Néppox
Kayıtlı Üye
İki genç şairin hikayesini anlatan Kelebeğin Rüyası, gereksiz yan öyküleri ve gösterişli anlatımıyla yarattığı güzellikleri de kaybediyor. Kıvanç Tatlıtuğ ise adeta döktürüyor, söze bile ihtiyacı yok.
İleri sararak filmin sonuna gidersek, en sonuna; jenerik akarken, salondan dışarıya çıkarken, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslunun yaşadıklarını daha fazla merak ediyorsunuz. Genç yaşta vereme yakalanan bu iki şairin hayatını, şiirlerini, aşklarını, mektuplarını kurcalamak istiyorsunuz. Yılmaz Erdoğanın bir yazar-yönetmen olarak en büyük başarısı da bu oluyor Kelebeğin Rüyasında. Bu iki şiir adamını böylesine perdeye getirmesi Erdoğanın yönetmenliği açısından çok önemli bir nokta. Çünkü, salt hikaye olarak değil yönetmenlik açısından da Erdoğan, elindeki malzemeyi estetik bir üslupla sunmayı, dahası 1940lı yılların Türkiye panoramasını Zonguldak üzerinden çizerken tarihsel metinle-nostalji arasına set çekmeyi (Sadece filmin ilk bölümünde) biliyor. Bu yüzden de unutulmuş, hiç bilinmemiş bu iki şairin hikayesini gerçek kılmayı başarıyor. Hem de şiir üzerinden dönemsel ve toplumsal birçok okumaya alan açarak.
Hayatı şiir gibi yaşayan iki güzel adam var karşımızda. Arka planda ise savaş yılları, yeni bir Cumhuriyet, zamanın vebası verem, fakirlik, mükellefiyet kanunu ile zorla madende çalıştırılan erkekler Rüştü ve Muzaffer, bir yandan çalışırken diğer yandan şiir yazarlar, şiirle yaşarlar. Şiirlerinin Varlık dergisinde yayımlanmasını beklerler. Aileleri dahil çevrelerinde ise şiire değer veren kimse yoktur. Dolayısıyla onları anlayan da Hocaları Behçet Necatigil dışında.
Yine de dünyaları büyüktür bu iki genç adamın. Üstelik ikisi de verem olmasına rağmen. Erdoğan, fonda sınıfsal çizgileri göstermekten de çekinmez. Filmin başkarakterlerinden Suzan ve Suzanın ailesi-arkadaşları veremden, fakirlikten uzak yaşantılarıyla dönemi okumak için en klasik göstergedir. Suzanın babası Benim de verem yüzünden çok yakınım öldü dese de ki bunun çok da anlamı yoktur seyirciye gösterilen atmosfer açısından - zengin-fakir fakir ayrımı gibi veremliler ve diğerleri ayrımı da vardır. (Hastane bölümünde de veremin fakirlik hastalığı olduğuna vurgu yapar yine Erdoğan.) Ve tedavi bekleyen onlarca insanın yanı sıra kanun nedeniyle çalışma yaşı çocuklara kadar inmiştir. Bu yüzden maden ocağı sahnesiyle başlaması boşuna değildir filmin. Çocuklarına kıyan bir ülkeyi tasvir etmek için bu karanlık, acımasız dünyayı gösterir ilk önce Erdoğan. Bütün bunlar bir arka plan olarak sunulsa da film bittiğinde Yılmaz Erdoğanın yönetmenliği adına artı hannesine yazılmış oluyor.
DAHA BÜYÜK, DAHA FAZLASI...
Ancak, filmin en büyük sorunu en başta hem de henüz kağıt üzerindeyken baş gösteriyor. Hikayenin kendisini dağıtan şey yan hikayeler oluyor. Keza, Rüştü ve Muzafferin hikayesinden çok daha fazlasını anlatmaya çalışıyor Erdoğan. Estetik bir tek planla açılan film, ilerledikçe daha fazlasını anlatmak istiyor, ancak yan hikayeleri ana hikayeye katmakta zorluk çekiyor. Dönemi anlatma gayretini ise fazla ciddiye alıyor ve hikaye serpildikçe dağılıyor, dağıldıkça toparlanması güç bir hal alıyor.
Çünkü, öykü aslında Muzaffer ve Rüştünün öyküsü. Ve berisinde anlatılan diğer hikayeler ne ana gövdeye tutunabiliyor ne de tek başına ayakta durabiliyor. Muzaffer ve Rüştünün dünyasını çok iyi çizmiş ve anlatmış Erdoğan. Peki, ama iki şairin tutkulu dostluğunu bu kadar etkileyici bir şekilde perdeye getirmeyi başaran Erdoğan neden yaptığını kendi eliyle bozuyor? Seyirciyi/gişeyi hesap ederek ya da hikayeyi zenginleştirmek için yapılan hamleler yüzünden olabilir. O yüzden de hikayenin üçüncü ana karakteri Suzan ve aşk teması filmi maalesef sıradanlaştırıyor. Cânım hikaye basit bir romantizm yüzünden dramatik yapıyı ayakta tutan şair ruhunu kaybediyor. Muzaffer-Rüştü (ve Kıvanç Tatlıtuğ-Mert Fırat) arasındaki uyum, birbirlerine duydukları aşk/dostluk, çocukça kapışmaları, şiirle varolmaları yeterince güçlü bir duyguya sahipken Yılmaz Erdoğanın romantik hamleleri bu yapıyı bozuyor. Suzana bu kadar fazla yer verilmeseydi olmaz mıydı mesela? Medihayı biraz daha uzaktan tanısaydık ya da hastane bölümleri tamamen çıkarılsaydı? Bizce olurdu ama bu tabii ki Erdoğanın sade anlatım yerine gösterişli-büyük film tercihiyle alakalı bir durum.
Gerçek aşkın şiir olduğunu gösterip araya irili ufaklı fazlalıklar eklenince eldeki güzel şeyden de oluyor Kelebeğin Rüyası. Yani, yarattığı şair ruhunu kendi eliyle itiyor Erdoğan! Buna hayıflanmamak elde değil çünkü ölüme doğru giderken bile mizacını, tutkusunu kaybetmeyen Muzaffer ve Rüştünün hikayesinde esas kadına ihtiyaç olmadığını seyirci olarak siz de görebiliyorsunuz. Esas kadının bize gösterilen Suzan olamayacağını da. Hem o şiirlerin yazıldığı esas kadın/kadınları görmesek de olurdu, şiirle, kelimelerle onu bize göstermeliydi Erdoğan.
KENDİ ELİYLE KAYBEDİYOR
Tabii, burada başka bir sorun daha beliriyor. Bir süre sonra, yan hikayelerle birlikte ağızdan dökülen şiirler -hiç ihtiyacı olmadığı halde - açıklanmaya, karşılığını bulmaya başlıyor. Rüştü Onur ve Muzaffer Uslunun hatta Erdoğanın canlandırdığı Behçet Necatigilin cümleleri kendi dünyalarında senaryonun bir parçasına dönüşse de hikaye büyüdükçe ve uzadıkça neyi/kimi sorularının cevabıyla birlikte seyirciye verilen açıklama haline geliyor. Üçlü arasındaki repliklerde zekice hamlelerle filmin duygu yoğunluğunu artıran ve didaktizm tuzağına düşmeyen Erdoğan, hikayeyi uzattıkça bundan da oluyor maalesef.
Birkaç sahnede minimalist sinemayla ne kadar iyi bir iş çıkardığını gösteriyor Yılmaz Erdoğan. Deniz kıyısındaki kayalıklar ya da baş başa odada kaldıkları ve dünyaya kapılarını kapattıkları sahneler fazlasıyla etkileyici ve filmden en akılda kalan sahneler aynı zamanda. Çünkü Rüştü ve Muzaffer baş başa ve şiirle yaşıyorlar o sahnelerde. Onların ölümle burun burunayken bile bitmeyen heyecanı, şiir tutkusu, aşklarını ifade ediş biçimleri, dostlukları kalabalık ve gereksiz bölümlerin içinde öylece parlıyor. Ama sadece o kadar... Ve Kıvanç Tatlıtuğun inanılmaz performansının altını çizmek gerekiyor. Mimikleriyle, vücut diliyle filme damgasını vuruyor. Mert Fıratla birlikte iki şairi adeta gerçek kılıyorlar. Uzun süre ikilinin özellikle Tatlıtuğun performansını unutmak mümkün değil. (Burada Erdoğan'a da oyuncu yönetimi için ayrıca övgüde bulunmak gerek)
Ama keşke film için de aynısını söyleyebilseydik... Çok iyi bir öykü buluyor Yılmaz Erdoğan. Popüler sinema denilen tanımlamayla arasına set çekmeyi, hatta çıtayı yükseltmeyi biliyor belki de. Fakat fazlasını gösterme tutkusuyla hikayesini melodrama ve romantizme kaydırıyor. Böyle olunca kimi bölümler televizyondaki dönem dizlerini hatırlatar hale geliyor. Kelebeğin Rüyasının ne demek olduğunu kulağımıza fısıldamak yerine gözümüze sokuyor Erdoğan. Filmin özünü, şair inceliğini kaybediyor. Gösteriş de herkesi büyülemiyor sonuçta...
Kelebeğin Rüyası
Yönetmen-senaryo: Yılmaz Erdoğan
Oyuncular: Kıvanç Tatlıtuğ (Muzaffer Tayyip Uslu ), Mert Fırat (Rustu Onur ), Yılmaz Erdoğan (Behcet Necatigil ), Belçim Bilgin ( Suzan Ozsoy), Farah Zeynep Abdullah (Mediha Sessiz), Taner Birsel (Ismail Uslu), Ahmet Mümtaz Taylan (Zikri Özsoy).
Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki
Kurgu: Bora Göksingöl