PReѧ
Kayıtlı Üye
OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NE EKÜMENİKLİK (EVRENSELLİK), PATRİKHANE ve BİZANS PROJESİ
2001 yılının Aralık ayında, İstanbul’daki Ortodoks Kilisesi Patriği Bartholomeos Brüksel’de AB himayesinde yapılan bir toplantıda, “Ekümenik (Evrensel)”, yani dünyadaki bütün Ortodoks Hıristiyanların bağlı olacağı dini merkezin başı ilan edilmişti. Bu durum Lozan Antlaşmasını bozan bir karar olup, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılmış bir hainlikti.
Ortodoks Patrikhanesinin Tarihçesi:
Anadolu’da Osmanlı kuvveti belirdiği zamanlarda, Bizans Ortodoks Kilisesi önemli bir çöküntü halindeydi. Roma Katolik Kilisesi’nden farklı olarak akıbetini Bizans Kilisesi’nin akıbetine bağlamış olması yüzünden bu devlete karşı olan her tepki, ona karşı da bir tepki oluyordu. Kiliseye karşı olan her hareket devlete, devlete karşı olan her harekette kiliseye çevrilmiş duruyordu.
Bizans’ın ve kilisenin en tehlikeli dış düşmanı Ortodoks Kilisesi’nin büyük rakibi Roma Kilisesi’ydi. Bizans devletini dev aynasında gören papazların etkisiyle bu devlet kendini biricik Hıristiyan devleti sayar, Avrupa’nın küçük büyük hükümdarlıklarını meşru saymaz, Rum halkı, Frenk dedikleri Katolik Avrupalılardan nefret ederdi. Fakat Bizans’ın daha da tehlikeli başka bir iç düşmanı vardı. Önce Anadolu’da başlayan sonra Balkanlara sıçrayan Heresi hareketleri. (Hermescilik adı ile anılan M.S 2. ve 3. yüzyıllarda ortaya çıkan gizemci mistik bir inanış. Kökü çok daha eskilere dayanmakla birlikte Stoacılık ve Platoculuğun damgasını taşır; bireysel ermişliğe ulaşmayı sağlayan gizli bilimlerin gerekliliğine inanır.) Daha Selçuklu kudreti Anadolu’ya yaklaştığı zaman hemen hemen bütün Anadolu Hıristiyanlığı Bizans Kilisesi’ne karşı ayaklanmış bir haldeydi. Osmanlı ortaya çıktığı zaman Ortodoks Hıristiyanlığı sönmek tehlikesi karşısında bulunuyordu. Birçok yerlerde Heretik hareketler Türkleri, papazların temsil ettiği Bizans’a karşı tercih edecek haldeydi.
Balkanlar’da ise, Ortodoks Hıristiyanlığı büsbütün çökmüş bir haldeydi. Burası çoktan beri Roma Kilisesi’nin Bizans Kilisesi aleyhindeki propagandalarının etkisi altında, Bizans Kilisesi’nden kopmuş bir haldeydi. Fakat burası tam olarak Katolik Kilisesi’nin hükmü altına da girmedi. İki kilisenin papazları birbirleri aleyhine halkı o kadar doldurmuştu ki, halkın her iki tarafa da güven ve bağlılığı zayıflamış, bir çokları Müslümanlarla birada yaşamayı ve Müslüman olmayı tercih eder hale gelmişti.
Osmanlı’nın Bizans Kilisesi’ni Yok Olmaktan Kurtarışı:
İşte Osmanlı Türkleri bu din-devlet bataklığına ayrı bir din-devlet görüşü ile daldılar. Anadolulu ve Balkanlara yeni bir din-devlet rejimi getirdiler. Bundan en çok yaralanan aşağıda değineceğimiz nedenlerle Ortodoks Kilisesi’nin kendisi oldu. Genel bir çöküntü halinde iken Osmanlı idaresi onu yok olmaktan kurtardı. Osmanlıların temsil ettiği ve devletçe çok dinliliği kabul eden Türk geleneği Ortodoks dinini ve kilisesini tarihe karışmaktan kurtardı...
Ortodoks Kilisesi zaten bir devlete bağlı olarak yaşamaya alışıktı. Şimdi Osmanlı devletinin kanadı altında yaşamak onun için çok zor değildi. Fatih İstanbul’u alınca Hıristiyan dünyasının genel sanısının tersine, Ortodoks Kilisesi’nde bir din adamının eline evrensel (ekümenlik) patriklik asasını tutuşturduğu zaman, papazlar kim bilir ne kadar sevinmişlerdi. Türklerin getirdiği yeni rejimin, kiliselerini Hıristiyanlık dünyasında düştüğü aciz durumdan kurtaracağını, hatta ona yeni bir kuvvet ve genişleme devri açacağını da belki içlerinde sezenler olmuştu.
Yok olmaktan kurtulan Ortodoks Hıristiyanlığına yeni Türk rejimi evvelce elinde bulunmayan iki yeni kudret kazandırdı. Bir defa Ortodoks Kilisesi’ne devletten ayrı bir otonomi verdi. İkincisi İstanbul Kilisesi’ni bütün Ortodoks Kiliselerinin üzerine çıkardı. O zamana kadar İstanbul Kilisesi’nin böyle bir üstünlüğü yoktu. Bizans’ta merkezleşme devlet kudretinin temsilcisi olan imparatorda toplandığından, batıdaki Roma Kilisesi’nin en üstün ruhani hükümdarlığı elinde toplaması gibi bir merkezleşme Bizans’ta olmamıştı. İstanbul Patrikliği bir çok ve hatta bazen birbirlerine rakip patrikliklerden biri olarak kalmıştı. Şimdi Türkler bu patrikliği bir ekümenik, yani evrensel patriklik mertebesine çıkarmışlardı.
Durumu bu şekilde verdikten sonra Osmanlılar, sonraları altından çok işler çıkacak olan bir işi daha yaptılar. Osmanlı hükmü altındaki Ortodoks Hıristiyanlarını, hangi kavimden olduklarına bakılmaksızın, Rum Milleti adı altında tek bir kategori sayıp hepsini ekümenik patrikliğin ruhani idaresi altına soktular. Bir adım daha atarak, yer yer Ortodoks cemaatlerinin psikoposlarına Milletbaşı (Etnarklık) vasfını verdiler. Zamanla bunlar birer teokrasi idaresi haline gelmeye başladı ve Yunan milliyetçiliği bu teokrasilerin rahminden dünyaya geldi. Bugün bile Kıbrıs’taki Makarios teokrasisi bu usulün bir mirasıdır.
Eğer bugün dünyada kendini evrensel Roma papalığına ayar gören bir ekümenik Ortodoks patrikliği diye bir şey varsa, onun mensupları bunu Osmanlı rejimine borçludurlar. Yoksa, Katoliklik, daha sonraki Protestanlık ve çeşitli Heretik hareketler karşısında Ortodoksluk ya tarihe karışmış veya bir kenara sığınmış sıradan bir Heretik sekt haline haline gelmiş olacaktı. Kısacası bugün medeniyet çığlıkları atan Avrupa karanlık bir çağ yaşarken ve din – mezhep savaşları yaşanırken, kıtalara hükmeden Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde din konusunda hiçbir baskı yapmayıp İslamiyetin hoşgörüsü ile bütün dinlere kucak açması, dinde özgürlük yaratması, Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra Bizans oyunlarına bir son vermek ve dünyada ki bütün Ortodoksları kendi eli altında tutmak istediği için Patrikhaneye tanımış olduğu özerklikler Ortodoks Bizans Kilisesi’nin tarihe gömülmesine engel olmuştur...
Avrupa’da Türk Düşmanlığı:
Bir yandan Protestanların Hıristiyanlık dinine düşman Türklerle birlik oldukları suçlamasından, öbür yanda Tek-Tanrıcılık meselesinde Lutherci ve Kalvinci Reformasyonculardan ayrılan Tek-Tanrıcıların Türk taraftarlığından korkan Luther, Katolik polemikçilerini susturmak için onlardan daha baskın çıktı ve şiddetli bir Türk aleyhtarı yayına girişti. Hıristiyanlığın asıl düşmanı olan Papalığın kötülükleri yüzünden Tanrının barbar Türkleri müminlerin başına bir ceza olarak gönderdiği teorisini iyice yaydı. Katoliklikle Protestanlık arasındaki din savaşında her iki taraf da birbiriyle yarış edercesine kocaman bir Türk düşmanlığı edebiyatı yarattılar. Avrupa, Komünizm düşmanlığı, Türk düşmanlığını biraz unuttursa da Avrupa’nın Türk’e karşı duyduğu nefret ve düşmanlık halen devam etmektedir. Bu düşmanlığın yaratılmasında ise bu mübarek (!) din adamlarının etkisi ise çok fazladır. Osmanlı döneminde yaşanılan mezhepler arası din savaşlarının sonucunda oluşan bu Türk düşmanlığı aradan yüzyıllar geçmesine rağmen hala Batılı kafalarında dağılmış değildir ve gizliden yürütüldüğü gibi zaman zamanda yüzeye çıkmaktadır. Bunların bizim hayatımızda oynadığı olumsuz rol ise sandığımızdan çok daha fazladır...
Megola İdea’nın Doğuşu:
Devlet adamlarının şaşkınlığı, bir kısmının ahlaklaşmasına karşılık, Rum kilisesi ve halk kendi ruhani ve maddi çıkarlarına en uygun yolu buldular; Osmanlı, Fransız, Rus ve İngiliz ilişkilerinin karma karışık bir hale gelen işlerinin arasında öyle ustalıkla ticaret ve diplomasi yolları buldular ki, on sekizinci yüzyılda bundan iki sonuç çıktı: Biri Yunan denizciliğinin canlanması ve zengin bir merkantil sınıfının doğması (Cevdet Paşa, bunun nasıl Osmanlı donanmasının sonu olduğunu anlatır). İkincisi ise; Patrikhane diplomasisinin doğması. On dokuzuncu yüzyılın başında bu ikisinin el ele vermesinden ortaya Yunan milliyetçiliği ve bağımsızlığı çıktı. On sekizinci yüzyıla doğru bir yandan Rusya’nın kuvvetlenmeye başlaması, diğer yandan Protestan devletlerin Osmanlı İmparatorluğuna doğru yönelmeleri Hıristiyanlık aleminde Rumlara, hem politik, hem ekonomik destek sağladı. Şehirli Rum müteşebbisleri Odesa’dan Marsilya’ya, İzmir’den Londra’ya kadar uzanan görünmez bir deniz ticareti imparatorluğu kurdular. Ortodoks mezhebinin diğer iki rakip Hıristiyan mezhebi önünde hiçbir zayiat vermeden gelişmesi de sağlandı. Rum Ortodoksluğu yalnız bir kere Protestanlık içinde erime tehlikesi geçirdi. On yedinci yüzyılda Patrikliğe gelen Lukaris, Ortodoks Kilisesi’ne Kalvinist doktrini sokmaya kalktı. Buna karşı Rum cemaatinin isyanı, hem bunların, hem Katoliklerin tahrikleri, hem de patriğin muhtemelen Rusya ile de bir dalgası olması yüzünden, Osmanlı Devleti bu teşebbüsü önledi, bu macera da patriğin hayatına mâl oldu. Bu olay, Patrikhane diplomasinin başlangıcını teşkil eder. Ondan sonra bu diplomasinin şaşmaz siyaseti Katolik ve Protestan rekabetine ve Rumlar arasına sızma gayretine karşı tedbirler alınmasını sağlamak, bu üçüne karşıt olarak kilisenin Bizans geleneğini yürütmek olmuştur. Bu siyasetin güttüğü amaç (Megola İdea), daha sonraları Yunan Milliyetçiliğin tohumu olarak on sekizinci yüzyılda beyinlere ekilmiştir.
Patrikhane diplomasisinin Büyük Amaç (Megola İdea)'a doğru yeni bir safhası, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında başladı. Bu devirde Osmanlı İmparatorluğu’nun yok olacağı fikri her tarafta yaygındı. Hem Batı’da, hem Rusya’da bu imparatorluğun en tabii varisinin Rumlar olacağı fikri üzerinde birleşiyordu. Bundan ortaya, biri Bizans İmparatorluğu, diğeri Helen İmparatorluğu kurma şeklinde iki fikir çıktı. Birinci projenin temsilcisi Rum çariçesi Katerina, ikincisinin destekleyicisi ihtilal öncesi ve sonrası Fransız diplomasisi ve sonraları Napolyon Bonapart’tı.
İki proje birbiriyle uyuşamaz zıt çıkarlara ve amaçlara dayanıyordu. Birinin amacı Rusya’nın peyki olacak bir Bizans İmparatorluğu kurmak, diğerinin amacı Fransa’nın peyki olacak bir Helen İmparatorluğu kurmaktı. Napolyon’un projesine göre, bu imparatorluk kurulunca Müslümanlar da halifelerini Bağdat’a taşıyacaklardı.
Fakat İngiliz diplomasisine göre, ne Bizans İmparatorluğuna, ne de Helen İmparatorluğuna lüzum vardı. On dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde Ortodoks Kilisesi’nin rehberliği altında Yunan isyanı başlayınca, İngiltere, devletlerin Yunan istiklali istemlerini, eninde sonunda başına Avrupalı bir kıral oturtulan küçük bir Yunan devleti bağımsızlığı şekline sokmayı başardı. Bu devlet daha kolaylıkla İngiliz siyasetinin etkisi altına konabilirdi.
Yunan Milliyetçiliği ve Ortodoks Kilisesi:
Yunan milliyetçiliğinin bütün Hıristiyan kiliselerinin, bütün Avrupa devletlerinin, hemen bütün Batılı düşünür ve yazarlarının, eğilimleri, inançları, çıkarları ne olursa olsun, hepsinden destek görmek gibi eşsiz bir talihi vardı. Fransa’da olduğu kadar, İngiltere’de ve Amerika’da da şiddetli bir Helen romantizmi vardı. Bunun temsilcileri olan aydınlar Bizans İmparatorluğu’na veya Ortodoks Kilisesi’ne değil, eski Grek uygarlığına aşıktıkar. Fakat Ortodoks Kilisesi ve Yunanlılık bu Grek sevgisinden daima faydalanmıştır. Türk – Yunan ilişkilerinin her gerginleştiği zamanda Grek romantizminin altında yatan şeyin ya Hıristiyan olmayan Türklere karşı din farkı duygusu olduğu veya salt maddi çıkarlar ve en önemlisi ise Din adamlarının başlattığı Türk düşmanlığı olduğu çok kereler kendini göstermiştir.
Böylece Rumlar ve Yunanlılar Greklikten, Hıristiyanlıktan, bağımsız yeni bir millet olmaktan gelen birden fazla destek kazanma şansından hiç mahrum kalmamışlardır. Bu hal onlara özgü bir atılganlık, bir nevi siyasi şımarıklık kazandırmıştır. Gerici devletlerin, ihtilalci devletlerin, emperyalistlerin, milliyetçilerin, liberallerin, sosyalistlerin, Ortodoks papazların hiç sevmediği Protestanların ve hatta bazen Katolik Kilisesi’nin, her biri kendi açısından, bu Grek-Bizans-Yunanlı Papaz karması farkına varmadan aynı zamanda destekleri olmuştur. Bugün de durum buna yakın bir manzara gösterir. Bu karmanın büyüsü altına girmemiş az devlet ve az Batılı aydını vardır. Bu işte Türk’ün payına düşen de bunların ortalaşa nefretine hedef olmaktır...
Fakat bu karmanın altında bir şey daha vardır ki, dikkatle bakılırsa gözden kaçmasına imkan yoktur. O da Ortodoks Kilisesi’nin bütün bunların merkezinde olduğu... her şeye rağmen kilise, Yunan milliyetçiliğin asıl temsilcisi olarak kalmıştır. Bu durum geçmişte de böyleydi bugünde böyledir... Yunan milliyetçiliğine gıda veren kaynak ne Eflatun ve Aristo’nun Hellas’ı, ne de Batı Avrupa’nın liberal ve sosyalist fikirleridir. Yunan milliyetçiliği en başarılı şekilde papaz teokrasisin ürünüdür. Bizim ülkemizde yobazlar ümmetçilik nidalarıyla milliyetçi duygulara her zaman yabancı hatta, düşman bakmışlardır. Yunanlılarda ise milliyetçiliğin rehber ve bekçileri yüzyıllar boyunca papazlar olmuştur. Ortodoks Kilisesi’nin karşısında liberalizm, demokrasi, sosyalizm ve laiklik, halk kitleleri için hemen hemen hiçbir anlam taşımaz. Kilise halka karşı milliyetçilik bayrağını taşıyan bir merkezdir.
2001 yılının Aralık ayında, İstanbul’daki Ortodoks Kilisesi Patriği Bartholomeos Brüksel’de AB himayesinde yapılan bir toplantıda, “Ekümenik (Evrensel)”, yani dünyadaki bütün Ortodoks Hıristiyanların bağlı olacağı dini merkezin başı ilan edilmişti. Bu durum Lozan Antlaşmasını bozan bir karar olup, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılmış bir hainlikti.
Ortodoks Patrikhanesinin Tarihçesi:
Anadolu’da Osmanlı kuvveti belirdiği zamanlarda, Bizans Ortodoks Kilisesi önemli bir çöküntü halindeydi. Roma Katolik Kilisesi’nden farklı olarak akıbetini Bizans Kilisesi’nin akıbetine bağlamış olması yüzünden bu devlete karşı olan her tepki, ona karşı da bir tepki oluyordu. Kiliseye karşı olan her hareket devlete, devlete karşı olan her harekette kiliseye çevrilmiş duruyordu.
Bizans’ın ve kilisenin en tehlikeli dış düşmanı Ortodoks Kilisesi’nin büyük rakibi Roma Kilisesi’ydi. Bizans devletini dev aynasında gören papazların etkisiyle bu devlet kendini biricik Hıristiyan devleti sayar, Avrupa’nın küçük büyük hükümdarlıklarını meşru saymaz, Rum halkı, Frenk dedikleri Katolik Avrupalılardan nefret ederdi. Fakat Bizans’ın daha da tehlikeli başka bir iç düşmanı vardı. Önce Anadolu’da başlayan sonra Balkanlara sıçrayan Heresi hareketleri. (Hermescilik adı ile anılan M.S 2. ve 3. yüzyıllarda ortaya çıkan gizemci mistik bir inanış. Kökü çok daha eskilere dayanmakla birlikte Stoacılık ve Platoculuğun damgasını taşır; bireysel ermişliğe ulaşmayı sağlayan gizli bilimlerin gerekliliğine inanır.) Daha Selçuklu kudreti Anadolu’ya yaklaştığı zaman hemen hemen bütün Anadolu Hıristiyanlığı Bizans Kilisesi’ne karşı ayaklanmış bir haldeydi. Osmanlı ortaya çıktığı zaman Ortodoks Hıristiyanlığı sönmek tehlikesi karşısında bulunuyordu. Birçok yerlerde Heretik hareketler Türkleri, papazların temsil ettiği Bizans’a karşı tercih edecek haldeydi.
Balkanlar’da ise, Ortodoks Hıristiyanlığı büsbütün çökmüş bir haldeydi. Burası çoktan beri Roma Kilisesi’nin Bizans Kilisesi aleyhindeki propagandalarının etkisi altında, Bizans Kilisesi’nden kopmuş bir haldeydi. Fakat burası tam olarak Katolik Kilisesi’nin hükmü altına da girmedi. İki kilisenin papazları birbirleri aleyhine halkı o kadar doldurmuştu ki, halkın her iki tarafa da güven ve bağlılığı zayıflamış, bir çokları Müslümanlarla birada yaşamayı ve Müslüman olmayı tercih eder hale gelmişti.
Osmanlı’nın Bizans Kilisesi’ni Yok Olmaktan Kurtarışı:
İşte Osmanlı Türkleri bu din-devlet bataklığına ayrı bir din-devlet görüşü ile daldılar. Anadolulu ve Balkanlara yeni bir din-devlet rejimi getirdiler. Bundan en çok yaralanan aşağıda değineceğimiz nedenlerle Ortodoks Kilisesi’nin kendisi oldu. Genel bir çöküntü halinde iken Osmanlı idaresi onu yok olmaktan kurtardı. Osmanlıların temsil ettiği ve devletçe çok dinliliği kabul eden Türk geleneği Ortodoks dinini ve kilisesini tarihe karışmaktan kurtardı...
Ortodoks Kilisesi zaten bir devlete bağlı olarak yaşamaya alışıktı. Şimdi Osmanlı devletinin kanadı altında yaşamak onun için çok zor değildi. Fatih İstanbul’u alınca Hıristiyan dünyasının genel sanısının tersine, Ortodoks Kilisesi’nde bir din adamının eline evrensel (ekümenlik) patriklik asasını tutuşturduğu zaman, papazlar kim bilir ne kadar sevinmişlerdi. Türklerin getirdiği yeni rejimin, kiliselerini Hıristiyanlık dünyasında düştüğü aciz durumdan kurtaracağını, hatta ona yeni bir kuvvet ve genişleme devri açacağını da belki içlerinde sezenler olmuştu.
Yok olmaktan kurtulan Ortodoks Hıristiyanlığına yeni Türk rejimi evvelce elinde bulunmayan iki yeni kudret kazandırdı. Bir defa Ortodoks Kilisesi’ne devletten ayrı bir otonomi verdi. İkincisi İstanbul Kilisesi’ni bütün Ortodoks Kiliselerinin üzerine çıkardı. O zamana kadar İstanbul Kilisesi’nin böyle bir üstünlüğü yoktu. Bizans’ta merkezleşme devlet kudretinin temsilcisi olan imparatorda toplandığından, batıdaki Roma Kilisesi’nin en üstün ruhani hükümdarlığı elinde toplaması gibi bir merkezleşme Bizans’ta olmamıştı. İstanbul Patrikliği bir çok ve hatta bazen birbirlerine rakip patrikliklerden biri olarak kalmıştı. Şimdi Türkler bu patrikliği bir ekümenik, yani evrensel patriklik mertebesine çıkarmışlardı.
Durumu bu şekilde verdikten sonra Osmanlılar, sonraları altından çok işler çıkacak olan bir işi daha yaptılar. Osmanlı hükmü altındaki Ortodoks Hıristiyanlarını, hangi kavimden olduklarına bakılmaksızın, Rum Milleti adı altında tek bir kategori sayıp hepsini ekümenik patrikliğin ruhani idaresi altına soktular. Bir adım daha atarak, yer yer Ortodoks cemaatlerinin psikoposlarına Milletbaşı (Etnarklık) vasfını verdiler. Zamanla bunlar birer teokrasi idaresi haline gelmeye başladı ve Yunan milliyetçiliği bu teokrasilerin rahminden dünyaya geldi. Bugün bile Kıbrıs’taki Makarios teokrasisi bu usulün bir mirasıdır.
Eğer bugün dünyada kendini evrensel Roma papalığına ayar gören bir ekümenik Ortodoks patrikliği diye bir şey varsa, onun mensupları bunu Osmanlı rejimine borçludurlar. Yoksa, Katoliklik, daha sonraki Protestanlık ve çeşitli Heretik hareketler karşısında Ortodoksluk ya tarihe karışmış veya bir kenara sığınmış sıradan bir Heretik sekt haline haline gelmiş olacaktı. Kısacası bugün medeniyet çığlıkları atan Avrupa karanlık bir çağ yaşarken ve din – mezhep savaşları yaşanırken, kıtalara hükmeden Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde din konusunda hiçbir baskı yapmayıp İslamiyetin hoşgörüsü ile bütün dinlere kucak açması, dinde özgürlük yaratması, Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra Bizans oyunlarına bir son vermek ve dünyada ki bütün Ortodoksları kendi eli altında tutmak istediği için Patrikhaneye tanımış olduğu özerklikler Ortodoks Bizans Kilisesi’nin tarihe gömülmesine engel olmuştur...
Avrupa’da Türk Düşmanlığı:
Bir yandan Protestanların Hıristiyanlık dinine düşman Türklerle birlik oldukları suçlamasından, öbür yanda Tek-Tanrıcılık meselesinde Lutherci ve Kalvinci Reformasyonculardan ayrılan Tek-Tanrıcıların Türk taraftarlığından korkan Luther, Katolik polemikçilerini susturmak için onlardan daha baskın çıktı ve şiddetli bir Türk aleyhtarı yayına girişti. Hıristiyanlığın asıl düşmanı olan Papalığın kötülükleri yüzünden Tanrının barbar Türkleri müminlerin başına bir ceza olarak gönderdiği teorisini iyice yaydı. Katoliklikle Protestanlık arasındaki din savaşında her iki taraf da birbiriyle yarış edercesine kocaman bir Türk düşmanlığı edebiyatı yarattılar. Avrupa, Komünizm düşmanlığı, Türk düşmanlığını biraz unuttursa da Avrupa’nın Türk’e karşı duyduğu nefret ve düşmanlık halen devam etmektedir. Bu düşmanlığın yaratılmasında ise bu mübarek (!) din adamlarının etkisi ise çok fazladır. Osmanlı döneminde yaşanılan mezhepler arası din savaşlarının sonucunda oluşan bu Türk düşmanlığı aradan yüzyıllar geçmesine rağmen hala Batılı kafalarında dağılmış değildir ve gizliden yürütüldüğü gibi zaman zamanda yüzeye çıkmaktadır. Bunların bizim hayatımızda oynadığı olumsuz rol ise sandığımızdan çok daha fazladır...
Megola İdea’nın Doğuşu:
Devlet adamlarının şaşkınlığı, bir kısmının ahlaklaşmasına karşılık, Rum kilisesi ve halk kendi ruhani ve maddi çıkarlarına en uygun yolu buldular; Osmanlı, Fransız, Rus ve İngiliz ilişkilerinin karma karışık bir hale gelen işlerinin arasında öyle ustalıkla ticaret ve diplomasi yolları buldular ki, on sekizinci yüzyılda bundan iki sonuç çıktı: Biri Yunan denizciliğinin canlanması ve zengin bir merkantil sınıfının doğması (Cevdet Paşa, bunun nasıl Osmanlı donanmasının sonu olduğunu anlatır). İkincisi ise; Patrikhane diplomasisinin doğması. On dokuzuncu yüzyılın başında bu ikisinin el ele vermesinden ortaya Yunan milliyetçiliği ve bağımsızlığı çıktı. On sekizinci yüzyıla doğru bir yandan Rusya’nın kuvvetlenmeye başlaması, diğer yandan Protestan devletlerin Osmanlı İmparatorluğuna doğru yönelmeleri Hıristiyanlık aleminde Rumlara, hem politik, hem ekonomik destek sağladı. Şehirli Rum müteşebbisleri Odesa’dan Marsilya’ya, İzmir’den Londra’ya kadar uzanan görünmez bir deniz ticareti imparatorluğu kurdular. Ortodoks mezhebinin diğer iki rakip Hıristiyan mezhebi önünde hiçbir zayiat vermeden gelişmesi de sağlandı. Rum Ortodoksluğu yalnız bir kere Protestanlık içinde erime tehlikesi geçirdi. On yedinci yüzyılda Patrikliğe gelen Lukaris, Ortodoks Kilisesi’ne Kalvinist doktrini sokmaya kalktı. Buna karşı Rum cemaatinin isyanı, hem bunların, hem Katoliklerin tahrikleri, hem de patriğin muhtemelen Rusya ile de bir dalgası olması yüzünden, Osmanlı Devleti bu teşebbüsü önledi, bu macera da patriğin hayatına mâl oldu. Bu olay, Patrikhane diplomasinin başlangıcını teşkil eder. Ondan sonra bu diplomasinin şaşmaz siyaseti Katolik ve Protestan rekabetine ve Rumlar arasına sızma gayretine karşı tedbirler alınmasını sağlamak, bu üçüne karşıt olarak kilisenin Bizans geleneğini yürütmek olmuştur. Bu siyasetin güttüğü amaç (Megola İdea), daha sonraları Yunan Milliyetçiliğin tohumu olarak on sekizinci yüzyılda beyinlere ekilmiştir.
Patrikhane diplomasisinin Büyük Amaç (Megola İdea)'a doğru yeni bir safhası, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında başladı. Bu devirde Osmanlı İmparatorluğu’nun yok olacağı fikri her tarafta yaygındı. Hem Batı’da, hem Rusya’da bu imparatorluğun en tabii varisinin Rumlar olacağı fikri üzerinde birleşiyordu. Bundan ortaya, biri Bizans İmparatorluğu, diğeri Helen İmparatorluğu kurma şeklinde iki fikir çıktı. Birinci projenin temsilcisi Rum çariçesi Katerina, ikincisinin destekleyicisi ihtilal öncesi ve sonrası Fransız diplomasisi ve sonraları Napolyon Bonapart’tı.
İki proje birbiriyle uyuşamaz zıt çıkarlara ve amaçlara dayanıyordu. Birinin amacı Rusya’nın peyki olacak bir Bizans İmparatorluğu kurmak, diğerinin amacı Fransa’nın peyki olacak bir Helen İmparatorluğu kurmaktı. Napolyon’un projesine göre, bu imparatorluk kurulunca Müslümanlar da halifelerini Bağdat’a taşıyacaklardı.
Fakat İngiliz diplomasisine göre, ne Bizans İmparatorluğuna, ne de Helen İmparatorluğuna lüzum vardı. On dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde Ortodoks Kilisesi’nin rehberliği altında Yunan isyanı başlayınca, İngiltere, devletlerin Yunan istiklali istemlerini, eninde sonunda başına Avrupalı bir kıral oturtulan küçük bir Yunan devleti bağımsızlığı şekline sokmayı başardı. Bu devlet daha kolaylıkla İngiliz siyasetinin etkisi altına konabilirdi.
Yunan Milliyetçiliği ve Ortodoks Kilisesi:
Yunan milliyetçiliğinin bütün Hıristiyan kiliselerinin, bütün Avrupa devletlerinin, hemen bütün Batılı düşünür ve yazarlarının, eğilimleri, inançları, çıkarları ne olursa olsun, hepsinden destek görmek gibi eşsiz bir talihi vardı. Fransa’da olduğu kadar, İngiltere’de ve Amerika’da da şiddetli bir Helen romantizmi vardı. Bunun temsilcileri olan aydınlar Bizans İmparatorluğu’na veya Ortodoks Kilisesi’ne değil, eski Grek uygarlığına aşıktıkar. Fakat Ortodoks Kilisesi ve Yunanlılık bu Grek sevgisinden daima faydalanmıştır. Türk – Yunan ilişkilerinin her gerginleştiği zamanda Grek romantizminin altında yatan şeyin ya Hıristiyan olmayan Türklere karşı din farkı duygusu olduğu veya salt maddi çıkarlar ve en önemlisi ise Din adamlarının başlattığı Türk düşmanlığı olduğu çok kereler kendini göstermiştir.
Böylece Rumlar ve Yunanlılar Greklikten, Hıristiyanlıktan, bağımsız yeni bir millet olmaktan gelen birden fazla destek kazanma şansından hiç mahrum kalmamışlardır. Bu hal onlara özgü bir atılganlık, bir nevi siyasi şımarıklık kazandırmıştır. Gerici devletlerin, ihtilalci devletlerin, emperyalistlerin, milliyetçilerin, liberallerin, sosyalistlerin, Ortodoks papazların hiç sevmediği Protestanların ve hatta bazen Katolik Kilisesi’nin, her biri kendi açısından, bu Grek-Bizans-Yunanlı Papaz karması farkına varmadan aynı zamanda destekleri olmuştur. Bugün de durum buna yakın bir manzara gösterir. Bu karmanın büyüsü altına girmemiş az devlet ve az Batılı aydını vardır. Bu işte Türk’ün payına düşen de bunların ortalaşa nefretine hedef olmaktır...
Fakat bu karmanın altında bir şey daha vardır ki, dikkatle bakılırsa gözden kaçmasına imkan yoktur. O da Ortodoks Kilisesi’nin bütün bunların merkezinde olduğu... her şeye rağmen kilise, Yunan milliyetçiliğin asıl temsilcisi olarak kalmıştır. Bu durum geçmişte de böyleydi bugünde böyledir... Yunan milliyetçiliğine gıda veren kaynak ne Eflatun ve Aristo’nun Hellas’ı, ne de Batı Avrupa’nın liberal ve sosyalist fikirleridir. Yunan milliyetçiliği en başarılı şekilde papaz teokrasisin ürünüdür. Bizim ülkemizde yobazlar ümmetçilik nidalarıyla milliyetçi duygulara her zaman yabancı hatta, düşman bakmışlardır. Yunanlılarda ise milliyetçiliğin rehber ve bekçileri yüzyıllar boyunca papazlar olmuştur. Ortodoks Kilisesi’nin karşısında liberalizm, demokrasi, sosyalizm ve laiklik, halk kitleleri için hemen hemen hiçbir anlam taşımaz. Kilise halka karşı milliyetçilik bayrağını taşıyan bir merkezdir.