ashli
Bayan Üye
Postmodern söylem, insan ve toplumla ilgili bilgi ya da yorumlar (hermeneutics anlamında) açısından herhangi bir açılım sağlayabilmekte midir? Kuşkusuz, bu ve benzeri soruları yanıtlandırmak hiç de kolay değildir ama bugünün toplum ve insan bilgisinin gündeminde söz konusu sorular ağırlıklı bir yer tutmaktadır.
Postmodern söylem ve bu söylem çerçevesinde tartışma gündemine gelen sorular, öncelikle postmodernizmin yeni ve farklı bir toplumsal aşama olup olmadığı noktasında düğümlenmektedir. Örneğin Fukuyama tarafından geliştirilen tarihin sonuna gelindiği çözümlemesini postmodern söylem içinde düşünmek pek olanaklı gözükmemektedir. Zaten bu ve benzeri türdeki ?tarihin sonu? tezlerini daha çok normatif bir istem olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Örneğin bugünün kara Afrikasına bakıldığında, bütün kıtayı saran açlık, yoksullaşma, kitle kırımları, iç savaşlar, yüzlerce yıllık ilkel nefretlerin (kabile çatışmaları gibi) yoğun bir biçimde gündeme gelmiş olması tarihin sonuna gelindiği yolundaki çözümlemeleri adeta bir kara mizah konumuna getirmektedir. Açıkça gözlenen olgu, yaşanan yoğun ve kapsamlı değişimdir. Bir başka deyişle yeni bir toplumsal aşamaya geçilip geçilmediği sorusu ciddi, yanıtlanması gerekli bir soru olma özelliği taşımaktadır.
Genel olarak postmodern söyleme bakıldığında insan toplumunun ya da daha somut bir ifade ile kapitalizmin yeni bir aşamaya ulaştığı düşüncesinin altı çizildiği söylenebilmektedir. Bilindiği gibi, toplumları belli özelliklerini esas alarak sınıflandırmak ve böylece bir tarihsel gelişme aşamalar zinciri inşaya kalkışmak toplum kuramcıları ve kuramları için ortak bir özellik sayılabilmektedir. Örneğin genel olarak ? akademik toplum kuramları? olarak adlandırılan kategori (Weberci ya da yapısal-işlevselci çözümlemeler gibi) içinde toplumsal aşamalar vardır; kuramsal çözümleme bu farklı aşamalar üzerinde inşa edilmektedir. Bununla beraber, akademik toplum kuramlarında genel olarak zaman boyutu çözümleme dışında tutulmakta; bir aşamadan diğerine geçiş sorusu üzerinde pek durulmamaktadır. Bilindiği gibi, aşamalar daha çok birer ideal tip yaklaşımı çerçevesinde belirlenmektedir. Buna karşılık, örneğin, Marksist kuramlarda çözümleme zaman boyutu üzerinde oturtulmaktadır. Bir aşamadan diğerine ne zaman, hangi değişken ya da koşullara bağlı olarak nasıl geçildiğini belirleyen kuramsal inşalara başvurulmaktadır.
Postmodern söylem, içindeki karşıtlıklar ve gerilimler bir yana bırakılacak olursa, esas olarak yeni bir aşama anlayışı üzerine oturtulmuş gözükmektedir. Postmodernitenin tanımı, belli bir aşama olarak kabul edile moderniteye gönderme yolu ile yapılmaktadır. Eğer postmodernite, esas olarak modernitenin bitmesi ya da tükenmesi ile ortaya çıkmış yeni bir toplumsal durumu ifade ediyorsa acaba yeni bir aşama mı söz konusu edilmektedir? Postmoderniteyi toplumun yeni düzeni ya da kapitalist gelişmenin bugünkü hali olarak tanımlayınca, ifade edilmemiş olsa da bir kuramlaştırmanın kaçınılmazlığından söz edilmez mi? Kuşkusuz bu ve benzeri soruların sayısını alabildiğince artırmak olanaklıdır. Hem kuramı değil, kuram düşüncesini yadsımak hem de bu yadsımayı kuramsal bir temele oturtmak ciddi bir paradokstur. Bu nedenle yeni bir toplumsal aşama çözümlemesi üzerinde durmak gerekmektedir.
Postmodern söylem, yukarıda ortaya konmaya çalışıldığı üzere toplumu açıklamak ve kuramlaştırmak çabalarını eleştirmektedir. Bu eleştirilerin, en azından bazıları, yukarıda da altı çizildiği gibi tutarlı ve geçerli tezleri ortaya atmaktadır. Örneğin postmodern söylem Marksizmi eleştirmektedir ve bu eleştiriler Marksizmin uygulamada kaybedip çöküşü ile bir tür tutarlılık ve geçerlik kazanmış sayılabilecektir. Bununla beraber, bu noktada ortaya ilginç bir tartışmanın çıktığı gözden kaçmamaktadır. 20. yüzyılda Marksizm, uygulama alanı bulduğu yerlerde insanı özgürleştirme projesini gerçekleştirememiştir. Ekonomik ve politik karar alma sürecinin otoriter ve hiyerarşik yapısı, kuramda öngörülen Marksist demokrasiyi engellemiş, Marksizm adına yapılan uygulamalar ciddi çevresel tahribatlara yol açmış, bireysel özgürlük ve yaratıcılık sürekli olarak dışarıdan ve tepeden baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Ama unutmamak gerekir ki, 20. yüzyıldaki Marksist uygulama deneyi, esas olarak kapitalizmin çok gelişmediği, göreli olarak marjinal kaldığı yöreler için geçerli olmuştur. Buna karşılık, uygulamadaki Marksizm çökerken kapitalizm 20. yüzyılın sonunda, Marksist kuramda öngörüldüğü gibi evrenselleşmiştir. Bir başka deyişle, postmodern çağ olarak tanımlanan yeni aşama kapitalizmin evrenselleşmesi, düşünce ve kültür alanının da bütünü ile metalaşması biçiminde tanımlanabilmektedir.
Halen içinde yaşanılan dönemde, siyasal tartışma alanının en önemli konularının başında bir özgürleşme söyleminin geldiği görülmektedir; bu, aynı zamanda siyaset kuramının da ağırlıklı sorunsalı haline gelme eğilimi göstermektedir. Bu tartışma alanı içinde bireyin güçlendirilmesi, kendi kaderi hakkında gerçekten söz sahibi olması ve sorumluluk alması gibi sorular, aynı zamanda normatif bir değer olarak da ön plana çıkarılmaktadır. Bugünün etkin ve bir anlamda güçlü bir moda haline gelmiş yönetişim (governance) paradigması, sivil toplum alanının giderek kamu alanını da içine alacak biçimde genişlemesi ve yerelleşme sloganı sözü edilen özgürleşme söyleminin kuram ve uygulamadaki ürünleri arasında sayılabilmektedir.
Eğer modernitenin, bütün başarıları yanında insanın özgürleşmesi açısından büyük atılımlar sağlayamadığı kabul edilecek olursa, yeni ve özgürleştirici bir siyaset bilgisi paradigmasına gereksinim olduğu düşünülebilecektir. Modernitenin temel öncüllerinden biri insanın doğaya egemen olarak doğanın kör güçlerine karşı özgürleşmesidir. Ama modernite, hem kuram (örneğin liberal ya da marksist) hem uygulama alanında ciddi bir çevre sorununa yol açmışsa artık bir özgürleşmeden kolaylıkla söz edilemeyecektir ya da bir başka deyişle doğal çevresi ile bütünleşmiş insanın özgürleşme sorunu hala gündemdedir.
Postmodern söylem içinde tartışma alanına gelen diğer bir sorun kategorisi toplumsal kimlik olarak tanımlanabilir. Toplumsal kimlik, bilindiği gibi toplumsal rol kavr******* farklıdır ve bireyin ya da topluluğun bilinçli bir inşası kimlikte söz konusu olmaktadır. Toplumsal kimlik sorununun, özellikle yeniden yapılanan kapitalizmin dönüşüm süreci içinde, giderek artan ölçüde önem ve ağırlık kazandığı söylenebilmektedir. Postmodern söylemin, politik süreç ile ilgili en ilgi çekici yönü, Lyotard?ın deyimi ile ? büyük anlatıların? yadsınması olmuştur. Bu, hiç kuşkusuz, politika bilim ve uygulamasının yadsınmasıdır. Postmodern söylem, genel olarak büyük anlatıların teleolojik (örneğin tarihin belli bir amacı gerçekleştirecek biçimde akması) kurgular olduğunu ileri sürmektedir. Bir başka deyişle, postmodern söylem haklı bir biçimde büyük anlatıların yani kuramsal paradigmaların teleolojik özelliklerinden dolayı gönüllülüğü içerdiğini ve bunun da kaçınılmaz olarak açıklayıcı bilgi ile evrensel bir etiği doğrudan ya da dolaylı bir biçimde üst üste getirdiğini öne sürmektedir. Bunun, dilin doğasından kaynaklanan sınırlılıklara ek olarak yeni bir paradoksu gündemine getirdiği açıktır. Bu paradoks, bilgiyi dile getiren kişinin dışındaki gerçeklik (bilginin konusu) ile etik arasında ortaya çıkacak kaçınılmaz gerilimden kaynaklanmaktadır.
Postmodern söylem, hem bilginin (kuramın) hem de etiğin kurgusallığına işaret edip bunların çoğulculuğunu ve göreliliğini dile getirmektedir. Yani postmodern söyleme göre doğruyu temsil eden kuram ve bu kuram ile özdeş, ?diğerlerini? dışlayan etik özgürleşmeyi önleyicidir. Bu nedenle de artık bunların ya da bir başka deyişle bu tür bir insan ya da toplum bilgisinin yadsınması gerekmektedir. Örneğin, etiksel olarak hümanizme ya da Aydınlanma çağının değerlerine dayalı büyük öğretiler (kuram, ideoloji ve uygulama olarak) politik keyfiliğin ve baskının meşruiyet ölçütü olmuşlardır. Böyle bir çözümlemenin doğal uzantısı, politika bilgisinde yeni yaklaşım ve kavramsal çerçevelerin gündeme gelmesidir. İşte toplumsal kimlik sorunu, bu çerçeve içinde politika kuram ve uygulamasında giderek ağırlığını arttırma eğilimi göstermektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi kimlik esas olarak bir inşadır ve farklılaşmayı belirler. Bir başka deyişle kimlik, öbürlerinin olmadığını olmak ya da öbürlerinde olmayan özelliklere sahip olmaktır. Kimlik, dünyayı ve insanın dünyadaki yerini algılamasını sağlayan bir mekanizma olarak değerlendirilebilmektedir. Bu çerçeve içinde kimlik, birey tarafından da bir insan topluluğu yani kolektivitesi tarafından da inşa edilebilmektedir. Özellikle bir kolektivite için söz konusu olan kimlik bir yönü ile insanları içermekte bir yönü ile de dışlamaktadır.
Acaba kapitalizmin bu yeniden yapılanma süreci içinde bir kimlik sorunu ya da bunalımı ile karşı karşıya kalınmakta mıdır? Yeniden yapılanma sürecinin temel öğelerinden biri olan küreselleşmenin bir kimlik sorununu gündeme getirdiği genellikle kabul görmüş bir çözümleme olarak değerlendirilebilir. Buna göre, küreselleşme bir evrenselleşmeye yol açmakta, yerleşik normlar, referans çerçeveleri ya da kısaca ifade etmek gerekirse total yaşam biçimi hızla değişmekte; bireyler ve toplumsal kolektiviteler karmaşık ve dinamik ortamda kendilerini yeniden tanımlama gereksinmesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Söz konusu gereksinmesi kimliklerin yeniden tanımlanması ile aşılmaya çalışılmaktadır. Küresel ile yerel olan arasındaki diyalektik etkileşim, insanların kendilerini tanımlayacak kimliklerini inşa etmelerini belirlemektedir. Böylece birey için dinamik, çok sayıda seçeneği ortaya koyan bir seçme yapma zorlaması söz konusu olmaktadır. Nitekim içinde yaşanılan çağda dinsel-mezhepsel, etnik, ulusal, aile ya da aşiret türünde yerel kimlik arayışlarının olağanüstü bir yoğunluk gösterdikleri söylenebilmektedir. Bir başka deyişle, modernite çağının en önde gelen kimlik türü olan ulusallık yeniden yorumlanırken ona rakip çok sayıda kimlik tür ya da ölçütlerinin de siyasal yaşamı belirlemeye başladığı ileri sürülebilmektedir.
Postmodern söylem ile ondan önce gelen kuramlar arasında tam bir kopukluk ya da karşıtlık yoktur. Aksine ciddi ölçeklere ulaşan ortaklıklar ya da geçişler bulunabilmektedir. Örneğin, Derrida ve Foucault ile Marksist paradigma arasında önemli geçişlere işaret edilebildiği gibi diğer bazı postmodern düşünürler ile liberal söylem arasındaki büyük ortak alanlardan söz edilebilmektedir ?bu nedenle postmodern söyleme zaman zaman ?yeni liberalizm? yakıştırması yapıldığı görülmektedir.
Belki de postmodern söylemin en önemli ve ciddiye alınması gereken katkıları, bilim anlayışı ile ilgili kritikleri sayılabilir. Ancak modernitenin bilim anlayışı ya da başka bir deyişle epistemoloji modernite dönemi düşünürleri tarafından ciddi ve kapsamlı eleştirilere konu edilmiştir. Postmodern söylem içinde ortaya atılan bütün kritiklerin, en azından düşünce olarak daha önceki dönemlerde dile getirildiği söylenebilmektedir. Nitekim, 20. yüzyılın büyük bilim atılımlarının epistemoloji alanında çok önemli gelişmelere kaynaklık ettiği bilinmektedir ve bu konu üzerinde durulmuştur. Bir başka deyişle, bilimsel temsilin ya da doğruluğun zaman ve uzay ile sınırlı olması, nedensellik yerine olasılığa dayalı bir doğru kavramının geçerlik kazanması, ve doğru olduğu varsayılan temsilin bir entersübjektiviteden başka bir şey olamayacağı türünden çözümlemelerin Aydınlanma felsefesi içinde ortaya çıktığı ileri sürülebilmektedir. Jürgen Habermas?ın modernitenin bitmediği, kesilmediği tezi de esas olarak bu noktaya dayanmaktadır.
Postmodern olarak nitelenebilen düşünürler, Aydınlanmanın ya da modernitenin akılcılığına karşı radikal bir eleştirel tutum takınmışlar; estetikten toplum kuramına ve bilim felsefesine kadar uzanan bütün düşün alanlarında modernite ile bir hesaplaşmaya kalkışmışlardır. Aydınlanma ya da modernite felsefesinde, örneğin Descartes?dan Kant?a uzanan çizgi akılcılığa ve otonom-rasyonel özne ilkelerine dayalı olarak gelişmiştir. Bu ilkelerin etik alandaki yansıması da batı hümanizmi olmuştur. Postmodern söylem içinde bütün bunların radikal bir eleştirisi ön plana çıkmaktadır ama, değinildiği gibi bu eleştiriler yeni değildir.
Postmodern kritiklerin kaynağında, en azından ampirik olarak hümanizm etiğinin önemli bir ağırlığa sahio olduğu açıktır. Postmodernizm, bütün bilimcilik söylemine karşı insanın üzerindeki baskının, yoksulluğun, geriliğin kalkmamış olmasını moderniteye yönelttiği kritiğin çıkış noktası almaktadır. Postmodern kritiğin belki en özgün noktası, insanoğlu üzerindeki baskı, yoksulluk, gerilik gibi sorunları modernite olarak tanımladığı total olgunun ontolojisi ile ilişkilendirmesidir. Bu da kaçınılmaz bir biçimde, temel çıkış noktasının, yani otonom, bağımsız ve rasyonel öznenin yadsınmasına modernitenin insanı ve toplumu açıklayan kuram ya da paradigmalarında da dile getirilmiş bulunmaktadır. Örneğin Marksist paradigmaya göre, öznenin ya da bir başka deyişle tarihini yapan insanın bilgisi, düşünce ve duyguları (yani rasyonel ve irrasyonelliği) içinde bulunduğu tarihsel koşullar tarafından belirlenmektedir.
Postmodern söylemin belki de en önemli katkılarından biri bilgi ya da kuram kavramlarının fetişizmine ağır bir darbe vurmasıdır. Bilgi ya da kuram kavramlarının fetişizminin yıkılması bu olguların ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Akıl yürütme, bilgi, adalet, doğru gibi kavramlar geçerliliklerini, beğenilse de beğenilmese de, geçerliliklerini korumaktadırlar; çünkü insanın bütün totalitesi içinde yeniden üretilmesi başka türlü mümkün olmamaktadır. Eğer insanın ve toplumun yeniden üretimi, herşeyden önce, bir öğrenme süreci ise bunun var olabilmesi için bilgi, doğru, adil olan ve olmayan türünden kavramlar zorunludur. Postmodern söylem aklın dünyasallığının altını çizmektedir ve bu yadsınması olanaksız bir kritiktir. Ama insanın yeniden üretimi için akla, doğruya ya da kısaca açıklayıcı bilgiye (kurama) gereksinim vardır. Doğrunun ve bilginin geçerlik ölçütü entersübjektivite üzerine oturtulması ile beraber postmodern kritiklerin önemli ölçükte aşılabilmesi söz konusu olacaktır.
Gencay Şaylan
Postmodern söylem ve bu söylem çerçevesinde tartışma gündemine gelen sorular, öncelikle postmodernizmin yeni ve farklı bir toplumsal aşama olup olmadığı noktasında düğümlenmektedir. Örneğin Fukuyama tarafından geliştirilen tarihin sonuna gelindiği çözümlemesini postmodern söylem içinde düşünmek pek olanaklı gözükmemektedir. Zaten bu ve benzeri türdeki ?tarihin sonu? tezlerini daha çok normatif bir istem olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Örneğin bugünün kara Afrikasına bakıldığında, bütün kıtayı saran açlık, yoksullaşma, kitle kırımları, iç savaşlar, yüzlerce yıllık ilkel nefretlerin (kabile çatışmaları gibi) yoğun bir biçimde gündeme gelmiş olması tarihin sonuna gelindiği yolundaki çözümlemeleri adeta bir kara mizah konumuna getirmektedir. Açıkça gözlenen olgu, yaşanan yoğun ve kapsamlı değişimdir. Bir başka deyişle yeni bir toplumsal aşamaya geçilip geçilmediği sorusu ciddi, yanıtlanması gerekli bir soru olma özelliği taşımaktadır.
Genel olarak postmodern söyleme bakıldığında insan toplumunun ya da daha somut bir ifade ile kapitalizmin yeni bir aşamaya ulaştığı düşüncesinin altı çizildiği söylenebilmektedir. Bilindiği gibi, toplumları belli özelliklerini esas alarak sınıflandırmak ve böylece bir tarihsel gelişme aşamalar zinciri inşaya kalkışmak toplum kuramcıları ve kuramları için ortak bir özellik sayılabilmektedir. Örneğin genel olarak ? akademik toplum kuramları? olarak adlandırılan kategori (Weberci ya da yapısal-işlevselci çözümlemeler gibi) içinde toplumsal aşamalar vardır; kuramsal çözümleme bu farklı aşamalar üzerinde inşa edilmektedir. Bununla beraber, akademik toplum kuramlarında genel olarak zaman boyutu çözümleme dışında tutulmakta; bir aşamadan diğerine geçiş sorusu üzerinde pek durulmamaktadır. Bilindiği gibi, aşamalar daha çok birer ideal tip yaklaşımı çerçevesinde belirlenmektedir. Buna karşılık, örneğin, Marksist kuramlarda çözümleme zaman boyutu üzerinde oturtulmaktadır. Bir aşamadan diğerine ne zaman, hangi değişken ya da koşullara bağlı olarak nasıl geçildiğini belirleyen kuramsal inşalara başvurulmaktadır.
Postmodern söylem, içindeki karşıtlıklar ve gerilimler bir yana bırakılacak olursa, esas olarak yeni bir aşama anlayışı üzerine oturtulmuş gözükmektedir. Postmodernitenin tanımı, belli bir aşama olarak kabul edile moderniteye gönderme yolu ile yapılmaktadır. Eğer postmodernite, esas olarak modernitenin bitmesi ya da tükenmesi ile ortaya çıkmış yeni bir toplumsal durumu ifade ediyorsa acaba yeni bir aşama mı söz konusu edilmektedir? Postmoderniteyi toplumun yeni düzeni ya da kapitalist gelişmenin bugünkü hali olarak tanımlayınca, ifade edilmemiş olsa da bir kuramlaştırmanın kaçınılmazlığından söz edilmez mi? Kuşkusuz bu ve benzeri soruların sayısını alabildiğince artırmak olanaklıdır. Hem kuramı değil, kuram düşüncesini yadsımak hem de bu yadsımayı kuramsal bir temele oturtmak ciddi bir paradokstur. Bu nedenle yeni bir toplumsal aşama çözümlemesi üzerinde durmak gerekmektedir.
Postmodern söylem, yukarıda ortaya konmaya çalışıldığı üzere toplumu açıklamak ve kuramlaştırmak çabalarını eleştirmektedir. Bu eleştirilerin, en azından bazıları, yukarıda da altı çizildiği gibi tutarlı ve geçerli tezleri ortaya atmaktadır. Örneğin postmodern söylem Marksizmi eleştirmektedir ve bu eleştiriler Marksizmin uygulamada kaybedip çöküşü ile bir tür tutarlılık ve geçerlik kazanmış sayılabilecektir. Bununla beraber, bu noktada ortaya ilginç bir tartışmanın çıktığı gözden kaçmamaktadır. 20. yüzyılda Marksizm, uygulama alanı bulduğu yerlerde insanı özgürleştirme projesini gerçekleştirememiştir. Ekonomik ve politik karar alma sürecinin otoriter ve hiyerarşik yapısı, kuramda öngörülen Marksist demokrasiyi engellemiş, Marksizm adına yapılan uygulamalar ciddi çevresel tahribatlara yol açmış, bireysel özgürlük ve yaratıcılık sürekli olarak dışarıdan ve tepeden baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Ama unutmamak gerekir ki, 20. yüzyıldaki Marksist uygulama deneyi, esas olarak kapitalizmin çok gelişmediği, göreli olarak marjinal kaldığı yöreler için geçerli olmuştur. Buna karşılık, uygulamadaki Marksizm çökerken kapitalizm 20. yüzyılın sonunda, Marksist kuramda öngörüldüğü gibi evrenselleşmiştir. Bir başka deyişle, postmodern çağ olarak tanımlanan yeni aşama kapitalizmin evrenselleşmesi, düşünce ve kültür alanının da bütünü ile metalaşması biçiminde tanımlanabilmektedir.
Halen içinde yaşanılan dönemde, siyasal tartışma alanının en önemli konularının başında bir özgürleşme söyleminin geldiği görülmektedir; bu, aynı zamanda siyaset kuramının da ağırlıklı sorunsalı haline gelme eğilimi göstermektedir. Bu tartışma alanı içinde bireyin güçlendirilmesi, kendi kaderi hakkında gerçekten söz sahibi olması ve sorumluluk alması gibi sorular, aynı zamanda normatif bir değer olarak da ön plana çıkarılmaktadır. Bugünün etkin ve bir anlamda güçlü bir moda haline gelmiş yönetişim (governance) paradigması, sivil toplum alanının giderek kamu alanını da içine alacak biçimde genişlemesi ve yerelleşme sloganı sözü edilen özgürleşme söyleminin kuram ve uygulamadaki ürünleri arasında sayılabilmektedir.
Eğer modernitenin, bütün başarıları yanında insanın özgürleşmesi açısından büyük atılımlar sağlayamadığı kabul edilecek olursa, yeni ve özgürleştirici bir siyaset bilgisi paradigmasına gereksinim olduğu düşünülebilecektir. Modernitenin temel öncüllerinden biri insanın doğaya egemen olarak doğanın kör güçlerine karşı özgürleşmesidir. Ama modernite, hem kuram (örneğin liberal ya da marksist) hem uygulama alanında ciddi bir çevre sorununa yol açmışsa artık bir özgürleşmeden kolaylıkla söz edilemeyecektir ya da bir başka deyişle doğal çevresi ile bütünleşmiş insanın özgürleşme sorunu hala gündemdedir.
Postmodern söylem içinde tartışma alanına gelen diğer bir sorun kategorisi toplumsal kimlik olarak tanımlanabilir. Toplumsal kimlik, bilindiği gibi toplumsal rol kavr******* farklıdır ve bireyin ya da topluluğun bilinçli bir inşası kimlikte söz konusu olmaktadır. Toplumsal kimlik sorununun, özellikle yeniden yapılanan kapitalizmin dönüşüm süreci içinde, giderek artan ölçüde önem ve ağırlık kazandığı söylenebilmektedir. Postmodern söylemin, politik süreç ile ilgili en ilgi çekici yönü, Lyotard?ın deyimi ile ? büyük anlatıların? yadsınması olmuştur. Bu, hiç kuşkusuz, politika bilim ve uygulamasının yadsınmasıdır. Postmodern söylem, genel olarak büyük anlatıların teleolojik (örneğin tarihin belli bir amacı gerçekleştirecek biçimde akması) kurgular olduğunu ileri sürmektedir. Bir başka deyişle, postmodern söylem haklı bir biçimde büyük anlatıların yani kuramsal paradigmaların teleolojik özelliklerinden dolayı gönüllülüğü içerdiğini ve bunun da kaçınılmaz olarak açıklayıcı bilgi ile evrensel bir etiği doğrudan ya da dolaylı bir biçimde üst üste getirdiğini öne sürmektedir. Bunun, dilin doğasından kaynaklanan sınırlılıklara ek olarak yeni bir paradoksu gündemine getirdiği açıktır. Bu paradoks, bilgiyi dile getiren kişinin dışındaki gerçeklik (bilginin konusu) ile etik arasında ortaya çıkacak kaçınılmaz gerilimden kaynaklanmaktadır.
Postmodern söylem, hem bilginin (kuramın) hem de etiğin kurgusallığına işaret edip bunların çoğulculuğunu ve göreliliğini dile getirmektedir. Yani postmodern söyleme göre doğruyu temsil eden kuram ve bu kuram ile özdeş, ?diğerlerini? dışlayan etik özgürleşmeyi önleyicidir. Bu nedenle de artık bunların ya da bir başka deyişle bu tür bir insan ya da toplum bilgisinin yadsınması gerekmektedir. Örneğin, etiksel olarak hümanizme ya da Aydınlanma çağının değerlerine dayalı büyük öğretiler (kuram, ideoloji ve uygulama olarak) politik keyfiliğin ve baskının meşruiyet ölçütü olmuşlardır. Böyle bir çözümlemenin doğal uzantısı, politika bilgisinde yeni yaklaşım ve kavramsal çerçevelerin gündeme gelmesidir. İşte toplumsal kimlik sorunu, bu çerçeve içinde politika kuram ve uygulamasında giderek ağırlığını arttırma eğilimi göstermektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi kimlik esas olarak bir inşadır ve farklılaşmayı belirler. Bir başka deyişle kimlik, öbürlerinin olmadığını olmak ya da öbürlerinde olmayan özelliklere sahip olmaktır. Kimlik, dünyayı ve insanın dünyadaki yerini algılamasını sağlayan bir mekanizma olarak değerlendirilebilmektedir. Bu çerçeve içinde kimlik, birey tarafından da bir insan topluluğu yani kolektivitesi tarafından da inşa edilebilmektedir. Özellikle bir kolektivite için söz konusu olan kimlik bir yönü ile insanları içermekte bir yönü ile de dışlamaktadır.
Acaba kapitalizmin bu yeniden yapılanma süreci içinde bir kimlik sorunu ya da bunalımı ile karşı karşıya kalınmakta mıdır? Yeniden yapılanma sürecinin temel öğelerinden biri olan küreselleşmenin bir kimlik sorununu gündeme getirdiği genellikle kabul görmüş bir çözümleme olarak değerlendirilebilir. Buna göre, küreselleşme bir evrenselleşmeye yol açmakta, yerleşik normlar, referans çerçeveleri ya da kısaca ifade etmek gerekirse total yaşam biçimi hızla değişmekte; bireyler ve toplumsal kolektiviteler karmaşık ve dinamik ortamda kendilerini yeniden tanımlama gereksinmesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Söz konusu gereksinmesi kimliklerin yeniden tanımlanması ile aşılmaya çalışılmaktadır. Küresel ile yerel olan arasındaki diyalektik etkileşim, insanların kendilerini tanımlayacak kimliklerini inşa etmelerini belirlemektedir. Böylece birey için dinamik, çok sayıda seçeneği ortaya koyan bir seçme yapma zorlaması söz konusu olmaktadır. Nitekim içinde yaşanılan çağda dinsel-mezhepsel, etnik, ulusal, aile ya da aşiret türünde yerel kimlik arayışlarının olağanüstü bir yoğunluk gösterdikleri söylenebilmektedir. Bir başka deyişle, modernite çağının en önde gelen kimlik türü olan ulusallık yeniden yorumlanırken ona rakip çok sayıda kimlik tür ya da ölçütlerinin de siyasal yaşamı belirlemeye başladığı ileri sürülebilmektedir.
Postmodern söylem ile ondan önce gelen kuramlar arasında tam bir kopukluk ya da karşıtlık yoktur. Aksine ciddi ölçeklere ulaşan ortaklıklar ya da geçişler bulunabilmektedir. Örneğin, Derrida ve Foucault ile Marksist paradigma arasında önemli geçişlere işaret edilebildiği gibi diğer bazı postmodern düşünürler ile liberal söylem arasındaki büyük ortak alanlardan söz edilebilmektedir ?bu nedenle postmodern söyleme zaman zaman ?yeni liberalizm? yakıştırması yapıldığı görülmektedir.
Belki de postmodern söylemin en önemli ve ciddiye alınması gereken katkıları, bilim anlayışı ile ilgili kritikleri sayılabilir. Ancak modernitenin bilim anlayışı ya da başka bir deyişle epistemoloji modernite dönemi düşünürleri tarafından ciddi ve kapsamlı eleştirilere konu edilmiştir. Postmodern söylem içinde ortaya atılan bütün kritiklerin, en azından düşünce olarak daha önceki dönemlerde dile getirildiği söylenebilmektedir. Nitekim, 20. yüzyılın büyük bilim atılımlarının epistemoloji alanında çok önemli gelişmelere kaynaklık ettiği bilinmektedir ve bu konu üzerinde durulmuştur. Bir başka deyişle, bilimsel temsilin ya da doğruluğun zaman ve uzay ile sınırlı olması, nedensellik yerine olasılığa dayalı bir doğru kavramının geçerlik kazanması, ve doğru olduğu varsayılan temsilin bir entersübjektiviteden başka bir şey olamayacağı türünden çözümlemelerin Aydınlanma felsefesi içinde ortaya çıktığı ileri sürülebilmektedir. Jürgen Habermas?ın modernitenin bitmediği, kesilmediği tezi de esas olarak bu noktaya dayanmaktadır.
Postmodern olarak nitelenebilen düşünürler, Aydınlanmanın ya da modernitenin akılcılığına karşı radikal bir eleştirel tutum takınmışlar; estetikten toplum kuramına ve bilim felsefesine kadar uzanan bütün düşün alanlarında modernite ile bir hesaplaşmaya kalkışmışlardır. Aydınlanma ya da modernite felsefesinde, örneğin Descartes?dan Kant?a uzanan çizgi akılcılığa ve otonom-rasyonel özne ilkelerine dayalı olarak gelişmiştir. Bu ilkelerin etik alandaki yansıması da batı hümanizmi olmuştur. Postmodern söylem içinde bütün bunların radikal bir eleştirisi ön plana çıkmaktadır ama, değinildiği gibi bu eleştiriler yeni değildir.
Postmodern kritiklerin kaynağında, en azından ampirik olarak hümanizm etiğinin önemli bir ağırlığa sahio olduğu açıktır. Postmodernizm, bütün bilimcilik söylemine karşı insanın üzerindeki baskının, yoksulluğun, geriliğin kalkmamış olmasını moderniteye yönelttiği kritiğin çıkış noktası almaktadır. Postmodern kritiğin belki en özgün noktası, insanoğlu üzerindeki baskı, yoksulluk, gerilik gibi sorunları modernite olarak tanımladığı total olgunun ontolojisi ile ilişkilendirmesidir. Bu da kaçınılmaz bir biçimde, temel çıkış noktasının, yani otonom, bağımsız ve rasyonel öznenin yadsınmasına modernitenin insanı ve toplumu açıklayan kuram ya da paradigmalarında da dile getirilmiş bulunmaktadır. Örneğin Marksist paradigmaya göre, öznenin ya da bir başka deyişle tarihini yapan insanın bilgisi, düşünce ve duyguları (yani rasyonel ve irrasyonelliği) içinde bulunduğu tarihsel koşullar tarafından belirlenmektedir.
Postmodern söylemin belki de en önemli katkılarından biri bilgi ya da kuram kavramlarının fetişizmine ağır bir darbe vurmasıdır. Bilgi ya da kuram kavramlarının fetişizminin yıkılması bu olguların ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Akıl yürütme, bilgi, adalet, doğru gibi kavramlar geçerliliklerini, beğenilse de beğenilmese de, geçerliliklerini korumaktadırlar; çünkü insanın bütün totalitesi içinde yeniden üretilmesi başka türlü mümkün olmamaktadır. Eğer insanın ve toplumun yeniden üretimi, herşeyden önce, bir öğrenme süreci ise bunun var olabilmesi için bilgi, doğru, adil olan ve olmayan türünden kavramlar zorunludur. Postmodern söylem aklın dünyasallığının altını çizmektedir ve bu yadsınması olanaksız bir kritiktir. Ama insanın yeniden üretimi için akla, doğruya ya da kısaca açıklayıcı bilgiye (kurama) gereksinim vardır. Doğrunun ve bilginin geçerlik ölçütü entersübjektivite üzerine oturtulması ile beraber postmodern kritiklerin önemli ölçükte aşılabilmesi söz konusu olacaktır.
Gencay Şaylan