Irvine Welshin Trainspottingi sinemaya uyarlanınca, bir de anaakımın indie grubu için kutsal filmlerden ilan edilince Filth için az çok meraklanmak herkesin hakkıydı. 2008 tarihli ilk uzun metraj denemesinin ardından ikinci kez yönetmen koltuğuna oturan Jon S. Bairdin senaryolaştırdığı Filth, manik depresif (ya da bipolar; artık ne demek isterseniz) bozukluğu olan bir polisin sanrıları ve varsanıları etrafında yoğunlaşan ve bunu yapmak için de ortaya pek çok eleştiri getirebilecek bir cinayeti atan bir eser.
James McAvoyun hayat verdiği Bruce Robertson, uzun zamandır beklediği terfiyi almak için çok çaba sarf eden, bu uğurda arkadaşlarına dahi çeşitli komplolar kurmaktan çekinmeyen bir karakter. Japon bir gencin beş serseri tarafından tartaklanarak öldürülmesi üzerine açılan soruşturmayı yönetecek olması da terfi için şansını arttırmaya yönelik önemli bir gelişme. Bir yandan bu meseleyle ilgilenirken öte yandan seks, alkol ve uyuşturucu üçlüsünün esiri oluyor, arkadaşlarına karşı (manik ve depresif kişiliklerinden farklı olarak) üçüncü bir kimlikle oyunlar oynuyor, hatta onların eşleriyle yatıyor. Rakip olarak gördüğü için de her birini farklı şekillerde tuzağa düşürmeye çalışıyor. Fakat Bruceun daha önemli problemleri var. Rahatsızlığı bir yana, bu sebepten evi terk eden eşi ve çocuğunu çok özlüyor. Buna ek olarak küçük yaşta ölen kardeşinin başına gelenlerden ötürü kendini suçluyor. En yakınındakilerin erkenden onu terk etmiş olması, manik ve depresif ataklarının halüsinasyonlar eşliğinde geçmesine, haliyle de Bruceun zamanla zihninin tükenmesine yol açıyor. Başarılı olmak için her yol mubahtır diyerek bu sorunları görmezden geliyor fakat kaybedeni hesaplarken hata yapıyor.
Welshin romanını okumamış olsam da yönetmen Bairdin sinema geçmişi hesaba katıldığında kötü olmayan bir anlatıma ve yazına imza attığını söyleyebiliriz. Karakter odaklı bir film olan Filth, Bruceun çevresinde gelişen ve aslında hiçbirinin hiçbir şekilde önem arz etmediği pek çok olaydan beslenerek bu adamı seyirciye anlatmaya ve çözdürmeye çalışıyor. Bairdin Filthi kurgularken attığı en önemli ve cesur adımlardan biri bu. Her ne kadar uyarladığı roman gereği en sonda bir ters köşe yapmak zorunda kalsa da tüm ipleri seyircinin eline verecek şekilde karakter öyküsünü kotarıyor. Fakat ne tuhaftır ki Bruceun zihnine ve bedenine girmek bir hayli güç. Karakter çevresindekilere karşı kapalı bir kutu ve seyirci ile özel bir iletişim de kuruyor gibi gözükmüyor. Fakat ne yapıp edip bu adamı çözmeye çalışmak filmin esas amacı haline geliyor. Yer yer komedi yer yer drama sularında gezen hikaye, çok sayıda yan karakter ve öyküden yardım alsa da hırslı seyirci kitlesi için yeterli malzemeyi sağlayamıyor. Yanlış anlaşılmasın, bu filmin bir handikabı değil; aksine senaryosunu ve işlenişini güçlü kılan, beğenilmesinin yolunu açan bir özellik. Nasıl ki Bruce karakteri hırsına rağmen duvara toslamaktan geri kalmıyor, seyirci de Brucela bir olmaya çalışırken inatlaşıyor fakat amacına bir türlü ulaşamıyor. Buna rağmen Bruceun çok zorlu bir karakter olduğunu da söyleyemeyiz. Aksine hayli zayıf bir karakter var karşımızda. Hassasiyetleri kendini gösterdiğinde iki kutup arasında kolayca gidip gelebiliyor ve yaptıklarından kendini sorumlu tutamıyor. Kimseyi sevemiyor ama bu taş kalpli olmasından ötürü değil de, hayatın ona verdiklerinden çıkardığı bir ders gibi gözüküyor. Alışılageldiği üzere onun bu sevgisizliği (esasında ani ruh hali değişimlerinde zaman zaman hatalarının farkına vardığını ve asıl duygularını ortaya döktüğünü düşünmemiz mümkün fakat ne kadar doğru bir fikir olduğu konusunda şüpheye mahal veriyor) duvarlarını daha kalın örmesine sebep oluyor. Tüm bunlar ise Bruce karakterine sempati beslememize, onunla empati kurmamıza ve ondan nefret etmemize engel oluyor. Bruce bir kahraman elbette; fakat sevdiğimizi ya da sevmediğimizi söylemek en az onun kişiliği kadar güç.
James McAvoyun hayli başarılı oyunculuğu ve yan karakterlerde karşımıza çıkan bazı başarılı İngiliz oyuncuların (Jim Broadbent ve Shirley Henderson gibi) iddialı performanslarıyla süslenen Filth, orta kıvam olmasına rağmen seyretmesi zevkli, hem güldürüp hem hüzünlendiren; türler arası gezse de polisiye olmayan (bunu özellikle belirtmek gerekiyor) bir eser. Malum kişilik bozukluğunu gerçekçi bir üslupla yansıtması bir yana, küçücük de olsa eleştirdiği sosyal ve politik (yabancı düşmanlığı, polis topluluğu, vs.) olgular açısından da kıymete binmeye müsait.
- Burak Hazine -