Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine Sultan II. Mahmut' un emriyle kuruldu. Yeni eğitim kurallarıyla yetiştirilen askerlik kurumuna verilen addır. Bu yapının başına ilk olarak "Serasker" unvanıyla eski Yeniçeri ağalarından Ağa Hüseyin Paşa getirildi.
Asakir-i Mansure-i Muhammediye Tertip adı verilen sekizer birlikten meydana gelir. Her tertibin başında "binbaşı" adında bir komutan bulunurdu. Bu binbaşılar "baş binbaşı" ya bağlıydı. Her tertip on altı "saf" tı. Her saf bir yüzbaşının komutasındaydı. Her yüzbaşının ikişer "mülazim" yardımcısı vardı. Her tertipte bir top bulunurdu. Toplara "topçubaşı" denilen bir subay komuta ederdi. On altı saftan oluşan tertiplerin sekizi sağ ve sekizi sol olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Bunlara "sağ kolağaları" ve "sol kolağaları" atanmıştı.
İki yıl sonra bu örgüt yeniden düzenlenerek "tertip" lere "alay" ve komutanlarına "miralay" dedindi. "Saf" deyimi "bölük" olarak değiştirildi. Her alay binbaşı komutasındaki üç taburdan meydana getirilmişti. Sol ve sağ kolağası adını alan iki subay bir katip bir sancaktar her bölüğe "yüzbaşı" ve "mülazim" lerden ayrı olarak bir "başçavuş" ve bir "bölük emini" atanmıştır. Her alayda "miralay" yardımcısı bir "kaymakam" bulunurdu. İki alay bir "mirliva" nın ve üç alay bir "ferik" in komutası altındaydı. Miralayın üstü subaylara "paşa" denirdi. Asakir-i Mansure-i Muhammediye' nin en büyük komutanı "müşir" di.
AZEB (Askeri Ordu)
Osmanlı askeri teşkilatında kara ve deniz hafif piyadeleri için kullanılan bir tabirdir.
Arapça'da bekar manasına gelir. XIV-XVI. yüzyıllarda Bizans Latin ve İtalyan kaynaklarında "korsan deniz haydudu" karşılığı kullanılmıştır. Mısır'da şehir muhafazasında görev alan askeri bir grup da bu adla anılmıştır.
Osmanlı' da azebler yeniçeri teşkilatından önce kurulmuş ve hafif okçu olarak orduya katılmıştır. Azebler deniz ve kara azebleri olmak üzere ikiye ayrılıyorlardı. Kara azebleri XVI. yüzyılın ortalarına doğru kale muhafazasında kullanılmaya başlanmış ve böylece maaşlı bir sınıf haline gelmiştir. Kale azeblerinin mevcudu kalelerin önemine göre değişiyordu. Deniz azebleri ise görev yaptıkları yerlere göre Tersane-i Amire ve donanma azebleri olmak üzere ikiye ayrılıyordu.
Deniz azebleri kadırgalarda paşa gemilerinde mavnalarda kalitelerde top taş ve at gemilerinde azeb neferi ve reisi olarak bulundukları gibi yelkenci nöbetçi ve kürekçi olarak da bulunuyorlardı. Azebler ihtiyaç durumunda başka görevlerde de kullanılmaktaydılar. Azeb alınacak kimselerin güçlü kuvvetli ve savaşabilecek kabiliyete sahip olmaları gerekmekteydi. Azeb teşkilatı Sultan II. Mahmud dönemindeki askeri yenilikler sırasında kaldırılmıştır.
BİRİNCİ BALKAN SAVAŞI
Balkan Yarımadası'nda sadece Arnavutluk ve Makedonya Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde idi. Ama Balkan devletlerinin hepsi gözünü bu güzel toprak parçasına dikmişti. 8 Ekim 1912'de Bulgaristan Yunanistan Sırbistan ve Karadağ birleşerek Trablusgarp Savaşı'yla meşgul Osmanlı Devleti'ne karşı savaş açtılar.
Osmanlı Devleti Rumeli'de bir tehlike görmediğinden buradaki askerlerin bir bölümünü terhis etmiş kuvvetlerini Doğu ve Batı Ordusu diye iki gruba ayırmıştı. Osmanlı birlikleri Bulgar Yunan ve Sırp taarruzları karşısında ağır kayıplar verdi. Yanya İşkodra dışında Batı Trakya boşaltıldı. 29 Ekim 1912'de Osmanlı Kuvvetleri bazı bölgelerde başarılı oldularsa da Çatalca önlerine kadar çekildiler. 8 Kasım 1912'de Yunanlılar Selanik'i işgal etti. 17 Kasım 1912'de Bulgarların İstanbul'u almak için taarruzları geri püskürtüldü. 28 Kasım 1912'de savaşı fırsat bilen Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti.
Balkan devletleri elde ettikleri başarılardan sonra birbirlerine düşmekteyken büyük devletlerin araya girmesiyle 17 Aralık 1912'de Londra Barış Konferansı toplandı. Çıkar çatışmaları konferansın uzamasına sebep oldu. 26 Mart 1912'de Edirne Bulgarların eline geçti. 6 Martta Yanya 23 Nisan'da İşkodra düştü. 1.Balkan Savaşı 30 Mayıs 1913'te imzalanan Londra Antlaşmasıyla sona erdi.
Antlaşmaya göre; Trakya'da Osmanlı-Bulgar sınırı Midye-Enez hattı oldu. Trakya Edirne Bulgaristan'a Güney Makedonya Selanik ve Girit Yunanistan'a Kuzey ve Orta Makedonya Sırbistan'a Silistre Romanya'ya verildi. Arnavutluk'un bağımsızlığı kabul edildi.
I. Balkan Savaşı'nda istediği toprakları alamadığına inanan Bulgaristan 29 Haziran 1913'te Yunanistan ve Sırbistan'a saldırdı. Böylece II. Balkan Savaşı başladı. Bulgar kuvvetleri Yunanistan Romanya ve Sırbistan askerleri karşısında yenildi. Osmanlı Devleti de bu fırsatı değerlendirdi. Mustafa Kemal'in kurmay başkanı olduğu Bolayır Kolordusu Bulgaristan'a taarruz ederek 15 Temmuz 1913'te Keşan'ı 17 Temmuz'da Enez ve İpsala'yı 18 Temmuz'da Uzunköprü'yü 21 Temmuz günü de Karaağaç ve Dimetoka'yı alarak Edirne'ye girdi. Bulgaristan barış istedi. 29 Eylül 1913'te İstanbul Antlaşması imzalandı. Edirne Osmanlı Devleti'ne geri verildi. Dimetoka Osmanlılarda kalmak üzere Meriç nehri Türk-Bulgar sınırı oldu.
BEDESTEN
Bedestenler zamanlarında önemli birer iktisadi kuruluştu. O devirde günümüzdeki banka ve borsaların görevini görürdü. Her bedesten de onu korumakla yükümlü 12 kişilik bir koruyucu ekibi vardı. Bunlara bölük başı denirdi.
Bedesten her sabah duacı başı denilen bölük başlarından biri tarafından açılır akşamları da gene törenle kapanırdı. Çok değerli mallar Perşembe günleri öğle namazından önce satılır bu sırada önemli kişiler de gelir ve halk her yanı doldururdu. Bedestenlerde alış veriş yapan esnafa tacir anlamına da kullanılan Hacegan denilirdi.
İstanbul'da ikisi büyük çarşı içinde biri de Galata'da olmak üzere üç bedesten vardır. Büyük çarşı içindekilerden eskisine Eski veya Küçük Bedesten Fatih Sultan Mehmed'in yaptırdığına ise diğerine ise Yeni Bedesten Sandal Bedesteni veya Büyük Bedesten denirdi
CÜLUS BAHŞİŞİ
Cülus Osmanlı İmparatorluğu'nda padişahlığa seçilen şehzadenin padişahlığının ilan edilmesi için yapılan törene verilen addır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda törenler arasında önemli bir yeri olan Cülus-i Hümayun'un kökü Türk törelerine ve İslam kültürüne dayanmakta ve Oğuz töresinin izlerini taşımaktadır.
Cülus Bahşişi ise cülus töreni sırasında Yeniçerilere verilen bahşişdir.
ÇANAKKALE CEPHESİ
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin en başarılı olduğu cephe Çanakkale Cephesidir. Dünya tarihinin en kanlı savaşı bu cephede cereyan etmiştir.
İngiltere ve Fransa müttefikleri Rusya'yla birleşerek savaşın seyrini lehlerine çevirmek istiyordu. Rus ekonomisi savaşın yükünü kaldıramaz hale gelmişti. İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti'ni saf dışı bırakmak Rus Ordusuna gerekli askeri yardımı ve malzemeyi en hızlı bir şekilde ulaştırmak Kafkasya Cephesinde bunalan Rusya'yı rahatlatmak ve Türk Ordusunun geri çekilmesini sağlamak için Çanakkale Boğazı'na harekat düzenlediler. İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı'ndan geçişlerine 18 Mart 1915'te başarıyla karşı konuldu. İtilaf Devletleri donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarıp kara muhaberelerini başlattılar. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini Mustafa Kemal'in komuta ettiği birlik Conkbayırı'nda durdurdu. Bu başarı üzerine Mustafa Kemal albaylığa yükseltildi.
General Harrington komutasındaki İngiliz birlikleri 6-7 Ağustos 1915'te tekrar taarruz etti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos 1915'te 1. Anafartalar Zaferi'ni kazandı Bu zaferi 17 Ağustosta Kireçtepe 21 Ağustos'ta 2. Anafartalar zaferleri takip etti.
Çanakkale Savaşı'na katılan Türk Ordusu'ndan çoğu öğrenim çağında 253.000 subay er ve erbaş şehit oldu. Çanakkale'nin geçilemeyeceğini anlayan İngiliz ve Fransızlar da arkalarında Türkler kadar kayıp bıraktılar. 19/20 Aralık 1915'te Anafartalar ve Arıburnu'ndan 8-9 Ocak 1916'da Seddülbahir'den kesin olarak çekildiler.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
1914-1918 yılları arasında yapılan ve dünya tarihinin en kanlı savaşlarından biri olan I. Dünya Savaşı'nda V. Mehmet Reşat yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu İttifak Devletleri denilen Almanya (Wilhelm II) ve Avusturya-Macaristan'ın (Franz Joseph) yanında yer alarak İtilaf Devletleri'ne; İngiltere Fransa Rusya İtalya'ya karşı savaştı. Savaşın ilk yıllarında Karadağ Sırbistan Romanya daha sonraki yıllarında da ABD Japonya Yunanistan Belçika Portekiz İtilaf Devletleri'nin yanında savaşa katıldı. Sömürge durumundaki birçok devlet de dolaylı olarak savaşta görev aldı.
28 Temmuz 1914'te başlayan I. Dünya Savaşı'na o dönemde siyasi ekonomik sosyal ve askeri yönden bunalım içindeki Osmanlı Devleti Almanların ekonomik ve askeri yardım vaatleri ve İttihat ve Terakki Partisi önderleri Enver Paşa Cemal Paşa ve Talat Paşa'nın şahsi kararları sonucunda katıldı. 2 Ağustos 1914'te önce gizli bir Osmanlı İmparatorluğu-Almanya İttifak Antlaşması imzalandı. Aynı gün seferberlik ilan edildi. Akdeniz'de İngilizlerin baskısından kaçan Goben ve Breslaw (Yavuz ve Midilli) adlı Alman savaş gemilerinin 27 Ekim 1914'te Karadeniz'e açılıp Sivastopol ve Odesa'yı bombalaması üzerine Rus Ordusu 2 Kasım 1914'te doğudan taarruza geçti. İngiliz ve Fransız savaş gemileri 3 Kasım 1914'te Çanakkale Tabyalarını topa tutmaya başladı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu fiilen savaşa girdi. 5 Kasım'da İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti. 11 Kasımda bütün Müslümanların Halifenin yanında düşmana karşı savaşa çağrılması anlamına gelen "Cihad-ı Ekber" halka duyuruldu.
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti 2.900.000 askeri silah altına aldı. Dört yıl süren savaş boyunca 253.000'i Çanakkale Cephesi'nde olmak üzere toplam 400.000 şehit verildi. 1.050.000 asker de yaralandı veya esir düştü. Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı'nda 9 ayrı cephede mücadele verdi.
30 Ekim 1918'de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak savaştan çekildi
EMANET-İ MUKADDES
Kutsal emanetler anlamına gelen Emanat-ı Mukaddes Topkapı Sarayı'nın hazine dairesinde saklanmakta olan kutsal olarak bilinen kişilere ait eşyalar için kullanılır.
Bu eşyalar; üzerinde Hz. Muhammed'in ayak izinin bulunduğu bir taş Hz. Muhammed'in bir dişi Hırka-i Şerif ya da Hırka-i saadet denilen Hz. Muhammed'in hırkası Hz. Muhammed'e ait bir çift nalın; bir seccade sancaki yay biri Hz. Şuayb'ın iki asa Hz. İbrahim'im kazanı Hz. Davud'un kılıcı Hz. Nuh'un tenceresi Hz. Yusuf'un gömleği 4 Halifenin sarıkları İmam Hüseyin'in gömleği Hz. Ebubekir'in seccadesi Halife Osman'ın elyazısıyle bir Kur'an-ı Kerim Cafer Tayyar'ın kılıcı Halit bin Zeyd'in kılıcı Kabe'nin anahtarı ve bunların dışında kutsal olduğu bilinen kişilere ait bazı altın eşya ve silah.
ENOSİS
Birleşme anlamına gelmektedir. Kıbrıs Adası'nın Yunanistan ile birleşmesi dileğini belirtmekte kullanılan bir deyimdir. Yunanistan ve Kıbrıs Rumları arasında benimsenen Enosis Megalo İdea düşüncesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
1960 yılında yapılan bir anlaşma ile Türkiye İngiltere ve Yunanistan'ın garantisi altında bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.
Enosis genel olarak bu duruma göre uluslararası hukuka aykırı bir siyasi tutum olarak değerlendirilmektedir
ETNİK-İ ETERYA
Emanual Ksantos tarafından 1814 yılında Yunan Kurtuluş Savaşı ve bağımsızlık hareketini gerçekleştirmek için kurulmuştur. Özellikle Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları kışkırtmak amaçlı bir toplantı düzenleyen cemiyet daha sonra şu karaları almıştır :
1- Merkezi Atina'da bulunan Filomos Cemiyeti Etnik-i Eterya'ya bağlanarak bu cemiyetin batı kültürü almış Yunan gençlerinden yaralanılacak
2- Örgütlenebilmek için gerekli maddi olanakların sağlanması yolunda yeni ticaret şirketleri açılacak
3- Rum tüccarlarının ünlü ve etkili ailelerin kilisenin tanınmış din adamlarının örgüte katılması sağlanacak.
Bu kararlarda birleşen cemiyetin başına 12 Nisan 1820 tarihinde yapılan toplantıda Çar Aleksandr'ın yaveri Aleksandr İspilanti getirildi. Eflak Boğdan hareketlerinde Mora (1821) ve Girit ihtilallerinde (1897) etkin rol oynayan Etnik-i Etery Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılma döneminde asıl amaçlarından saparak "Megalo Idea" (Büyük Yunanistan) fikrini savunarak emperyalist bir nitelik kazanmışlardır
FETRET DEVRİ
Fasıla-i Saltanat olarak da bilinir. Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda (28 Temmuz 1402) yenilmesiyle başlayan bu döneme kardeşleriyle girdiği mücadelede başarılı olarak yönetimi yeniden ele geçiren Mehmed Çelebi son vermiştir.
Ankara Ovası'nda yapılan savaşın kötüye gittiğini gören Yıldırım bayezid'in oğullarından Süleyman Çelebi yanına Sadrazam Çandarlı Ali Paşa Murad Paşa ve yeniçeri ağası Hasan Ağa ile birlikte kendine bağlı olan birlikleri de yanına alarak Edirne'de saltanatını ilan etti.
Savaşa katılan diğer şehzadelerden İsa Çelebi Balıkesir'de Çelebi Mehmed ise Amasya'da kendi hükümdarlıklarını ilan ettiler. Yıldırım Bayezid ile birlikte Musa çelebi ve Mustafa Çelebi (Düzmece Mustafa) Timur'a tutsak düştüler.
Timur zaferden sonra sekiz ay kadar Anadolu'da kalarak Osmanlı topraklarını yağmaladı. Anadolu'da daha önceden bulunan ancak Osmanlı topraklarına katılan eski Anadolu Beyliklerini yeniden canlandırdı. Osmanlı topraklarını ise 4 şehzade arasında paylaştırarak Anadolu'dan çekildi. Böylece Osmanlı Toprakları bölünmüş oldu.
Şehzadelerden ilk olarak Mehmed Çelebi harekete geçti. Orta Anadolu'daki Türkmen beylerini safdışı bırakarak güçlü bir Türkmen ordusu kurdu. İlk çarpışma ise Musa Çelebi ile İsa Çelebi arasında Bursa'da meydan geldi. Musa Çelebi Bursa'yı alarak hükümdarlığını ilan ettiyse de kısa bir süre sonra İsa Çelebi Bursa'yı yeniden ele geçirdi. Bu olay şehzadeler arasındaki mücadelenin kızışmasına yol açtı. Çelebi Mehmed diğer kardeşlerini safdışı bırakarak Osmanlı İmparatorluğunu yeniden bir birlik altında toplamıştır.
HİLAFET
Birinin yerine geçme anlamına gelmektedir. Hilafet aynı zamanda Hz. Muhammed'in ölümünden sonra bütün müslüman milletlere önderlik etme ve islam şeriatının koruyuculuğu görevidir. Hz. Muhammed devlet yönetimiyle din yönetimini elinde bulundurduğundan dolayı imam ünvanını da taşıyordu. İmamlık görevine "imamet" denilmekteydi. Zaman içerisinde imamet ile hilafet kelimeleri aynı anlamda kullanılmaya başlanmıştır
HİLAFETİN KALDIRILMASI
1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması ile Sultan-Halife gibi çifte görevi olan Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları devlet yetkileri alınmıştı. Eski Osmanlı hükümdarına sadece dini başkanlık yetkiler tanınmıştı. Hükümet TBMM'nin seçtiği Halife Abdülmecid Efendi'den sadece Müslümanların Halifesi ünvanını kullanmasını gösterişli hareketlerde bulunmamasını istemişti. Abdülmecid halife seçildikten sonra kendisine verilen talimata aykırı olarak "Halife-i Müslimin" ünvanından başka sıfat ve ünvanlar taşıyarak Cumhuriyet hükümetinin talimatı dışına çıkmıştır.
Bazı politikacılar ise; "Hilafet aynı hükümettir hilafetin hukuk ve görevini iptal etmek hiç kimsenin hiç bir meclisin elinde değildir" diyerek Halife'yi Padişah gibi yaşatmak istiyorlardı. Bu durum halifelik kurumu hakkında bir an önce önlem alınmasını gerektiriyordu. Fakat Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı halifeliğin kaldırılması için zorlayan önemli sebep Halife mevcut oldukça Türkiye'de yapılması zorunlu olan sosyal ve laik karakterdeki devrimlerin yapılamayacağı idi.
3 Mart 1924 tarihli "Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanun"la hilafet kaldırılmıştır. Böylece yeni Türkiye önemli bir adım daha atmıştır. Hilafetin kaldırılmasının Türkiye'de ve dünyada geniş yankıları olmuştur. Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü bir diğer kanunla da Şer'iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) kaldırılmıştır. Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması sonucu bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırılmıştır. Ayrıca aynı gün Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaleti de kaldırıldı. Böylece ordu siyaset çatışmasının da önüne geçilmiş oldu. Tevhid-i Tedrisat kanunu da o gün kabul edilmişti.
Osmanlı Devleti'nde orduda humbara yapan ve kullanan sınıfın bağlı bulunduğu ocaktır. Kumbaracı ocağı da denilmektedir.
Merkezde bulunan kale humbaracıları tımarlı Topçu ve Cebeci ocaklarına bağlı humabarcılara ise ulufeli denilirdi. Humbaracılık Osmanlı Devleti'nde 16. yüzyılda Mustafa ismindaki bir topçu bölükbaşısının ilk tunç humbara dökümhanesini kurmasıyla ortaya çıkmıştır.
Humbaracı Ocağı'nın ıslahı ilk olarak 18. yüzyılda Humbaracı Ahmed Paşa ve Sadrazam Osman Paşa'nın isteği üzerine gündeme gelmiştir. 1731'de ıslah projesi hazırlandı ve iki yıl sonra da Üsküdar'da Humbaracı Ocağı kuruldu. Böylece Bosna'dan 300 ulufeli humbaracı adayı ile çeşitli kalelerden seçilen 300 tımarlı humbaracı eğitime başlayarak humbara imalathanesi kurulması yolunda adımlar atıldı. Bir yasa ile tımarlılar 25'er kişilik gruplar halinde İstanbul'a giderek eğitim almaları sağlandı.
1783'te Sadrazam Halil Hamid Paşa humbaracılar için yeni düzenlemeler getirdi ve 1792'de çıkarılan bir nizamnameyle humabaracıların yetkileri arttırıldı. Humbaracılar Ahmed Paşa'nın çabalarıyla ordunun en disiplinli ve düzenli sınıfı durumuna gelmişti.
Kapıkulu Ocağı'ndaki bozukluklar ve düzensizlik zamanla Humbaracı Ocağı'nı da etkilemeye başladı. 1826 yılında Vaka-i Hayriye sırasında Humbaracıların devletin tarafında olarak topçu ve cebecilere destek olmuştur. Humbaracı Ocağı Sultan II. Mahmud zamanında Asakir-i Muhammediye'nin kurulmasıyla kaldırılmış fakat varlığını Sultan II. Abdülhamid dönemine kadar sürdürmüştür
Osmanlı İmparatorluğu'nun çökme döneminde devletin yıkılmaktan kurtarılması için siyasi kuruluşlar kişi hakları yeni kurumların kurulması konularınd yapılması düşünülen köklü değişiklikler için Abdülmecid ve Abdülaziz zamanlarında çıkartılan fermanlardır.
1839'da Gülhane Hatt-ı Hümayunu 1856 Islahat Fermanı ve 1860 Abdülaziz Fermanıdır. Bu fermanlarla devletin çöküşünün toplumsal ve ekonomik nedenleri araştırılmadan bazı batı kuruluşlarını ve anlayışını devlete getirmekle devletin kurtarılabileceği sanılmış fakat bu fermanlarla toplumdaki kuruluş ve anlayış ikileme düşmüş İslam dünya görüşü ve bu anlayışla kurulan kuruluşlarla birlikte batı taklitçisi kuruluşlar türemiştir. Bu iki ayrı görüş ve kuruluşlar arasındaki çatışmalar sonucunda toplumun içinde daha büyük sorunlar çıkmış çöküşü önleyeceği düşünülen ıslahat fermanları beklenen etkiyi gösterememiştir.
Bu dönemde Batı'nın ekonomik desteğine vereceği borçlara gerkesinim duyan Osmanlı Devleti bunları ancak batı devletlerine çeşitli imtiyazlar tanımak koşuluyla elde edebilmiştir. Bu imtiyazlar sayesinde Osmanlı topraklarına giren yabancı sermaye ve yatırım sahip olduğu imkan ve güçle yerli sanayii büyük ölçüde öldürmüştür. Böylece Osmanlı Devleti yarı sömürge bir devlet haline gelmiş bütün ekonomiksi ve zenginlik kaynakları Batılı devletlerin eline geçmiştir.
Bu anlamda Islahat Fermanları dış görünüşüyle ileriye dönük olmalarına rağmen gerçekte toplumsal ve ekonomik hayatı olumsuz yönde etkilemiştir.
Nizam-ı Cedid hazinesi olarak bilinmektedir. III. Selim'in emri ile 1793'te Nizam-ı Cedid ordusunun giderlerini karşılamak amacıyla oluşturulan bütçe.
Padişahın başkanlık ettiği toplantı sonucunda olağan bütçe gelirlerinin dışında bir bütçe oluşturularak gelir kaynaklarının hazineden ve genel bütçeden ayrılması kararına varıldı. Bu kararla oluşturulan yeni hazineye de İrad-ı Cedid adı verildi. İrad-ı Cedid kanunlarına göre İrad-ı Cedid nazırına ve başdefterdara verilen günlük gelir ve gider pusulaları ay sonunda incelenerek üç nüsha olarak aylık defter düzenleniyor ve bu nüshalar; Babıali'ye Başmuhasebe'ye ve Ruznamçe Kalemi'ne veriliyor ve yıl sonunda bilanço çıkarılıyordu. Gelir fazlası olan para Darphane-i Amire'deki özel İrad-ı Cedid hazinesine aktarılırdı.
Kabakçı Mustafa Paşa isyanı sonucunda Sultan III. Selim'in tahttan indirilmesiyle bu hazine kaldırılmış biriken paralar da Darphane-i Amire hazinesine devredilmiştir.
Osmanlı Devleti'nde mutlak monarşiden anayasalı monarşiye geçişi belirleyen ve meşrutiyet reşiminin temellerini atan anayasadır.
Osmanlı Devleti'nin Rusya ile savaş hazırlıkları içine girdiği sırada Sultan II. Abdülhamid tahta geçti (31 Ağustos 1876). İç ve dış sorunların giderek ağırlaştığı bir sırada Mehmed Rüştü Paşa'nın sadrazamlıktan çekilmesi üzerine II. Abdülhamid Mithad Paşa'yı bu makama getirmek zorunda kalmıştı.
Mithad Paşa Avrupa devletlerine verdiği sözü yerine getirerek anayasal düzene geçilmesini savunuyor uluslararası konferans ve benzeri müdahalelerin ancak bu yolla önlenebileceğini ileri sürüyordu. Padişah Mithad Paşa'nın hazırladığı "Kanın-ı Cedid" adlı anayasa taslağı yerine Fransız Anayasası'nı çevirtip nazırlarına inceleterek ikinci bir taslak hazırlattı. Anayasayı hazırlamakla görevli 28 kişilik Cemiyet-i Mahsusa'nın düzenlediği son taslak Heyet-i Vükela'da (Bakanlar Kurulu) kesin biçimini aldıktan sonra padişahın bir hatt-ı hümayunuyla kabul edildi (23 Aralık 1876).
Temsili bir organdan yada meclisten değil padişahın tek yanlı iradesinden kaynaklanan Kanun-i Esasi bu bakımdan bir ferman anayasasıdır. Meşruti bir rejim öngörmekle birlikte teokratik Osmanlı monarşisinin geleneksel ilke ve kurumlarını anayasa hükmü haline getirmeye öncelik verir. Saltanat hakkı Osmanoğulları soyuna aittir ve umumun kefaleti altındadır. Geleneksel yetkilerinin büyük bölümünü sürdüren padişah hukuken sorumsuzdur. Devletin dini İslam'dır; padişah aynı zamanda halifedir ve şeriat kurallarını uygulatır yasalar din kurallarına aykırı olamaz şeyhülislamlık makamı ve şeriye mahkemeleri anayasada öngörülmektedir.
Yasama ve yürütme organ ve yetkilerini birbirinden açıkça ayırmayan Kanun-ı Esasi sistemi yürütmenin özellikle de padişahın üstünlüğü ilkesine dayalıdır. Sadrazamı nazırları ve şeyhülislamı padişah seçerek atar; vekiller meclise değil padişaha karşı sorumludur. Yaşama organı sayılan Meclis-i Umumi'nin toplantı döneminin kısaltılmasına uzatılmasına ya da seçimlerin yenilenmesi kaydıyla feshine karar vermeye padişah yetkilidir. Meclis-i Umumi'nin senato kanadı durumundaki Heyet-i Ayan'ın üyelerini de padişah atar.
Padişahın kişiliği kutsaldır; işlem ve eylemlerinden ötürü hukuki ya da cezai sorumluluk altında değildir; anayasaya bağlılık yemini etmesi bile öngörülmemeiştir. Heyet-i Ayan ve seçimle gelen Heyet-i Mebusan üyeleri anayasaya değil padişaha sadakat yemini ederek göreve başlarlar. Heyet-i Vükela'nın kendi gündemini belirlemesi ve aldığı kararları uygulatabilmesi için de padişahın izni ve onayı gerekir. Meclisler de ancak kendi alanlarına giren sınırlı konularda ve padişahın izniyle yasa önerilebilir. Padişahın yasaları veto etme yetkisi de vardır.
Ayrıca Heyet-i Ayan padişahın haklarını korumakla yükümlüdür. Heyet-i Vükela ile Heyet-i Mebusan arasında uyuşmazlık çıkması ve Heyet-i Mebusan'ın görüşünde iki kez direnmesi durumunda da padişah altı ay içinde yeniden toplanması koşuluyla meclisi feshedebilir. Meclislerin toplantıda olmadığı dönemlerde ülke yasa hükmünde özel kararlarla yönetilebilirdi.
Kanun-ı Esasi sistemi gerçek bir meşrutiyet ya da anayasal düzen sayılmaz. Anayasa düşüncesinin somutlaşması yasama meclislerinin ve temsili sistemin oluşması bütün kısıtlamalara karşı (örn:113. maddeyle padişaha tanınan sürgün yetkisi) bazı hak ve özgürlüklerin bir anayasal metinde yer alması yargı bağımsızlığını ve güvencelerini sağlamaya yönelik ilkelerin düzenlenmesi vb. noktalar Kanun-ı Esasi'nin Osmanlı devlet düzenine önemli katkıları olmuştur.
Kanun-ı Esasi'nin öngördüğü yasama organı 19 Mart 1877-16 Şubat 1878 arasında bazı aralıklarla toplam beş ay görev yaptı. Ama özellikle eleştirici davranışlarıyla tutucu çevrelerin ve padişahın tepkisini çekti. Bunun üzerine Rusya ile yapılan savaşı bahane eden II: Abdülhaid Meclis-i Umumi'yi tatil etti ve bir daha toplantıya çağırmadı ve Kanun-ı Esasi 1908'e kadar hukuken yürürlükte kalmakla birlikte uygulamadan düştü.
1908'de II. Meşrutiyet'in ilanı ile yeniden yürürlüğe girdi ve 31 Mart Olayı'ndan sonra yeni değişiklikler yapıldı (22 Ağsutos 1909). Buna göre 21 madde değiştirildi ve üç yeni madde eklenerek gerçekten meşruti ve parlementer bir sistem oluşturuldu. Yapılan değişikliklerle; padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına girdi. Hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu olacaktı. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazandı yasama ve yürütme ilişkileri dengeli duruma getirildi kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsendi padişahın mutlak veto yetkisi kaldırıldı. Ayrıca dernek kurma toplantı vb. özgürlükler tanındı 113. madde kaldırıldı.
II. Meşrutiyet'in çalkantılı siyasal süreçlerinde başka değişikliklere de uğrayan Kanun-ı Esasi özellikle I. Dünya Savaşı'nın başlamasından sonra fiilen tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki'nin yönetim süresince uygulanmadı. Ama Kurtuluş Savaşı döneminde hatta 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun çıkarılmasından sonra bile Kanun-ı Esasi'nin yeni anayasaya aykırı düşmeyen hükümlerinin yürürlükte kalacağı düşüncesi benimsendi. 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 1921 Anayasası'yla birlikte Kanun-ı Esasi'yi de kesin olarak yürürlükten kaldırdı.
Kanunname-i Osmani veya Kanun-ı Kadim olarak da bilinmektedir. Osmanlı Devleti'nde cezalandırma yönetim ve maliye alanlarında şer'i hukuka uygun olmak koşuluyla padişahın koyduğu yasadır.
Kanunları geniş bir şekilde inceleyen Osmanlı hukukçuları kavanin-i şeriyeyle (dinsel yasalar) kavanin-i örfiyeyi (töresel yasalar) birbirinden ayırmışlardır. Kamu ve özel hukuku ilgilendiren töresel kaynaklı yasaların en önemli örnekleri Fatih Kanunamesi ve Sultan Süleyman Kanunnamesi'dir. Bu düzenlemeler hükümdarın mutlak töresel yetkilerinden kaynaklanan hükümleri içerdikleri için yasayı çıkaran hükümdarın adıyla anılmıştır.
Fatih Kanunnamesi'nden sonra Sultan II. Bayezid döneminde (1481-1512) şer-i vergilendirme ilkeleri ile tımar işlemlerinin yasallaştırıldığı Kanunname-i Sultani Ber Muceb-i Örf-i Osmani adlı kapsamlı bir yasa derlemeleri yapıldı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise kanunname çalışmaları kapsamlı ve sistemli bir hale getirildi. Böylece Divan-ı Hümayun'un ve eyaletlerin yürürlükte olan sistemlerinde ayrıntılı düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemeler Tımarlı sipahilerin hak ve sorumluluklarından pazar düzenine kılık kıyafet zorunluluklarına kadar bir çok alandaki değişiklikleri kapsıyordu. Yeni fethedilen ülkeler ve bölgeler için de o bölgeye ait yeni kanunnameler hazırlanıyordu. Bölge kanunnameleri birbirinde oldukça farklıydı. Bu nedenle ükle içinde yer değiştiren yükümlü yerleştiği yerin kanunnamesinin yükümlülüğüne girer eski yükümlülüğünden kurtulurdu. Ayrıca Müslümanlar ve gayri müslimler için de kanunnamelerde farklı düzenlemeler vardı.
17. yüzyılda Osmanlı Kanunnameleriyle ilgili ilk önemli çalışma Hazerfen Hüseyin Efendi tarafından hazırlanan Osmanlı kanunnamelerinin özet ve yorumlarının yer aldığı Telhisü'l-Beyan fi Kananin-i Al-i Osman'dır.
Osmanlı Devleti'nin sürekli ordusunu oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya atlı ve teknik sınıftan asker ocaklarına verilen ad.
Kapıkulu ocaklarının kurulmasından önceki dönemde Osmanlı Devleti'nin askeri gücünü yayalar ve müsellemler oluşturuyordu. Bu birlikler tımarlı sipahiler akıncılar azaplar voynuklar martoloslar ve cerahorlarla destekleniyordu. I. Murad döneminde (1360-89) örgütsel kuruluşu tamamlanan kapıkulu ocakları 16. yüzyılda yeniden düzenlendi. Bu yapıda yaya ve atlı olarak iki ana sınıf vardı. Acemi oğlanları yeniçeriler cebeciler topçular top arabacıları yay sınıfını sipahiler silahdarlar sağ ulufeciler sol ulufeciler sağ garipler sol garipler de atlı sınıfı oluşturuyordu. Kapıkulu ocakları Bektaşiliğin güçlü biçimde örgütlendiği Osmanlı kurumlarındandı ve bu nedenle ocağa Ocağ-ı Bektaşiyan askerlerine taife-i Bektaşiye ocak subaylarına sanadid-i Bektaşiyan yükselme yoluna da ilsile-i Bektaşiyan deniliyordu. Bektaşilikteki alegorik simgeler de (örn. börk kazan) aynen kapıkulu ocaklarına alınmıştı ve Bektaşi dervişleri ocak ortalarının üyesi sayılıyordu.
Osmanlı Devleti'nin sınırları genişledikçe kapıkulu ocaklarında da yeni düzenlemelere gidildi. İstanbul'un alınışından sonra Gelibolu'daki Acemi Ocağı dışında İstanbul'da ikinci bir Acemi Ocağı kuruldu. Ağa bölükleri de kapıkulu kısmına alındı; ocak subaylarının rütbeleri ve yetkileri belirlendi. Sınır boylarındaki kalelerin korunması için kapıkulu kapsamında yerlikulu yeniçerisi (gönüllü yeniçeri) cebeci topçu lağımcı humbaracı ortaları kuruldu. Kapıkulu ocaklarında devşirme ve pençik yasalrına göre asker yetiştirilirdi. Adaylar (devşirmeler ve pençik oğlanlar) acemi ocaklarındaki eğitimden sonra "kapıya çıkma" denen işlemle ömür boyu asker olarak kapıkulu sınıflarına alınırlardı. Başka bir meslek edinmeleri ve evlenmeleri yasaktı. Bütün kapıkulu askerleri oda denen kışlalarda cemaatler oluşturur her cemaat de kendi içinde bölüklere ayrılırdı.
Savaşçı bir sınıf olan kapıkuluların görevleri katı ve ödünsüz kurallara bağlanmıştı. Bu kurallara kavanin-i yeniçeriyan denirdi. Kapıkulları kent güvenliğinden ve sınırların korunmasından sorumluydu. Silah olarak genellikle tüfek kılıç ok ve yayi kalkan mızrak kullanırlardı. Osmanlı padişahının kapıkulu ocaklarının Birinci Ortası'nın yoldaşlarından sayılması ulufe günü yeniçeri ağası giysisi ile kışlaya gelmesi ve ulufesini alması at üstünde bir kase şerbet içmesi gelenekti. Ulufeleri üç ayda bir galebe divanında dağıtılan kapıkulları padişahların tahta çıkışları (cülus) ve sefere gidişlerinde de bahşiş alılardı. Kapıkulu kışlalarının bir bölümü Atmeydanı'nda bir bölümü Şehzadebaşı'ndaydı.
Kapıkullarının disiplini 17. yüzyılda bozuldu. Devşirme ve pençik sistemleri işlemez duruma geli ve ocağa rasgele asker alınmaya başlandı. İstanbul'da sık sık çıkan ayaklanmalar genellikle kapıkullarınca yönlendiriliyordu. 1632'de IV. Murad'ın reform girişimi geçici bir iyileşme sağladı. Köprülüler döneminde de ocaklardaki disiplin yeniden kuruldu. II. Mustafa'nın III. Ahmed'in III. Mustafa'nın ve III. Selim'in bu konudaki reform çabalarının çoğu büyük ayaklanmalar karşısında başarısızlıkla sonuçlandı. II. Mahmud 1826'da ocağın humbaracı barutçu lağımcı gibi teknik sınıflarını köklü reformlarla yeniden örgütlerken öbür kapıkulu ocaklarını kaldırdı.
Sözlük anlamıyla; bir ülkenin vatandaşlarının zararına olacak şekilde yabancılara verilen ayrıcalıklar. Osmanlı Devleti'nde Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1535'de ilk kez padişah fermanıyla Fransızlara tanınan hakların tümü.
Fransa Kralı I. François 1525'de Cermen İmapartoru V. Carlos tarafından esir alınmış bunun üzerine Kralın annesi Kanuni'ye bir mektup yazarak yardım istemiştir. Bu sırada Mohaç Seferi'ne çıkacak olan Kanuni bu yardımla Habsburglarla yakınlaşma sağlanabilir düşüncesiyle yardım etmeyi kabul etmiştir. Fakat herşey Sultan Süleyman'ın planladığı gibi olmamış Fransız dostluğu zamanla resmi bir kimlik kazanmıştır.
1535'te Fransızlarla Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşmayla Fransızlara birtakım haklar verilmiştir. Kapitülasyonlar bu dostluk antlaşmasının yarattığı yakınlaşma ortamında verilmiş olan haklardır. Buna göre; Fransız bayrağı taşıyan gemiler Osmanlı egemenliğinde bulunan bütün limanlarda serbestçe ticaret yapabileceklerdi. Diğer yabancı devletler gemilerini Osmanlı egemenliğinde bulunan denizlerde ancak Fransız bayrağı altında ticaret yapabileceklerdi. Bu sayede Fransızlar kapitülasyonlar gereği Osmanlı denizlerinde serbestçe ticaret yapma özgürlüğüne kavuşmuştu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Katoliklere ibadet özgürlüğü verilmesi Fransız konsoloslarına kendi vatandaşlarıyla ilgili sorunların çözümlenmesinde yargı yetkisi tanınması gibi hükümler daha sonraki yıllarda İmparatorluğun zayıflamasıyla devletin bağımsızlığını yok edecek kurallar haline getirilmiştir.
1569 1581 1597 1614 1673 ve 1740 yıllarında yeni kapitülasyonlar verilmiştir. 1740 kapitülasyonlarıyla Fransa'ya tanınan haklar daha da genişletilmiş diğer batılı ülkelere de aynı hakların tanınması kabul edilmiştir. 1740 kapitülasyonlarından sonra Osmanlı sınırları içerisindeki yabancı devletlere çok geniş ticaret yapma olanakları sağlanmış hatta bu haklar sayesinde İstanbul'da yanacı postaneler açılmıştı.
Sevr Antlaşması'nın imzalanmasıyla kapitülasyonlardan yararlanma hakkı Yunanistan ve Ermenistan'a verilmiş yabancı gemilere Türk gemilerine tanınan bütün hakların tanınması kararlaştırılmıştır. 22 Mart 1922'deki Sakarya Zaferi'nden sonra Paris'te toplanan İtilaf Devletleri Dışişleri bakanları konferansında ise İngiltere Fransa İtalya Japonya Türkiye ve kapitülasyonlardan yararlanan öbür devletlerin katılmasıyla kurulacak bir komisyonca kapitülasyon hükümlerinin gözden geçirilmesi konusunda karara varılmıştır. Kapitülasyonlar Lozan Barış Antlaşmasıyla yürürlükten kalkmıştır
KARA MÜHENDİSHANESİ (Mühendishane-i Berri Hümayun)
Osmanlı ordusuna topçu ve istihkam subayı yetiştirmek üzere 1795'te Hasköy'deki Humbarahane'nin yerine İstanbul'da kurulan okul. Öğretime Lağımcı ve Humbaracı ocaklarından 80 yetenekli genç alınarak başlanmış 1834'te okuldan 10 öğrenci uzmanlı öğrenimi için İngiltere'ye gönderilmiştir. Topçu ve Mimar Mektebi olarak da anılan okul 1847'de bir kanunla adı İstihkam Mektebi olarak değiştirilmiştir. İki aşamalı öğretimde idadi sınıflarını harbiye ve mimar sınıfları izler dördüncü sınıfı bitirenler "erkan-ı harb" sanı alırdı.
İdadi sınıflar 1865'de Galata Sarayı'na taşınmış harbiye sınıfları ise 1871'de Mekteb-i Harbiye (bugünki Kara Harp Okulu) bünyesine alınmıştır. Mektep 1878'de eski binasına taşınmış II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Mekteb-i Harbiye ile birleştirilmiştir. Hasköy'deki binası topçu subayları için uygulama okuluna dönüştürülmüştür.
Oğuzların 24 boyundan biridir. Gün Han Oğulları koluna bağlı olup Ongunu (kutsal hayvanı) şahindir. Oğuz boylarıyla ilgili ilk bilgiler Kaşgarlı Mahmud'un Divanü Lugati't-Türk adlı eserinde derlenmiştir. Reşideddin'in Camiü't-Tevarih ve Yazıcıoğlu Ali'nin Selçuknamesi (Tarih-i Al-i Selçuk) sinde Kayı boyu ile ilgili bilgilere yer verilmektedir.
Reşideddin'in verdiği bilgiler Oğuzların İslamiyet dinini benimsemelerinden önceki dönemi kapsadığından dolayı büyük önem taşır. Bu kaynakta ve diğer kaynaklarda boylar listesinin en başında yazılması Kayı boyunun Oğzular arasındaki toplumsal ve siyasal konumunun yansımasıdır.
Kuvay-i Milliye Yunanlıların İzmir'i işgal etmeleri ve Anadolu'da ilerlemeleri üzerine kurulan ve düşmana karşı savaşan kuruluşlardı. Kuvay-i Milliye birlikleri düzenli ordu kurulana dek Kurtuluş Savaşı'nda çete ve silahlı savunma kuruluşları olarak büyük yararlılıklar gösterdi. Kuvay-i Milliye adı önceleri İzmir bölgesinde bulunan ve silahlı direnişçilere verildiği halde sonraları bütün milli hareketi kapsayacak şekilde kullanıldı.
Kuvay-ı Milliye işgalcilere karşı halkın tepkisi sonucu kurulmuştu. Kuvay-i Milliyenin amacı hiçbir devletin ve milletin egemenliğini kabul etmeyen milletin kendi bayrağı altında özgür ve bağımsız yaşamasıydı. Bölgesel mahiyeti yanı sıra sivil bir yönetim altında savaşan kişilerden oluşuyordu. İzmir Bölgesinin efeleri güneydoğu bölgesinin çeteleri Kuvay-i Milliyeciler idi. Milli mücadelenin başında milletçe bir direnme hareketi olarak ortaya çıkmış olan bu bölgesel kuruluşlar daha sonra TBMM'nin kurulması ile birleştirilmiş ve I. İnönü Savaşı sırasında da bütünü ile birlikte düzenli orduya dönüşmüştür
Osmanlı tarihinde 1718-1730 yılları arasında geçen süreye denir.
Lale devrini padişah Sultan III. Ahmet ve özellikle onun Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa açmıştır. Bu devir memlekete Batı'dan bazı yeniliklerin girmesi ve saray çevresindeki zenginlerin yaşadığı eğlence hayatıyla belirir. Lale merakı yayılmıştı ve yabancı memleketlerden lale soğanı getirilirdi. "Mahbup" adı verilen bir lalenin soğanı 500 altına satılırdı.
Lale devrinden önce devlet ve halk Venedik Avusturya ve İranlılarla yapılan savaşlardan yorgun düşmüştü. Barışcı bir devlet adamı olan İbrahim Paşa sadrazam olunca Avusturya ve Venedik'le toprak kaybı pahasına da olsa Pasarofça Antlaşması (1718) yapılıp savaşsona erdirildi.
Doğu sınırlarında da güvenlik sağlanmaya çalışıldı.Bundan sonra devlet yönetiminde ıslahat ve yenileşmeye gidildi. Lale devrinde ordu yeniden düzenlendi İstanbul'da itfaiye teşkilatı kuruldu.
İstanbul yeniden imara başlandı. Yeni köşklersaraylar yapıldı. Türklere ait ilk basımevi açıldı. Yalova'da bir kağıt fabrikası kuruldu. Dokumacılıkü çinicilik yapımevleri çoğaldı. Sanat ve bilim korundu.
Padişahın sadrazamın eğlence ve israfları yakınlarını iyi mevkilere getirmeleri ve yeni vergilerin konması halkı sıkıntıya soktu ve şikayetlere sebep oldu. İlmiye sınıfından Zülali Hasan ile İspirizade Ahmet Efendiler Patrona Halil'i bir isyan için teşvik ettiler. Tarihimizde Patrona Halil isyanı diye anılan isyan patladı. İsyancıların ısrarıyle İbrahim Paşa öldürüldü sonra Sultan III. Ahmet tahttan indirildi. Böylece Lale devri kapandı.
Dönemin en güçlü devleti İngiltere Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını onaylıyordu. Alman gizli servisleri bu haberi genç subaylara ulaştırdılar.
II. Abdulhamid'in siyasetini yersiz bulan ve ancak yeniden anayasalı bir monarşiye dönülmekle yurdun kurtarılacağına inanan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin asker üyeleri 1908 yılının Temmuz ayı içinde saraya başkaldırdılar. Padişahın bu hareketi bastırma girişimleri işe yaramadı. Sonunda II. Abdülhamid kapalı bulunan parlamentoyu yeniden toplama kararı aldı. Mebus seçimlerinin yeniden yapılması kararlaştırıldı. Seçimler yapıldı ve Parlamento 17 Aralık 1908'de açıldı. 31 Mart Olayı üzerine II.Abdülhamit tahttan indirildi. Anayasada önemli değişiklikler yapılarak parlamenter sisteme yönelindi. Hükümet meclise karşı sorumlu kılındı.
30 Ekim 1918 tarihinde Limni Adası'nın Mondros Limanı'nda Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf Orbay'ın Başkanlığı'nı yaptığı Osmanlı Heyeti ile İngiliz Amiral Calthorp'un Başkanı olduğu İtilaf Devletleri Heyeti arasında imzalanan Mondros Mütarekesi ile silahlı çatışma sona ermiştir. 1. Dünya Savaşı'nı bitiren bu Antlaşma aslında çok ağır şartlar taşıyordu. Mondros Mütarekesi aslında Osmanlı Devleti'nin yıkılışını öngörmekte; İtilaf Devletleri'ne Osmanlı İmparatorluğu!nun herhangi bir bölgesine güvenliklerini tehdit edecek bir durum nedeni ile işgal hakkını tanımakta idi.
Mustafa Kemal'in o zaman ifade ettikleri üzere; Osmanlı Hükümeti bu mütareke ile kendini kayıtsız şartsız düşmana teslim etmeğe muvafakat etmiştir. Yalnız muvafakat etmiş değil düşmanların memleketi istilası için onlara muaveneti(yardımı) de vaad eylemiştir. Bu Mütareke olduğu gibi tatbik edildiği takdirde memleketin baştan sona kadar işgal ve istilaya maruz olacağı şüphesizdir.
Mondros Ateşkes Antlaşması ile İtilaf Devletleri barış antlaşmasının imzalanmasını beklemeden Türk Topraklarının taksimine giriştiler. Ateşkes antlaşmasının 7. maddesi gereğince bütün bir memleketin işgali için İtilaf Devletleri'ne imkan veriyordu.
Mondros Ateşkes Antlaşması'nın başlıca hükümleri şunlardır:
1- Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması Karadeniz'e serbestçe geçişin temini ve Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının İtilaf Devletleri tarafından işgali sağlanacaktır.
2- Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecektir.
3- Karadeniz'deki torpiller hakkında bilgi verilecektir.
4- İtilaf Devletlerinin bütün esirleri ile Ermeni esirleri kayıtsız şartsız İstanbul'da teslim olunacaktır.
5- Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.
6- Osmanlı harp gemileri teslim olup gösterilecek Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacaktır.
7- İtilaf Devletleri güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.
8- Osmanlı demiryollarından İtilaf Devletleri istifade edecekler ve Osmanlı ticaret gemileri onların hizmetinde bulundurulacaktır.
9- İtilaf Devletleri Osmanlı tersane ve limanlarındaki vasıtalardan istifade sağlayacaktır.
10- Toros Tünelleri İtilaf Devletleri tarafından işgal olunacaktır.
11- İran içlerinde ve Kafkasya'da bulunan Osmanlı kuvvetleri işgal ettikleri yerlerden geri çekilecekler.
12- Hükümet haberleşmesi dışında telsiz telgraf ve kabloların denetimi İtilaf Devletlerine geçecektir.
13- Askeri ticari ve denizle ilgili madde ve malzemelerin tahribi önlenecektir.
14- İtilaf Devletleri kömür mazot ve yağ maddelerini Türkiye'den temin edeceklerdir.(Bu maddelerden hiç biri ihraç olunmayacaktır.)
15- Bütün demiryolları İtilaf Devletleri'nin zabıtası tarafından kontrol altına alınacaktır.
16- Hicaz Asir Yemen Suriye ve Irak'taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletleri'nin kumandanlarına teslim olunacaktır.
17- Trablus ve Bingazi'deki Osmanlı subayları en yakın İtalyan garnizonuna teslim olacaktır.
18- Trablus ve Bingazi'de Osmanlı işgali altında bulunan limanlar İtalyanlara teslim olunacaktır.
19- Asker ve sivil Alman ve Avusturya uyruğu bir ay zarfında Osmanlı topraklarını terk edeceklerdir.
20- Gerek askeri teçhizatın teslimine gerek Osmanlı Ordusunun terhisine ve gerekse nakil vasıtalarının İtilaf Devletleri'ne teslimine dair verilecek herhangi bir emir derhal yerine getirilecektir.
21- İtilaf Devletleri adına bir üye iaşe nezaretinde çalışacak bu devletlerin ihtiyaçlarını temin edecek ve isteyeceği her bilgi kendisine verilecektir.
22- Osmanlı harp esirleri İtilaf Devletleri'nin nezdinde kalacaktır.
23- Osmanlı Hükümeti merkezi devletlerle bütün ilişkilerini kesecektir.
24- Altı vilayet adı verilen yerlerde bir kargaşalık olursa vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını İtilaf Devletleri haiz bulunacaktır.
25- Müttefiklerle Osmanlı Devleti arasındaki savaş 1918 yılı Ekim ayının 31 günü mahalli saat ile öğle zamanı sona erecektir.
Osmanlı Devleti'nde ülke içinde seyahat etmek ve İstanbul'a gitmek için yerel yönetimden alınan izin ve geçiş belgesi. Bir yıl için geçerli olan müzir tezkiresine kişinin tüm kimlik bilgileri nereye ve niçin gittiği yazılırdı. Gelişigüzel yerleşimleri engellemek vergi yükümlülüğünden kaçışı kaçak işçi ve işsiz akınını önlemeye yönelik olan bu uygulama 1908'de II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinden sonra kişisel özgürlüğe aykırı olduğu gerekçesiyle kaldırılmıştır.
İstanbul'a yapılan akraba ziyaretlerinde bile bu durumu kanıtlayarak kısa bir süre içinde olsa mürur tezkiresi alınması gerekmekteydi. Bazı iskelelere uğrayan gemiler köprü ve geçitlerden geçerken ve hayvan sürüleri için alınan müruriye resmini belgelemek için de ilgili kişilere mürur tezkiresi verilirdi.