ashli
Bayan Üye
8 Mart, tüm dünyada kadın sorunlarının dile getirildiği gün... Her ülkeden, her kesimden kadın hakları savunucuları, tarih boyunca konumlarına ve ezilişlerine başkaldırdılar. Kadınların oy hakkı talebini açıklayan, uzun ve kanlı süren "Sufraj Hareketi" bunlardan sadece biri... Ancak, 20. yüzyıla damgasını vuran köklü sosyal değişimlere zemin hazırladı. Kadın erkek arasındaki ayrımı sona erdirdi ve modern feminizme kapı araladı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sadece bir ay sonra, 28 Aralık 1918'de, Britanya Adaları'nda demokratik devrimin rüzgârları esiyordu. Görülmemiş bir şekilde, genel seçimlerde kadınlara da ilk kez oy hakkı tanınıyordu. Aralık 1918'de sandığa bir kadın tarafından atılan ilk oy, 20. yüzyıldaki en dramatik mücadelenin de simgesi haline geldi.
Siyasi anlamda hak ve özgürlüklerini zorlu mücadeleler sonunda alan ve 1960'larda gelişmeye başlayan modern feminizme ortam hazırlayan "Sufraj Hareketi"nin zaferini.
Önlerine dikilen sorunların büyüklüğüne karşın, hemen her ülkeden, her kesimden kadın, konumuna ve ezilişine başkaldırdı. Toplumsal yaşama katılma dereceleri ve içinde yaşadıkları ülkenin koşullarıyla bağlantılı olarak bir hareket başlattılar.
Kadın işçiler düşük ücrete, işsizliğe ve çalışma koşullarının ağırlığına; burjuva kadınlar ise, ekonomik ve siyasal haklardan yoksun bırakılmaya karşı koydular. İngiltere'de, orta sınıfın önderliğinde "Sufraj Hareketi"ne, yani oy hakkı talebine bürünürken, Fransa ve Almanya'da bayrak işçi sınıfı kadınlarındaydı.
Amerika'da ise, kölelik aleyhtarı hareketle içi içe gelişmişti. Ancak, sufrajetlerin eylemleri zihinlerden silinmeyecek cinstendi.
Kadınların zincirlerinden kurtulmasına yönelik kampanyalar yüzyıllardır sürüyordu. Kadınların oy kullanması, en eski uygarlıklarda, Yunan ve Roma'da bile yasaktı. Çağdaş dönemlerde ise, Avrupa toplumlarında bu hak çok geç tanındı.
Mary Wollstonecraft, 1792'de yayımlanan "Kadın Haklarının Haklılığı" (A Vindication of the Rights of Woman) adlı kitabında, kadınlara oy hakkı talebinin ilk ciddi savunuculuğunu üstlendi. 19. yüzyılın ortalarından itibaren kampanyalar büyük yankı uyandırdı ve liberal entelektüeller, kadınların oy hakkı elde etmeleri için lobi faaliyetlerine giriştiler. En şiddetli tartışmalar ise, İngiltere'de yaşandı ve John Stuart Mill, 1867'de konuyu parlamentoda görüşmeye açtı.
O yıl, Benjamin Disraeli hükümetinin ilan ettiği seçim yasası reformu, kadınlara oy hakkı mücadelesini yürütenlerde büyük umutlar doğurdu. Yasada "erkekler"e yönelik maddelerin kadınlar için de uygulanabileceğini tartışmaya başladılar. Açıklamalar, Avam Kamarası'nda ve tüm ülkede gözden geçirildi.
Bir parlamenterin sözleri ise, yeni yasanın eskiden farklı olmadığının kanıtıydı: "Eğer kadınlara oy hakkı tanınırsa, ineklere de tanımak gerekir..." Bu genel yaklaşımın açık bir ifadesiydi ve 1867'deki seçim yasası reformunun kadınları içermediğini açıklıyordu.
Ancak, kadın hakları savunucuları mücadeleden vazgeçmek niyetinde değillerdi. 30 yıl boyunca tartışmalar sürüp gitti. Farklı gruplar, dernekler ve örgütlerin Millicent Fawcett'in liderliğinde kurulan Oy Hakkı Talebinde Bulunan Kadınlar Ulusal Birliği (National Union of Woman's Suffrage Societies, NUWSS) çatısı altında 1897'de toplanmalarıyla, Sufraj Hareketi ikiye katlandı.
NUWSS, en güçlü lobi grubuydu, ancak tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlandı. Sürecin aleyhlerine gelişmesinden büyük rahatsızlık duyan eylemcilerden Emmeline Pankhurst, 1903'te, çok daha militan bir örgüt kurdu: Kadınların Sosyal ve Siyasal Birliği (Women's Social and Political Union, WSPU)...
Pankhurst, saldırgan yöntemleri tercih etmesiyle ünlüydü; ancak, ilk başlarda şiddet içermeyen eylemler örgütledi. WSPU, kalabalık kitle eylemlerine orkestra şefliği yapıyor ve kendilerini görmezden gelen politikacıları sıkıştırıyordu. Sufrajetler sonraları, "Kadınlara Oy Hakkı!" yazan dövizleriyle kamu binalarının çevresindeki küçük çaplı eylemlerini büyütmeye başlamışlardı. Biri, siyasetin kalbinin attığı Downing Street'te kendisini raylara bağlıyor; bir diğeri, Avam Kamarası'nın toplandığı binadaki heykele zincirliyordu.
Sufrajetlerin pek çoğu tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Bu aşamada ölüm oruçlarına da gittiler... Eylemler sırasında dünya, insanlık dışı görüntülere şahit oluyordu. Hükümet, bir şehit ve kahraman yaratmamak için, ölüm orucu tutan kadınların çoğunun ağızlarına 1,5 metrelik plastik hortumlar sokarak zorla onları beslemeye çalıştı.
Pankhurst tutuklandığında ve cezaevine kon-duğunda, eğer hastalanırsa hükümetin kendisini serbest bırakacağını düşünerek açlık grevi yaptı. Pankhurst, Edwardcı toplumu etkilemeyi başaran bir şahsiyete dönüşmüştü. Bu orta yaşlı kadın, meydanlarda gururla "Savaşmayı seviyorum" diye bağırıyor, inançları uğruna hayatını hiçe sayıyordu.
Tüm dünyaya terörist bir kişilik gibi yansıtılmaya çalışılsa da, o tek başına kadınların sesi olmayı başarıyordu. Öyle ki, hapisten çıktığı gün yandaşları onu çiçekler ve konfetilerle karşılamışlardı. Edwardcı İngiltere'nin politik liderleri, kadınların davalarını sonuna kadar sürdüreceklerine yavaş yavaş inanmaya başlamışlardı.
Pankhurst bir bildirisinde şöyle yazıyordu: "Kadınlara yardım etmeye çalışıyo-ruz. Onların haklarını kazanmaya ve yasalarla korunmalarına çabalıyoruz. Tüm bunların ötesinde, çağımızın en büyük ahlaki ve sosyal sorununu çözüme kavuşturmak istiyoruz. Bu dileklerimizi seçme hakkını elde etmeden, yani bir vatandaş olarak kabul edilmeden gerçekleştirmemiz mümkün değil..."
Sufrajetler, eylemlerine tutkuyla bağlıydılar. Nottingham'da mahalle papazının 28 yaşındaki kızı Helen Watts da, Temmuz 1908'de fırsat verildiğinde bir militan olarak göreve hazır beklediğini ilan ediyor; sonra da kendini eylemlere adıyordu. Bow Street'te kurulan mahkemenin hücresinde yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Sevgili annem, babam ve diğerleri... Eminim ki, tutuklular listesinde benim de adımı görmek sizin için çok zor olacak..."
Watts, Avam Kamarası'ndaki gösteri sırasında tutuklanıp Holloway Hapisanesi'ne bir ay süreyle gönderildiğinde de şunları yazmıştı: "Bunu yaptığımızda, uğurlarında savaştığımız binlerce kişiyi düşündük. Tüm bunların 'kadınsı' olmadığını bilsek de, eminiz ki durumun farkına varan her kadın bizim gibi davranırdı. Bunlar, her şeyin çok daha güzel olması için atılan adımlar..."
Sufraj Hareketi'ne karşı yürütülen kampanyalarda, kadının yerinin evi olduğunu destekleyen görsel malzemeler de kullanılmaya başlamıştı. Örneğin, annesinin bir sufrajet olduğunu söyleyerek ağlayan bebeğin afişleri gibi... Wolverhampton Üniversitesi'nde kadın hareketleri üzerine araştırmalar yapan Paula Barthley, "Oy hakkı için mücadele veren kadınlar sadece talepleriyle değil, eylem yöntemleriyle de mevcut düzeni tehdit ediyorlardı" diyor.
Sufrajetler, kitle gösterilerinde kamu binalarının camlarını kırmaya, boş bürolarda yangın çıkarmaya başlamışlardı. Kiliselere, evlere, sigorta şirketlerine yönelen eylemlerin amacı, hükümete yönelik baskının çemberini genişletmekti.
1905-1914 yılları arasında İngiltere, tarihindeki en şiddetli eylemlere tanıklık etti. Emmeline'in kızı Christabel Pankhurst, erkeklere yönelik fiziksel saldırılara katıldı. Bir başka eylemci Mary Leigh, çatıya çıkarak polislerin üstüne kiremitler; hatta, küçük bir balta fırlattı. Ötekiler büyük çadırları, tren istasyonlarını ve kamu binalarını ateşe verdiler.
Destekçiler, posta kutularını gaz yağı ve asit dökerek yaktılar, Londra-Glaskow arasındaki telefon kablolarını kestiler ve İngiltere'in farklı bölgelerinde bombalı eylemler düzenlediler. Sufrajetler 6 haftada, arasında 3 İskoç şatosunun da bulunduğu 43 noktayı kundakladılar.
Bu sırada, erkekler de kadın hareketini yürütenlere göz dağı vermek için harekete geçtiler. Kadınları kovaladılar, saldırdılar, hatta dövdüler. Nottingham'daki bir eylem sırasında, kadınların üzerine koku bombası attılar, havai fişekler patlattılar ve 60 evin camlarını kırdılar. Açık bir nefret kampanyası başlatılmıştı. Belfast'ta çıkan "Northern Whig" gazetesi çok ileriye gidip, halkı kadınları taşlamaya bile çağırmıştı.
Ancak, tüm dünyayı şok edecek asıl olay henüz gerçekleşmemişti. 1913'te Epsom'daki at yarışı derbisinde, üç renkli sufrajet kuşağıyla Emily Wilding Davidson, kendisini kral V. George'un atının önüne bıraktı. Yaralandıktan 4 gün sonra da öldü.
Bu alışılagelmemiş eylem, tüm ülkeyi şoke etti. Emmeline Pankhurst "Benim Hikâyem" (My Own Story) adlı otobiyografisinde, Davidson'n ölüme yolculuğunu şöyle açıklıyor: "İnancına sıkı sıkıya bağlı Emily Davidson'ın hayatını hiçe sayarak giriştiği ve bir trajediyle sonlanan eylemi, kadınlara yönelik dayanılmaz işkenceleri bitirmeyi amaçlıyordu. Ve Kral ve Kraliçe'nin gözleri önünde, yine majestelerinin atının önüne atlayarak bunu gerçekleştirdi..."
Sufraj Hareketi ilk şehidini vermişti. Cenazesine, dünyanın her yanından gelen kadınlar katıldılar ve onun için dua ettiler. Cenaze töreni, hareket için itici güç olmuştu. Bununla birlikte, genç erkeklerden oluşan bir grup, tören sırasında yaptıkları gösteride "Kralın jokeyi Herbert Jones için üç kere sağol!.." diye bağırmaktan geri kalmayacaklardı.
Kamuoyunun gözü önünde gerçekleşen bu intihardan sonra, Avam Kamarası'na yeni yasa teklifleri getirildi. Ama çoğu, ikinci kez okunmadan rafa kaldırıldı. Her şeye rağmen, kadınlar amaçlarına biraz daha yaklaşıyorlardı. Bu arada da, sufrajetlerin eylemleri sürüyordu.
Birinci Dünya Savaşı'nın patlak verdiği günlerde, birtakım parlamento üyeleri, kadınların oy hakkını elde etmeleri konusunda olumlu çalışmalar yürütmüştü. Ancak, bu girişimleri savaşın gölgesinde kaldı. Tüm ülkede genç erkekler savaşa gönderildi ve pek çoğu da bilmedikleri topraklarda can verdi. İş gücündeki sıkıntılar nedeniyle, kadınlar da fabrika, mağaza ve bürolarda çalışmaya başladılar. Bu gelişme, kadın hareketi için bulunmaz bir fırsattı. İngiltere'de sisler dağılmaya başlıyordu.
İşverenler, kadınların verilen görevlerde başarılı olmaları karşısında bakış açılarını değiştirdiler. Kadın hakları savunucularının görüşlerine direnç azalmıştı. Müttefik güçlere yardım etmek için göreve giden İngiliz hemşire Edith Cavell, Almanlar tarafından katledilince zihinlerde şu soru yankılanmaya başladı: "Ülkesi için ölen kadınlar, nasıl olur da oy kullanma hakkına sahip olmaz?" Parlementoda rüzgâr artık ters yönden esiyordu.
Sufraj Hareketi'ne sempati duyan Lloyd George, 1916'da başbakan oldu. Ve 1918'de, Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesine çok kısa bir zaman kala çıkarılan Temsil Hakkı Yasası, oy sistemini tamamen değiştirdi. İlk başta, 30 yaşının üzerinde olan ve İngiltere üniversitelerinden mezun kadınlara oy hakkı tanındı. 8 milyonu aşkın kadın, temel insani haklarından birini hayata geçirme şansı kazandı.
Hemen sonrasında da kadınların Avam Kamarası'na seçilme hakkını düzenleyen yasa hazırlandı. 1919'da Plymouth'taki seçimleri kazanan Lady Nancy Astor, İngiliz Parlamentosu'nun ilk kadın üyesi unvanını aldı. Oy sandığına kadın eliyle atılan ilk oy, sufrajetlerin savaşı kazandığının da ilanıydı. Ancak, oy kullanma hakkı tüm dünyadaki değişimin bir yansımasıydı. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasına yönelik mücadeleler, 1960'ların sonunda gelişen modern feminizm hareketine de öncülük etti.
Ancak, kadınların erkeklerle eşit bir konuma gelmeleri için vermeleri gereken daha çok müca-dele var. Çünkü, 21. yüzyıla girilmiş olmasına rağmen, batılı ülkelerde bile, kadınlar erkeklere oranla hâlâ daha az ücretle çalıştırılıyor.
Focus
Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sadece bir ay sonra, 28 Aralık 1918'de, Britanya Adaları'nda demokratik devrimin rüzgârları esiyordu. Görülmemiş bir şekilde, genel seçimlerde kadınlara da ilk kez oy hakkı tanınıyordu. Aralık 1918'de sandığa bir kadın tarafından atılan ilk oy, 20. yüzyıldaki en dramatik mücadelenin de simgesi haline geldi.
Siyasi anlamda hak ve özgürlüklerini zorlu mücadeleler sonunda alan ve 1960'larda gelişmeye başlayan modern feminizme ortam hazırlayan "Sufraj Hareketi"nin zaferini.
Önlerine dikilen sorunların büyüklüğüne karşın, hemen her ülkeden, her kesimden kadın, konumuna ve ezilişine başkaldırdı. Toplumsal yaşama katılma dereceleri ve içinde yaşadıkları ülkenin koşullarıyla bağlantılı olarak bir hareket başlattılar.
Kadın işçiler düşük ücrete, işsizliğe ve çalışma koşullarının ağırlığına; burjuva kadınlar ise, ekonomik ve siyasal haklardan yoksun bırakılmaya karşı koydular. İngiltere'de, orta sınıfın önderliğinde "Sufraj Hareketi"ne, yani oy hakkı talebine bürünürken, Fransa ve Almanya'da bayrak işçi sınıfı kadınlarındaydı.
Amerika'da ise, kölelik aleyhtarı hareketle içi içe gelişmişti. Ancak, sufrajetlerin eylemleri zihinlerden silinmeyecek cinstendi.
Kadınların zincirlerinden kurtulmasına yönelik kampanyalar yüzyıllardır sürüyordu. Kadınların oy kullanması, en eski uygarlıklarda, Yunan ve Roma'da bile yasaktı. Çağdaş dönemlerde ise, Avrupa toplumlarında bu hak çok geç tanındı.
Mary Wollstonecraft, 1792'de yayımlanan "Kadın Haklarının Haklılığı" (A Vindication of the Rights of Woman) adlı kitabında, kadınlara oy hakkı talebinin ilk ciddi savunuculuğunu üstlendi. 19. yüzyılın ortalarından itibaren kampanyalar büyük yankı uyandırdı ve liberal entelektüeller, kadınların oy hakkı elde etmeleri için lobi faaliyetlerine giriştiler. En şiddetli tartışmalar ise, İngiltere'de yaşandı ve John Stuart Mill, 1867'de konuyu parlamentoda görüşmeye açtı.
O yıl, Benjamin Disraeli hükümetinin ilan ettiği seçim yasası reformu, kadınlara oy hakkı mücadelesini yürütenlerde büyük umutlar doğurdu. Yasada "erkekler"e yönelik maddelerin kadınlar için de uygulanabileceğini tartışmaya başladılar. Açıklamalar, Avam Kamarası'nda ve tüm ülkede gözden geçirildi.
Bir parlamenterin sözleri ise, yeni yasanın eskiden farklı olmadığının kanıtıydı: "Eğer kadınlara oy hakkı tanınırsa, ineklere de tanımak gerekir..." Bu genel yaklaşımın açık bir ifadesiydi ve 1867'deki seçim yasası reformunun kadınları içermediğini açıklıyordu.
Ancak, kadın hakları savunucuları mücadeleden vazgeçmek niyetinde değillerdi. 30 yıl boyunca tartışmalar sürüp gitti. Farklı gruplar, dernekler ve örgütlerin Millicent Fawcett'in liderliğinde kurulan Oy Hakkı Talebinde Bulunan Kadınlar Ulusal Birliği (National Union of Woman's Suffrage Societies, NUWSS) çatısı altında 1897'de toplanmalarıyla, Sufraj Hareketi ikiye katlandı.
NUWSS, en güçlü lobi grubuydu, ancak tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlandı. Sürecin aleyhlerine gelişmesinden büyük rahatsızlık duyan eylemcilerden Emmeline Pankhurst, 1903'te, çok daha militan bir örgüt kurdu: Kadınların Sosyal ve Siyasal Birliği (Women's Social and Political Union, WSPU)...
Pankhurst, saldırgan yöntemleri tercih etmesiyle ünlüydü; ancak, ilk başlarda şiddet içermeyen eylemler örgütledi. WSPU, kalabalık kitle eylemlerine orkestra şefliği yapıyor ve kendilerini görmezden gelen politikacıları sıkıştırıyordu. Sufrajetler sonraları, "Kadınlara Oy Hakkı!" yazan dövizleriyle kamu binalarının çevresindeki küçük çaplı eylemlerini büyütmeye başlamışlardı. Biri, siyasetin kalbinin attığı Downing Street'te kendisini raylara bağlıyor; bir diğeri, Avam Kamarası'nın toplandığı binadaki heykele zincirliyordu.
Sufrajetlerin pek çoğu tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Bu aşamada ölüm oruçlarına da gittiler... Eylemler sırasında dünya, insanlık dışı görüntülere şahit oluyordu. Hükümet, bir şehit ve kahraman yaratmamak için, ölüm orucu tutan kadınların çoğunun ağızlarına 1,5 metrelik plastik hortumlar sokarak zorla onları beslemeye çalıştı.
Pankhurst tutuklandığında ve cezaevine kon-duğunda, eğer hastalanırsa hükümetin kendisini serbest bırakacağını düşünerek açlık grevi yaptı. Pankhurst, Edwardcı toplumu etkilemeyi başaran bir şahsiyete dönüşmüştü. Bu orta yaşlı kadın, meydanlarda gururla "Savaşmayı seviyorum" diye bağırıyor, inançları uğruna hayatını hiçe sayıyordu.
Tüm dünyaya terörist bir kişilik gibi yansıtılmaya çalışılsa da, o tek başına kadınların sesi olmayı başarıyordu. Öyle ki, hapisten çıktığı gün yandaşları onu çiçekler ve konfetilerle karşılamışlardı. Edwardcı İngiltere'nin politik liderleri, kadınların davalarını sonuna kadar sürdüreceklerine yavaş yavaş inanmaya başlamışlardı.
Pankhurst bir bildirisinde şöyle yazıyordu: "Kadınlara yardım etmeye çalışıyo-ruz. Onların haklarını kazanmaya ve yasalarla korunmalarına çabalıyoruz. Tüm bunların ötesinde, çağımızın en büyük ahlaki ve sosyal sorununu çözüme kavuşturmak istiyoruz. Bu dileklerimizi seçme hakkını elde etmeden, yani bir vatandaş olarak kabul edilmeden gerçekleştirmemiz mümkün değil..."
Sufrajetler, eylemlerine tutkuyla bağlıydılar. Nottingham'da mahalle papazının 28 yaşındaki kızı Helen Watts da, Temmuz 1908'de fırsat verildiğinde bir militan olarak göreve hazır beklediğini ilan ediyor; sonra da kendini eylemlere adıyordu. Bow Street'te kurulan mahkemenin hücresinde yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Sevgili annem, babam ve diğerleri... Eminim ki, tutuklular listesinde benim de adımı görmek sizin için çok zor olacak..."
Watts, Avam Kamarası'ndaki gösteri sırasında tutuklanıp Holloway Hapisanesi'ne bir ay süreyle gönderildiğinde de şunları yazmıştı: "Bunu yaptığımızda, uğurlarında savaştığımız binlerce kişiyi düşündük. Tüm bunların 'kadınsı' olmadığını bilsek de, eminiz ki durumun farkına varan her kadın bizim gibi davranırdı. Bunlar, her şeyin çok daha güzel olması için atılan adımlar..."
Sufraj Hareketi'ne karşı yürütülen kampanyalarda, kadının yerinin evi olduğunu destekleyen görsel malzemeler de kullanılmaya başlamıştı. Örneğin, annesinin bir sufrajet olduğunu söyleyerek ağlayan bebeğin afişleri gibi... Wolverhampton Üniversitesi'nde kadın hareketleri üzerine araştırmalar yapan Paula Barthley, "Oy hakkı için mücadele veren kadınlar sadece talepleriyle değil, eylem yöntemleriyle de mevcut düzeni tehdit ediyorlardı" diyor.
Sufrajetler, kitle gösterilerinde kamu binalarının camlarını kırmaya, boş bürolarda yangın çıkarmaya başlamışlardı. Kiliselere, evlere, sigorta şirketlerine yönelen eylemlerin amacı, hükümete yönelik baskının çemberini genişletmekti.
1905-1914 yılları arasında İngiltere, tarihindeki en şiddetli eylemlere tanıklık etti. Emmeline'in kızı Christabel Pankhurst, erkeklere yönelik fiziksel saldırılara katıldı. Bir başka eylemci Mary Leigh, çatıya çıkarak polislerin üstüne kiremitler; hatta, küçük bir balta fırlattı. Ötekiler büyük çadırları, tren istasyonlarını ve kamu binalarını ateşe verdiler.
Destekçiler, posta kutularını gaz yağı ve asit dökerek yaktılar, Londra-Glaskow arasındaki telefon kablolarını kestiler ve İngiltere'in farklı bölgelerinde bombalı eylemler düzenlediler. Sufrajetler 6 haftada, arasında 3 İskoç şatosunun da bulunduğu 43 noktayı kundakladılar.
Bu sırada, erkekler de kadın hareketini yürütenlere göz dağı vermek için harekete geçtiler. Kadınları kovaladılar, saldırdılar, hatta dövdüler. Nottingham'daki bir eylem sırasında, kadınların üzerine koku bombası attılar, havai fişekler patlattılar ve 60 evin camlarını kırdılar. Açık bir nefret kampanyası başlatılmıştı. Belfast'ta çıkan "Northern Whig" gazetesi çok ileriye gidip, halkı kadınları taşlamaya bile çağırmıştı.
Ancak, tüm dünyayı şok edecek asıl olay henüz gerçekleşmemişti. 1913'te Epsom'daki at yarışı derbisinde, üç renkli sufrajet kuşağıyla Emily Wilding Davidson, kendisini kral V. George'un atının önüne bıraktı. Yaralandıktan 4 gün sonra da öldü.
Bu alışılagelmemiş eylem, tüm ülkeyi şoke etti. Emmeline Pankhurst "Benim Hikâyem" (My Own Story) adlı otobiyografisinde, Davidson'n ölüme yolculuğunu şöyle açıklıyor: "İnancına sıkı sıkıya bağlı Emily Davidson'ın hayatını hiçe sayarak giriştiği ve bir trajediyle sonlanan eylemi, kadınlara yönelik dayanılmaz işkenceleri bitirmeyi amaçlıyordu. Ve Kral ve Kraliçe'nin gözleri önünde, yine majestelerinin atının önüne atlayarak bunu gerçekleştirdi..."
Sufraj Hareketi ilk şehidini vermişti. Cenazesine, dünyanın her yanından gelen kadınlar katıldılar ve onun için dua ettiler. Cenaze töreni, hareket için itici güç olmuştu. Bununla birlikte, genç erkeklerden oluşan bir grup, tören sırasında yaptıkları gösteride "Kralın jokeyi Herbert Jones için üç kere sağol!.." diye bağırmaktan geri kalmayacaklardı.
Kamuoyunun gözü önünde gerçekleşen bu intihardan sonra, Avam Kamarası'na yeni yasa teklifleri getirildi. Ama çoğu, ikinci kez okunmadan rafa kaldırıldı. Her şeye rağmen, kadınlar amaçlarına biraz daha yaklaşıyorlardı. Bu arada da, sufrajetlerin eylemleri sürüyordu.
Birinci Dünya Savaşı'nın patlak verdiği günlerde, birtakım parlamento üyeleri, kadınların oy hakkını elde etmeleri konusunda olumlu çalışmalar yürütmüştü. Ancak, bu girişimleri savaşın gölgesinde kaldı. Tüm ülkede genç erkekler savaşa gönderildi ve pek çoğu da bilmedikleri topraklarda can verdi. İş gücündeki sıkıntılar nedeniyle, kadınlar da fabrika, mağaza ve bürolarda çalışmaya başladılar. Bu gelişme, kadın hareketi için bulunmaz bir fırsattı. İngiltere'de sisler dağılmaya başlıyordu.
İşverenler, kadınların verilen görevlerde başarılı olmaları karşısında bakış açılarını değiştirdiler. Kadın hakları savunucularının görüşlerine direnç azalmıştı. Müttefik güçlere yardım etmek için göreve giden İngiliz hemşire Edith Cavell, Almanlar tarafından katledilince zihinlerde şu soru yankılanmaya başladı: "Ülkesi için ölen kadınlar, nasıl olur da oy kullanma hakkına sahip olmaz?" Parlementoda rüzgâr artık ters yönden esiyordu.
Sufraj Hareketi'ne sempati duyan Lloyd George, 1916'da başbakan oldu. Ve 1918'de, Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesine çok kısa bir zaman kala çıkarılan Temsil Hakkı Yasası, oy sistemini tamamen değiştirdi. İlk başta, 30 yaşının üzerinde olan ve İngiltere üniversitelerinden mezun kadınlara oy hakkı tanındı. 8 milyonu aşkın kadın, temel insani haklarından birini hayata geçirme şansı kazandı.
Hemen sonrasında da kadınların Avam Kamarası'na seçilme hakkını düzenleyen yasa hazırlandı. 1919'da Plymouth'taki seçimleri kazanan Lady Nancy Astor, İngiliz Parlamentosu'nun ilk kadın üyesi unvanını aldı. Oy sandığına kadın eliyle atılan ilk oy, sufrajetlerin savaşı kazandığının da ilanıydı. Ancak, oy kullanma hakkı tüm dünyadaki değişimin bir yansımasıydı. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasına yönelik mücadeleler, 1960'ların sonunda gelişen modern feminizm hareketine de öncülük etti.
Ancak, kadınların erkeklerle eşit bir konuma gelmeleri için vermeleri gereken daha çok müca-dele var. Çünkü, 21. yüzyıla girilmiş olmasına rağmen, batılı ülkelerde bile, kadınlar erkeklere oranla hâlâ daha az ücretle çalıştırılıyor.
Focus