İnsan, toplum adını verdiğimiz sosyal bir ortamda dünyaya gözlerini açan bir varlık. İçine doğduğu toplumsal gerçeklikler, değer yargıları, inanışlar, beğeniler, tercihler, örf ve adetler büyük ölçüde onun kim olacağını yani sosyal kimliğini belirler.
Hepimiz bir sosyal gruba ait olmaya, varlığımızı kabul ettirmeye ve ait olduğumuz toplumda kendimize bir yer edinmeye çalışırız. Hayattaki en temel varoluşsal kaygılarımızdandır ait olma ve onaylanma güdüleri. Sonuçta ben dediğimiz şeyin yani kimliğimizin şekillenmesi, büyük ölçüde toplumsal aidiyet güdümüzün tahakkümünde gerçekleşen bir dizi süreci kapsar.
Sahip olduğumuz kimlikler, basit birer etiket olmaktan çok daha fazlasıdır aslında. (doğrusu insan denilen varlıklar olarak biz, tüm kimliklerimizin/etiketlerimizin alt alta yazılıp toplanmasından da çok çok daha fazlasıyız) İnsanların, kendi sosyal rollerine ve bu rollerin sergilendiği sosyal gruplara -zamana ve ortama göre değişen- psiko-sosyal yatırımları mevcuttur. Bir bakıma, Yalomun dediği gibi, Hayat serüvenini seyircisiz yaşamak insanoğlunun başına gelebilecek en kötü duygulardan biridir!
İnsanlar, karmaşayla başa çıkabilmek için çeşitli durumları, olayları ve insanları kategorilendirirler. Bu kategorizasyon esnasında ben oluşturulurken onun karşısındaki öteki kavramı da inşa edilir. Ait olduğumuz grupların normlarına uygun benlikler oluşturmaya çalışırken, bir yandan da, reddettiğimiz grupların itici gücüyle benlik inşaatımızın harcını kararız. Yani insanoğlu, kabul ettiklerinin yanı sıra reddettikleriyle de var olmaya çalışır.
İnsanın bir sosyal kimlik oluşturabilmesi için; sosyolojik bir kavram olan ve din, etnitisite, dil ve kültür açısından farklı olan toplumsal kategoriler olarak tanımlanan öteki denilen şeye ihtiyacı vardır aslında. Kendi içine bakan, ötekine de bakmış olur aynı zamanda; ötekine bakan kendini görmüş olur fark etmese de
Öteki, biz olmayanın klişeleştirilmesidir ve ne yazık ki, modern zamanların algılamaları çarpıttığı zihinlerde, tehdit içeren ve önlem alınması gereken bir unsur olarak tasarlanmaya başlanmıştır. Bu tasavvurun sonucunda literatürümüze armağan edilmiş olan ötekileştirme kavramı ise, kendimizden farklı gördüğümüz kişileri dışlama, yabancılaştırma, düşman haline getirmeyi ifade etmektedir.
Her ne kadar düşmanca duygular/düşünceler içerse de, yaşamımızda sık sık düşmekteyiz ötekileştirme tuzağına. Ötekini niçin ötekileştiririz? Başkalarının bizim gibi davranmasını, bizim gibi düşünmesini, kısacası bize tabi olmasını istediğimizde ve bizden bağımsız, özgür ve özgün varoluşuna saygısızca davranmayı hak olarak gördüğümüzde ötekileştiririz ötekini. Oysa ötekileştirme anlamayı ve diyaloğu imkansız kılar.
Kişilerarasında olduğu kadar; farklı sosyal gruplar, toplumlar ve kültürler arasında aşılması imkansız duvarların örülmesine neden olmaktan ve düşmanlığa davetiye
çıkarmaktan başka bir işe yaramaz.
Farklı olarak algıladığımız, kendimiz gibi olmadığına hükmettiğimiz her şeyi ve herkesi acımasızca eleştirme, hor görme, hatta lanetleme hakkına hiçbirimiz sahip değiliz. Allahın emrine saygı ve yaratıklara merhamet, yaratılanı yaratandan ötürü hoş görmek bizim dinimizin, kültürümüzün en temel esaslarından birisi değil miydi yoksa?
Tüm münasebetlerinde akılcı ve ölçülü olmayı, düşmanlık yerine dostluk ve sevgi bağlarının kurulmasını, öfke, hiddet, intikam veya öç yerine hilmi (huy, tabiat yumuşaklığı), kötülük yerine ihsanı ön plana çıkaran bir kültürün çocukları olmamıza rağmen; hem toplum hem de birey olarak ötekileştirmenin tuzağına düşüp, empatinin cenaze namazını kılışımızın hemen akabinde ayrımcılık ve düşmanlığın fidelerini kendi ellerimizle dikmekten de çoğu zaman geri duramıyoruz ne yazık ki.
Empati sürecinde, diğerlerinin duygularını/düşüncelerini anlamaya-anlamlandırmaya çalışarak hoşgörü temelli benliksel tatlar damıtılıyorken; ötekileştirmede ise sizden olmayanı, size benzemeyeni elinizin tersiyle öyle bir itersiniz ki bu itiş gücünün yaratmış olduğu öfke ile kendi benliğinizin altını daha kalın enaniyet çizgileri ile çizmekten başka bir şey yapmamış olursunuz.
Ne kadar ötekileştirirsek diğerini, o kadar ben olmuş sanırız kendimizi. Ne büyük yanılgı oysa ki Kendimizden farklı olanlara gösterdiğimiz ilgi ve anlama çabası; kendimizi kavrayışımızın ve kimlik/benlik bilincimizin derinliğinin/gelişkinliğinin göstergesidir.
İdeolojik kamplaşmalar, terörizm, ırkçılık, aşırı milliyetçilik, fanatizm; hepsi ötekileştirme kültüründen beslenir. Basit bir psikolojik mekanizmanın, grup kimliğini bir zırh gibi kuşanıp kendisinden farklı saydıklarına nefret yağdırması şeklinde aşırılıkçı bir oluşuma dönüşmesi; paranoid bir şekilde biz ve onlar olarak bölünmemize, parçalanmamıza, düşmanlaşmamıza hizmet etmekten başka bir işe yaramaz. Böylelikle de ötekileştirme kültürü, zülmü haklı çıkarmanın en büyük hizmetkarlığı görevini layıkıyla yerine getirmiş olur.
Irkçılık ve düşmanlığın en büyük besin kaynağı ötekileştirmektir ve ötekileştirilenler kadar ötekileştireni de yakar kavurur aslında bu duygu. Dünya tarihinin bilinen ilk ırkçısı şeytandır. Kendi yaradılışını/özünü üstün saymış ve itaat sınavını topraktan yaratılmış olanı hakir görerek kaybetmiştir.
Bu haset ve kibiri de, ruhunun isyan ateşinde yine kendi ruhunun yanıp kavrulmasına sebep olmuştur. Sözün özü, şeytan ırkçılığın piridir ve üstünlük taslamak ve ötekileştirmek denilen şey de kibirin ta kendisidir.
Ötekileştirmeye karşı olmak için de öyle çok büyük bir travmaya ya da ötekileştirilmeye maruz kalmaya gerek yok, dışlanan azınlıklardan biri olmanız da elzem değil. Vicdani ve insani bir tutum sergilemeniz yeterli. Çünkü ötekileştirme kültürü o kadar tehlikeli bir şey ki, sistem kendisi dışında var olan bütün ötekileri erittiğinde bu sefer kendi içinden başka ötekiler üretmeye başlar. Şunu da unutmayalım ki, ötekileştirilenler refleksif bir şekilde kendilerini ötekileştirenleri daha da çok ötekileştirirler ve travmaya maruz kalmış olanlar daha sonra en büyük travmaları kendileri yaratırlar.
Buna en aktüel örnek olarak, II. Dünya Savaşında Nazilerin Yahudi soykırımını ve günümüz İsrail devletinin Filistin zulmünü göstermek yanlış olmaz sanırım.
Gündelik hayatımıza baktığımızda da, ötekileştirmenin izlerini artık hemen yerde görebilmek mümkün: Acımasızca eleştirmeyi, yargılamayı, karalamayı, bizden olmayanı tehdit veya düşman saymayı ne zamandır düstur edinmiş haldeyiz. Rengine, diline, ırkına, dış görüntüsüne, siyasi görüşüne, inancına, sosyal statüsüne bakarak -hatta bakmayarak direkt önyargılarımızla etiketleyerek- insanları ayıplamak, kınamak, hor görmek ne zamandır meşru hale gelmiş durumda. Pis zenci, örümcek beyinli türbanlı, yobaz sakallı, dul kadın, cahil çarıklı köylü, dinsiz komünist, beynamaz vs deyimleri bir yerlerden tanıdık geliyor mu sizlere? Yoksa siz de kendinizi daha üstün, benliğinizi daha iyi, varoluşunuzu daha anlamlı hissetmek için ötekileştirenlerden misiniz?
Bir söz vardır; yüreğimin derinliklerine işlemiştir ilk duyduğumdan beri: Kimse sınanmadığı bir günahın masumu saymamalı kendini. Başkasını kınayan, başkasının ayıbını yağmalayan kendini bilmezlere haddini bildiren bir mümin nezaketidir bu uyarı.
Her yerde bulunmaz. Her vicdanda durmaz. Başkasının evini taşlamadan önce, kendi kırılgan penceremizi görmeliyiz. Ötekileri eleştirilerimizle dağıtırken, kınamamızla parçalarken, küçümsememizle hırpalarken; kendi kırılgan ve incinebilir benliğimizin tuzla buz olabilirliğini hiç çıkarmamalıyız aklımızdan.
Kendimizi mükemmeliyetin sırça köşküne çekip başkalarını kesip biçme hakkına sahip değiliz. Bu şekilde inşa edilmiş, şişirilmiş sahte grandiyöz benliklere ihtiyacımız yok. Oysa ki Hz Mevlananın buyurduğu gibi, birbirine yaslanarak yürüyen, çünkü birbiri olmadan aksayan düşen varlıklarız biz. Yürüyebilmemiz, varlığımızı devam ettirebilmemiz ötekinin gövdesinden güç almamıza bağlı! Empati, sevgi ve tevazu kurtaracak benliklerimizi ve çocuklarımızın geleceğini!
PSK. ÖZLEM KANDEMİR