bunu görecek... Ben de onun buraya gelmesini rüyasında söyleyeceğim ona...
Öyle de oldu. Hızır dede, kızın rüyasına girdi... Çünkü onu da çok seviyordu. Onu da imtihanlardan geçirmiş ve kız bunların hepsini başarmıştı. O da hayvanların, bitkilerin dilini öğrenmişti ondan. Onlarla orada dostça yaşıyordu.
Ve o rüyayı gördü kız....
Sabah uyandığında etrafındaki hayvanlarda, ağaçlarda garip bir sevinç ve telaş olduğun fark etti.
Ne olduğunu sorunca da:
-Yolculuk zamanı dediler... gidiyorsun... Çoban seni bekliyor... Meğerse Hızır Dede, bu durumu kızdan önce onlara söylemişti.
-Doğru, dedi yolculuk zamanı...
Kız, yaşadığı yere son defa baktı. Hayvanlarla, ağaçlarla vedalaştı ve akşam olur olmaz gece kuşlarından birisi:
-Karşı dağa bak, dedi ne görüyorsun?
-Aman Allahım, alevleri göğe yükselen koca bir ateş...
-Oraya gideceksin işte dediler...
-Peki nasıl gideceğim?
-Sana rüzgâr yol gösterecek, yaklaştıkça alevleri daha yakınlaşmış göreceksin. İkisini takip ederek ulaşırsın oraya.
Hem baksana... Yıldızlar ve ay dede ne güne duruyor. Onlar da sana yardım edecekler.
Kız, yüreği kıpır kıpır yola çıktı... Bir insanla karşılaşmak ve hayatı onunla paylaşmak bundan böyle... Nihayet arzuları gerçek olmuştu. Hızır dede’nin rüyasında kendisine bahsettiği çobanla karşılaşacaktı.
Çoban da aya yıldızlara bakıp kızı beklemekteydi. Ara sıra sabırsızlanıp ateşe soruyor o da merak etmemesini kızın gelmekte olduğun söylüyordu. Çünkü rüzgâr sürekli bilgi veriyordu kıza... Ay dede ve yıldızlar da öyle...
Çobanla kızın karşılaşması görülecek şeydi...Birbirlerinin yanlarına geldiklerinde önce bakıştılar... Sanki yıllardır birbirlerini tanıyormuş gibi kucaklaştılar.
Ama o anda ateş söndü, rüzgâr kayboldu, ay dede ve yıldızla da öyle...