ashli
Bayan Üye
Popüler Kültür Nasıl Bir Şey?
20. (ve 21.) yüzyılda "popüler edebiyat" dediğimizde aklımıza gelenler, bilimkurgu, fantazi, polisiye ve "pembe diziler". Bunları da "yüksek edebiyat" kategorisine giren roman, şiir ve tiyatronun karşısında konumlandırıyoruz. Bu kategorileştirmede baştan sakat olan bir yan yok değil kuşkusuz: Popüler edebiyat babında saydığımız tüm türler de aslında roman ya da öykü, yani kurgusal anlatı formunda. Dolayısıyla, popüler / yüksek edebiyat hiyerarşisini kurarken, 18. yüzyıl Avrupa entelijensiyasının rahatlığından yoksunuz: Onlar daha baştan şiir ve tiyatronun karşısına tüm bir türü, yani şu roman denilen nevzuhur formu yerleştirip "aşağı" edebiyat ilan edebiliyorlardı. Ancak roman 19. yüzyıl boyunca saygınlık kazanıp "yukarı" tırmanabilmiş olduğu için, kategorileştirmek daha zor artık. Alt-türlerden (BK, polisiye, fantazi) bahsetmek zorundayız "aşağı"yı ya da popüler edebiyatı tanımlarken. Ama "yukarı"nın tanımı daha da güç: Hangi roman alt-türü "yukarı"da sayılacak? Sadece gerçekçi roman mı? Öyleyse 20. yüzyılın ikinci yarısında romancıların sık sık fantastik aygıtlara başvurmasıyla oluşan "fantastik gerçekçilik" gibi bir melez alt-türü ne yapacağız? Örneğin Marquez, Borges, Rüşdi, Türkiye'de Orhan Pamuk zaman zaman bu türde yazıyorlar, ama kimsenin aklından geçmiyor onları "yüksek" edebiyattan ihraç etmek.
Belki de bu noktada durup, yukarı / aşağı ikiliğinin ima ettiği "söylenmeyenleri" düşünmeliyiz biraz. Eskiden işler kolaydı, çünkü sanatta yukarı / aşağı ayrımı, sınıf ayrımına neredeyse bire bir denk düşüyordu: "Yukarı" ya da "yüksek" sanat, egemen sınıfın sanatıydı, "aşağı" sanat ise ezilen sınıfın sanatı. Bahtin'in "şenlik söylemi" tanımıyla düşünecek olursak, gökyüzü, erkek, belden yukarısı, ruh ve akıl, hâkim sınıfın sanatına denk düşüyordu; yeryüzü, kadın, belden aşağısı, beden ve dışkı ise ezilen sınıfın sanatına. Ve ne gariptir ki, günümüzde zamanın sınavından geçtikleri için "klasik", dolayısıyla da "yüksek" sanat mertebesine terfi ettirilmiş olan birçok sanatçı, kendi zamanlarında hiç de öyle değildiler: Shakespeare kendi devrinde "Üniversite Akilleri" olarak kabul edilen Lyly ve Nashe gibi yazarlar ve Marlowe karşısında bir sokak tiyatrocusu sayılıyordu. Chaucer belden aşağı halk öykülerini yazıya dökmekten başka ne yapmıştı ki zaten? Defoe alt tarafı bir gazeteci parçasıydı, üstelik ya olmayacak öyküler anlatıyor (Robinson Crusoe gibi), ya da örtük bir *****grafi yapıyordu (Moll Flanders gibi) o "roman" denilen biçimsiz, zarafetten ve ciddiyetten uzak düzyazılarında.
Kuşkusuz bu verdiğim örnekler Bahtin'in tanımladığı "şenlik söylemi"ne dahil değil. Bunlar daha ziyade, Ortaçağ Avrupası'nda daima hâkim sınıfın kültüründen ayrı duran şehir kültürüne ait örnekler. Ancak şehir kültürü hâkim sınıf kültüründen olduğu kadar, halk kültürü dediğimiz şeyden, yani ulus-öncesi, yerel, hemen hemen daima sözlü ve geleneksel olan kültürden de farklı. Şehir kültürü bir yandan eski Yunan'ın polis kültürünün ya da imparatorluk metropolünün kültürünün hâkim sınıf özelliklerini taşırken, bir yandan da ortaçağ şehirlerinin ayaktakımı / ön-proleter / küçük burjuva özelliklerini de bünyesinde barındırdığı için, daima iki-değerli bir yapıya sahiptir. Belki de kelimenin gerçek anlamıyla "popüler" kültür tam olarak bu demek: Şehirli kültürü. İçinde devrimci ve banal olanı, sıradan ve avangard olanı, yerel ve evrensel olanı aynı anda barındıran, esas olarak ezilen sınıflara ait, ancak bir zamanların kültürel merkezlerinin ve imparatorluk metropollerinin küstah ve evrenselci edasını da taşıyan bir kültür. Bu kültür, ortaçağ boyunca şehir dışına, soylu malikânelerine, ya da şehre fakat "ayaktakımının" ulaşamayacağı saraylara yerleşen hâkim sınıf kültürüne olduğu kadar, tümüyle kırsal alanda kalan, yerel ve sözlü karakterinden, geleneksel formlarından hiç vazgeçmeyen halk kültürüne de uzaktır.
Ancak tarihte ilk kez görülen bir manevra ile, o güne kadar bazı ayrıcalıklarla da olsa ezilen, aşağı sınıflar safında olan burjuvazi hâkim sınıf mertebesine yükselince işler değişti. Burjuvazi 15. ve 18. yüzyıllar arasında hem ekonomik hem de toplumsal konumunu geliştirmiş, ama aristokrasinin kültürel ve sanatsal ayrıcalıklarına da imrenerek bakmıştı bu süre boyunca. 18. yüzyılın sonlarından (İngiltere'de biraz daha önceden) başlayarak toplumda hâkim sınıf haline geldiğinde, bu tarihsel özelliği yüzünden ikili bir yapı edindi burjuvazi: Bir yandan artık aristokrasiye bağımlılıktan kurtulan (bu özgürlük sayesinde de maddi destekten yoksun kalan) edebi entelijensiyanın eserlerinin dağıtım ve tüketimini (giderek üretimini de) kontrol edebiliyor, bir yandan da bir zamanlar mensubu olduğu ezilen sınıfların kültürel varoluşunu da kendi yaşam ortamına, yani piyasa mekanizmasına doğru yönlendiriyordu. Prekapitalist dönemin şehirli kültürünün piyasa mekanizması bünyesinde yeniden örgütlenmesi ve bu oluşumun geçmiş dönemin hâkim sınıf kültürünün formlarını ve birikimini yedeğine alması, yeni bir kültürel yapının, "popüler kültür" dediğimiz şeyin ortaya çıkmasına yol açtı.
Bu yeni yapı, ekonomik planda sanatsal ve kültürel üretimin parametrelerini kökten değiştirdi: Burjuvazi şehir kültürünün üretim, dağıtım ve dolaşım mekanizmalarını göreli olarak kolay ele geçirdi, ama tüm bir ortaçağı velinimetlerinin koruması altında geçirmiş olan, ancak yavaş yavaş bu koruyucu kanatların üstlerinden çekilmekte olduğunu hisseden seçkin sanatçı ve aydın zümresini kontrol almak aynı kolaylıkta olamazdı. En nihayet bu zümre koca bir çağ boyunca burjuva banalliğinden tiksinerek, burjuvazinin basitliğini, görgüsüzlüğünü, maddiyatçılığını ve "yüce değerlere" ilgisizliğini alaya alarak geçirmişti yaşamını. Bunu yaparken de sırtını görünüşte sarsılmaz gibi duran, seçkin, zarif, ince duyarlıklara sahip, ama gün geçtikçe anlamsızlaşan, yaşamsal fonksiyonlarını kaybeden bir sınıfa dayamıştı. Seçkin aydınlar, kendilerini bir zamanlar alay ettikleri burjuvazinin karşısında korumasız bulunca nasıl sürdüreceklerdi eski küstahlıklarını? Buna çeşitli çareler bulundu: Birinci çare, aristokrasi zayıfladıkça ve ulusal bir kapitalist pazar oluştukça giderek güç kazanan ulusal devleti yeni velinimet olarak benimsemek, onun koruyucu kanatları altına girmekti. Ulusal bilim ve sanat enstitüleri, üniversiteler bu çözümü kolaylaştıran yollar oldu. İkinci çare ise piyasa mekanizmasını kabul etmek, ancak eleştirel / ironik bir tavrı da elinden geldiğince saklı tutmaktı. Bu tavra en iyi örnek, piyasa için neredeyse seri üretim yapan, ancak burjuvaziye karşı acı bir ironiyi de asla elden bırakmayan Balzac'ın tavrıdır. Bu ikinci yolu tercih eden sanatçılar ve aydınlar, ikircikli bir biçimde de olsa, popüler kültürle yan yana yaşamaya, onunla etkileşim içine girmeye başladılar.
Bu etkileşim, burjuva toplumunun sanatsal ve kültürel yapısının başlıca iç dinamiğidir: 20. yüzyıldan bir örnek verecek olursak, yüzyılın başlarında, bir yandan New Orleans genelevlerinde siyah müzisyenler tarafından beyaz müşterileri eğlendirmek amacıyla, bir yandan da siyahların Hıristiyan cenaze âdetlerine uyum sağlayabilmeleri için yaratılan melez tören biçimlerinin ortaya çıkardığı kültürel karmaşanın ürünü olan caz, bu dinamiğin sonucunda "yüksek" kültür mertebesine yükselmiştir. Bir yandan beyaz, klasik eğitim görmüş, saygın müzisyenler (mesela böyle bir klarnetçi olan Benny Goodman, cazın ilk kez New York'un en seçkin sahnesi olan Carnegie Hall'a çıkmasını sağlamıştır) caza yönelirken, bir yandan da Avrupalı klasik müzikçilerin bir kısmı caz armoni ve ritmlerinden etkilenmişlerdir (mesela Satie ve Stravinski). Bu etkileşimin belki de en iyi örneği, hem klasik müzikte hem de caz alanında eser veren, kelimenin gerçek anlamıyla "iki-değerli" bir sanatsal yaşamı olan George Gershwin'dir.
Kendisi de bir soylu olan Alexis de Tocqueville, 1831-32 yıllarında yaptığı Amerika gezisindeki gözlemlerini De la democratie en Amerique (Amerika'da Demokrasi Üzerine) adlı iki ciltlik kitabında toplayarak, gelmekte olan burjuva çağının politik, ekonomik, hukuki ve kültürel açılardan belki de en yetkin özetini vermeyi başardı. De Tocqueville'in öyküsü bir yandan fazlasıyla nesneldir ve Amerika'da anlatılanın aslında "hepimizin öyküsü" olduğunu, Avrupa'nın tümünün de bu yola girmesinin kaçınılmaz olduğunu vurgular, bir yandan da kaybolmakta olan (aslında Amerika'da asla varolmamış olan) aristokratik değerlerin ardından (yalnızca üslubundaki ince sarkazm yoluyla) ağıt yakar:
[Demokrasilerde] insanların edebiyata ayıracakları zaman çok az olduğu için, bunun tamamını çok iyi kullanmak isterler. Kolay elde edilen, hızlı okunan ve anlaşılması için bilgi ve araştırma gerektirmeyen kitapları tercih ederler. Kendini hemen belli eden ve kolayca keyif veren güzellikler isterler; hepsinden de önemlisi, beklenmeyeni ve yeni olanı arzularlar...
Bir bütün olarak alındığında, demokratik çağların edebiyatı, aristokrasi çağında olduğu gibi bir düzen, intizam, bilim ve sanat sunamaz asla; tam tersine, formu çoğu kez küçümsenecek, bazen aşağılanacaktır. Üslubu sık sık fantastik, uygunsuz, aşırı yüklü ve gevşek olacaktır – hemen hemen her zaman da ateşli ve gözüpek.
De Tocqueville'in bu tarifi, 19. yüzyıldan günümüze kadar uzanan "popüler kültür"ün tam bir tasviri gibidir. "Kolay elde edilen, hızlı okunan ve anlaşılması için bilgi ve araştırma gerektirmeyen kitaplar", prekapitalist dönemdeki edebiyat eserlerinin tam zıddıdır: O zamanki kitapları elde etmek zordu (sınırlı baskı, yüksek fiyat, çoğu zaman sadece el yazması); hızlı okunamazlardı (okuryazarlık çok sınırlıydı); anlaşılmaları için ön hazırlık, ön bilgi gerekiyordu (bir kısmı halkın konuştuğu bir dilde bile değildi, mesela Latinceydi, çoğunda başka ve elde edilmesi daha da güç eserlere atıflar vardı). Oysa "demokrasi kültürü" kitabı metalaştırarak kolay elde edilir bir nesne haline getirdi. Ancak bunu yaparken de, kitabın taşıdığı seçkin değeri ortadan kaldırdı, bir kitabı elinize alıp değerlendirmeye kalktığınızda vereceğiniz yargının "nesnel" (sınıflı toplumlar için "sınıfsal" anlamına gelir bu terim) ölçütlerini muğlaklaştırdı. Eskiden beğenmediğiniz bir edebiyat ürününü "nesnel olarak" "yüksek" sanat kıstaslarına vurarak değerlendirebilir, sonunda da bunlara uymamakla eleştirip mahkûm edebilirdiniz. "Demokrasi kültüründe" ise bu hakkınız elinizden alındı: Artık yalnızca kendi öznel yargılarınızı söylemek, "Beğendim," ya da "Beğenmedim," demek, kısacası özne olmak zorundasınız.
20. (ve 21.) yüzyılda "popüler edebiyat" dediğimizde aklımıza gelenler, bilimkurgu, fantazi, polisiye ve "pembe diziler". Bunları da "yüksek edebiyat" kategorisine giren roman, şiir ve tiyatronun karşısında konumlandırıyoruz. Bu kategorileştirmede baştan sakat olan bir yan yok değil kuşkusuz: Popüler edebiyat babında saydığımız tüm türler de aslında roman ya da öykü, yani kurgusal anlatı formunda. Dolayısıyla, popüler / yüksek edebiyat hiyerarşisini kurarken, 18. yüzyıl Avrupa entelijensiyasının rahatlığından yoksunuz: Onlar daha baştan şiir ve tiyatronun karşısına tüm bir türü, yani şu roman denilen nevzuhur formu yerleştirip "aşağı" edebiyat ilan edebiliyorlardı. Ancak roman 19. yüzyıl boyunca saygınlık kazanıp "yukarı" tırmanabilmiş olduğu için, kategorileştirmek daha zor artık. Alt-türlerden (BK, polisiye, fantazi) bahsetmek zorundayız "aşağı"yı ya da popüler edebiyatı tanımlarken. Ama "yukarı"nın tanımı daha da güç: Hangi roman alt-türü "yukarı"da sayılacak? Sadece gerçekçi roman mı? Öyleyse 20. yüzyılın ikinci yarısında romancıların sık sık fantastik aygıtlara başvurmasıyla oluşan "fantastik gerçekçilik" gibi bir melez alt-türü ne yapacağız? Örneğin Marquez, Borges, Rüşdi, Türkiye'de Orhan Pamuk zaman zaman bu türde yazıyorlar, ama kimsenin aklından geçmiyor onları "yüksek" edebiyattan ihraç etmek.
Belki de bu noktada durup, yukarı / aşağı ikiliğinin ima ettiği "söylenmeyenleri" düşünmeliyiz biraz. Eskiden işler kolaydı, çünkü sanatta yukarı / aşağı ayrımı, sınıf ayrımına neredeyse bire bir denk düşüyordu: "Yukarı" ya da "yüksek" sanat, egemen sınıfın sanatıydı, "aşağı" sanat ise ezilen sınıfın sanatı. Bahtin'in "şenlik söylemi" tanımıyla düşünecek olursak, gökyüzü, erkek, belden yukarısı, ruh ve akıl, hâkim sınıfın sanatına denk düşüyordu; yeryüzü, kadın, belden aşağısı, beden ve dışkı ise ezilen sınıfın sanatına. Ve ne gariptir ki, günümüzde zamanın sınavından geçtikleri için "klasik", dolayısıyla da "yüksek" sanat mertebesine terfi ettirilmiş olan birçok sanatçı, kendi zamanlarında hiç de öyle değildiler: Shakespeare kendi devrinde "Üniversite Akilleri" olarak kabul edilen Lyly ve Nashe gibi yazarlar ve Marlowe karşısında bir sokak tiyatrocusu sayılıyordu. Chaucer belden aşağı halk öykülerini yazıya dökmekten başka ne yapmıştı ki zaten? Defoe alt tarafı bir gazeteci parçasıydı, üstelik ya olmayacak öyküler anlatıyor (Robinson Crusoe gibi), ya da örtük bir *****grafi yapıyordu (Moll Flanders gibi) o "roman" denilen biçimsiz, zarafetten ve ciddiyetten uzak düzyazılarında.
Kuşkusuz bu verdiğim örnekler Bahtin'in tanımladığı "şenlik söylemi"ne dahil değil. Bunlar daha ziyade, Ortaçağ Avrupası'nda daima hâkim sınıfın kültüründen ayrı duran şehir kültürüne ait örnekler. Ancak şehir kültürü hâkim sınıf kültüründen olduğu kadar, halk kültürü dediğimiz şeyden, yani ulus-öncesi, yerel, hemen hemen daima sözlü ve geleneksel olan kültürden de farklı. Şehir kültürü bir yandan eski Yunan'ın polis kültürünün ya da imparatorluk metropolünün kültürünün hâkim sınıf özelliklerini taşırken, bir yandan da ortaçağ şehirlerinin ayaktakımı / ön-proleter / küçük burjuva özelliklerini de bünyesinde barındırdığı için, daima iki-değerli bir yapıya sahiptir. Belki de kelimenin gerçek anlamıyla "popüler" kültür tam olarak bu demek: Şehirli kültürü. İçinde devrimci ve banal olanı, sıradan ve avangard olanı, yerel ve evrensel olanı aynı anda barındıran, esas olarak ezilen sınıflara ait, ancak bir zamanların kültürel merkezlerinin ve imparatorluk metropollerinin küstah ve evrenselci edasını da taşıyan bir kültür. Bu kültür, ortaçağ boyunca şehir dışına, soylu malikânelerine, ya da şehre fakat "ayaktakımının" ulaşamayacağı saraylara yerleşen hâkim sınıf kültürüne olduğu kadar, tümüyle kırsal alanda kalan, yerel ve sözlü karakterinden, geleneksel formlarından hiç vazgeçmeyen halk kültürüne de uzaktır.
Ancak tarihte ilk kez görülen bir manevra ile, o güne kadar bazı ayrıcalıklarla da olsa ezilen, aşağı sınıflar safında olan burjuvazi hâkim sınıf mertebesine yükselince işler değişti. Burjuvazi 15. ve 18. yüzyıllar arasında hem ekonomik hem de toplumsal konumunu geliştirmiş, ama aristokrasinin kültürel ve sanatsal ayrıcalıklarına da imrenerek bakmıştı bu süre boyunca. 18. yüzyılın sonlarından (İngiltere'de biraz daha önceden) başlayarak toplumda hâkim sınıf haline geldiğinde, bu tarihsel özelliği yüzünden ikili bir yapı edindi burjuvazi: Bir yandan artık aristokrasiye bağımlılıktan kurtulan (bu özgürlük sayesinde de maddi destekten yoksun kalan) edebi entelijensiyanın eserlerinin dağıtım ve tüketimini (giderek üretimini de) kontrol edebiliyor, bir yandan da bir zamanlar mensubu olduğu ezilen sınıfların kültürel varoluşunu da kendi yaşam ortamına, yani piyasa mekanizmasına doğru yönlendiriyordu. Prekapitalist dönemin şehirli kültürünün piyasa mekanizması bünyesinde yeniden örgütlenmesi ve bu oluşumun geçmiş dönemin hâkim sınıf kültürünün formlarını ve birikimini yedeğine alması, yeni bir kültürel yapının, "popüler kültür" dediğimiz şeyin ortaya çıkmasına yol açtı.
Bu yeni yapı, ekonomik planda sanatsal ve kültürel üretimin parametrelerini kökten değiştirdi: Burjuvazi şehir kültürünün üretim, dağıtım ve dolaşım mekanizmalarını göreli olarak kolay ele geçirdi, ama tüm bir ortaçağı velinimetlerinin koruması altında geçirmiş olan, ancak yavaş yavaş bu koruyucu kanatların üstlerinden çekilmekte olduğunu hisseden seçkin sanatçı ve aydın zümresini kontrol almak aynı kolaylıkta olamazdı. En nihayet bu zümre koca bir çağ boyunca burjuva banalliğinden tiksinerek, burjuvazinin basitliğini, görgüsüzlüğünü, maddiyatçılığını ve "yüce değerlere" ilgisizliğini alaya alarak geçirmişti yaşamını. Bunu yaparken de sırtını görünüşte sarsılmaz gibi duran, seçkin, zarif, ince duyarlıklara sahip, ama gün geçtikçe anlamsızlaşan, yaşamsal fonksiyonlarını kaybeden bir sınıfa dayamıştı. Seçkin aydınlar, kendilerini bir zamanlar alay ettikleri burjuvazinin karşısında korumasız bulunca nasıl sürdüreceklerdi eski küstahlıklarını? Buna çeşitli çareler bulundu: Birinci çare, aristokrasi zayıfladıkça ve ulusal bir kapitalist pazar oluştukça giderek güç kazanan ulusal devleti yeni velinimet olarak benimsemek, onun koruyucu kanatları altına girmekti. Ulusal bilim ve sanat enstitüleri, üniversiteler bu çözümü kolaylaştıran yollar oldu. İkinci çare ise piyasa mekanizmasını kabul etmek, ancak eleştirel / ironik bir tavrı da elinden geldiğince saklı tutmaktı. Bu tavra en iyi örnek, piyasa için neredeyse seri üretim yapan, ancak burjuvaziye karşı acı bir ironiyi de asla elden bırakmayan Balzac'ın tavrıdır. Bu ikinci yolu tercih eden sanatçılar ve aydınlar, ikircikli bir biçimde de olsa, popüler kültürle yan yana yaşamaya, onunla etkileşim içine girmeye başladılar.
Bu etkileşim, burjuva toplumunun sanatsal ve kültürel yapısının başlıca iç dinamiğidir: 20. yüzyıldan bir örnek verecek olursak, yüzyılın başlarında, bir yandan New Orleans genelevlerinde siyah müzisyenler tarafından beyaz müşterileri eğlendirmek amacıyla, bir yandan da siyahların Hıristiyan cenaze âdetlerine uyum sağlayabilmeleri için yaratılan melez tören biçimlerinin ortaya çıkardığı kültürel karmaşanın ürünü olan caz, bu dinamiğin sonucunda "yüksek" kültür mertebesine yükselmiştir. Bir yandan beyaz, klasik eğitim görmüş, saygın müzisyenler (mesela böyle bir klarnetçi olan Benny Goodman, cazın ilk kez New York'un en seçkin sahnesi olan Carnegie Hall'a çıkmasını sağlamıştır) caza yönelirken, bir yandan da Avrupalı klasik müzikçilerin bir kısmı caz armoni ve ritmlerinden etkilenmişlerdir (mesela Satie ve Stravinski). Bu etkileşimin belki de en iyi örneği, hem klasik müzikte hem de caz alanında eser veren, kelimenin gerçek anlamıyla "iki-değerli" bir sanatsal yaşamı olan George Gershwin'dir.
Kendisi de bir soylu olan Alexis de Tocqueville, 1831-32 yıllarında yaptığı Amerika gezisindeki gözlemlerini De la democratie en Amerique (Amerika'da Demokrasi Üzerine) adlı iki ciltlik kitabında toplayarak, gelmekte olan burjuva çağının politik, ekonomik, hukuki ve kültürel açılardan belki de en yetkin özetini vermeyi başardı. De Tocqueville'in öyküsü bir yandan fazlasıyla nesneldir ve Amerika'da anlatılanın aslında "hepimizin öyküsü" olduğunu, Avrupa'nın tümünün de bu yola girmesinin kaçınılmaz olduğunu vurgular, bir yandan da kaybolmakta olan (aslında Amerika'da asla varolmamış olan) aristokratik değerlerin ardından (yalnızca üslubundaki ince sarkazm yoluyla) ağıt yakar:
[Demokrasilerde] insanların edebiyata ayıracakları zaman çok az olduğu için, bunun tamamını çok iyi kullanmak isterler. Kolay elde edilen, hızlı okunan ve anlaşılması için bilgi ve araştırma gerektirmeyen kitapları tercih ederler. Kendini hemen belli eden ve kolayca keyif veren güzellikler isterler; hepsinden de önemlisi, beklenmeyeni ve yeni olanı arzularlar...
Bir bütün olarak alındığında, demokratik çağların edebiyatı, aristokrasi çağında olduğu gibi bir düzen, intizam, bilim ve sanat sunamaz asla; tam tersine, formu çoğu kez küçümsenecek, bazen aşağılanacaktır. Üslubu sık sık fantastik, uygunsuz, aşırı yüklü ve gevşek olacaktır – hemen hemen her zaman da ateşli ve gözüpek.
De Tocqueville'in bu tarifi, 19. yüzyıldan günümüze kadar uzanan "popüler kültür"ün tam bir tasviri gibidir. "Kolay elde edilen, hızlı okunan ve anlaşılması için bilgi ve araştırma gerektirmeyen kitaplar", prekapitalist dönemdeki edebiyat eserlerinin tam zıddıdır: O zamanki kitapları elde etmek zordu (sınırlı baskı, yüksek fiyat, çoğu zaman sadece el yazması); hızlı okunamazlardı (okuryazarlık çok sınırlıydı); anlaşılmaları için ön hazırlık, ön bilgi gerekiyordu (bir kısmı halkın konuştuğu bir dilde bile değildi, mesela Latinceydi, çoğunda başka ve elde edilmesi daha da güç eserlere atıflar vardı). Oysa "demokrasi kültürü" kitabı metalaştırarak kolay elde edilir bir nesne haline getirdi. Ancak bunu yaparken de, kitabın taşıdığı seçkin değeri ortadan kaldırdı, bir kitabı elinize alıp değerlendirmeye kalktığınızda vereceğiniz yargının "nesnel" (sınıflı toplumlar için "sınıfsal" anlamına gelir bu terim) ölçütlerini muğlaklaştırdı. Eskiden beğenmediğiniz bir edebiyat ürününü "nesnel olarak" "yüksek" sanat kıstaslarına vurarak değerlendirebilir, sonunda da bunlara uymamakla eleştirip mahkûm edebilirdiniz. "Demokrasi kültüründe" ise bu hakkınız elinizden alındı: Artık yalnızca kendi öznel yargılarınızı söylemek, "Beğendim," ya da "Beğenmedim," demek, kısacası özne olmak zorundasınız.