ashli
Bayan Üye
...Prenses ile Cüce...
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde ülkelerin birinde çok güzel bir prenses yaşıyormuş.
o gün, sarayda çok büyük bir telaş varmış. Çünkü Prenses’in doğum günüydü. Ülkenin en güzel prensesiydi ve on iki yaşındaydı. Ancak, tıpkı yoksul çocuklar gibi yılda bir kez doğum günü kutlanırdı. O gün Prenses, arkadaşlarıyla birlikte terasta saklambaç oynuyordu. Başka günlerde yalnızca kendi sınıfından çocuklarla oynamasına izin verildiğinden hep yalnız başına oynardı. Ancak doğum gününde bu kural değişirdi. Kral, kızı arkadaşlarıyla oynayıp mutlu olsun diye emir vermişti.
Kız ve oğlan çocuklar çok şık giyinerek gelmişlerdi saraya. Hepsinin giysileri özenle süslenip püslenmişti. Ancak, en güzelleri bizim Prensesti. Gümüş rengi, parlak saten bir elbise giymişti.
Elbisenin her yeri simle işlenmişti. Ayağında minicik, pembe ayakkabıları vardı.
Beyaz, narin yüzünü çevreleyen sarı saçlarına, pembe bir gül takmıştı.
Kral, sarayın bir penceresinden üzgün bir halde çocukları izliyordu. Hemen arkasında nefret ettiği kardeşi Prens duruyordu. Kral, kızının çocuksu hallerini gördükçe, onun annesini anımsayarak büyük bir üzüntüye kapılıyordu. Olanlar ona, daha dünmüş gibi geliyordu. Güzel kraliçesi, biricik kızını dünyaya getirdikten hemen sonra ölmüş, bir daha bahar mevsimini görememişti. Kızının büyüyüp, ne denli güzel bir kız olduğunu da görememişti. İşte bunun için üzülüyordu kral. Eşine olan aşkı gerçekten de çok büyüktü. Öyle ki karısını mezara bile gömdürtmemişti. Büyücülük suçuyla yargılanan bir hekime karısını mumyalatmıştı. Böylece hekimin canı bağışlandı.
Kralın karısının naaşı, sarayın siyah mermer kilisesinde, katafalkın üzerinde, on iki yıl önce rahiplerin bıraktığı gibi duruyordu.
Kral, ayda bir kez siyah bir pelerine bürünerek karısının naaşının önünde diz çökerdi. Ona sarılıp öper, onu bu sonsuz uykusundan uyandırmaya çalışırdı.
Kral, Kraliçeyi çok sevmişti. Pek çok insanın görüşüne göre, Kral savaş durumunda olan ülkesini, bu aşk uğruna mahvetmişti. Kraliçenin yanından bir an bile ayrılmamış, devlet işleriyle doğru dürüst ilgilenmemişti. Kral karısına gösterdiği tuhaf ilginin, onun hastalığını güçlendirdiğini fark edememişti.
Karısı öldüğünde Kral, neredeyse aklını oynatmak üzereydi. Ancak biricik kızını, zalim kardeşinin eline bırakmamak için toparlandı. Bu kardeşin zalimliği o ülkede bile dillere destandı. Birçokları bu kardeşin, kraliçeye zehirli eldiven armağan edip ölümüne yol açtığından kuşkulanırdı.
Genç Kral, üç yıllık yas süresinin dolmasından sonra kimsenin yeni bir evlilikten söz etmesine izin vermedi. Bazı Krallar ona elçiler yolladı. Güzel kızlarının, kendisinin kraliçesi olmasını ister.
Ancak kral, kendisinin artık acıyla evli olduğunu söyledi. Bu yanıt üzerine, birçok eyalet krala karşı başkaldırdı.
Şimdi Prensesin oynamasını izlerken geçmişi anımsıyordu. Prenses, kraliçesinin o şirin şımarıklığına sahipti. Annesine çok benziyordu.
Ortalıkta sabah havasını bulandıran ağır bir koku vardı. Kral penceresini kapadı ve içeri girdi.
Babasının çekildiğini gören Prenses, düş kırıklığına uğramıştı. Babası, hiç değilse yaş gününde onunla kalabilirdi.
Yoksa yine Prensesin girmesine izin vermediği o küçük yere mi gitmişti? Amcası ve engizisyoncu daha akıllı olmalıydılar. Terascı gelip kendisine övgü dolu sözler söylemişlerdi. Prenses amcasının elinden tuttu, merdivenden inerek bahçenin dibine kurulmuş olan uzun, mor ipek yola doğru yürüdü. Öbür çocuklar da onu izliyorlardı.
Çocuklar hep birlikte yapılan boğa güreşini izlediler. Bu, çocuklar için düzelenmiş bir boğa güreşiydi. Ortada koşuşan gerçek bir boğa değildi. Ancak tıpkı gerçeğine benziyordu...
Boğa güreşini, ip cambazlığı ve kukla tiyatrosu gösterileri izledi. Bu doğum günü eğlentisinin en güzel gösterisi, cücenin yaptığı danstı. Çocuklar büyük bir coşkuyla cüceyi alkışlamışlardı. Garip, iğrenç, ürkünç şeylere olan tutkusuyla tanınmış ülkenin sarayında bile böylesine us dışı bir dans görülmüş değildi.
Cücenin ilk ortaya çıkışıydı bu. Bir gün önce, ormanda başıboş koşuşurken ele geçmişti. Avlanmakta olan iki soylu cüceyi bulmuş.
Cücenin, yoksul bir adam olan babası, işe yaramaz, çirkin bir çocuktan kurtulduğu için sevinmişti.
Cüce, Prensesi görünce büyülenmişti. Prenses saçındaki beyaz gülü aldı, en tatlı gülüşüyle gülerek cüceye attı. Cüce bu davranışı çok önemsemişti. Çiçeği kalbine götürdü ve prensesin önünde diz çöktü.
Cüce, Prenses’in karşısında, ikinci kez dans edeceğini işitince çok gururlandı. Elindeki beyaz gülü sevinçle öptü.
Cüceyi çok çirkin bulan çiçekler, o yaklaştıkça birer birer kapanmışlardı... Ancak kuşlar cüceyi sevmişlerdi. Çünkü cüce, azıcık ekmeğini hep onlarla paylaşmıştı.
Ormanda izlenip, öğrenilecek çok şey vardı. Prenses kesinlikle ormana gelmeliydi.
Cüce birden prensesin nerede olduğunu merak etti. Bunu be yaz güle sordu. Ancak gül, yanıt vermedi. Bütün saray uykuda gibiydi.. Kendisini şahane bir salonda buldu. Ne yazık ki buradaki her şeyi yaldıza bulanmıştı... Prenses görünürlerde yoktu...
Cüce şaşkın şaşkın bakakalmıştı. Ağır ağır odaları dolaşmaya başladı. Prensesi düşününce korkusu geçiyordu. Onu bulmak, onu sevdiğini söylemek istiyordu. Cüce taht odasına gelmişti. Tahtın ikinci basamağında Prenses’in tafta kaplı diz koltukçuğu duruyordu.
Bu görkemli taht odası da cücenin umurunda değildi. Elindeki gülü bu saraya bile değişmezdi. Onun istediği Prenses’e görebilmek, “Dansımı bitirdikten sonra benimle ormana gel,” diyebilmek ti. Cüce arayışını sürdürüyordu. Başka bir odaya girdi. Birden bir karaltı görerek sevinçle bağırdı. Ancak sevinci hemen söndü. Çünkü bu karaltı Prenses değıldi. Bu bir ucubeydi. Hem de cücenin şimdiye değin gördüğü en biçimsiz yaratıktı. Kambur ve çarpık bacaklıydı. Koca kafası, yele gibi siyah saçları vardı.
Cüce ona yüzünü buruşturunca o da buruşturmuştu. Cüce ona doğru yürüdü. O da cüceye doğru yürüdü. Cüce gülünce o da güldü. Cüce ne yaparsa aynısını yapıyordu.
Cüce kahkaha atarak koştu, elini uzattı ve eline buz gibi bir el değdi. Cüce korktu ve geri çekildi. Ucube de korkup geri çekildi.
Cüce ne yaptıysa o da aynısını yapmaya devam etti. Cüce onun ne olduğunu çok merak etmişti. Çok tuhaftı ki bu salondaki her şeyin bir ikizi vardı. Koltukların, heykellerin, tabloların...
Bu, yankı mıydı acaba? Ormanda sesi de böyle yankılanmıştı bir keresinde.
Cüce tuhaf bir korkuya kapıldı. Beyaz gülünü öptü ve göğsüne bastırdı. Ucube de aynını yaptı. Cüce birden gerçeği ayrımsayarak yere kapandı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya anladı. Demek, biçim- siz, çirkin, kambur, çarpık bacaklı bir yaratıktı...
Tükeninceye kadar ağladı. Bir yaralı gibi gölgelere saklandı ve orada kalakaldı.
O sırada Prenses camlı kapıdan içeri girdi ve cücenin yattığı yerden yumruklarıyla, abartılı biçimde taşları yumrukladığını görünce gülmeye başladı. Arkadaşları da kahkahalarla gülüyordu.
Cüce onlara bakmadı bile... Hıçkırdı, hıçkırdı... Sonunda yerde hareketsiz kaldı.
Prenses cüceye:
- Hadi kalk cüce, benim için dans et, dedi. Ancak cüce karşılık vermedi.
Prenses oradakilere:
- Bakın, cüce, beni dinlemiyor. Benim için dans etmiyor, dedi. Ordakiler hemen koşarak cüceyi dürttüler.
- Ayağa kalk, prenses için dans edeceksin, dediler. Ancak cüce kıpırdamadı. Ne var ki küçük Cüce hiç kıpırdamıyordu.
Bu durumdan kuşkulanan oradakiler cücenin kalbini dinledi ve Prensese:
- Prensesimiz, ne yazık ki cüceniz bir daha hiç dans etmeyecek, çünkü kalbi kırılmış, dedi. Prenses bu sözlere burun kıvırdı:
O halde emredin. Bundan böyle kalbi olanlar benimle oynamaya gelmesin, dedi. Ve bir daha cüce yerinden kalkmadı.