Pablo Neruda Şiirleri

Kış Bahçesi

Kış gelmekte. Sessizliğe ve sarıya bürünmüş
yavaş yapraklarla devredildi bana
o muhteşem yazdırım.

Kardan bir kitabım
geniş bir el bir kır
bekleyen bir çemberim ben
dünyaya ve onun kışına aidim.

Canlandı dünyanın söylentileri ormanlarda
sonra yanık yaraları misali kırmızı
çiçeklerle çılgına dönüp tutuştu buğday
şarabın yazısını takdim etmek için
güz geldi sonra:
hepsi geçti gitti yazın son kadehiydi
o firari gök
ve o gezgin bulut sönüp gitti.

Balkonda bekledim büsbütün mutsuzdum
sanki dünyaya ve yalnız kalmış
sevgilimin üstüne kanatlarını yaymak için
çocukluğun bütün sarmaşıklarıyla gelmişti dün.

Bildim sarkacağını gülün
ve geçici şeftali çekirdeğinin
tekrar uyuyacağını ve kök salacağını:
ve bütün deniz kararıncaya
ve yanardöner gök külrengine dönünceye dek
bir bardak hava yüklendim.

Sessizliğinin derisi gerilmiş dünya
devam eder şimdi
gevşeterek sorgusunu.

Fazla konuşmadan büyüdüm
soğuk bir yağmur ve çanlarla sarmalanmış
bir uzaklıktan düştüm buraya:
dünyanın saf ölümüne borçluyum
ateşimin filizlenmesini.





7 Kasım – Zafer Günü İçin Kaside

Bu çifte yıldönümünde bu günde bu gecede
bulacaklar mı ıssız bir dünyayı karşılaşacaklar mı
umutsuz yüreklerdeki derin boşlukla?
Hayır saatleriyle bir günden daha fazlası
aynaların ve kılıçların bir geçit töreni bu
gecesel köklerinden şafağı burkana dek
geceye çarpan çifte bir çiçektir bu.

İspanya’nın Güney’den gelen
günü cesur gün
demirden tüyüyle oradan geliyorsun sen
çatlamış alnıyla düşen son kişiden
ve ağzında senin yanan sayılarınla!

Ve oraya gidiyorsun bizim
hâlâ yaşayan anımızla:
gündün sen kavgaydın
sen destekliyorsun
görünmeyen sütunu ve kaçışı barındıran
rakamındaki kanın doğacağı yeri!

Yedi Kasım nerede yaşarsın?
Nerede alazlanır yapraklar biradere nerede söyler
doğrul diye vızıltın ve düşene: ayağa kalk!
Nerede büyür kanının defnesi
ve sızar insanın zayıf etine ve yükselir havaya
biçimlemek için kahramanı?

Sende yeniden Birlik
sende yeniden ey dünya halklarının bacısı
ey temiz memleketi Sovyetler’in. Bütün dünyaya
yayılmış yapraklar gibi büyük tohumun döner sana.

Kavganda hiçbir ağlayış kalmadı artık ey halk!
Her şey demirden olacak her şey dolanıp yaralayacak
her şey kavranılmaz sessizlik bile kuşku bile
evet kış elleriyle kuşku bile
arayacak yüreklerimizi dondurmak ve batırmak için
her şey sevinç bile her şey demirden olacak
zaferde yardımcı olmak için sana ey bacı ve anne.

Seni inkar edene tükürülsün!
Saatlerin saatinde alsın cezasını o sefil
kan revan içinde
dönsün korkak
karanlık evine bulsun defne yürekli olanı
o cesur yolu dünyayı savunan
o kardan ve kandan cesur gemiyi!

Selâmlıyorum seni Sovyetler Birliği bu günde
tevazu ile: yazar ve şairim ben.
Babam demiryolu işçisiydi: yoksulduk her zaman.
Seninleydim dün uzaklarda o büyük yağmurlu
küçük ülkemde. Orada büyüdü alazlı
adın ve halkın bağrında yandı
cumhuriyetimin yüce göğüne dokunana dek!

Bugün seni düşünüyorum herkes seninle!
İşlikten işliğe evden eve
kırmızı bir kuş gibi uçuyor adın.
Kahramanlarınındır onur
ve kanının her damlasınındır
saf ve mağrur meskenini savunan
yüreklerden o muazzam birikimindir onur!
Seni doğuran o acı ve kahraman ekmeğindir
onur açılırken zamanın kapıları
halktan ve demirden ordun şarkı söyleyip yürürken
kül ve ıssız toprak arasında katillerin üzerine doğru
zaferin temiz ve kutsal toprağında
bir ay gibi büyük bir gül ekmek için.





8 Eylül

Bugün olan gün ağzına dek dolu bir kadehti
bugün olan gün muazzam bir dalgaydı
bugün bütün bir dünyaydı.

Bugün yükseltti dalgalı deniz
bizi bir öpüşün doruğuna
ki titremiştik
bir yıldırımın çakışında
ürkmüştük ve dibe batmıştık
birbirimizin kucaklayışında.

Bugün yaymıştık bedenlerimizi sonsuzca
büyümüştük dünyanın sonuna doğru
ve kaynaşmıştık birbirimize sarmalanmış olarak
tek bir damlasında
balmumunun ya da meteorun.

Yeni bir kapı açıldı aramızda
ve henüz yüzü olmayan biri
oturdu ve bekledi bizi orada.






 
---> Pablo Neruda Şiirleri

Ağır Ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar her gün aynı yoldan yürüyenler yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar beyaz üzerinde siyahı tercih edenler gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar okumayanlar müzik dinlemeyenler gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.






Bacaklarımın Törenleri

Haylidir bakıp duruyorum uzun bacaklarıma
sonsuz meraklı bir şefkatle olağan tutkumla
sanki göğüs kafesimin uçurumuna batmış
tanrısal bir kadına aitlermiş gibi:
ve gerçekte oluyor ki bazen zaman zaman geçiyor
toprağın üzerinden damın üzerinden kirli başımın üzerinden
ve geçiyor geçiyor zaman ve ben geceleri yatağımda hissetmiyorum
bir kadının soluk aldığını yanı başımda çıplak uyuduğunu
ki garip karanlık bir şey onun yerine geçiyor
özlem dolu melankolik düşünceler
yatak odamda cazip imkanlar sunuyor
ve sonra evet sonra bakıyorum bacaklarıma
sanki onlar başka bir bedene aitmişler gibi
ve güçlü bir şekilde yapışmışlar ve uysalca ruhuma benim.

Bitki sapları ya da hoş kadınsı biçimler gibi
yükseliyor diz kapaklarından silindirik ve diri
sıkı şaşkın yaşayan bir maddeden:
bir tanrıçanın merhametsiz kalın kolları gibi
insanlar gibi korkunç giyimli ağaçlar gibi
muazzam ölümcül dudaklar gibi susuz ve sakin
en iyi tarafı bunlar bedenimin: maddesel tümüyle
duygulardan ya da hava borusundan ya da bağırsaklardan
ya da lenfa bezinden karmaşık içeriği olmaksızın:
kendi hayatımın temiz tatlı ve kalın özünden
başka bir şey olmaksızın en uç biçiminde korur hayatı fakat.

Şimdilerde dolaşıyor insanlar dünyayı ve neredeyse
anımsamıyorlar hayat dolu bir bedenleri olduğunu
ve korku var korku var dünyada
bedeni tanımlayan kelimelere karşı
ve giysiler hakkında konuşmak tercih ediliyor
mümkünse pantolonlar hakkında takım elbiseler
ve kadın iç çamaşırları (çoraplar ve jartiyerler “bayanlar” için)
sanki giysiler ve takım elbiseler tümüyle bomboş geçiyor caddelerden
ve loş arsız bir gardırop zaptetmiş dünyayı.

Giysilerin hayatı rengi biçimi ve kesimi var
ve mutlak bir yeri var söylencelerimizde aşırı fazla bir yeri
aşırı fazla mobilyalar ve aşırı fazla odalar dünyada
ve bedenim yaşıyor üzgünce arasında ve altında onca şeyin
kölelik ve zincirler hakkındaki parlak bir fikirle.

Pekâlâ dizlerim düğümler gibi
özgün yararlı apaçık
ayırıyor gerektiğince bacaklarımı iki parçaya:
gerçekte iki farklı dünyaya iki farklı cinsiyete
çok da farklı değil bacaklarımın iki parçası gibi.
Dizden ayağa dek katı bir biçim görünüyor
mineralsi soğukça yararlı
bacaktan bir yaratık ve dayanıklılık
ve ayak bilekleri şimdi çıplak amaçtan başka şey değil
kesinlik ve gereklilik düzenlenmiş bir kez herkes için.

Tensel duyarlılık olmaksızın kısa ve sert
ve erkeksi kas yığınlarıyla donanmış dizlerim
tümleyici hayvanlar gibi fakat orada da
hayat var diri ve ince ve hiddetli bir hayat
titremeksizin dayanıp duruyor bekliyor ve etkin.
Gıdıklanan ayaklarımda
güneş gibi sert ve çiçekler gibi açık
yorulmaz nefis askerler
uzayın boz savaşında
her şey sonlanıyor hayat bitiyor sonsuzca ayaklarımda
orada başlıyor yabancı ve düşmansı her şey:
dünyanın adları sınırlanma ve o uzak
o dilbilimsel isimler ve sıfatlar kalbimin barındıramadığı
fırlıyor buradan soğuk ve koyu sağlamlıkla.

Her zaman
imal edilmiş ürünler çoraplar ayakkabılar
ya da basitçe sonsuz koku
olacak ayaklarımla toprağın arasında
ve güçlendirecek varlığımdaki o yalıtılmış ve yalnız olanı
inatla varsayılmış hayatımla toprak arasında
besbelli yenilmez ve düşman bir şey.






Acı Çekmedim

Fakat acı çektim mi? Acı çekmedim. Sadece halkımın
acı çekmesinden ötürü acı çekiyorum. Yaşıyorum
içinde yaşıyorum anayurdumda bir hücre gibi
o sonsuz ve alazlı kanda.
Zamanım yok kendi acılarıma.
Kimse acı çekmemi sağlayamaz
bana temiz güvenlerini veren bu hayatlar olmadan
ve bir hain gibi bıraktı ölü mağaranın
dibine vursun diye ne ki geri döneceğiz
oradan ve yükselteceğiz gülü.

Cellat benim yüreğimi yargılasın diye
baskı yaptığında yargıçlara
açtı o kararlı kitle
halkım o muazzam labirentini
aşklarının uyuduğu o bodrumu
ve orada tuttular beni gözetleyerek
ışık ve hava gelinceye dek.
Söylemişlerdi: “Borçlusun bize
sensin koyacak o soğuk işareti
o kötücül kirli isme”.
Acı çektim sadece acı çekememekten ötürü.
Biraderlerimin karanlık hapishanelerinden
geçememekten ötürü
bütün acılarımla bir yara gibi
ve her bir topallayan adım yetişti bana
senin sırtına inen her bir darbe paraladı beni
senin şehadetinden her bir damla kan
kanayan şarkıma sızdı gitti.






Açlık Ve Öfke

Elveda elveda çiftliğine fethettiğin
gölgeye o berrak dala
kutsanmış toprağa
****e elveda esirgenen suya
elveda bayırlara yağmurla gelmeyen
müziğe o kupkuru
ve taşlı sabah kızıllığının solgun kemerine.

Juan Ovalle sana elimi verdim susuz eli
taştan eli duvardan ve kuraklıktan bir eli.
Ve dedim ki sana: beddua et o koyu kahverengi kuzuya
o en merhametsiz yıldızlara kurşun renkli bir diken gibi aya
gelinsi dudakların kırılmış dallarına
fakat dokunma insana dökme henüz kanını insanın
dokunarak damarlarına boyama henüz kumu kanla
vadiyi yangınlar içinde bırakma düşmüş
atardamar dallarının ağaçlarıyla.

Juan Ovalle öldürme. Fakat elin
yanıtladı beni: “Bu toprak
öldürecek intikam almak
isteyecek geceleri acılığında zehirden
bir rüzgârdır o yaşlı kehribar hava
ve gitar benziyor bir suçlunun
sopasına ve bir bıçaktır rüzgâr”.
 
---> Pablo Neruda Şiirleri

Adada Gece

Bütün gece seninle yattım
denizin yakınında adada.
Yabanıl ve uysaldın sevinçle uyku arasında
ateşle su arasında.

Belki çok geç
birleşti düşlerimiz
dorukta ya da dipte
aynı rüzgârla kımıldayan dallar gibi yukarıda
birbirine dokunan kızıl kökler gibi aşağıda.

Belki ayrıldı düşün
benimkinden
ve aradı beni
önce olduğu gibi
karanlık denizde
sen henüz kendin değilken
ben farkında değilken senin
yelken açmış geçiyordum yanından
ve gözlerin aradı
şimdi sana cömertçe verdiğimi
- ekmeği şarabı aşkı ve yabansılığı -
çünkü hayatımın armağanlarını
beklemiş kadehsin sen.

Seninle yattım
bütün gece
karanlık toprak dönerken
yaşayanlarla ve ölülerle
ve ansızın uyandığımda
henüz tam karanlık değilken
kaydı elim belinde.
Ne gece ne de uyku
ayırabilirdi bizi.

Seninle yattım
ve uyandığımda ve ağzın
kurtulduğunda düşünden
verdi bana toprağın lezzetini
deniz suyundan yosundan
hayatının derinliğinden
ve aldım öpüşünü
sabah kızıllığıyla ıslanmış
bizi çevreleyen denizden
bana gelmiş.





Adada Rüzgâr

Bir attır rüzgâr:
denizde gökte
devineni dinle.

Götürmek ister beni: dinle
nasıl devinir dünyada
taşımak için beni uzaklara.

Sakla beni kollarında
sadece bu gece
çarparken yağmur
denize ve toprağa
sayısız ağzıyla.

Dinle nasıl da çağırır
beni dörtnalında
taşımak için uzaklara.

Alınlar bitişik
ağızlar bitişik
bizi yakan sevdaya
bağlı bedenlerimizle
bırak essin rüzgâr
ki götürmesin beni ötelere.

Köpükle taçlanmış
rüzgâr essin bırak
bırak çağırsın ve arasın beni
karanlığının dörtnalında
büyük gözlerinin altında
batmışken ben
değil mi ki sadece bu gece
huzur bulacak sevgilim.





Adalara gelirler (1493)


Kasaplar adaları ıssız koydu.
şehitliği anlatan bu öyküde
Guanahani birinciydi.
Gülüşlerinin yokedildiğini gördü
balçığın oğulları fırlatıldığını
gördü narin bedenlerinin toprağa
ve öldükten sonra bile bir şey anlamadı onlar.
Bağlayıp yaraladılar onları
yaktılar ve küllere dönüştürdüler
derilerini yüzüp gömdüler toprağa.
Ve o zaman palmiyelerde
süpürücü bir valsi dans ettiğinde
boştu bu yeşil şölen yeri.

Yalnızca kemikler kaldı
amansızca yığmışlar
bir haç gibi Tanrı'nın ve insanların
büyük onuru için.

Narvez'in bıçağı yardı
ta mercan kayalıklarına dek
çobanların balçıklı toprağını
ve Sotavento'nun ormanını.
Haç burada tespih
burada Garotten'in kutsal Bakire'si.
Kolombus'un definesi fosfor-aydınlığıyla Küba
aldı sancağı ve dizleri
ıslak kumunda.




Adonis Gibi Angela

Bugün yattım masum genç bir kızın yanında
beyaz bir okyanusun kıyısında gibi
korlu bir yıldızın
yavaş yörüngesinin ortasında gibi.

Sonsuz yeşil bakışından
aktı ışık kuru su gibi
berrak derin çemberlerinde
taze gücün.

İki alazlı ateş gibi göğüsleri
parladı dikelmiş olarak iki bölgede
ve çifte bir akıntıda ulaştı ateş
büyük ışıklı ayaklarına.

Altın bir iklim olgunlaştı erkenden
bedeninin gündelik uzantılarına
ve doldurdu onu akın akın meyvelerle
ve gizli korla.





Ağaca Giriş

Biraz akıl yürütmeyle parmaklarımla
yavaşça taşkın altında kalan yavaş sularla
düşüyorum unutmabenilerin krallığı içine
üzüncün inatçı yarıküresi içine
unutulmuş harap bir oda içine
acı yoncaların bir demeti içine.

Düşüyorum gölge içine ortasında
tam da mahvolmuş şeylerin
bakıyorum örümceklere ve otlatıyorum
ormanları gizli bitmemişliklerle ve dolanıyorum
arasında bileği bükülmüş ıslak liflerin
özden ve sessizlikten yaşayan hayatın.

Uysal madde ey kuru kanatların gülü
çöküşümde tırmanıyorum yapraklarına
kırmızı bitkinlikten ağır ayaklarla
ve katı katedralinde eğiliyorum yere
ve dövüyorum dudaklarımı bir melekle.

Benim duran orada dünya renginin önünde
önünde solgun ölü kılıcının
önünde birleşmiş yüreklerinin
önünde sessiz yığınının.

Benim duran orada ölen kokulardan dalganın önünde
sarmalanmış sonbaharla ve dirençle:
benim bir gömü yolculuğuna çıkan
senin sarı yara izlerinin arasında.

Başlangıcı olmayan ağlayışımla gelen benim
besinsiz uykusuz yalnız
karartılmış dehlizlere giren
ve senin gizemli özüne ulaşan.

Görürüm senin kuru akıntının devindiğini
görürüm engellenmiş ellerinin büyüdüğünü
işitirim deniz bitkilerinin
gıcırdadığını denizle ve öfkeyle sarsıldığını
ve duyumsarım içe doğru ölen yaprakları
ve senin korunmasız kımıltısızlığınla
yeşil maddelerini birleştiren.

Gözenekler damarlar şirinliğin dolaşımı
ağırlık ve sessiz sıcaklık
düşmüş ruhunu delmiş oklar
uyuyan varlıklar kalın ağzında
tatlı tüketilmiş ilikten toz
sönmüş ruhlarla dolu kül
gel bana benzersiz düşüme benim
gecenin düştüğü ve ezilmiş su gibi
sonsuzca düştüğü yatak odama düş benim
ve bağla beni onların hayatına onların ölümüne
ve onların uysal maddelerine
onların ölü nötr güvercinlerine
ve tutuşturalım ateşi ve sessizliği ve sesi
ve yakalım ve susalım ve çanlar.





Ağacın Çizgisi

Elleri olmayan kör bir marangozum ben.
Suyun altında yaşadım yiyerek soğuğu
kokan bir kılıf dahi oluşturmadan o meskenler
o sedir ağacından diğerine bize gurur verdi hep
ve gene de ormanın dokusunda aradım ben şarkımı
o gizli liflerde dermansız peteklerde
ve budanmış dallarda doldurdu rayihayla
yalnızlığı ağacın dudaklarıyla.

Her bir maddeyi sevdim her bir damlasını
eflatunun ya da metalin suyun ve başağın
ve daldım içine o sıkı katmanın sonsuz ateşle
ve titreyen kumla çevrilmiş
dünyanın üzümleri arasında bir ölü adam gibi
donuklaşmış ağızla şarkımı söyleyene dek.

Balçık çamur ve şarap sarmalamış beni
gırtlağımın altında bir yangın gibi
çiçekleri açan o toprakla kaplı
kalçalara dokundum çılgınca
ve taşların arasında kayıp gitti duyularım
kapanmış yaranın içine.

Nasıl dönüşebilirdim olmadan bilmeden
zanaatım oluşmadan
demirhane
benim gücümle kararlı
ya da hızarlar kışları yük hayvanlarının
havası.

Her şey şefkat ve kaynak oldu
ve ben sadece gecesel amaca hizmet ediyordum.
 
---> Pablo Neruda Şiirleri

Ağaçların Dallarında Niçin Kalır Güz



Ağaçların dallarında niçin kalır güz
yapraklar düşene dek?


Ve nerede asar o
kendi sarı pantolonlarını?


Doğru mudur güzün beklemekte olduğu
olacak olan bir şeyi?



Belki bir yaprakta titreyecek
ya da evren uğrayacak geçerken?


Toprağın altında bir mıknatıs mı var
güzün kardeşi olan bir mıknatıs?


Ne zaman emredilir toprağın altında
gülün önceden belirlenmişliği.





Ağıt

Yalnız başıma ıssız yerlerde
ağlamak istiyorum ırmaklarca
söndürülmek istiyorum uyumak istiyorum
uyumak senin hayli yaşlı mineralsi gecen gibi.

Neden düştü parıldayan anahtarlar
haydut ellerine? Ayağa kalk
Ocllo anatanrıça bırak dinlensin gizliliğin
bu gecenin sonsuz yorgunluğunda
ve akıt öğüdünü damarlarıma.
Henüz dilemiyorum senden Yupanquierne'nin güneşini.
Uykuda konuşuyorum seninle ülkeden ülkeye
bağırarak Peru'lu anne
sıradağların kasığı.
Nasıl sızdı hançer yığınları
senin kumul ülkenin içine?
Ellerinde kımıltısızca
duyumsuyorum metallerin yayılışını
yeraltı damarlarınca.

Senin köklerinden yaratıldım
ne ki anlayamıyorum toprak
sunmuyor bana hikmetini
gördüğüm geceden başka bir şey değil
yıldız aydınlığı gök bölgeleri altında.
Hangi anlamsız yılan düşü
sürükledi kendini kankızılı o çizgiye?
Acının gözleri kasvetli gelişme.
Nasıl geldin acaba bu kızgın rüzgâra
neden gazabın kayaları arasında
kaldırmadı havaya Capac
parıldayan balçıktan tiara'sını?
Bırak dayanayım acıya bayraklarının altında
ve gömeyim kendimi
bir daha parıldamayacak ölü kök gibi.
Katı gecenin altında katı gecede
yeryüzüne inmek istiyorum
altın'ın ağzına erişmeye.

Yaymak istiyorum kendimi bu gecesel granitte.

Oraya umutsuz yazgımla erişmek istiyorum.





Alandaki Ölüler (28 Ocak 1946 Santiago de Chile)


Düştükleri yere ağlamaya gelmiyorum:
sizlere geliyorum sizleri yokluyorum yaşayanları
seni ve beni yokluyorum ve dövüyorum bağrını.
Daha önce de düşenler oldu. Ansır mısın? Elbet ansırsın.
Aynı ad ve soyadları vardı onların da.
San Gregorio'da yağmur dolu Lonquimay'da
Ranquil'de dağılmış her rüzgarda
İqueique'de kuma gömülmüş
deniz boyunca ve çölde
duman boyunca ve yağmurda
bozkırdan adalar denizine dek
öldürüldü diğerleri de
senin gibi Antonio'ydu adları
ve balıkçı ya da demirciydi senin gibi:
Şili'nin eti yaralanmış yüzleri
rüzgarla
bozkırın işkence ettikleri
acıyla damgalanmış.

Anayurdun duvarları ardında
yakınında kar'ın ve kardan cam butiklerin
ırmağın yeşil yaprakları ardında
güherçilenin ve başakların altında
gördüm halkımın kan damlalarını
ve her bir damlası ateş gibi yanıyordu.




Alberto Rojas Jiménez Geliyor Uçarak

Korkutan kanatların arasından arasından gecelerin
manolyaların arasından arasından telgrafların
Güney’in rüzgârı arasından ve denizle ıslanmış Batı’dan
geliyorsun uçarak.

Mezarların altından altından külün
donmuş salyangozların altından
en son yeraltı sularının altından
geliyorsun uçarak.

Daha da derinde boğulmuş kızların arasında
ve kör bitkilerin arasında çözülmüş balıkların
daha da derininde bulutların arasında yeniden
geliyorsun uçarak.

Kanla kemiklerin ötesinde
ötesinde ekmeğin şarabın ötesinde
ötesinde ateşin
geliyorsun uçarak.

Sirkenin ve ölümün ötesinde
arasında çürümenin ve menekşelerin
göksel sesinle ve ıslak ayakkabılarınla
geliyorsun uçarak.

Elçilerin ve eczanelerin üstünden
ve tekerin ve avukatların ve gemilerin
ve yeni çekilmiş kırmızı dişlerin
geliyorsun uçarak.

İri kadınların geniş elleriyle
saçlarını çözüp tarağı düşürdüğü
çökmüş çatılı kentlerin üstünden
geliyorsun uçarak.

Şarabın sessizlikte loş bulanık ellerle
kızılca bir ağaçtan yavaş ellerle
olgunlaşacağı mahzenleri geçerek
geliyorsun uçarak.

Yitik havacıların arasından
kanallar ve gölgeler boyunca
gömülmüş zambaklar yanında
geliyorsun uçarak.

Acı renkli şişelerin arasından
anason ve bela çemberleri arasından
ellerin yukarda ve ağlayarak
geliyorsun uçarak.

Diş hekimleri ve toplantılar üstünden
sinemaların ve tünellerin ve kulakların üstünden
yeni bir takım elbiseyle ve sönmüş gözlerle
geliyorsun uçarak.

Ölümünün yağmuru yağarken
tayfaların yolunu yitirdiği
duvarsız mezarının üstünden
geliyorsun uçarak.

Boşanırken yağmur parmaklarından
boşanırken yağmur kemiklerinden
düşerken iliğin ve gülüşün
geliyorsun uçarak.

Eriyip gittiğin taşlar üstünden
aceleyle kışa doğru zamana doğru
yüreğin düşerken damlalarda
geliyorsun uçarak.

Çimentoyla ve kara katip yürekleriyle
ve hiddetli atlının kemikleriyle
çevrilmiş olan sen değilsin oradaki
geliyorsun uçarak.

Ey deniz gelinciği ey benim soyum
ey arılarla giyinmiş gitarcı
saçındaki bütün bu gölgeyle yanlış bu:
geliyorsun uçarak.

Seni kovalayan bütün bu gölgeyle yanlış bu
onca ölü kırlangıçlarla yanlış bu
onca sızlanmayla kararmış toprakla:
geliyorsun uçarak.

Valparaíso’nun kara rüzgârı
dağıtıyor kömürden ve köpükten kanatlarını
geçip gittiğin göğü süpürmek için
geliyorsun uçarak.

Vapurlar var ve ölü denizin soğuğu
ve kaval sesleri ve aylar ve bir koku
sabah yağmurundan ve kirli balıklardan:
geliyorsun uçarak.

Rom var sen ve ben ve benim ağlayan ruhum
ve hiç kimse ve hiçbir şey çatlamış basamaklarıyla
bir merdiven yalnızca ve bir şemsiye:
geliyorsun uçarak.

Orada uzanıyor deniz. Geceleri gidiyorum ve dinliyorum
deniz altından uçarak gelişini yapyalnız
bende şenelmiş deniz altı karartılı:
geliyorsun uçarak.

Duyuyorum kanatlarını ve senin sakin uçuşunu
ve ölü suların sana çarpışını
kör ve ıslak güvercinler gibi:
geliyorsun uçarak.

Geliyorsun uçarak terk edilmiş yalnız
ölüler arasında tek her zaman yalnız
geliyorsun uçarak gölgesiz ve adsız
şekersiz ağızsız gülsüz
geliyorsun uçarak.





Alçı Maskeleri

Sevmiyordum Acıma mıydı ya da nefret?
Saygon gibi şehirlerde dolaşıyordum Madras’ta
Khandy’de ta gömülmüş olana dek Anaradapurha’nın
görkemli taşları ve Seylan’ın kayalıkları
Siddhartha’nın resimleri
balinalar gibi – ve daha da uzaklardaki:
Penang dolaylarında tozda nehir yataklarında
yabanıl ormanın en temiz sessizliğinde akınına uğramış
hayvan sürülerinin haşin hayatlarıyla
ötesinde Bangkok’un dansçıların
giysileri ve alçı maskeleri.
Zehirlenmiş deniz dipleri
çiy renkli mücevherlerden yapılma evler taşıyordu
ve geniş ırmaklar boyunca akıyordu
yoksul kalabalıkların barakaları teknelerle paketlenmiş
ve sayısız başkaları da örtmüş yayılan toprağı
sarı ırmakların ardı boyunca
bağrı yarılmış bir tek vahşi hayvanın derisi gibi
halkların derisi sayısız efendi tarafından
küçük düşürülmüş.
Komutanlar ve kontlar
yaşadılar ölen fenerlerin
ıslak hırıltısında emdiler kanını
yoksul zanaatkarların
ve pençelerle kırbaçlar arasında daha yücelerde
bulunuyordu izin belgesi Avrupalı
alüminyumdan tapınaklar kuran
petrolün Kuzey Amerikalısı
korunmasız deriyi yüzüp duruyordu
ve yaratıyordu kanda yeni kurbanlar.





Almería

Kırık ve kekre bir öğün yemek rahip için
demir artıklarından külden gözyaşlarından
bir yeraltı öğünü iç çekişlerden ve yıkılan duvarlardan
bir öğün yemek rahip için Almería’nın kanıyla pişirilmiş.

Bir öğün yemek bankere mutlu Güney’in
çocuk yanaklarından bir öğün patlamalardan
bir öğün hissiz sudan ve harabelerden ve dehşetten
kırılmış millerden ve ezilmiş başlardan bir öğün
siyah bir öğün Almería’nın kanıyla pişirilmiş bir öğün.

Her sabah hayatlarınızın bulanık sabahlarında
bulacaksınız o buharlı ve sıcak öğünü her biriniz:
yumuşak ellerinizle kenara itmeye çalışacaksınız
görmemek için sindirmemek için defalarca:
kenara iteceksiniz ekmekle üzümler arasında
her sabah orada duracak olan
suskun kandan bu öğünü
her sabah.

Garnizon eğlencesinde her bir eğlencede
albaya ve albayın karısına bir öğün
yeminlerin ve tükürüğün üzerinden şafağın şarap ışığında:
ki görmeyesiniz o titreyen şeyi ve soğuğu dünya üzerinde.

Evet hepinize bir öğün orada ve buradaki zenginlere
elçilere bakanlara yıldıran şölen misafirlerine
derin koltuklarda çay içen kadınlara
ezilmiş ve taşan bir öğün yoksul kanla lekelenmiş
her sabah her hafta her zaman
Almería’nın kanıyla pişirilmiş bir öğün önünüzde her daim.




Altının Yolu

İçeri girin efendim buyurun alın anayurdu ve toprağı
meskenleri kutsamaları istiridyeleri
burada her şey satılır.
Barutlarınızla düşmeyecek hiçbir kule yoktur
bulunmuyor isteklerinizi reddedecek herhangi bir başkanlık
vergi tasarrufu yapacak herhangi bir ağ da yok.

Burada bizler rüzgâr kadar “özgür” olduğumuzdan
satın alabilirsiniz rüzgârı şelaleyi
ve geliştirilmiş selülozda
düzenleyebilirsiniz yerinde olmayan fikirleri
ya da toplayabilirsiniz
esnaf çarşaflarına özgü lakayt sevdaları.

Giysi değiştirdi altın ve gitti
yıpranmış kağıttan paçavra giysilerle
görünmeyen yapraklarla soğuk yumurtalar
burkulmuş parmakların kemerleri.

Yeni sarayındaki genç kıza
getirdi babası dişlerini göstererek
banknotla dolu tabağı
o güzel kız bir anda yuttu ve çarptı yere
ani bir gülümseyişle.
Altının yüzyıllar boyunca ataması
emredildi Piskopos tarafından açtı kapıyı
yargıçlar için yaydı o kalın halıları
genelevlerde titremesini sağladı gecenin
savurdu rüzgârda dalgalanan saçlarını.

(Bunlar hüküm sürdüğü zamanda yaşamıştım.
Gördüm tüketilen çürümüşlüğü
gübreden piramitler eziliyor
onurdan: yıkayan yağmurun
isteksiz kayserleri
ikna ettiler terazilerin
kararını ölümün kaskatı
oyuncak bebeği kireçlenmiş
onların katı tüketen külünden) .





Alvarado

Pençeler ve bıçaklarla atladı
kulübelerin üstüne Alvarado yerle bir etti
saracın ata-yadigarını
çaldı aşiretin düğün-gülünü
halk-ırklarına mülklere dinlere saldırdı
hırsız çocukların define-tabutu oldu
ölümün gizli şahini.
Papaloapan'a doğru
Büyük yeşil ırmak
Kelebek-ırmağına doğru döndü neden sonra
savaşçı bayrağında kanla.

Ağırbaşlı ırmak gördü oğullarının öldüğünü
ya da köle olarak hayatta kaldığını
su boyunca ateşte gördü o
soy ve sezgi genç kafaların yandığını.
Ne ki yoktu acıların sonu
onların zalim seferinde
yeni zulümlere doğru yola çıkan.

 
---> Pablo Neruda Şiirleri

Ama Eğer Silâhlandırırsan Ordunu

Ama eğer silâhlandırırsan ordunu Kuzey Amerika
bu temiz sınırı yok etmek için
ve Şikago kasabını efendisi yapmak için
sevdiğimiz bu müziğe ve düzene
o zaman taşlarla ve havayla atılacağız ileri
seni un ufak etmek için:
sana ateş püskürtmek için
atılacağız ileri son pencereden:
en derin dalgalardan atılacağız üzerine
seni dikenlerle çarmıha germek için
o zaman atılacağız ileri saban izlerinden ki
filizler Kolombiyalı bir yumruk gibi
patlasın yüzünde o zaman atılacağız üzerine
ekmek ve suyunu kesmek için
o zaman atılacağız ileri
cehennemde yakmak için seni.

Bu yüzden ayak basma ey asker
harika Fransa’ya çünkü orada olacağız bizler
yeşil asmalar şarap sirkesi verebilsin
ve yoksul kızlar gösterebilsinler diye
Alman kanının hâlâ kurumadığı yerleri.
İspanya’nın kuru dağlarına tırmanma
çünkü oradaki her bir taş ateşe dönüşecek
ve savaşacak yiğitler bin yıl daha:
zeytinliklerde şaşırma yolunu
çünkü asla dönemezsin Oklahoma’daki evine dalma
Yunanistan’ın içine çünkü izin verdiğin
ve bugün de akan kan
topraktan kalkarak durdurur seni orada.
Gelme balık avlamaya Tocopilla’ya
çünkü biliyor kılıç balığı yağmalamalarınızı
ve Araukanyalı esmer maden işçisi getirecek
yeni istilacıları bekleyen
o eski zalim gömülmüş okları.
Güvenme gauchoların söylediği vidalitalara
ya da soğuk depoların işçilerine. Tıpkı
bir elinde bir şişe petrol
öbüründe bir gitar bekleyen Venezüellalılar gibi
her yerdeler gözleri ve yumruklarıyla onlar.
Girme Nikaragua’ya da girme sakın.
O güne kadar göz kapağı olmayan bir yüzle
uyuyordu Sandino ormanda
sarmaşıklarla ve yağmurla kaplanmış tüfeği
fakat onu öldürdüğünüzde açtığınız yaralar
bıçakların ışığını bekleyen
Porto Riko’daki eller gibi canlı hâlâ.
İnatla karşı koyacak dünya size.
Sadece adalar ıssız kalmayacak fakat hava da
ki dinliyor bugün sevdiği sözcükleri.

Gelip de insan eti isteme
Peru’nun yüceliklerinde: anıtların yaralanmış sisinde
sana karşı bileyliyor mor kuvars kılıcını
kanımızın uysal atası
ve vadiler boyunca çağırıyor boğuk sesli savaş boruları
savaşçıları Amaru’nun taş fırlatan
oğullarını. Meksika dağlarında da arama kimseyi
şafak kızıllığına karşı savaştırmak için
uyumuyor Zapata’nın tüfekleri
yağlanmış tüfekler ve çevrilmişler Teksas topraklarına.
Girme Küba’ya çünkü o denizsi ışıkta
ter ağırlığı şeker kamışı tarlaları üzerinde
bekliyor seni tek bir kasvetli bakış
ve tek bir çığlık öldürmek için seni.
Partizanların topraklarına girme gürültülü
İtalya’da: Roma’da tuttuğun o şık askerlerin
saflarından ayrılma sakın Aziz Peter Katedrali’nden ayrılma:
köylüklerin basit ermişleri var orada
balıkçıların deniz ermişleri
seviyorlar dünyanın yeniden çiçekleneceği
bozkırın o geniş topraklarını.
Dokunma
Bulgaristan’ın köprülerine izin vermezler geçmene.
Romanya’nın ırmaklarını fokurdayan kanlarla dolduracağız
haşlamak için istila kuvvetlerini:
bugün feodal efendisinin nerede gömüldüğünü bilen
ve sapanıyla ve tüfeğiyle nöbet bekleyen köylüye
selam verme: bakma ona
çünkü küle dönüştürür seni bir yıldız gibi.
Girme Çin topraklarına: Kiralık çırağın Chiang yok orada
müsteşarlarıyla kokuşmuş sarayında artık:
Çiftçilerin oraklarından bir orman
ve baruttan bir volkan bekliyor orada seni.

Başka savaşlarda suyla dolu hendekler vardı
ve bunların arkasında dikenli teller ve pençeler vardı
ama bu hendekler daha büyük bu sular daha derin
bu dikenli teller bütün diğer metallere göre daha yenilmez.
Bunlar bu insansı metallerin topl******* oluşan atomlar
hayat üstüne hayattan oluşan binlerce düğümün toplamı
uzak vadilerden ve ülkelerden halkların eski acıları bunlar
bütün bayrakların ve gemilerin
toplanılan bütün mağaraların eski acıları bunlar
fırtınaya karşı savaşta yırtılan bütün ağların
toprağın bütün çetin yarıklarının
ateşten kızmış çaydanlık cehennemlerinin
bütün dokumaların ve dökümhanelerin
bütün kaybolmuş ya da istiflenmiş lokomotiflerin
eski acıları bunlar.
Bu çelik tel binlerce kez dolandı dünyayı:
kesilmiş gibi görünür orduyla yıkılmış sanılır
fakat birdenbire bulur kutuplarını
ve tekrar kuşatır dünyayı.
Fakat henüz
çok ötelerde bekliyor sizleri
ışıltılı ve kararlı
çeliklenmiş ve güleç
hazır şarkı söylemeye ve mücadeleye
tundradan ve tayga ormanlarından kadınlar ve erkekler
ölümü yenen savaşçıları Volga’nın
Stalingrad’ın oğulları Ukrayna’nın devleri
kandan ve taştan demirden ve şarkıdan cesaret ve umuttan
yapılmış tek yüksek korkunç bir duvar.
Eğer bu duvara dokunursanız öleceksiniz
fabrikaların kömürü gibi yanacaksınız
ve Rochester’den gülüşler gölgeye dönecek
step rüzgârları savuracak
ve kar sonsuza dek gömecek sonra.
Büyük Peter’den bu yana savaşanlar herkes gelecek
toprağa merakla vuran yeni kahramanların yanına
ve onların madalyalarından bugün mutlu olan
bu muhteşem ülkenin üzerinde vızıldayan
küçük soğuk mermiler yapacaklar.
Ve sarmaşıklarla donanmış laboratuarlar
gönderecekler kurtarılmış atomu
mağrur şehirlerine.




Amerika Sevdası (1400)

Takma saç ve üniforma paltolardan önce
vardı ırmaklar candamarları gibi ırmaklar
aşınmış dalgalarının tepelerinde kondor'un ve kar'ın
kımıltısızca durduğu sıradağlar vardı:
nem ve yabanıl orman da bulunurdu henüz
adı olmayan şimşek gezegenimsi bozkırlar.

İnsan topraktı kaptı titreyen bataklığın
gözkapağı bir çeşit balçıktı
Karaib maşrapası Chibcha taşıydı
sultan kupası ya da Arauco çakmaktaşıydı.
Genç ve acımasızdı gene de kanlı kristalden
yapılma silahının kabzasında basılıydı
dünyanın başharfleri.
Onları
ansıyamadı sonraları hiçkimse: rüzgâr
unuttu onları toprağa gömüldü
suyun dili yitirildi anahtarlar
ya da boğuldu sessizlik ve kanda.

Yaşam yitirilmedi çoban kardeşlerim.
Ama yabanıl bir gül gibi
düştü kızıl bir damla ormana
ve bir yerlambası söndü.

Öykünün akışını anlatmak için buradayım.
Yaban ****ünün barışından
dünyanın bir ucunda kırbaçlanan
sahillere dek Antartik ışığıyla toparlanmış
köpük yığınlarında ve bunaltan
karanlıklarda Venezuella sakinliğinin
dikkaya oyuklarında aradım
seni babam benim
karanlığın ve bakırın genç savaşçısı
ya da seni gelinlik bitki yatırılmaz saçörgüsü
ana-timsah metalik güvercin seni.

Ben dipçamurun gururlu İnkası
dokundum taşa ve dedim ki:
Kim
bekler beni? Ve ezdim bir avuç
sırçayı parmaklarım arasında.
Gene de dolandım durdum
zapoteka-çiçekleri arasında
ve ışık bir geyik kadar yumuşaktı
ve gölge yeşilce bir gözkapağı.

Sen memleketim benim adsız Amerikasız
gündönümünün taçyaprağı erguvan mızrak
köklerimden sürünür kokun tepeme dek
boşalan kadehime dek en taze söze dek
henüz ağzımdan doğmamış olana dek





Amerika Anmam Adını Boş Yere

Amerika anmam adını boş yere.
Boyun eğdiğinde kılıç yüreğime
ruhumda o sonsuz dam akmasına dayandığımda
pencerelerden
senin yeni günün beni delip geçtiğinde
bana hayat veren ışıktaki kendim oldum ve olurum
beni belirleyen gölgede yaşarım o zaman
uyur ve uyanırım ben senin somut şafağında:
üzümler kadar tatlı ve gene de dehşet verici
şekerin ve cezanın lideri
soyun dölünde yıkanmış
senin kalıtının kanıyla beslenmiş.







Anımsarım Denizi

Ey Şilili deniz kıyısında bulundun mu yakın zamanlarda?
Git oraya benim adıma ıslat ellerini ve kaldır yukarı;
yabancı ülkelerden tapacağım o sonsuz sudan
yüzüne düşen bu damlalara.
Biliyorum onu benim bütün kıyım boyunca yaşayıp durdum
Kuzey’in hırçın denizini çorak tarlalardan
köpüğün fırtına ağırlıklı adaları civarında.
Anımsarım denizi Coquibo’nun çatlamış
ve demir grisi kıyılarını Tralca’nın mağrur sularını
Güney’in beni yaratan yalnız dalgalarını.
Anımsarım Puerto Montt’da ya da adalarda geceleri
sahile geri dönüşü ve bekleyen o kayığı
ve ayaklarımız bıraktı ateşi izlere
fosfor aydınlığı bir tanrısallığın mistik alazlarını.
Her bir adım fosfordan bir akıntıydı.
Yıldızla yazdık biz dünyayı.
Ve kayarak deniz üzerinde titredi kayık
deniz ateşinden bir dal budak ateşböceğinden
sayısız gözlerden bir dalga uyanan
her bir seferinde ve tekrar uyuyan kendi uçurumunda.






Anımsıyorum Seni Olduğun Gibi

Anımsıyorum seni olduğun gibi geçen sonbahar.
Başlığın griydi ve yüreğin sakince.
Gözlerinde savaşıyordu alacakaranlığın alevleri.
Ve düştü yapraklar ruhunun sularına.

Bir boru çiçeği gibi yapışmıştın koluma
ikircikli ve sakin sesine korunak olurken yapraklar.
Arzumun alazlanıp durduğu kötürüm eden bir ateş.
O uysal mavi sümbül burkulmuş ruhumun üstünde.

Gör nasıl uzaklaşıyor gözlerin sonbahar gibi uzak
başlık o gri o cıvıltılı ses ve o evcimen yürek
kömürün koruna öpücüklerimin neşeyle düştüğü
derin özlemlerimin amacı olan şey.

Bir gemiden görünen gökyüzü. Yüksek dağlardaki yaylalar.
Hatıran ışık gibi duman gibi o sessiz gölcük gibi.
Ötesinde gözlerinin durur yangında akşam kızıllığı.
Fırıl fırıl sonbaharın kuru yaprakları ruhunda.






Anlaşma (Sonat)

Toprağa düşmüş tozlu yapraklardan
ya da kendisini gömen sessiz yapraklardan.
Işıksız metallerden boşlukla birlikte
yokluğuyla birdenbire ölen günde.
Ellerin tepesinde kelebeklerin ışıltısı
ışığının son nedir bilmediği kelebeklerden bir akın.

Korudun ışıktan izi ezilmiş varlıklardan
batışındaki terk edilmiş güneşin
fırlattığı gibi kiliselere.
Bakışla lekelenmiş işi gücü arılarla
beklenmeyen alev için kaçışta gidiyor özü
günden önce ve izliyor onu ve onun altın soyunu.

Gözetleyen günler geçip geçiyor gizlice
fakat düşüyor onlar ışıktan sesinin içine.
Ey aşkın hükümranı sükûnetinde
kurdum düşümü içe kapanıklığımı.

Ürkünç sayılardan bedeninle senin birdenbire
yayılmışsın dünyayı açıklayan o kemiyetlere
günlerin kavgasının ardında beyaz uzay
ve soğuğu yavaş ölümün ve solan içgüdünün
hissediyorum kasığının alazlandığını ve öpüşlerinin geçtiğini
dönüşerek rüyamdaki genç serçelere.

Bazen yükseliyor gözyaşlarının kaderi
alnıma yükseldiği gibi yaşımın – orada
patlıyor dalgalar ve öldüresiye vuruyor kendilerini:
ıslaktır devinim gevşek ve kesin.






 
---> Pablo Neruda Şiirleri

Sonsuz İnsanın Girişimi;

ve işte evim
ormanlar kokularıyla dolduruyorlar yine
arabayla taşındığı bu yerden
parçaladım yüreğimi ayna gibi geçip gitmek için içimden
işte yüksek pencere ve ağaç bedenlerini düşüren balta olandan
kalan kapılar
rüzgar kalaslara astı belki
derin ağırlığı kendisini unuttuğunda
dans ediyordu gece ağlarında
hıçkırarak uyanıyordu çocuk
anlatmıyorum mutsuz sözcüklerle söylüyorum
alacakaranlığı dilimliyor yine yapı iskeleleri
ve camlar ardında yağdanlığın alevi
bakmak içinde gökten yana
gece düşüyordu cam taçyapraklar olarak
fırtınaya götüren yolu izledin sen
ne istiyordun ne koyuyordun ölürken sık sık
sık sık
bütün nesneler çıkıyor büyük bir sessizliğe doğru
ve o güvertesinde eğilmiş umutsuzdu
acılı bir çiçeği tutuyordun
taçyaprakları arasında dönüyordu günler
yenik pilot papatyalar
yenik gölge terk etmiş karıştırıyordun
son sınırların metalini
orada bekliyordu saatin
yine de şafak yükseldi toprağın kadranları üzerinde
günler birdenbire tırmandılar yıllara
işte yürüyen yüreğin bitkinsin
olmayan mevsimi uğurlayan kuşları tutuyorsun yanında

kabul ediyorum gğü bakıyorum en derinine düşünüyorum
belirsizlikle oturmuş da bu kıyıya
ey sular ve kağıtlarla dokunmuş gök
kendi kendime konuşmaya başladım alçak sesle
gitmemeye kararlı köklerimin terlemesiyle sürüklenerek
kıpırtısız bu mavi dillere aç gemi gibi
titriyordun balıklar izlemeye başladılar seni
bu susuzluk anını büyüklükle şarkıya dökmekti isteğin
şarkı söylemek istiyordun
oturmuş odana şarkı söylemek istiyordun o gün
ama bir çanda gibi soğuktu hava yüreğinde
sayıklayan bir halat bozacaktı soğuğunu
bacağım uyuştu bu pozisyonda
şarkı söyleyerek konuştum onunla yüreğim bana ait
gökyüzü sesli damlaydı ve büyük sessizliğe düşüyordu
kulak kabartıyorum ve zaman okaliptüs gibi
şarkı söylüyor kendinden geçmiş şurda burda
ıslık çalan bir hırsızı barındırarak
vadilerin sınırlarında durdurdum atımı
ürkmüş kaygılı kıpırtısız işemeden
o anda yemin ederim ey göğün zayıflığında capcanlı
sepetin hoşnut balıkçı gibi gelen gece

kimden satın aldım o gece benim olan yalnızlığı
rüzgara ayağına çabuk olmayı emir veren
tamamlanmamış yapraklar içinde soğuk çiçeğine
fırtına diyorsan bana ve yankılanıyorsan uzaktan
bir tren gibi ayaklarımın dibine düşmüş
sana kan uyurgezeri diyen hüzünlü dalga
gidiyordun bazen şafağı aramaya
tanıyordum seni ama uzakta açıkta
gözlerine eğilip yitik gemi demirini arıyorum
işte senin tuttuğun
sedef kollarında açmış
bitirmek için daha ileriye gitmeyi bırakmak için
övüyorum seni bunun için yüreğimi izleyen
tersine kaldırarak gözleri
seni geri dönüş belirtilerinde arıyorum
ormanların sessizliğinde gibi uyuyan kuşlarla dolusun
kırgın zambak ağır taçyaprak başka yerlere bakıyorsun
seninle konuştuğumda acı benimsin kadınımsın öylesine uzak
sıklaştır adımlarını sıklaştır ve yak ateşböceklerini

(...)
geri ver bana büyük gülü gittiğim şeyleri eşit düşündüğüm
bu dünyaya taşınan susuzluğu
gece önemli ve hüzünlü ve burada şikayetim
uzun suların gemicisi birdenbire
bir martı şakaklarında büyüdüğünde
yüreğim daha bir güzelleşir
gri ayağınla damganı vur bana uzaklıkla dolu
acı okyanus kıyısındaki yolculuğun ya da bekle beni
bir menekşe gibi uyanır sis
sevgili gecede ağacına bir çocuk tırmanır
meyvelerini çalmaya
ve kertenkeleler fışkırır ağır yeleğinden
o zaman gün atlar arısının üstünden
ayaktayım ışıkta nasılsa öğle zamanı toprakta
her şeyi sevecenlikle anlatmak istiyorum
işte sen kötü mevsimlerin nöbetçisi
kaygılı balıkçı bırak beni süsleyeyim örneğin
meyvelerden tatlı bir kemerle hüznünü
bekle beni gittiğim yerde ah iniyor gece
yemek okyanusun gemici türküleri ve bekle beni
sana ilerleyerek bir çığlık gibi geride kalarak
bir iz gibi oh bekle beni
bu son gölgeye oturmuş ya da yine ondan sonra.
 
---> Pablo Neruda Şiirleri

Annelik

Nasıl da yuvarlanırsın anneliğin içine ve onaylarsın
sıklıkla ölümcül olan gramlı karanlık asidini?
Güllerin geleceği geldi! Ağın
ve yıldırımın zamanı! Şiddetli beslenmiş
yaprakların uysal duaları!
Ilımlı olmayan bir ırmak
çağlayıp odaların ve kıvrımların arasından
uyandırır tutkuları ve acıları
ağır sıvısıyla ve gözyaşlarından taşkınıyla.

Bazı kemikleri bazı elleri
bazı denizci giysilerini şenelten
beklenmeyen bir mevsim hakkında konuşurum.

Ve onun ışıltısı değiştirir gülleri
ve onlara ekmek verir ve taş ve çiy
ey karanlık anne gel
sol elinde bir maskeyle
ve kolların hıçkırıklarla dolu.

İsterim ki kimsenin ölmediği bu dehlizlerden
geçesin balıksız bir denizin arasından
pulsuz gemi batışlarının olmadığı
adımsız bir otelin arasından
dumansız bir tünelin arasından.

Senin için kimsenin doğmadığı bu dünya belirlenmiş
orada ne ölü çelenkler bulunur
ne de dölyatağı çiçekleri
senindir bu gezegen deriyle ve taşla dolu.
Orada bütün hayatlar için gölge var.
Sütten ve kandan binaların dolaşımı var
ve yeşil havadan kuleler.
Duvarlarda sessizlik var
ve rüzgârdan toynaklarıyla büyük solgun inekler.
Rüzgâr var orada böylece durabilir
diş çenede ve dudak dudak üzerinde
böylece konuşabilir ağzın ölmeksizin
ve kanın boş yere dökülmeyecek.

Ey karanlık anne yaralarsın beni
yürekteki on bıçakla
bu tarafa doğru o aydınlık zamana doğru
o külsüz ilkbahara doğru.

Bağır yüreğimde ezene dek
onun siyah kerestesini kandan
ve taşkın saçtan bir harita
lekeleyene dek delikleri ve gölgeyi
vur ona ağlayana dek camları
eriyene dek iğneleri.

Parmakları var kanın
ve kazıyor tünelleri toprağın altında.




Askerin Gecesi

Yaşıyorum askerin gecesini yıkım ya da melankoli bilmeyen adamın zamanını okyanus ya da bir dalganın uzağa fırlattığı adamın zamanını o acı suyu bilmeyen ayırdı kendini ondan ve korkusuzca ve yavaş yavaş yaşlanıyor büyük değişimleri olmayan sıradan hayata adanmış yokluğu olmaksızın kendi hayatını yaşayan derisinde ve giysisinde gerçekte karanlık. Tütün tüttüren tüküren ve denetimsizce içki içen ve ansızın ölümlü hastalar gibi hep birden çöken aptal ve neşeli arkadaşlarla birlikteyken işte böyle görüyorum kendimi. Değil mi ki nerededir askerin teyzesi gelini kaynanası ve yengesi? Belki ölürler toplum dışında bırakılmaktan ya da malaryadan soğurlar ve sararırlar ve buzdan bir yıldıza göç ederler soğuk bir gezegene en sonunda dinlenmek için genç kızlar ve buzul meyveler arasında ve onların cesetleri zavallı ateş cesetleri uyumak zorunda alazların ve kaymaktaşı meleklerinin koruduğu külün uzağında.

Akşam yükümlülüğüyle yenilmek için sonuna yaklaşan her gün dolanıyorum Müslüman tacirlerin arasında geziniyorum gereksiz bir nöbetçi gibi ineğe ve kobra yılanına tapan insanların arasında dolaşıyorum cazibesiz ve sıradan bir yüzle. Aylar değişimsiz değil ve yağmur yağıyor bazen: gökyüzünün sıcağından dökülüyor gebe su ter gibi suskun ve dev bitkilerin üzerinde yabanıl hayvanların sırtlarında dolanıyor birbirine ve uzuyor bu ıslak tüyler bir zaman sessizlikte. Gecenin suları musonun gözyaşları tuzla doymuş tükürük düşmüş atların köpükleri gibi büyümesi yavaşça püskürtüsü yavaş hayrette kalmış kaçışta.

Şimdi o profesyonel merakın yalnızca huzuruyla bir yarık açan o acınası şefkatin yıldırım ışıltısıyla beni aşırı maviyle giydiren o mükemmel vicdanın nerede? Bağlayıcı bir sistemin oğlu ta yüreğe dek inatçı fizikî bir sabırdan nefes almayı sürdüreceğim gündelik olarak yığılan besinin ve zamanın bir sonucu olarak öçten ve altın derimden oluşan gardırobum çalınmış. Çünkü ayaklarım kayıyor tek bir mevsimin mekanlardan oluşan saatleri gibi ve üzerimde asılı duruyor hemen her zaman günün ve gecenin biçimlerinden oluşan bir gün.

Sonra ara sıra düşüyorum genç gözlü ve kalçalı kızların peşine saçlarında sarı bir çiçeğin yıldırım gibi alazlandığı varlıkların peşine. Ayak parmaklarının her birinde yüzükler var ve bilezikler ayak bileklerinde halhallar ve bunun yanı sıra renkli kolyeler boyunlarından çıkarıp araştırdığım zincirler değil mi ki hayran kalıyorum önünde sonsuzca tekrarlanan diri bir bedenin ve dinelmiyor öpüşlerim. Her bir yeni heykeli tartıyorum kollarımda ve içiyorum erkeksi susuzlukla onların yaşayan iksirini sessizlikte. Uzanmış yatarak bakıyorum yukarıya o uçucu yaratığa bakış tırmanıyor onun çıplak varlığı üzerinden gülüşüne: devasa ve üçgensi yukarısı kaldırılmış havaya iki global memeyle beyaz yağdan ve uysal enerjiden ışığıyla iki lamba gibi dipdiri gözlerimin önümde. Teslim oluyorum onun karanlık yıldızına teninin sıcaklığına onun ve düşmüş bir düşman gibi devinimsiz bağrımın altında aşırı kalın ve mat kollarla bacaklar uzanıyor savunmasız dalgada o: ya da çapraz milli solgun hızlı derin bir teker gibi ve parmaklar dönüp duruyor etrafında şaşkın bir yıldız gibi.

Ah kendi kendisini tüketen ve düşen harabelerle çevrilmiş yas tutan şeylerin ortasında terk edilmiş bir kor gibi peş peşe geceler. Olağan olarak hazır ve nazır bulunuyorum bu sonlu gereksiz silâhlarla kuşanmışlıkta mahvolmuş itirazlarda. Koruyorum bu yarı gecesel maddenin kanıyla hafifçe ıslanmış giysilerimi ve kemiklerimi: etrafımda toplanan bu dayanıksız toz ve ara sıra uyanıyorum vekalet tanrısının yanında direngen soluk alışıyla yükseğe kaldırılmış kılıcıyla.






Askerin Sevgilisi

Askerin sevgilisi yaptı hayat seni
kavganın sıcağında.

Zavallı ipek entarinle
sahte taşlardan tırnaklarınla
ateşin arasından geçmeye hazırlandın.

Gel buraya ey avare
gel ve iç o kızıl şebnemi
göğsümde.

Bilmek istemedin nereye gittiğini
kavalyeydin
ne eğlencen vardı ne de ülken.

Ve dolandığında yanı başımda
hayatın benimle gittiğini görürsün
ve ölüm var ardımızda.

Artık dans edemiyorsun
ipek entarinle salonda.

Ayakkabılarını aşındırmak istersin
fakat büyüyeceksin yürüyüşte.

Dolanmalısın dikenlerin üstünde
bırakmalısın kandan küçük damlaları.

Öp beni yeniden sevgilim.

Temizle silâhını yoldaş.





Aşık Olmalar: Kent

Ekim ayında öğrenci aşkı
alazlanır kiraz ağaçlı sefil caddelerde
ve mırıldanan bir tramvay her köşede
su gibi kızlar Şili’nin balçığından
ve çamurundan ve karından
ve ışığından ve kara gecesinden birleşmiş bedenler
Rosa’yla Lina’yla ya da Carmen’le
düşmüş yatağa hanımelleri
çıplaklar şimdiden çalınmış gizler belki
ya da gizem dolular kıvırırlarken kendilerini
kucaklayışta bir sarmal belki bir kule
ya da yaseminden ya da ağızlardan bir titreyiş:
dünde miydi şimdiki sabahta mı nereye kayboldu
o uçucu ilkbahar? Ey elektrikli
kalçanın ritmi ey tünelinden çıkıp
türüne giderken apaçık kırbaç vurması atmığın
ve uyuklayan bir topalakla
utkulu akşamda ve kağıtlar arasında
dizelerim yazılmış orada
temiz mayayla dalgayla
güvercinle ve yayılan saçla.
Tek kerelik aşık olmalar hızlı
şehvetli anahtardan anahtara
ve buna katılmış olmanın gururu!
Sanıyorum şiirimin temeli yalnızca
yalnızlıkta değil fakat bir bedendedir de
ve ondan sonra başka bir bedende daha
yeryüzünün bütün öpüşleriyle
ve ayın tekmil teninin altında.





Aşk

Bunca gün ah bunca gün
görmeyi seni böyle kırılgan böyle yakın
nasıl öderim neyle öderim?

Uyandı kana susamış
ilkbaharı koruların
çıkıyor tilkiler inlerinden
çiylerini içiyor yılanlar
ve ben gidiyorum seninle yapraklarda
çamlar ve sessizlik arasında
sorarak kendime nasıl ne zaman
ödeyeceğim diye şu bahtımı

Bütün gördüklerim içinde
yalnız sensin hep görmek istediğim
dokunduğum her şey içinde
senin tenindir hep dokunmak istediğim:
seviyorum senin portakal kahkahanı
hoşlanıyorum uykudaki görüntünden

Ne yapmalıyım sevgilim sevdiceğim
bilmiyorum nasıl sever başkaları
eskiden nasıl severlerdi
yaşıyorum bakarak severek seni
aşk tabiatımdır benim

Her ikindi daha da hoşuma gidiyorsun.

Nerde o? Hep bunu soruyorum
kaybolduğunda gözlerin
Ne kadar geç kaldı! Düşünüp inciniyorum
yoksul aptal kasvetli duyuyorum kendimi
geliyorsun sen bir esintisin
şeftali ağaçlarından uçan.

Bu yüzden seviyorum seni bu yüzden değil
o kadar neden var ki o kadar az
böyle olmalı aşk
kuşatan genel
üzgün müthiş
bayraklarda donanmış yaslı
yıldızlar gibi çiçek açan
bir öpüş kadar ölçüsüz.





Aynı uçurumdan ölüler tek bir koyaktan gölgeler

Aynı uçurumdan ölüler tek bir koyaktan gölgeler
ta en dipten geldi böylece
büyüklüğünün kucağına gerçek
herşeyi yokeden ölüm
ve delik deşik edilmiş kayalardan
kan kızılı sütun başlıklarından
tırmanan su kemerlerinden
çakıldınız biricik ölüme bir güzhasadı gibi.
Bugün ağlamıyor artık boş hava
tanımıyor toprak balçıklı ayaklarınızı
şimdiden unutuldu çömlekleriniz ki süzmüştü
gökyüzünü akarken şimşeğin bıçağı üstünde.
Ve yuttu sis rüzgârın yardığı
kudretli ağacı.
Zamanın sonuna gökyüzünün şakağından
ansızın düşen el çarptı onu.
yoksunuz artık:
dokuma-ağdan eller
kırılgan lifler
karmaşık doku:
Her neydiyseniz atıldınız öteye: alışkanlıklar
aşınmıs heceler gözkamaştırıcı ışıktan maskeler.

Ama kaldı gene de taşın ve sözün sürekliliği:
kent yükseldi herkesin elindeki bir kadeh gibi
ölülerin yaşayanların ve sesi kesilmişlerin ellerinde
onca ölüyle onca hayatla yükseldi bir duvar
taşlaşmış çiçekten bir nabıztaşı: kalıcı gül
meskenimiz: buzul sömürgelerin And-dağı ışığı.

Döndüğünde bu topraksı gri el toprağa
bu güzelim gözkapağı kaba duvarlarla
ve kapandığında kalelerle dolarak
ve bütün bir insanlık korkuyla sindiğinde deliğinde
mükemmelliğin azametli hedefi kalacak geriye:
insanlık-şafağının yüce kalesi
sessizliği koruyan en uzun çömlek:
bunca hayattan kalan taştan bir hayat.





Başka Bir Sefer Başka Bir Gece Gittim Daha Öteye

Başka bir sefer başka bir gece gittim daha öteye.
Boyunca kıyı sıradağlarının
Büyük Okyanus'a doğru geniş ırmaklar boyunca
ve o zamandan beri geçtim Valparaiso
kıvrılan caddelerden geçitlerden ve sokaklardan.
Vardım bir denizcinin evine.
Oturmuş bekliyordu annesi beni.
'Dünden önce bilmiyordum - dedi - oğlum anlattı
geleceğinizi ve Neruda adı
bir titreyiş gibi geçti içimden.
Sonra hangi rahatlığı hangi ikramı
sunabiliriz ki oğlum? diye sorduğumda
bizdendir O yoksuldan yanadır - dedi oğlum -
ne alay eder ne de hor görür
yoksul yaşantımızı O yüceltir ve
savunur onu sonuna dek. - İyi dedim öyleyse.
Bundan böyle sizlerindir de bu ev.'.
Kimse tanımıyordu bu evde beni.
Lekesiz masa-örtüsüne en derin geceden gelen
kristal kanatlar gibi bana ulaşan
hayat kadar temiz su testisine
ilişti gözüm.
Yaklaştım pencereye: Valparaiso açtı
titreyen binlerce gözkapağını
gecesel denizhavası sökün etti ağzıma
tepelerdeki ışıklar
denizcil ayışığının suda titreyişi
yeşil elmaslarla süslenmiş
bir krallık gibi karanlık
hayat gibi bütün bu yeni barış
sunuldu bana.
Baktım: donatılmıştı masa
ekmek peçete şarap su
ve nemletti asker gözlerimi
toprak ve merhamet kokusu.

Valparaiso'daki bu pencerede
günler ve geceler geçirdim.
Yeni evimdeki denizciler
denize açılabilmek için
bir gemi aradılar her gün.
öyle çok kandırıldılar ki
peşpeşe.
Ne 'Atonema' alabilirdi onları
ne de 'Sultana' gemisi.
Açıkladıkları şuydu bana:
Şu ya da bu kaptanın kumar borcunu
ya da fuhuşunu ödediklerinde
daha çok ödüyordu yalnızca ötekiler.
Her şey çürümüştü
Santiago'daki Saray gibi.
Burada doluyordu
kâhyayla sekreterin cepleri
yeterince büyük değildi ne ki
Başkan'ın cepleri gibi
gene de yoksulların iskeletini kemirecek kadar büyüktü.
Musibete uğramış cumhuriyet
hırpalanmış hırsız çocuğun elleri gibi
yollarda yalnız uluyan
polisin adamakıllı ıslattığısın.
Musibete uğramış millet Gonzales Videla'nın
kabusladığı sahte oyuncular tarafından
ispiyoncuların kusmuğuna fırlatılmış
alelâde sokak köşelerinde satılmış
en son paçavraya bürünmüş.
Zavallı cumhuriyet özkızını satan
ve anayurdunu yaralı dilsiz ve domuza bağlı
kılarak teslim edenin pençelerinde.
Sonra iki gemici geldi ve çuvallar
muz ve yiyecek taşımaya gittiler
bitkin düştüler
dalgaların tuzundan
denizin ekmeğinden
yüce gökten.
Benim yalnız günümde çekildi deniz:
izlerken tepelerin yaşayan alazını
sallanan her evi Valparaiso'nun
çarpan nabzını:
yayılmış tepeler hayat dolu boyanmış kapılar
firuze kızıl ve gül renklerine
dişsiz merdivenler
alelâde kapıların yığını
handiyse çökecek kulübeler
herşeyin üstüne tuzdan ağlarını atan
sis ve duman
kayaçatlaklarına sımsıkı yapışan
umutsuz ağaçlar
insana yakışmayan meskenlerin kollarına asılı
ıslak çamaşırlar
ansızın kısık ıslık sesi
işareti gemiye binmenin
tuzlu suyun sesi
sisin tok sesli çatırtının ve fısıltının yarattığı
denizcil ses
bütün bunlar sardı işte gövdemi
bir dünya giyiti gibi
ve yoksulların bu haşmetli kentinde
oturdum böylece
bu yüce pusta.






Bayrak

Doğrul benimle.

Kimse istemezdi
benim kadar bütün dünyayı
benim için kapatacak gözlerini barındıran
yastıkta kalmayı.
Orada isterdim ki kanım uyusun
şirinliğinin etrafında döne döne.

Fakat doğrul
sen doğrul
fakat doğrul benimle
ve gidelim birlikte
ve savaşalım beden bedene
kötünün örümcek ağlarına karşı
açlığı yayan sisteme karşı
sefaletin örgütüne karşı.

Dağıtalım
ve sen yıldızım yanı başımdasın
kendi balçığımdan yeni doğmuşsun
yakındır sakladığın kaynağı bulman
ve ortasında ateşin
yanı başımda olacaksın
inatçı gözlerinle
yükseltirken bayrağımı.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers bugün haber
vozol puff
Geri
Üst