LaNéDLy qHz
Bayan Üye
Ömrün eşiklerinde hep o… Hayatın ikiz kardeşi. Elini uzatmadığı yer, ulaşamadığı bir fâni yok henüz… Kimini günahları içinde yakalıyor, kimini bir hazzın son noktasında… Hayatın bin türlüsünü yaşayanlar, ölümün de bin türlüsüyle karşılaşıyorlar… Yollarda insan seli… Bir kazada bin ölüm… Ölüm fezada bile iz sürüyor… Yollar eskiye nazaran daha da genişlemiş, bir bakıma, işini kolaylamış Azrail…
O gelmeseydi, o olmasaydı diye düşünürüm bazen… O zaman bunca insan ahirete nasıl taşınacaktı? İnanan mükâfatını görmeye, inanmayan cezasını çekmeye nasıl gidecekti? Demek ki ölüm, sadece bir vasıta… Mühim olan, kapımızı çaldığında onu nasıl karşılayacağımız; ömür bahçesinden derlediğimiz kucak dolusu güller ve dudaklarda tebessümlerle gitmek, en güzel değil mi?
Kıymetini bilmediğimiz nimetlerin, elden çıkınca ardından koşmak boşuna… Ve dünyada her şey bir defa! Hayat gibi, gençlik de şirin bir nimet… Günü gelecek, neşeli bir kuş dalımıza konmuş da uçmuş olacak artık.
Ama biz başkayız veya dahası var gibi bir his aldatıyor, nefis kandırıyor. Şeytanın içimizdeki casusuna dikkat etmiyoruz hiç!
Ölümün keşif kolları olan hastalıklardan, saçlardaki beyazlara kadar, her şey ondan bir haber taşıyor. Her nefes son fırsat! Bel bağladığımız ufuklardan, güneş bir daha doğmayabilir. Gözlerimizin görmediği güneşler de var. Şimdi yüzümüzü daha aydınlık yarınlara çevirmek zamanıdır…
Kanatlanıp uçmak sırasıdır sonsuzluğa…
Ruh ve bedenin vedalaşması…
Hiçbir canlının kurtulamadığı en gerçek olay…
Kimsenin kabule yanaşmadığı, fakat gelip çattığında aman-yaman dinlemeyen, şakasız misafir…
Onu ne de az hatırlarız!..
Belki şu anda… Belki yerimizden kalkmadan… Belki sokak kapısından çıkarken… Şu köşeyi dönerken… Kahvemizi yudumlarken… Çarşıda, pazarda, evde camide… Ya da ahbaplarla neşeli bir sohbette… Bizimle elleşecek ölüme, tok ve rahat bir sesle “Hoş geldin” diyebilecek miyiz? Madde ve manamızla son nefes mülâkatına hazır mıyız?
Yoksa, “Aman!.. biraz… birkaç saat müsaade!.. Dostlarımla, helâlık alıp vedalaşayım… Bir güzel abdest alayım, birkaç rekat namaz kılayım, tevbe-istiğfar edeyim. Bir de vasiyetname yazayım… Aman ne olur mu diyeceğiz?
Ne de az tefekkür ederiz, hayatın şu en ibretli sahnesini…
Halbuki ölüm, insanın bedenini toprakta çürüten, fakat mânevi âlemde daha mükemmel bir hayata kavuşturan ve âlem değişikliğinin adıdır.
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.”
Diyor şiirinde Yahya Kemal Beyatlı; ve şöyle devam ediyor:
“Ölmek değil ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi..”
O gelmeseydi, o olmasaydı diye düşünürüm bazen… O zaman bunca insan ahirete nasıl taşınacaktı? İnanan mükâfatını görmeye, inanmayan cezasını çekmeye nasıl gidecekti? Demek ki ölüm, sadece bir vasıta… Mühim olan, kapımızı çaldığında onu nasıl karşılayacağımız; ömür bahçesinden derlediğimiz kucak dolusu güller ve dudaklarda tebessümlerle gitmek, en güzel değil mi?
Kıymetini bilmediğimiz nimetlerin, elden çıkınca ardından koşmak boşuna… Ve dünyada her şey bir defa! Hayat gibi, gençlik de şirin bir nimet… Günü gelecek, neşeli bir kuş dalımıza konmuş da uçmuş olacak artık.
Ama biz başkayız veya dahası var gibi bir his aldatıyor, nefis kandırıyor. Şeytanın içimizdeki casusuna dikkat etmiyoruz hiç!
Ölümün keşif kolları olan hastalıklardan, saçlardaki beyazlara kadar, her şey ondan bir haber taşıyor. Her nefes son fırsat! Bel bağladığımız ufuklardan, güneş bir daha doğmayabilir. Gözlerimizin görmediği güneşler de var. Şimdi yüzümüzü daha aydınlık yarınlara çevirmek zamanıdır…
Kanatlanıp uçmak sırasıdır sonsuzluğa…
Ruh ve bedenin vedalaşması…
Hiçbir canlının kurtulamadığı en gerçek olay…
Kimsenin kabule yanaşmadığı, fakat gelip çattığında aman-yaman dinlemeyen, şakasız misafir…
Onu ne de az hatırlarız!..
Belki şu anda… Belki yerimizden kalkmadan… Belki sokak kapısından çıkarken… Şu köşeyi dönerken… Kahvemizi yudumlarken… Çarşıda, pazarda, evde camide… Ya da ahbaplarla neşeli bir sohbette… Bizimle elleşecek ölüme, tok ve rahat bir sesle “Hoş geldin” diyebilecek miyiz? Madde ve manamızla son nefes mülâkatına hazır mıyız?
Yoksa, “Aman!.. biraz… birkaç saat müsaade!.. Dostlarımla, helâlık alıp vedalaşayım… Bir güzel abdest alayım, birkaç rekat namaz kılayım, tevbe-istiğfar edeyim. Bir de vasiyetname yazayım… Aman ne olur mu diyeceğiz?
Ne de az tefekkür ederiz, hayatın şu en ibretli sahnesini…
Halbuki ölüm, insanın bedenini toprakta çürüten, fakat mânevi âlemde daha mükemmel bir hayata kavuşturan ve âlem değişikliğinin adıdır.
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.”
Diyor şiirinde Yahya Kemal Beyatlı; ve şöyle devam ediyor:
“Ölmek değil ömrümüzün en feci işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi..”