Perilerin En Çok Sevdiği Şehir

ashli

Bayan Üye
6177611328_ca7af5404a.jpg


Weimar insanı sarıp sarmalayan, ağırladığı büyük sanatçılarla övünen bir kent, Alman klasik ekolünün yüz akı. Goethe uzun ömrünün tam 50 yılını geçirmek için gelmiş buraya, yolu Alman dilinin diğer büyük şairi Schiller’le kesişmiş. 15’inci yüzyılın büyük dehası Cranch ile 19’uncu yüzyılın büyük delisi Nietzsche ise ölmek için gelmiş.

Bugün konservatuvara dönüştürülen sarayda 30 yılını geçiren Franz Liszt, en güzel eserlerini burada bestelemiş.

Weimar güzel bir kent. Benzeri Alman kentleri gibi onun da, ördeklerle kuğuların sefa sürdüğü tertemiz bir dere akıyor içinden (Ilm). Parklarını kayın ağaçları gölgeliyor. Meşe, gürgen, kışın yapraklarını dökmeyen akçamlar var. Ve ulu ıhlamurlar. Burada ağaçlar da mimari dokuya dahil, kentin doğal parçası gibi. Üç kemerli taş köprüden geçip büyükçe bir evi andıran şatoya yürüdüm, oradan da Saksonya Dükleri’nin sarayına. Goethe’nin yakın dostu, şairi Weimar’a davet edip himayesine alan, sofrasında onu sağ yanında oturtan Karl August, parke taşlı alanın ortasındaki heykelinde at binip kılıç kuşanmış, ön cephesi sütunlarla süslü sarayına arkasını dönmüştü.

KUMSALDA, SOKAKTA MERENGE

Kristof Kolomb ünlü yolculuğu sırasında karaya ilk kez bu adada çıkmış, İspanya kral ile kraliçesine yazdığı mektupta şu sözlerle anlatmış: “Yeryüzünde bundan daha güzel bir yer olamaz.” Kolomb’un gemiden iner inmez gördüğü manzara bugün büyük ölçüde aynı.

Yerli halkın “Taino” adını verdiği ada Kolomb tarafından Hispaniola (Küçük İspanya) olarak isimlendirilmiş. Sömürge öncesine ait çok fazla bilgi olmamakla birlikte, Dominik tarihi boyunca birçok kez bağımsızlığını ilan etmiş. 1821’de İspanya’dan, 1844’de komşusu Haiti’den ve son olarak 1865’te gene İspanya’dan geri almış özgürlüğünü. 1844’te bağımsızlık mücadelesini ise milli bayram olarak kutlayarak daha özel bir yere koymuş. Bayrağındaki üç renkten mavi bağımsızlığı, beyaz kurtuluşu ve kırmızı kahramanlarının kanını temsil ediyor. Çok uzun yıllar tütün, kahve ve şeker üretimi önde gelirken son yıllarda ekonominin lokomotifine turizm geçmiş. Ülke misafirlerini kumsalda, sokakta, meydanlarda merenge dansı ve müziğiyle ağırlıyor.

PUNTA CANA

Bembeyaz kumsallar

Gündelik yaşamın hızından ve yorgunluğundan kaçmak isteyenler için burası bir “Rüyalar Diyarı”. 30 kilometreden fazla bembeyaz kumsal ve yeşil mavi karışımı kristal bir deniz.

Palmiye ağaçlarının nazlı nazlı salınışının eşlik ettiği manzara bile, tek başına, buraya gelmek için yeterli. Oteller genellikle “her şey dahil” sistemiyle çalışıyor. Punta Cana’da her an bir şöhrete rastlayabilirsiniz. El Cortecito Inn (Tel: 00 809 552 0639) diğerlerine oranla daha makul ücretlere hizmet veriyor. Bütçeleri daha geniş olanlar için ise Paradisus Palma Real (Tel : 00 809 688 5000) önerilebilecek konaklama adresleri arasında. Gece hayatından hoşlananlara Punta Cana’da müzik, dans ve eğlence için Bavaro Disco (Tel: 00 809 686 5797) gibi yerler olduğunu da belirteyim.

ALTOS DE CHAVON

Turistik köy

Dominik Cumhuriyeti’nin en önemli şehirlerinden biri La Romana. Sanayi merkezinde ne işim var, diye düşünmeyin; çünkü burada Ortaçağ Avrupa’sına ait gibi görünen bir köy ülkenin en hoş sürprizlerinden biri olarak karşınıza çıkıyor. Köyün 1976 senesinde başlayan inşaatı 1980’de sona ermiş. Kilisesi, antikçağdan kalmış hissi veren tiyatrosu, o döneme ait mimarisi, sanat galerileri, moda okulu ve arnavutkaldırımlı sokakları ile Altos de Chavon “mutlaka görülmesi gereken yerler” listenizde olmalı.

MERENGE

Müziği, dansı bu adada doğdu

Dominik halkı için müzik her zaman çok önemli olmuş. Tarih bize çok eski çağlarda ada yerlilerinin yasalarını bile kuşaklar arasında müzikle aktardığını söylüyor. Müzik gezinizin her anında sizinle olacak, çünkü merenge dansının doğduğu topraklardasınız. Dansın doğuş öyküsü ise şöyle: Ada halkı savaştan dönen bir kahramanı karşılamak için limanda toplanmış ve sevinçle dans etmeye başlamış.

Ancak kahramanın gemiden inerken vurulan bacağından ötürü topalladığını görünce herkes bir an donup kalmış. Asker de üzgünmüş, çünkü bir daha dans edemeyeceğini düşünüyormuş. İşte tam da o anda toplanan kalabalıktan biri müziğin ritmine uygun olarak bir bacağını sürüyerek dansın figürlerini yapmaya başlamış. Adımlara ayak uyduranlar savaştan dönen kahramanı da aralarına alarak dans etmeye devam etmiş. Dans günümüzde merenge olarak biliniyor. Öğrenmesi çok kolay olan ve insanın kanını kaynatan bu dansı bilmiyorsanız bile mutlaka deneyin.

Hüzünlü bir piyano sesi geliyordu taş yapıdan. Weimar’da kaldığı 30 yıl boyunca Franz Liszt burada çalışmış, en güzel yapıtlarını artık konservatuvar olarak kullanılan bu sarayda bestelemişti. Karl August, defne dalından çelengiyle sanatsever bir hükümdardan çok Roma imparatorlarını andırıyordu. Oysa ulusal birliğini henüz gerçekleştirmemiş büyük bir ülkede küçük bir devleti yönetmişti, Prusya imparatorluğunu değil. Ama genç yaşta dul kalan annesi, İkinci Frederic’in kuzeni Anna Amalia’yla birlikte Weimar’ın “makûs talihi”ni değiştirmiş, bu kenti Alman klâsisizminin merkezi yapmıştı. Anna Amalia’nın adını taşıyan kitaplık da, birbirinden değerli kitapları, elyazmaları, eski haritalarıyla sarayın yanı başındaydı. Dar sokaklar boyunca sıralanan çivit mavisi, sarı, pembe, vişne çürüğü evler, adına ilk kez 10’uncu yüzyıl belgelerinde rastlanan güngörmüş bir kentte olduğumu anımsatıyordu. Gotik üslûbuyla ilk bakışta dikkat çeken belediye binası da.

Rönesans tarzındaki eski yapı bir yangında kül olunca yerine yenisini dikmişler, Cranch’ın evinin tam karşısına. Ünlü ressamın aile arması “kanatlı yılan”, pırıl pırıl derisiyle uçmaya hazır, hâlâ duvara çakılı duruyor. Cranach’ın atölyesi ziyarete kapalı ama başyapıtlarından birini ilâhiyatçı ve düşünür Herder’in bir zamanlar vaaz verdiği Aziz Pierre-Paul Kilisesi’nde görmek mümkün.

Bir başka tablosu da Goethe’nin evinin kabul salonunda asılı. Weimar insanı sarıp sarmalayan, ağırladığı büyük sanatçılarla övünen bir kent, Alman klâsik ekolünün yüz akı. Goethe uzun ömrünün tam 50 yılını geçirmek için gelmiş buraya, 15’inci yüzyılın büyük dehası Cranch ile 19’uncu yüzyılın büyük delisi Nietzsche ise ölmek için. Weimar aynı zamanda yakın Alman tarihininin karanlık bir döneminin de tanığı olmuş. Buchenwald toplama kampı sekiz kilometre ötede, 20’nci yüzyılın en büyük insanlık suçlarından birini işleyen Nazilerle kurbanlarının izini taşıyor hâlâ. Bir toplama kampını görmek, soykırım belleğiyle yüzleşmek istiyorsanız Goethe alanından 6 numaralı otobüse binip Ettersberg Tepesi’ne dek uzanabilirsiniz.

SCHILLER VE CITY KEBAB

Weimar’ın sokaklarında dolaşır, küçük alanlara bakan ve çok şükür sigara da içilebilen kahvelerde küp gibi biraları peş peşe yuvarlarken Goethe kadar Schiller’i de andım. Biraz çakır keyif olduğumda onların dostluklarını, karşılıklı özverilerini, karakterleri birbirine zıt da olsa sürekli bilgi alışverişlerini, ortak estetik anlayışlarını ve dayanışmalarını, yazışmalarını düşündüm. Edebiyat tarihinde az rastlanır bu tür beraberliklerin nasıl olumlu sonuçlar doğurabileceğini hayal ettim. Ama karşısına geçip uzun süre seyrettiğim, çağdaş bir anlam yüklemeye çalıştığım ulusal tiyatronun önündeki heykelleri oldu.

Weimar’ın orta yerine, birlikte poz veren Almanya’nın en büyük iki şairi Goethe ve Schiller’in heykelinin çaprazına bizimkiler döneri yerleştirip üzerine de City Kebab levhasını asmış. Bu ülkede dönerin Alman sosinden daha fazla tüketildiğini biliyordum ama, Weimar gibi eski Doğu Almanya sınırları içinde kalan küçük kentlerin tarihsel mirasının bundan böyle kebap kültürümüzle yoğrulacağını tahmin etmiyordum açıkçası. Faust’un prömiyerinin yapıldıgı tiyatronun önündeki kırmızı taş döşeli alanda ustayla çırak aynı boydaydılar. Aslında “usta” ve “çırak” terimlerini aralarında yaş farkı olduğu için kullanıyorum, yoksa eşit bir ilişkiydi onlarınki, biri ötekinden üstün değildi. Bugün her ikisi de, Alman edebiyatının kurucuları arasında yer alıyor, ama, sanıyorum, Schiller’in daha önemli bir yeri var Alman ulusunun kalbinde. Yalnızca okul kitaplarında değil, halkın gönlünde de taht kurmuş bir şair o. Piyeslerinin hâlâ oynanmasının, şiirlerinin Alman ulusunun ortak belleğinde tazeliğini korumasının nedeni de bu olmalı. Şimdi iki üstat da yan yana uyumaktalar Weimar’da. Ama beni mezarları değil yapıtları ilgilendiriyor. Bir de Bauhaus Müzesi’nin tam karşısındaki heykel. Ernst Rietschel’in 1857’de yaptığı eserde Goethe defneden çelengi Iéna’da tanıştığı, sonunda Weimar’a gelmesi için ikna ettiği şaire sunuyor. Schiller sanki aldırmıyor. Bir tomar kâgıt var sol elinde. Özgür ve bağımsız bir yaşam özleminden kaynaklanan şu dizeleri nasıl ve nerede karaladığını hayal edebiliyorum:

“Her türlü bağdan uzak / Hiçbir engel tanımadan / Özgürce uçuyorum işte / Kanatlanmış çalgım söz / Sonsuz ülkem düşünce...”

Schiller bu dizelerde dile gelen özgürlük sevinci, başkaldırı tutkusuyla kendisine biçilen kalıpları yadsımış, ordudaki doktorluk görevinden istifa ederek ömrünü şiir ve tiyatroya adamış, beş parasız yollara düşmüştü. Sonunda Weimar’da, taşkın kişiliğine hiç de benzemeyen Goethe’nin bilgeliğinde, yerleşik ve sakin yaşam tarzında bulmuştu dengeyi. Coşkulu ve duygusal bir karakteri vardı, durmuş oturmuş Goethe’nin tam tersiydi. Biri Dionysos öteki Apollon geleneğini benimsemiş, birbirlerini tamamlayan iki büyük dehaydılar. Ne yazık ki Schiller, Goethe’yle tam 10 yılık işbirliğinden sonra 46 yaşında hayata veda edecekti.

HİTLER BALKONDAN VAHŞET MÜJDESİ VERMİŞTİ

Goethe de öldükten sonra Weimar bu iki şair sayesinde edebiyat tarihine geçti, onların adıyla birlikte anılmaya başladı, ta ki Hitler ünlü “Fil Oteli”nin balkonundan taraftarlarına seslenip Alman komünistlerini kapatmak için Buchenwald Toplama Kampı’nın yapılmasını emredene kadar (1937). Aslında kent, Hitler iktidara gelmeden önce de Nasyonal Sosyalist Parti tarafından yönetilmişti ama daha çok savaş boyunca, yetiştirdiği dehalarla değil toplama kampıyla anılmaya başladı. Thomas Mann, Goethe’nin izini sürmek için geldiği Weimar’da büyük şairin 100’üncü ölüm yıldönümü kutlamaları sırasında gördüklerini şöyle anlatıyor:

“Goethe ve Hitler karışımı tuhaf bir ortam var burada. Weimar, Nasyonal Sosyalizmin merkezi görünümünde. Hitler’in fotoğrafları gazetelerin birinci sayfalarından hiç eksik olmuyor. Kent Nazi selâmı vererek sokaklarda yürüyen gençlerin denetiminde.”

Goethe’yle Avrupa’nın ilk kozmopolit kültürünü yaratan, bağrından Bach ve Beethoven gibi bestecileri, Nietzche gibi aykırıı düşünürleri çıkaran bir ulus nasıl oldu da tarihinde görülmemiş bir barbarlığa göz yumabildi. Hatta Nazileri seçimle iktidara getirebildi? Geçen yüzyılın büyük yıkımlarla soykırımların, kitlesel katliamların tanığı 20’nci yüzyılın derin anlamı sanırım bu soruya verilecek yanıtta gizli. Savaştan sonra Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde kalan Buchenwald’a, Stalin muhaliflerinin kapatıldığını da anımsatayım. Diyeceğim, totalitarizmin iki ayrı uygulamasına da tanık olmuş bir kent Weimar. Bu nedenle, eski deyimle söylemek gerekirse, “temerküz” dünyasının simgesi gibi.

Nice suçsuza mezar olan, Jorge Semprun’un “Büyük Yolculuk” adıyla Türkçeye çevirdiğim romanında anlattığı Buchenwald cehennemi, kentin merkezinden az ileride, Goethe ile Eckermann’ın seçkin söyleşilerini yaptıkları Ettesberg Tepesi’nin yamacındaydı. “Goethe’nin Ağacı” olarak bilinen o eski, güngörmüş kayın, insanların yağlarından sabun, saçlarından sicim, derilerinden abajur yapıldığı Nazi toplama kamplarından en korkuncunun orta yerinde, bir zamanlar her sabah önlerinden yüzlerce cesedin süpürüldüğü tahta barakaların karşısında, disipline uymayanların çekildiği darağacının yanında duruyor hâlâ. Eskinin görkemli, güzel günlerinin, sanat ve edebiyat muhabbetleriyle cinayetlerin tek tanığı olarak. Dile gelse neler anlatırdı kim bilir? Weimar kadar yaşlı bir ağaç çünkü; Goethe’yi, Schiller’i görmüş, Bach’ı dinlemiş, Liszt’in ezgileriyle yeşermiş. Ve üst üste yığılan ölüler karışmış toprağına. Onların anısına dikilen heykeli de görmelisiniz Weimar’a yolunuz düşerse. Çünkü ölüler ne bir ses ne bir haber verirler.

Beklerler yalnızca, aradan yıllar, yüzyıllar geçse de, ziyaret edilmeyi beklerler.

WEIMAR’IN GERÇEK SİMGESİ

Alman tarihinde Weimar’ın kısa bir dönemi (1918-1933) simgelediğini biliyordum ama bu kentin yalnızca Goethe’ye değil çok sayıda yazar, düşünür ve sanatçıya kucak açtığını öğrenmem için Wieland, Herder ve Bach’ınkiler de dahil, alan ve parklarındaki heykellerle tanışmam gerekti. Almanya’nın ilk demokratik cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı ertesinde, Kurucu Meclis tarafından burada ilân edilmiş. Ne var ki bugün, Weimar Cumhuriyeti’ni Grosz, Kirchner, Otto Dix gibi dışavurumcu ressamların tablolarına yansıyan fuhuş ortamıyla anımsıyoruz, bir de Alfred Döblin’in Alexandrplatz’da anlattığı Berlin günleri ve geceleriyle. Ekonomik çöküşün yol açtığı derin kriz ortamında savrulan insanların dünyası da, hiç kuşkusuz, belleğimizdeki Weimar efsanesini tamamlıyor.

Yine de, bu kentin yakın Alman tarihinden, hatta Buchenwald toplama kampından çok Goethe’yle özdeşleştiğini belirtmeliyim. Nasıl Prag Kafka’nın, İskenderiye Kavafis’in, St Petersburg Puşkin ve Dostoyevski’nin adlarıyla yazınsal bir boyut kazanıyor, giderek efsaneleşiyorsa, Weimar da klâsik Alman edebiyatının merkezi. Alman Atinası, adıyla anılmış uzun süre. Bach, Liszt ve Strauss gibi bestecilere de kuçak açmasına, Nietzsche’nin son yıllarını burada geçirmiş olmasına rağmen Goethe ve Schiller’in bıraktığı izlerle bütünleşmiş.

Goethe, Karl August’un daveti üzerine bu kente geldiğinde (1775) henüz 26 yaşındaydı. Babasının dayatmasıyla Leipzig ve Strasbourg üniversitelerinde hukuk okumuş, ardında burjuva bir aile ve gözü yaşlı bir nişanlı bırakmıştı. Mutsuz âşıkları intihara sürükleyen Genç Werther’in Acıları adlı kitabın yazarıydı. Frankfurt gibi “bağımsz kent” konumundaki önemli bir merkezden taşraya, çamurlu sokakları, ahşap yapıları, çobanları ve soylularıyla küçük bir kasaba görünümündeki Weimar’a ayak bastığında neredeyse tüm yaşamını burada, Rusya sınırına yakın bu ücra köşede geçireceğinden habersizdi. Dük’le kurduğu yakın dostluk sayesinde sarayda önemli görevler üstlenecek, yalnızca sanatsal etkinlikleri ve tiyatroyu değil belli başlı inşaat çalışmalarını da yönetecek, Faust ve Wilhelm Meister gibi başyapıtlarını burada yazacaktı.

Önceleri kaba davranışlarıyla hayal kırıklığına uğrattığı ama sonradan binden fazla mektup yazdığı Charlotte von Stein’a burada âşık olacak, çoluk çocuğa karışıp kentin kültür yaşamına damgasını vurduktan sonra çocuklarının annesi Christiane Vulpius’la burada evlenip, burada ölecekti. İki yıl süren İtalya yolculuğuyla Karl August’a refakat etmek amacıyla çıktığı Fransa seferini (1792), İsviçre ve Karlsbad’da geçirdigi zamanları saymazsak Weimar’da, dünyanın “hay-ı huy”undan uzak bir ömür sürecek, en az edebiyat kadar ilgi duyduğu botanik ve yerbilim araştırmalarını burada tamamlayacaktı.

Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’yı saran savaşlara kayıtsız kalmasa da siyasetin hem içinde hem dışındaydı. Örneğin Napolyon’un gözünde Genç Werther’in yazarıydı hâlâ, Karl August’un başdanışmanı değil. Fransız orduları Iéna’ya girdiğinde az biraz huzuru bozulacaktı ama. Neyse ki Hegel’in evini yağmalayan, kenti ateşe veren askerler Weimar’da Goethe’nin mutlu yuvasına dokunmayacaktı.

Napolyon’un huzuruna çıktığında imparatorun Werther’den hayranlıkla söz etmesi, Karl August’u Prusya birliğinden ayrılması koşuluyla tahtta bırakması yazarın gururunu okşayacak, özgüvenini pekiştirecekti. Goethe’nin sakin yaşamını altüst etmeden son bulan savaş günlerinden çok önce, Schiller’le arkadaşlığı ve kendinden 10 yaş küçük şairin erken ölümüne dek sürecek işbirlikleri de burada, Düşes Anna Amalia’nın himayesinde başlayacaktı.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers haber
vozol puff
Geri
Üst