Osmanli BÜyÜklerİ

rapor

Kayıtlı Üye
ABAZA HASAN PAŞA (?-1659)

IV.Mehmet döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nda çöküşü hızlandıran iç ayaklanmaların ünlü simalarından bir vezirdir.

Anadolu'daki Türkmen aşiretlerinin ağası bulunduğu sırada Yeniçeri ileri gelenlerinin etkisiyle azledildiği için Kastamonu'da ayaklanarak o sırada kendisi gibi asi İbşir Paşa ile birleşmiştir. İbşir Paşa'nın sadrazamlığında ise yeniden Türkmen aşireti reisliğine atanmıştır. Fakat İbşir Paşa İstanbul'da öldürülünce onun hıncını almak üzere yine ayaklanmış ve 1656'da kendisine vezirlik rütbesi ile Diyarbakır valiliği verilmiş, daha sonra Halep valiliğine gönderilmiştir.

Köprülü Mehmet Paşa sadrazam olunca Abaza Hasan Paşa'yı Erdel (Transilvanya) seferine çağırmış, Köprülü Mehmet Paşa'nın samimiyetine güvenmeyen Hasan Paşa, sadrazamın şiddet hareketlerini öne sürerek yeniden ayaklanmıştır. İçlerinde vezirler de bulunan 15 kadar vali ve bey de bu ayaklanmayı desteklemişlerdir. Anadolu'daki bu kargaşalıktan padişahın telaşlanması üzerine Köprülü Mehmet Paşa, Erdel'den İstanbul'a dönmek zorunda kalmıştır.

Abaza Hasan Paşa, Anadolu serdarı sıfatıyla üzerine gönderilen Diyarbakır valisi Murtaza Paşa'yı bozguna uğratmıştır.

Kış mevsimiyle gelen güçlükler üzerine, Murtaza Paşa ile Halep valisi Tutsak Ali Paşa, Abaza Hasan Paşa'nın maiyetindeki Yeniçeri ve levent reislerini kandırıp uzaklaştırdılar. Sonra da Hasan Paşa'yı padişaha affettirecekleri vaadiyle kandırarak Halep'e getirdiler, ani bir gece baskınıyla maiyetindekileri ve Abaza Hasan Paşa'yı öldürdüler. Paşa'nın kesilen başı İstanbul'a gönderildi.
 
ABAZA MEHMET PAŞA (7-1634)

Yeniçeri Ocağı'nın bozulduğunu ve ortadan kaldırılması gerektiğini ilk defa görmüş ve bu yolda uğraşmış, savaş ve ayaklanmalarıyla ünlü bir vezirdir.

Canbulatoğlu Ali Paşa'nın hazinedarı idi. 1607'de Koca Murat Paşa tarafından esir edilmiş, Yeniçeri ağası Halil Ağa'nın şefaatiyle ölümden kurtulmuş

ve hizmetine girmiştir. Halil Paşa'nın Kaptan-ı Deryalığı sırasında Derya Beyliği’ne tayin edildi. 1620'de Halil Paşa Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem sıfatiyle İran seferine giderken Abaza Mehmet'i de birlikte götürmüş ve Maraş Eyaleti'ne tayin etmiştir.

Padişah II. Osman ile Hotin seferine katılan Abaza Mehmet Paşa, savaş sırasında Yeniçeri Ocağı'nın bozulduğunu ve gayesinden saptığını çok yakından görmüştür.

Hotin seferinden dönüşünde Erzurum valiliğine gönderilmiştir. II. Osman'ın Yeniçeriler tarafından öldürülmesi üzerine Yeniçerilerin amansız bir düşmanı haline gelmiş ve Erzurum'da ocak mensuplarını bir bir ortadan kaldırmaya başlamıştır.

Abaza Mehmet Paşa'nın Yeniçerilere karşı olan bu aşırı düşmanlığında "Abaza şeyhi" lakabıyla anılan mürşidi ve şeyhi, Kayserili Abdürrahim Efendi'nin etkisi olduğu bilinmektedir. Bu hareketlerinde Sivas, Ankara ve Maraş valileri de Abaza Mehmet Paşa ile birleşince gelişen hareket İstanbul'ca bir ayaklanma sayılmış ve Abaza Mehmet Paşa'ya karşı önce Cağalzade Mehmet Paşa ve Anadolu beylerbeyi İlyas Paşa gönderilmişse de bir şey yapamayarak geri döndükleri için Çerkez Mehmet Paşa sadrazam ve serdar-ı ekrem sıfatıyle ayaklanmayı bastırmaya memur edilmiştir. Kayseri civarındaki savaşta Abaza Mehmet Paşa yenilerek Erzurum'a çekilmiş, Erzurum'un iç kalesine Yeniçerileri koymak şartıyle kendisine tekrar Erzurum valiliği verilerek işin kapatılması İstanbul'ca uygun görülmüştür. Fakat Abaza Paşa çok geçmeden iç kaledeki Yeniçerileri öldürtüp tekrar ayaklandığı ve üzerine gelen eski efendisi Halil Paşa'yı da Erzurum'da topla karşıladığı için Padişah IV. Murat, Hüsrev Paşa'yı ordu ile Abaza Mehmet Paşa üzerine göndermiştir. Hüsrev Paşa ordusu 1628'de Erzurum'u birdenbire kuşatınca Abaza Mehmet Paşa savaşmadan teslim olmayı uygun bulmuş ve Hüsrev Paşa onu alarak İstanbul’a getirmiştir.
IV. Murat, Abaza Mehmet Paşa'nın, hareketleri hakkındaki açıklama ve cevaplarından, özellikle mert tavırlarından hoşlanarak suçunu bağışlayıp, Bosna valiliğine göndermiştir.

Abaza Mehmet Paşa Bosna, sonra Belgrat, daha sonra Vidin valiliklerinde iken yapılan savaşlarda yararlık göstermiştir. Lehistan seferi hakkında kararlar verilmek üzere İstanbul'a çağrıldığı zaman bir müddet IV. Murat'ın maiyetinde bulunmuştur. Padişaha karşı tekrar ayaklanması şüphesiyle birlikte Müftü Yahya Efendi, Silahtar Ağa ile muhasiplerden bazılarının telkinleri, o aralık Rumlarla Ermeniler arasındaki anlaşmazlıkta Abaza Mehmet Paşa'nın Ermenilere yardım için rüşvet almasının padişaha haber verilmiş olması, idamına tesir eden sebeplerdir.

Abaza Mehmet Paşa, cesur ve savaşlarda yararlık göstermiş bir askerdi, zamanında şanlı bir vezir olarak tanınmıştır. En büyük özelliği de, Yeniçeri Oca-ğı'nın bozulduğunu görmüş ve Osmanlı ordusunun yenileşmesi, düzeltilmesi için uğraşmış olmasıdır.
 
ABBAS HİLMİ PAŞA (1874-1944)

Osmanlı İmparatorluğu'nun fermanıyla Mısır Hidivliği'ne getirilenlerin üçüncüsü ve sonuncusudur. Mısır'ı idare etmiş bulunanların ise, Mehmed Ali Paşa dahil olmak üzere, yedincisidir.

Babası Hidiv Tevfik Pasa’dır. Abbas Hilmi Paşa hayatının büyük bir kısmını İstanbul'da geçirdi. Hidivliği 1892'den 1914 yılına kadar sürdü, İngilizlerle işbirliği yapmadığı için hidivlikten düşürüldü; fakat Türkiye Cumhuriyeti Abbas Hilmi Paşa'nın hidivliğini 1923 Lozan Antlaşması'na kadar tanıdı.

İlk Mısır Hidivi olan dedesi İsmail Paşa, II. Abdülhamid tarafından azledilip yerine babası Tevfik Paşa getirildiğinde Abbas Hilmi, dört yaşındaydı. İlk öğrenimini Mısır'da yaptı. Sonra İsviçre'de, daha sonra küçük kardeşiyle birlikte Viyana'daki Theresianum lisesinde okudu. Henüz talebe bulunduğu sırada, 1892 yılının Ocak ayında babası ölünce eğitimini yarıda bırakarak Mısır'a döndü ve Kahire'de merasimle Hidiv ilan edildi. Babıali, bir süre sonra Hidivlik sınırında değişiklik yaparak Akabe Limanı'yla bu körfezin ağzında bulunan Tiran Adası'nın yönetimini Hicaz'a devretmek isteyince İngiltere, çıkarlarına ters düşen bu kararı tanımadı. Babıali de, anlaşmazlığın çözümlenmesini, kararından dönmekte buldu.

Abbas Hilmi Paşa, İngiliz idaresinde olmamak şartiyle Hidivliğini sürdürmek ve Arap Birliği'ni kurmak istiyordu. Hatta, Osmanlı İmparatorluğu'nun sürekli desteğini sağlamak amacıyla II. Abdülhamid'e damad bile olmak istemişti. Sık sık İstanbul'a geliyor, yaz aylarını da Boğaziçi'nde geçiriyordu. II. Abdülhamid, ona ve annesine karşı çok iyi davranmıştır. Hatta Osmanoğulları hanedanından başka hiç kimseye vermediği "Hanedan-ı Al-i Osman" nişanını Abbas Hilmi Paşa'ya vermiştir.

Bazı tarihçiler, Abbas Hilmi Paşa'nın Osmanlılara bağlı görünmekle beraber, Suriye'de bazı gizli girişimleri olduğunu ileri sürerler. II. Abdülhamid bile bu konuda çok şüphe duymuştur. Abbas Hilmi Paşa, II. Abdülhamid'e karşı hiç değilse görünüşte pek uysal ve saygılı davranmış, hatta Jön Türklerle padişahın arasını bulmaya çalışmıştır. Bununla beraber, Abbas Hilmi Paşa, Osmanlı askerinin Akabe ve Sina Yarımadası'm işgal ettiği sıralarda, İngiltere' nin Osmanlı Devleti'ni savaşla tehdit ederek geri çekilmeye zorlaması karşısında tam bir seyirci durumunda kaldı ve Mısır'da milliyetçilik hareketlerini destekledi.

Abbas Hilmi Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı durumunu II. Abdülhamid'in hal'inden sonra da değiştirmemiş, her yaz İstanbul'a gelmiştir. Ne var ki İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra II. Abdülhamid devrinde cesaret edemediği bir takım hazırlıklara girişmiş ve gösterişli bir Mekke seyahati ile hacı olmuştur. Abbas Hilmi Paşa'nın Bingazi'yle Trablusgarb savunmasında gerek maddi, gerekse manevi yardımları olduğu da bir gerçektir.
 
ABDURRAHMAN GAZİ

Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda büyük hizmetleri görülen kumandan.

Osman ve Orhan Gazi zamanında birçok savaşlara katıldı. Yalova'yı fethetti. Akçakoca Bey ile Kocaeli'nin Osmanlı topraklarına katılmasında önemli rol oynadı. Kartal civarındaki Aydos Kalesi'nin zaptında büyük yararlılık gösterdi. Kalenin kuşatması sırasında Rum tekfurunun kızı kendisine aşık oldu. Bazı tarihçiler Rum kızının, sevgilisi Abdurrahman Gazi'ye kaleden iple anahtar sarkıtarak gizlice onu içeri aldığını ve böylece kale kapısının Türklere açıldığını yazarlar.
 
ABDURRAHMAN ŞEREF BEY (1853-1925)

Maarif, Evkaf, Posta ve Telgraf Nazırı, Ayan üyesi, son vak'anüvis, tarihçi, yazar, milletvekili.

İstanbul'da doğdu. İlk öğrenimini Eyüp mahalle okulunda, orta öğrenimini Eyüp Rüştiyesi'nde ve Galatasaray Sultanisi'nde yaptı. 1873 yılında okuldan mezun olduktan sonra tarih ve coğrafya öğretmenliği ile göreve başladı. Mahreç-i Aklâm memur okuluna genel tarih, 1875 yılında Mekteb-i Sultani'ye (Galatasaray Lisesi) gramer ve imla öğretmenliğine, 1877 yılında Darülmuallimine genel tarih öğretmenliğine, 1878 yılında Mülkiye Okulu müdürlüğüne tayin edildi. 1882'de Galatasaray Lisesi'ne İslam ve Osmanlı Tarihleri öğretmeni, 1887 yılında Mülkiye Okulu Osmanlı Tarihi, umran-ı coğrafya, istatistik öğretmeni, 1894 yılında 16 yıllık Mülkiye Okulu müdürlüğünden sonra Mekteb-i Sultani'ye müdür oldu. 1894-1908 yıllan arasında 14 yıl süre ile müdürlüğü devam etmiştir. Ayrıca, Darülfünun'da Devletler Tarihi hocalığı yaptı.

II. Meşrutiyet (1908)'te Defter-i Hakani Nazırı, altı ay sonra da ayan üyesi 1909, 1911, 1912 ve 1920 yılları arasında Maarif Nazırı, 1909-1922 yılları arasında 13 yıl süre ile Osmanlı İmparatorluğu'nun son vak'anüvisi, I. Dünya Savaşı yıllarında Ayan Meclisi ikinci reisi, 1925 yılına kadar Tarih-i Osmani Encümeni Reisi oldu. Son Osmanlı kabinelerinden İzzet Paşa Kabinesi'nde Posta ve Telgraf Nazırlığı yaptı. 1923 yılında Cumhuriyet'in ilk Meclisi'nde İstanbul milletvekili seçildi. En yaşlı üye olarak bu ikinci seçim dönemi Meclis'te oturuma başkanlık etti. Ayrıca Kızılay başkanlığı da yaptı.

18 Şubat 1925 tarihinde 72 yaşında iken İstanbul'da öldü.

Eserleri:

"Tarih-i Devlet-i Osmaniye" (2 cild, 1893-1899); "Tarih Musahabeleri" (Makaleler, 1917, 1926, 1978); "Fezleke-i Tarih-i Düvel-i İslamiye" (1885-1893); "Fezleke-i Tarih-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye" (Lise ders kitabı, 1884, 1899); "Tarih-i Asr-ı Hazır" (1897); "Zübdetü'l-Kısas" (Lise ders kitabı, 2 cild, 1899); "Harb-i Hazırın Menşe'i" (1918); "Lütfi Tarihi" (8. cilt yayını, 1911); "Sultan Abdülhamid-i Saniye Dair" (A. Refik Altınay ile 1918); "Topkapı Saray-ı Hümayunu", (Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası'nda tefrika); "Coğrafya-yı Umrani" (1894); "İlm-i Ahlak" (1889); "İstatistik" (1890).
 
ABDÜLAZİZ (1830-1876)

Osmanlı hanedanından otuzikinci padişahtır.

II. Mahmud ile Pertevniyal Sultan'ın oğludur. Şubat 1830'da (15 Şaban 1245) doğdu.

Basit bir Şark eğitimiyle yetişmiş; veliahtlığında güreş, av, cirit gibi sporlara merakı ile tanınmıştır. 25 Haziran 1861'de (17 Zilhicce 1277) tahta çıktı. Ancak kısıtlı eğitimi bir yana pehlivan vücutlu ve muhafazakar mizaçlı bulunması, halk arasında iyi karşılanmasına sebep olmuştu.

Abdülaziz Babıâli'ye gönderdiği "Hatt-ı Hümayun"da "vükelayı yerlerinde ibka ve Abdülmecid zamanında ilan edilmiş olan Tanzimat Kanunu'nu tekid ve mali güçlüklere çare bulunacağını" ilan etmekle işe başladı.

Sultan Abdülaziz, tahta çıktığı zaman imparatorlukta çeşitli mühim meseleler ile karşılaşmış ve bunları giderme tedbirlerine başvurmuştur, önce sarayda ve hükümet dairelerinde bazı tasarruf tedbirleri alınmışsa da karşılıksız çıkarılmış olan kağıt paraların ortadan kaldırılması ve mali buhranın azaltılmasına çare bulunamamış; 1862'de İngiltere'den yeni bir istikraz yapılmıştır. Diğer taraftan tersanenin kuvvetlendirilmesi, gemiler ve silahlar alınması için yapılan masraflar ile Karadağ ve Hersek ayaklanmalarının bastırılması için lazım olan paralar, zaman geçtikçe mali dengeyi bozmakta devam etmiştir. Bir başka önemli mesele Balkanlar'da ve Adalarda milliyetçi akımlar ile Mısır'da bağımsızlık isteğinden kaynaklanan olaylardır. Paris Antlaşması’ndan hemen sonra Osmanlı hakimiyetine karşı direnmeler birbirini izlemiştir.

Devlet yönetimindeki değişiklikler de ayrı bir önem taşır. Kıbrıslı Mehmed Paşa azledilmiş; sadrazamlığa Ali Paşa sonra da Fuad Paşa getirilmiştir. Cemiyet-i Tıbbiye bu sıralarda kurulmuş, yalnız şekilde kalmış olmakla beraber devlet hazinesinde bütçe yapmak usulü yine bu yıllarda kabul edilmiş, bir de Divan-ı Muhasebat kurulmuştur.

Yunanistan'da Bavyeralı Kral Othan'ın düşürülmesi ve yerine Danimarka kralının oğlu Georges'un getirilmesiye sonuçlanan ayaklanma, Girit meselesinin meydana çıkmasını hazırlamıştır. Hersek'teki ayaklanmadan ve çarlığın körüklediği panslavizm cereyanlarından cesaret alan Karadağ prenslerinden Mirko Petroviç de başkaldırmıştır. Bunun üzerine Serdar-ı ekrem Ömer Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Karadağ'ı ezerek kımıldayamayacak hale getirmiştir. Rusya, Avusturya ve Fransa'nın işe karışmaları yüzünden elde edilen başarı sürekli olamamıştır. Karadağ'a karşı girişilen hareket, Hersek

ayaklanmasının durulmasına sebeb olmuştur Ancak panslavizm taşkınlıkları durmaksızın körüklendiği için bu defa Sırbistan'da da bazı hareketler başlamıştır. Belgrat'ta Sırpların Osmanlı karakollarına hücum ve askerin de Sırplara ateş etmeleri üzerine çıkan olaylara Avrupa devletleri de karışmışlardır.

1862'de yapılan protokol ile Osmanlı askerinin şehirden çekilmesi ve yalnız kalede kalması gibi şartlarla mesele yine Osmanlı hakimiyetini zayıflatacak şekilde sonuçlanmıştır.

Sultan Abdülaziz 1863 Ağustos'unda Mısır'a seyahat etmiştir. O sırada Mısır'da vali Said Paşa'nın ölümüyle yerine İsmail Paşa yeni geçmiş bulunuyordu. Bu seyahatten önce Fuad Paşa'nın yerine sadrazamlığa Yusuf Kamil Paşa getirilmiştir.

Fuad Paşa Abdülaziz'e Mısır seyahatinde serasker sıfatıyla katılmış, dönüşte ikinci defa sadrazam olmuştur. Bu sıralarda Cemiyet-i Tedrisiye-i İslami-ye kurulmuş, Maarif Nezareti'nde bazı değişiklikler ve yenilikler yapılmış ve Darülfünun’da umum için fizik, geometri gibi dersler açılmış, Londra'dan Şişhaneli denen tüfekler getirilerek benzerlerinin Tophane'de yapılmasına başlanmıştır.

Midhat Paşa'nın Niş Eyaleti'ndeki başarıları üzerine Silistre, Vidin ve Niş eyaletleri birleştirilerek Tuna vilayeti teşkil olunmuş ve eyalet teşkilatının vilayetlere çevrilmesi ve vilayetlerde medeni tesislerin meydana getirilmesi faaliyeti başlamıştır.

1866'da Fuad Paşa'nın yerine önce Mütercim Rüştü Paşa, bir müddet sonra Ali Paşa sadrazam olmuş ve o sıralarda İstanbul'a gelen Mısır valisi İsmail Paşa Mısır vergisine zam yapmak, Girit ayaklanmasını bastırmaya yardım için asker göndermek ve sarayla bazı vükelaya birçok hediyeler vermek pahasına Mısır valiliğindeki veraset usulünü değiştiren ve Mısır valilerine Hidivlik unvanını veren fermanları Sultan Abdülaziz'den almıştır. Veraset usulünün değişmesi yüzünden vali olmak hakkını kaybeden Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa, Abdülaziz aleyhinde çalışmak üzere Paris'e kaçmıştır. Hür fikirler etrafında toplanmış onlanların kurduğu Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne katılacak olan Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi gibi gençler de bu sıralarda Avrupa'ya kaçarak Mustafa Fazıl Paşa'mn himayesi altında Paris ve Londra'da gazeteler çıkarmaya başladılar.

Romanya'daki ayaklanma sonucunda Prens Couza çekilmeye mecbur olmuş ve yerine Prusya krallık hanedanından Prens Carol geçirilmişti. Osmanlı hükümeti, Carol'un prensliğini protesto etmiş olmakla beraber, Avrupa devletlerinin tesiriyle kabule mecbur kalmış ve evvelce Prens Couza'ya yapıldığı gibi Carol da İstanbul'a gelince Göksu Kasrı'nda misafir edilip uhdesine Memleketeyn voyvodalığı tevcih edilerek nişanlarla ve hediye edilen atlarla Romanya'ya dönmüştü.

Romanya meselesi yeni yatıştığı sıralarda Girit ayaklanması başladı. Eski sadrazamlardan Mustafa Naili Paşa, Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa, sonra da Ali Paşa Girit'e gittiler. Adadaki ayaklanma yatışır gibi olduğu sırada Yunanistan, Osmanlı Devleti'yle münasebetini kesti. Paris'te toplanan konferans sonucunda savaşın önüne geçildiyse de Girit meselesinde kesin bir durum ortaya konamadı.

Sultan Abdülaziz, İmparator II. Napoleon'un daveti üzerine 1867 Mayıs'ında deniz yoluyla Fransa'ya gitmiş, oradan Londra'ya geçerek dönüşte Prusya ve Avusturya'ya uğrayıp seyahatinin 47. günü Varna yoluyla İstanbul'a dönmüştü ki bu yolculukta veliaht Murad, şehzade Abdülhamid ve Yusuf İzzeddin ile o zaman Hariciye Nazın olan Fuad Paşa birlikte bulunmuştur.

Galatasaray Lisesi, Mekteb-i Sultani adıyla bu sırada, 1868'de açılmış, Tıbbiye-i Mülkiye ve Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye tarafından Sultanselim'de Darüş-şafaka kurulmuş ve 1848'de rüştiyelere öğretmen hazırlamak üzere Fatih'te açılmış olan Darülmuallimin’in Sıbyan mektepleri’ne öğretmen yetiştirmeye mahsus olan kısmı 1872'de Süleymaniye civarında eğitime başlamıştır.

Hastalanarak Niş'e gitmiş olan Fuad Paşa'nın orada ölmesi üzerine Abdülaziz saltanatının ilk devrinde memleketi ayakta tutan, Tanzimat'ın kudretli devlet adamlarından biri kaybolmuş, yani Ali Paşa yalnız kalmış oluyordu. Yeni teşkil edilmiş bulunan Şura-yı Devlet'in reisliğine Midhat Paşa getirilmiştir ki oradan 1868'de Bağdad valiliğine gönderildi. Midhat Paşa Bağdad'da da büyük başarılar göstermiştir. Dicle üzerinde, Tuna'da olduğu gibi, gemiler işletilmesine teşebbüs olunmuştur. Bundan başka İdare-i Aziziye adıyla bir deniz yolları idaresi kurulduğu gibi Boğaziçi hizmetlerinde de Şirket-i Hayriye meydana getirilmiştir. Fransa İmparatoriçesi Eugenie, Süveyş kanalının açılmasında hazır bulunduktan sonra III. Napoleon namına Sultan Abdülaziz'in ziyaretini iade için İstanbul'a gelmiş ve Avusturya İmparatoru Franz-Joseph de yine bu sıralarda Sultan Abdülaziz'in Viyana ziyaretini iade etmiştir. Mecelle Cemiyeti Cevdet Paşa'nın reisliği altında bu sıralarda kurulmuştur.

1871 savaşında Fransa'nın yenilmesi üzerine Rusya, Paris Antlaşması kararlarının hükümsüz olduğunu ve Karadeniz'deki hükümranlık haklarından faydalanılmaya karar verildiğini ilan etmiştir. Bunun üzerine Londra'da toplanan konferans Osmanlı Devleti 'nin boğazları açıp kapamak hususundaki hakkını kabul ve tasdik etmekle beraber Karadeniz'in tarafsızlığını sağlayamamıştır. 1856 Paris Antlaşması evvelce Romanya, Sırbistan ve Karadağ muhtariyetleriyle zedelenmiş olduğu gibi bu defa Londra konferansıyla büsbütün bozulmuş oluyordu.

Fransa'nın yengilisi panslavizmin yayılmasına fırsat vermişti ve zaten bu propagandanın başında olan General İgnatiev o zamanlar Rus elçisi sıfatıyla İstanbul'a gelmiş bulunuyordu. Sadrazam Ali Paşa, bir taraftan Mısır Valisi İsmail Paşa'nın israflarına ve fermanlarla elde ettiği imtiyazlara sığmayan işlerine engel olmaya çalışıyor, öte taraftan Sultan Abdülaziz'in istibdadını ve lüzumsuz masraflarını önlemeye çalışıyordu. 1871'de Ali Paşa'nın ölümü ile Tanzimat devrinin son temsilcisi de gitmiş, Mahmud Nedim Paşa sadarete geçmiştir. Bu suretle Sultan Abdülaziz saltanatının kötü yılları da başlamış oldu. Mahmud Nedim Paşa, yolsuz işlerine bazı vükela ile valileri değiştirmekle başladı. İmparatorlukta merkezde ve vilayetlerde büyük memurları durmadan değiştirmek yüzünden kararsızlık da büsbütün arttı. Tanzimat fermanı ile muhakemesiz hapis ve sürgünlük usulü kaldırılmış olduğu halde Sultan Abdülaziz, Mahmud Nedim Paşa ile istibdadın bu vasıtasını kullanmaya başlamış ve birçok tanınmış adamları sürdürmüştü. Mahmud Nedim Paşa, devletin içinde bocaladığı para darlığına rağmen Galata sarraflarından yüksek faizlerle borç alarak saraya para yetiştiriyor, Ali Paşa zamanında türlü güçlüklerle Babıali'ye alınmış olan hükümet kudretini Sultan Abdülaziz'in düşüncesiz idaresine teslim ediyordu. Sultan Abdülaziz, Mahmud Nedim Paşa'nın halk arasında artan itibarsızlığını sezdiği için, yerine Midhat Paşa'yi sadrazamlığa getirdi.

Midhat Paşa'nın Meşrutiyet esaslarını, yani hükümdarlık işlerinde halk kontrolünü tesis etmek istemesi ve idaresi Sultan Abdülaziz'e uygun gelmemiş, ikibuçuk ay sonra Mütercim Rüştü Paşa'yı, ondan sonra Serasker Esad Paşa'yı, daha sonra Şirvanizade Rüştü Paşa'yi ve tekrar Esad Paşa'yı sadrazam yaptıktan sonra 1875'de Mahmud Nedim Paşa'yı ikinci defa olarak hükümetin başına getirmiştir.

Saltanatının ilk yıllarında ancak yirmibeş milyon kadar olan Osmanlı borçları hemen her yıl tekrarlanan yeni borçlarla ikiyüz elli milyona varmış ve Mahmud Nedim Paşa'nm güya ıslah ve tasfiye maksadıyla giriştiği tedbirler yüzünden hazinenin iflası hem memleket içinde, hem dışarıda meydana çıkmıştır.

Hersek'teki ayaklanma Bosna'ya da sıçramış, Bulgaristan'da başlayan komitecilik ve haydutluk hareketleri, Rusya'nın engel olması yüzünden asker kuvvetiyle bastırılamadığı için halk arasında vuruşmalar ve "Otlukköy" olayı gibi facialar meydana getirilmiştir.

Bulgarlar Osmanlı memur ve halkına türlü işkenceler yaptıkları halde bu durumları ters ve yalan bir biçimde Avrupa'ya aksettiriyorlardı. Çarlık Rusyası da Bulgarları korumak bahanesiyle Osmanlı İmparatorluğu'na son darbeyi vurmaya hazırlanıyordu.

İstanbul'da softalarla halk tarafından yapılan nümayişler üzerine, Sultan Abdülaziz, Mahmud Nedim Paşa'yı fedaya mecbur kalarak sadrazamlığa tekrar Mütercim Rüştü Paşa'yı getirmiştir. Sadrazam, Meclis-i Vükela'ya memur Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Bahriye Nazırı Kayserili Ahmed paşalar ve Şeyhülislam Hayrullah Efendi, devletin vahim durumunu bir dereceye kadar düzeltebilmek için Sultan Abdülaziz'i tahttan indirmeye karar verdiler.

29—30 Mayıs 1876'da Sultan Abdülaziz tahtından indirilerek yerine V. Murad tahta çıkarıldı.

Abdülaziz önce Topkapı Sarayı'na götürülmüş ve dört gün sonra kendi isteğiyle Feriye Sarayı'na naklolunmuştur. Abdülaziz'in padişah olarak istediğini yaptırmaya alışan ve esasen kibirli, taşkın olan mizacı, tahttan indirilip hapsolunmaya dayanamamış, sakalını düzeltmek için annesinden aldığı sivri uçlu bir makasla kol damarlarım kesmiştir. İntihar olayı, o zaman muayenede hazır bulunan türlü tabiyet ve milliyetteki yirmi kadar doktorun raporlarıyla ve ayrıca uzun incelemeler yaparak etraflı bir rapor vermiş olan İngiliz elçiliği hekiminin şahitliğiyle tesbit edilmiştir. Fakat bir süre sonra Abdülaziz'in taraftarları onun öldürülmüş olduğu rivayetini ileri sürmüşlerdir. II. Abdülhamid iradesiyle olaydan üç yıl sonra Yıldız'da kurulan mahkemede Midhat, Damat Mahmud Celaleddin ve Nuri paşalar mahkum olmuşlardır.

Sultan Abdülaziz'in ölümü olayı intihar mı, katl mi? O zamandan beri her iki ihtimal hakkında ortaya deliller sürenler ve bunları münakaşa edenler vardır ve mesele belki de tarihin aydınlatamadığı şüpheli olaylardan biri olarak kalacaktır.

Abdülaziz saltanatının ilk devresinde Ali Paşa, sarayın keyfi hareketlerine bir dereceye kadar direnmiş ve Babıali'nin nüfuzunu korumaya muvaffak olmuştur, ölümünden sonra ve Mahmud Nedim Paşa'nın ilk sadrazamlığından itibaren başlayan ikinci devrede Sultan'ın karakteri büsbütün meydana çıkmıştır.

Tanzimat Fermanı'nm temin ettiği hürriyet ve masuniyet prensiplerini ihlal ederek başta bazı vükela olmak üzere bir takım kimseleri ve bu arada Namık Kemal gibi şahsiyetleri sürgüne göndermesi, İsmail Paşa'ya Mısır'ın imparatorluktan büsbütün ayrılmasına sebep olacak imtiyazlar vermesi, korkunç bir hadde varan israfları ve nihayet Hersek'te başlayan ayaklanmayı bastırmaktaki aczi Abdülaziz'in tahttan indirilmesine sebep olmuştur.

Bununla beraber Sultan Abdülaziz, imparatorluk donanmasını o zamanki en kuvvetli devletlerin donanmaları derecesine yükseltmek için gayret göstermiş, Arabistan Yarımadası'nda sürüp giden karışıklıklar onun zamanında önlenmiştir. Midhat Paşa Bağdat valisiyken Osmanlı Hükûmeti'ni Necid'e kadar götürdüğü gibi o zamana kadar tamamıyle Mekke emirlerinin idaresi altında bulunan Hicaz bölgesinde de bir vilayet teşkil edilmiş ve Osmanlı hakimiyeti yüzyıllardan beri Yemen'in Hüdeyde sahiline münhasırken Redif Paşa komutasında gönderilen orduyla bütün Yemen kıtası alınıp Yemen vilayeti yeniden kurulmuştur.

Sultan Abdülaziz ney çalardı, yazısı da güzeldi. Sarayına çağırıp tablolar yaptırdığı yabancı ressamlara istediği konuları anlatmak üzere çizdiği taslaklar resimdeki kabiliyetini göstermektedir.
 
ABDÜLHAMİD II (1842-1918)

Osmanlı hanedanından otuzdördüncü padişahtır.

Sultan Abdülmecid ile Tirimüjgan Kadın'ın oğludur. 21 Eylül 1842 (16 Şaban 1258)'de doğdu.

Annesinin ölümü üzerine Sultan Abdülmecid'in çocuksuz kadınlarından Piristu Hanım tarafından büyütülmüştür. İyi bir eğitim görmemesine rağmen kuvvetli şahsiyeti ve zekası, şehzadeliğinden beri etrafındakilerin dikkatini çekmiştir. Amcası Sultan Abdülaziz ile birlikte Avrupa seyahatinde bulundu. Kabiliyeti sayesinde zamanın siyasi, sosyal ve iktisadi akımlarını az çok kavramak imkanını elde etti. Sultan Abdülaziz'in 1876 Mayıs'ında tahttan indirilmesi üzerine veliaht Murad Efendi, Meşrutiyet'e taraftar tanınmasından dolayı emniyetle tahta geçirilmiş ve Abdülhamid veliaht olmuştu.

V. Murad padişah olduktan sonra hastalığı ortaya çıkınca devlet adamları, Abdülhamid'e pek güvenemediklerinden birdenbire yeni padişahı değiştirmeye karar verememişlerdir. Fakat Abdülhamid ile görüşmek için görevlendirilen Midhat Paşa veliahtı meşrutiyete taraftar görmüş ve teminatı üzerine V. Murad hal' edilerek 31 Ağustos 1876'da II. Abdülhamid tahta çıkarılmıştır.

II.Abdülhamid'in tahtaçıktığı sıralarda devletin iç ve dış vaziyeti pek karışık ve tehlikeliydi. Bosna-Hersek ve Bulgaristan'da ayaklanmalar oluyor ve

Sırbistan ve Karadağ savaşları sürüyordu. Osmanlı ordusu Sırbistan'da önemli başarılar kazanmasına rağmen Sırplarla hemen anlaşma yapılması hususunda Ruslar ısrar ediyorlardı. Bu arada Şark meselesinin yeniden incelenmesi için

İstanbul'da bir konferans toplanması yolundaki İngiliz teklifi kabul olundu. II. Abdülhamid, büyük devletlerin baskısını azaltmak maksadıyla İstanbul

Konferansı devam ederken Kanun-ı Esasi'yi ilan etti (23 Aralık 1876).

II. Abdülhamid Kanun-ı Esasi'nin ilanı konusunda müteredditli tahta çıktığından üç buçuk ay sonra meşrutiyetçilerin başında görülen Midhat Paşa'yı sadrazam yaptı. Midhat Paşa, devletlerin teklifini devletin bağımsızlığı esasile telif edemiyor ve onlara karşı mukavemet ediyordu. Bu durumda İstanbul Konferansı'na iştirak eden yabancı devlet murahhaslarının hazırladık-
ları teklifler, yüksek hükümet adamlarından toplanan fevkalade bir mecliste kabul edilmeyince konferans dağıldı.

Abdülhamid, Midhat Paşa'nın takib ettiği meşrutiyet ve hürriyet politikasını, tahtı için tehlikeli gördüğünden onu azletti ve memleket dışına çıkardı. Meşrutiyetin mümessili sayılan bir zata karşı yaptığı şiddetli harekete rağmen II. Abdülhamid, Kanun-ı Esasi'yi birdenbire ortadan kaldırmaktan çekinmiş, seçimi yaptırarak Meb'usan Meclisi'ni açtırmıştır (20 Mart 1877).

Rusya'nın savaş ilanını önlemek için İngiltere'nin davetiyle Londra'da toplanan konferansın kararları ve Rus teklifleri Meb'usan Meclisi tarafından reddedilince Ruslar savaş ilan ettiler. Romanyalılarla Bulgarların ve Sırplıların da karıştıkları bu harpte, Osmanlı ordusu gerek Balkanlar'da ve gerek Anadolu'nun batısında yer yer başarılar ve parlak kahramanlıklar göstermekle beraber, mali sıkıntı, cephe gerisindeki yolların yetersizliği, iaşe ve levazım işlerinin bozukluğu, yetişmiş subay noksanı, komutanların anlaşamaması ve hele askeri hareketlerin saraydan idaresine kalkışılması gibi sebeplerle bozgun başgöstermiş ve Rus ordusu Tuna'yı geçip perişan muhacir kafilelerini önüne katarak İstanbul önlerine kadar gelmiştir. II. Abdülhamid, bu durum karşısında bir taraftan Rus çarına müracaatla sulh isterken, öte taraftan da şimdiye kadar pek uysal davranma-yarak memleket işlerindeki hassasiyetiyle saltanatın rahatını kaçırmış olan Meb'usan Meclisi'ni bir daha açılmamak üzere kapatmıştır (13 Şubat 1878).



Rusların ileri sürdükleri şartlarla yapılan mütarekeden sonra İngiliz donanmasının Marmara'ya girmesine rağmen Rus karargahı Ayastefanos'a (Yeşilköy) gelmiş ve burada (3 Mart 1878)'de antlaşma yapılmıştır. Bu antlaşmaya İngiltere'nin itirazı, Avusturya'nın katılması ve Almanya'nın da aracılığı ile Berlin'de Alman Başvekili Bismarck'ın reisliğinde Osmanlı ve Rus murahhaslarından başka İngiltere, Fransa, Avusturya, Macaristan ve İtalya murahhaslarının iştirakiyle bir kongre toplanarak Ayastefanos Antlaşması'nı değiştiren BerlinAntlaşması imzalanmıştır (12 Temmuz 1878).

Bu arada Avusturya, Bosna-Hersek'i geçici kaydıyle işgal etmek hakkını, Yunanistan da Tesalya'nın büyük bir kısmını hatta İran bile hudutta bir takım araziyi elde etmek imkanını sağlıyordu. İngiltere ise Berlin Kongresi başlamadan birkaç gün önce Osmanlı hükümetine Kıbrıs Adası'nın işgali şaftıyle tedafüi (savunmaya dayalı) bir ittifak muahedesi imza ettirmeye muvaffak olmuş ve bu ittifak muahedesine sonradan katılan bir zeyille Rusya, Batum, Kars ve Ardahan'ı geri verirse kendi de Kıbrıs'ı bırakmayı taahhüd etmiştir.

Berlin Antlaşması’ndan sonra II. Abdülhamid yabancı devletlere karşı fazla ihtiyatlı ve uysal bir siyaset gütmeye, memleket içindeyse hakimiyet ve istibdadını arttıracak tedbirlere başvurmuştur.

II. Abdülhamid, Sultan Abdülaziz'in intihar etmeyip öldürülmüş olduğunu ileri sürerek Yıldız'da özel bir mahkeme kurdurmuştur. Padişahın daveti üzerine memlekete dönerek Suriye, sonra da Aydın valiliklerine tayin edilmiş olan Midhat Paşa ile Damad Mahmud ve Nuri paşalar cinayeti tertip etmekle itham edilerek bu mahkemede ölüme mahkum edilmişlerdir. Önce cezaların uygulanmasından çeki-nilerek Midhat ve Mahmud paşalar müebbet hapis ile Taif’e sürülmüş ve hapsedilmişler, 1883'te boğdurulmuşlardır.

Rus savaşından parçalanmış bir halde çıkan Osmanlı Devleti, daha sonra topraklarından başka parçaları da, karşı koyamadığı emrivakilerle elden çıkarmıştır. Fransızlar Tunus'u (1881), İngilizler de Mısır'ı (1882) işgal ettiler. Bulgaristan da 1885'te Şarki Rumeli ile birleşti ve bu mesele için İstanbul'da başlıca Avrupa devletlerinin temsilcileri ile toplanan konferans bu emrivaki aşağı yukarı kabul etti. Ancak, II. Abdülhamid, Girit'te çıkan ayaklanmaya yardımlarından dolayı Yunanistan'a savaş açmış, savaş kazanıldığı halde, Avrupa devletlerinin müdahalesi ve işgali ile Girit'in bağımsızlığını Osmanlı Devleti'ne kabul ettirmişlerdir.

II. Abdülhamid önceleri basın ve eğitime karşı fazla baskı kullanmamıştır. Ancak, siyasi alandaki başarısızlıklarını sürdürmesi, hürriyetçi akımın gittikçe yayılması, baskı tedbirlerini arttırmıştı. Buna ek olarak Namık Kemal, Ziya Paşa gibi yurtsever ediplerin ve padişahın zulmüne uğramış yazarların yazıları özellikle yüksek okullarda gençleri harekete geçirmiştir. Sultan Abdülaziz döneminde başlamış olan Yeni Osmanlılar hareketinin devamı olarak Askeri Tıbbiye öğrencilerinden bazıları arasında İttihat ve Terakki adı ile bir cemiyet kurulmasını sonuçlandırmıştır (Mayıs 1889). Bu türlü gizli cemiyetlerin meydana çıkması II. Abdülhamid'in dikkatini yüksek okullara ve basına çekmiş ve bunların üzerinde gittikçe artan bir baskı kurulmasına sebep olmuştur. Daha sonraları bir kısım uyanık gençlerin ya samimi olarak, yahut saraydan bir şey koparmak ümidiyle Avrupa'ya kaçmaları ve oralarda padişah aleyhine gazete ve dergiler çıkarmaları, denetim, sansür ve hafiye teşkilatının arttırılmasına vesile olmuştur. Ayrılık gayeleri güden bir kısım azınlıkların faaliyetleri de, bu sıralarda artmaya başlamıştır.

Makedonya'da Bulgar komitesi kurulmuş ve değişik adlarla bir takım Ermeni komiteleri de meydana gelmiştir. Ermeni ihtilalcilerinin özellikle Doğu Anadolu'daki faaliyetlerini karşılamak üzere II. Abdülhamid de o bölgedeki aşiretler arasında Hamidiye alayları teşkilatını meydana getirmiş ve sonraları bu alayların subaylarını yetiştirmek üzere İstanbul'da Aşiret Mektebi'ni kurmuştur. Ermeni komitecilerinin 1894-1895'te Doğu vilayetlerinde ve 1896'da Osmanlı Bankası'nı basmak suretiyle İstanbul'da çıkardıkları olaylar II. Abdülhamid devrinin önemli meselelerini teşkil ettiği gibi Makedonya'daki Bulgar çeteleriyle çarpışmalar ve Yemen'deki ayaklanmaları bastırmak gayretleri de her zaman birbirini takib etmiş ve Osmanlı ordularının daima harb halinde bulunmalarına sebep olmuştur. Girit Adası'ndaki ayaklanmalar 1896'da şiddetlenmiş ve büyük devletlerin baskısı altında II. Abdülhamid'in verdiği ıslahat iradesi ile adanın idaresi Osmanlı Hükümeti elinden hemen büsbütün çıkmıştır. Ancak adayı bir an evvel ilhak etmek hırsında bulunan Yunanistan Girit'e asker çıkarmakla kalmayarak, Tesalya'dan da Osmanlı hududunu geçince 1897 Nisan'ında Osmanlı-Yunan savaşı başlamıştır. Edhem Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Yunanlıları üç hafta içinde tamamiyle ezmiştir. Fakat ordunun kazandığı zaferden, Avrupa devletlerinin haksız müdahaleleriyle gerekli yarar sağlanamamıştır. Bu durumdan küçük sınır düzeltmelerinden başka dört milyon lira savaş tazminatı ile kurtulunmuştur. Uğrunda yeniden kan dökülen Girit, büyük devletler tarafından işgal edilerek muhtar bir hale getirilmiştir. Yunanistan karşısında kazanılan bu zafer, imparatorluktaki çöküntü hızını biraz yavaşlatmaktan başka bir şeye yaramamıştır.

II. Abdülhamid, gerek memleket içindeki nüfuzunu kuvvetlendirmek, gerek dış siyasette bir tutanak olarak kullanmak için halife unvanına önem vermiştir. Bu sebeple Hicaz demiryolunu toplattığı ianelerle yaptırmaya büyük gayretler harcamış, bütün güçlüklere rağmen bu işte hayli muvaffak olmuştur.

II. Abdülhamid dış siyasetinde devletlerin birbirlerine rakip olma durumlarından faydalanarak saltanatının bekası için, denge bulmaya uğraştığı gibi iç siyasetinde de muhtelif unsurların ve müesseselerin birlik halinde bulunmamalarına daima dikkat etmiştir. Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde, vükela ile bir kısım ulemanın ve İstanbul'daki kara ve deniz kuvvetlerinin birleşmiş olduklarını düşünen II. Abdülhamid, nazırlarını, çok defa birbirleriyle pek anlaşamayacak adamlardan seçmiş ve Yıldız'daki sarayını

muhafaza eden kuvvetleri hemen daima Türk’ün gayrı ve biribirleriyle geçinemez unsurlardan teşkil etmiştir.

II. Abdülhamid devri, bütün dünyanın ilerlemesine karşılık ilim, teknik ve imar yönünden büyük bir durgunluk devresidir.
Saltanat merkezinde padişahın nüfuzunu arttıracak aydın memurlar yetiştirmek üzere Mülkiye Mektebi, Hukuk Mektebi ve Darülfünun (üniversite) yeniden açılmıştır. Rüştiye ve İdadi teşkilatı da sıbyan okullarının üstünde orta öğretimin kuvvetlenmesine yardım etmiştir. Bunlardan başka Avrupa kanunlarından alınan birtakım kanunlar da yayınlanmış ve uygulanmıştır.

II. Abdülhamid dış siyasette komşuların saldırmaları ihtimaline karşı önce İngiltere ve Fransa'nın yardımlarını gözetmiştir. Fakat bu devletlerin de imparatorluktan toprak ve imtiyaz kopartmaktan başka bir şey düşünmedikleri apaçıktı. Bu durumdan endişelenen padişah, Avrupa'da gittikçe ehemmiyet ve nüfuzu artan Almanya'ya meyil göstermiştir. Buna karşılık Almanya da iktisadi gelişme dolayısı ile kendine yeni iş bölgeleri aradığından Abdülhamid'e karşı bir dostluk çehresi göstermeyi uygun bulmuştur. İmparator II. Wilhelm'in 1898'de İstanbul'a, Suriye ve Filistin'e yaptığı seyahat de bu hesaplara dayanır. Sonuçta Almanya bazı imtiyazlar ve özellikle o zaman devletler arasında birçok çıkar çatışmalarına yol açan Bağdat demiryolu imtiyazını elde etmiştir. Fakat bu imtiyaz müzakereleri Rusya'nın da yeni isteklerini ileri sürmesine vesile olmuş, Karadeniz bölgesinde demiryolu yapmak hakkını da bu devlet almıştır.




1905 Temmuz'unun 21'inde Ermeniler tarafından Cuma selamlığında birçok kişinin ölümüne ve yaralanmasına sebep olan bombayla yapılmış suikastten bir tesadüf sonucunda kurtulmuştu. Son zamanlarda iç ve dış zorlukların artması, halkın hürriyetten mahrum ve baskı altında tutulması memnuniyetsizlikleri son haddine getirmiş ve yabancı devletlerin yeni bir taksim teşebbüsüne hazırlandıklarının sanılışı bir inkilap zaruretini ortaya koymuştur. Avrupa'daki yurtseverlerle Makedonya 'daki aydın subaylar, durumun düzelebilmesi ve devletin kurtulabilmesi için Kanun-ı Esasi hükümlerinin yürürlüğe konmasını tek çare olarak düşünmekteydiler. Büyük devletlerin yeni müdahalelerini hissettiren hareketleri, inkilap gayretlerinin hızlanmasına sebep oldu. Rumeli 'de inkilap taraftarlarının süratle çoğalması gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne mensup subaylar tarafından Manastır'da I. Ferik Şemsi Paşa'nın öldürülmesi, Müşir Tatar Osman Paşa'nın dağa kaldırılması ve bazı subayların da çetelerle dağlara çıkması gibi hadiseler cemiyetin Manastır ve Selanik merkezlerinden telgrafla saraya bildirilince, Abdülhamid Kanun-ı Esasi'nin yürürlüğe girdiğini ilana mecbur oldu (23 Temmuz 1908). Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nda İkinci Meşrutiyet dönemi başladı. Ne yazık hürriyetin ölçüsüz bir şekilde taşması, hükümet otoritesinin büsbütün kırılması ve muhtelif unsurların ayrılma meyillerini dışarıya vurmaları devleti eskisinden daha buhranlı bir vaziyete düşürdü. Bu sırada Selanik'ten İstanbul'a getirilmiş olan avcı taburlarının önayak olduğu bir irtica hareketi patlak verdi (31 Mart 1325-13 Nisan 1909). Bunun üzerine Rumeli'de bulunan Meşrutiyet taraftarları subaylarla İstanbul'dan kaçıp onlara ilhak edenlerin "Hareket Ordusu" adı ile teşkil ettikleri kuvvet, İstanbul'a yürüyen irticaı bastırdı. Abdülhamid ihtiyatla hareket etmiş olmakla beraber, irtica hareketlerinden istifade ettiği öne sürülerek Birinci Meşrutiyet'tekine benzer bir akıbete meydan vermemek maksadıyla Ayastefanos'ta (Yeşilköy) Umumi Meclis halinde toplanmakta olan Mebusan ve Ayan'ın kararıyla tahttan indirildi.

Bundan sonra II. Abdülhamid Selanik'e gönderilmiş ve orada Alatini Köşkü’nde gözaltına tutulmuştur. Balkan Harbi çıkınca da İstanbul'a getirilerek, Beylerbeyi Sarayı'nda oturmuş ve 10 Şubat 1918'de ölmüştür.
 
ABDÜLMECİD (1823-1861)

Osmanlı hanedanından otuz birinci padişahtır.

II. Mahmud ile Bezmialem Sultan'ın oğludur. 23 Nisan 1823 (11 Şaban 1238)'de doğdu. 3 Temmuz 1839 (19 Rebiyülahır 1255)'da Osmanlı tahtına çıktı.

Bu sırada devlet türlü tehlikeler içinde bulunuyordu. II. Mahmud'un son zamanlarında Osmanlı orduları Mısır valisi Mehmed Ali Paşa kuvvetlerine üstüste yenilmiş ve imparatorluğun yaşaması ancak Avrupa devletlerinin rekabetinden ileri gelen, yardımlarına bağlı kalmıştır. Genç padişah sadrazamlığa getirdiği Husrev Paşa'nın yaptıklarını unutacağını ve affettiğini söyleyerek Mısır meselesini yumuşaklıkla yatıştırmak istemiştir. Oysa Nizip bozgununun haberi, İstanbul'a, cülustan dört gün sonra gelmiş ve Kaptan-ı derya Ahmed Fevzi Paşa, rakibi olan Husrev Paşa'nın düşmanlığından korkarak Mısır'a kaçıp donanmayı Mehmed Ali'ye teslim etmiştir. Devletin ordusuz ve donanmasız kaldığı ve Babıali bir karar ve hareket için yabancı devlet elçilerinin ağızlarına baktığı sırada Londra elçiliğinde bulunan Mustafa Reşid Paşa'nın cülusu tebrik vesilesiyle İstanbul'a dönmesi ve padişahı Tanzimat Fermanı'nın ilanına razı etmesi Abdülmecid'in ilk saltanat yıllarında gerçekleşmiştir.

Tanzimat Fermanı 3 Kasım 1839 günü ilan edilmiştir. Mustafa Reşid Paşa fermanı Sultan Abdülmecid ile vükela, ulema, yabancı elçilerle halk huzurunda ve Gülhane Meydanı'ndaki kasırda okunmuştur. Fermanda şahsi hürriyetler yani can, mal ve namus emniyetinin yeni kanunlarla teminat altına alınacağı vaad ediliyordu. Yeni kanunların yeni kurulan meclisler tarafından hazırlanarak padişah tarafından onaylanacağı belirtiliyor, böylece hükümdarın temsil ettiği siyasi iktidara bu meclisler de iştirak ettiriliyordu. İnsancıl esasları kapsayan bu ferman, Batı'da iyi tesir yapmış ve Mısır meselesinin de hallini kolaylaştırmıştır. Mehmed Ali'yi tutan Fransa'nın müzakere dışı bırakılması suretiyle İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya arasında Londra Mukavelesi (15 Temmuz 1840) imzalandı. Antlaşmamn imzalanmasından sonra Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte hareket eden devletler, Mehmed Ali Paşa'nın Osmanlı hakimiyetine bağlanmasını sağladılar.

Bundan sonra Fransa'nın da katılmasıyla Londra'da imzalanan Boğazlar Antlaşması da (1841) Boğazlar üzerinde Osmanlı hakimiyetini tasdik etmiştir.

Avusturya'ya karşı 1848'de ayaklanıp Rus kuvvetlerinin yardımıyla mağlup olan Macar ihtilalcilerinin bir kısmı Osmanlı topraklarına sığınmışlardı. Mültecilerin teslimi için Avusturya ve Rusya Babıali'yi tazyik ettikleri halde Reşid Paşa'nın himmetiyle Macar ihtilalcileri teslim edilmedi. Sultan Abdülmecid devrinin önemli olaylarından biri olan bu mukavemet, İngiltere ve Fransa'da Osmanlı Devleti lehine pek iyi bir tesir yaptığı gibi Macarlar arasında Türklere karşı derin bir sevginin uyanmasına da sebep olmuştur.

Macar ihtilalinin akisleriyle ve Rusya'nın da teşvikiyle Eflak ve Boğdan'da Osmanlı İmparatorluğu aleyhine ayaklanmalar oldu. Ayaklanmayı bastırmak üzere Serdar-ı ekrem Ömer Paşa kuvvetleri harekete geçince Ruslar da Boğdan'a girdiler. Fakat zamanın şartlarını savaş açmaya elverişli görmeyen Ruslar daha ileri gidemediler ve Babıali ile 1849'da Baltalimanı Mukavelenamesi'ni imzaladılar ki bu mukavele Eflak ile Boğdan'da Osmanlı Devleti'yle Rusya'ya müşterek bir işgal hakkı veriyordu.

Sultan Abdülmecid devrinin en önemli olayları arasında Kırım Savaşı'yla ondan sonra yapılan Paris Antlaşması'nı kaydetmek gerektir. Kudüs ve civarında Hıristiyanlarca kutsal sayılan ve Katolikler ile Ortodokslar arasında bir türlü paylaşılamayan imtiyazlar meselesi tekrar canlanmıştır. Fransız Cumhurbaşkanı Louis-Napoleon, Katoliklere hoş görünmek için bazı taleplerde bulunduğu gibi Osmanlı tabiiyetindeki Ortodoksların koruyucusu kesilen Rusya da bu işe karışmıştır. İstanbul'a gönderilen Rus fevkalade elçisi Prens Mençikof'un istedikleri reddolunduğundan Rusya, Eflak ve Boğdan'ı işgale kalkıştı. Babiali’de Rusya'ya savaş ilan etti (1853). Serdar-ı ekrem Ömer Paşa'nın Tuna cephesinde başarılı hareketlere girişmesiyle başlayan savaş, Rusların Silistre kuşatmasında yenilmeleriyle devam etti. Fakat Ruslar Sinop Limanı'nda bulunan Osmanlı donanmasını birdenbire basarak yakmayı başardılar. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti 'yle tedafüi ve tecavüzi (müdafaada ve saldırıda birlik) bir ittifak anlaşması imzalayarak (12 Mart 1852) savaşa girdiler. Daha sonra Sardunya Krallığı da Rusya aleyhine olarak bu savaşa karıştı. Müttefikler bir yıla yakın kuşattıkları Sivastopol'u zaptetmeye muvaffak oldukları sırada Ruslar da Anadolu'da Kars'ı ele geçirmişlerdi. Savaş sırasında Avusturya'nın da katılmasıyla yapılan görüşmeler sonucunda barışın esas şartları belirlenerek Ruslara kabul ettirildi.

Bunun üzerine Paris Kongresi toplandı. Avrupa büyük devletleri delegelerinin bulunduğu bu genel kongrede hazırlanan anlaşma metni 20 Mart 1856'da imzalandı.

Paris kongresinden biraz evvel Sultan Abdülmecid Gülhane Fermanı'nı tamamlayan ve teyid eden bir Islahat Fermanı neşretti (18 Şubat 1856). Bu ferman, Hıristiyan tebaanın şahıs ve mal emniyetini, onların mezhep ve tedrisat hürriyetlerini teyid ediyor, bütün tebaanın eşitliği kabul edildiği gibi Türk ve Müslüman olmayanların dahi memurluklara ve askerlik hizmetlerine girebileceklerini bildiriyordu. Sultan Abdülmecid, cülusundan itibaren siyasi güçlüklerden fırsat buldukça ıslahata ve özellikle eğitim alanında yeniliklere girişmekten geri durmamıştır. 1841'de Sultanahmed Camii içinde "Mekteb-i Maarif-i Adli" adıyla ilk rüştiye açılmış, daha sonra İstanbul'un beş yerinde rüştiye kurulmuş ve 1852 'de de 25 il merkezinde rüştiyeler açılmıştır.

Rüştiyelerin üstünde olmak üzere Bezmialem Valide Sultan'ın yaptırdığı şimdiki İstanbul Kız Lisesi binasında "Darü'l-Maarif" adıyla lise derecesinde bir okul kurulmuştur. Sultan Abdülmecid hemen bütün okulların açılmalarında, imtihanlarda diploma dağıtılması, cami derslerinde icazet verilmesi gibi merasimde hazır bulunur ve okutanlarla okuyanları teşvik ederdi.

1845'de Darülfünun (üniversite) binası yapılmasına başlandı ve açılacak üniversitenin öğretmenlerini yetiştirmek üzere Avrupa'ya öğrenci gönderildiği gibi kitaplarını hazırlamak üzere bir Encümen-i Daniş (İlim Akademisi) kuruldu (1851). Paris'te tahsilde bulunan gerek sivil, gerek askeri öğrenciler için "Mekteb-i Osmani" adıyla bir okul da kurulmuştur. Yine bu zamanlarda Harbiye Mektebi için Fransa'dan öğretmenler getirildi. 1848'de ilk Darü'l-Muallimin ve 1858'de orta derecede olmak üzere ilk Mülkiye Mektebi kuruldu. İzmit Kağıt Fabrikası da 1847'de yapılmış, üzerinde "eser-i cedid" damgası bulunan kağıtları imal etmeye başlamıştır.

1846'da Mehmed Ali Paşa'nm padişah idaresine güven duyarak İstanbul'a gelişi, Osmanlı Devleti 'nin içte ve dışta itibarını ve nüfuzunu arttırmıştır. Bu olay, hariciye nazırlığından sadrazamlığa yükselen Mustafa Reşid Paşa için bir mükafat sayılmaktadır.

Paris Antlaşması’ndan sonra Adliye ve Maarif Nezareti kurulmuş, yeni kanunlar yapılmış, Avrupa ile ticari ve mali münasebetler artmıştır. Avrupa'dan yapılan borçlanmaların bir kısmıyla faydalı eserler meydana getirilmişse de büyük bir kısmı da saraylar ve kasırlar yapılmasına harcanmıştır. Yenibahçe'deki Gura-ba Hastanesi'yle Haseki Kadın Hastanesi bu dönemin eserlerindendir. Hırka-i Şerif'te ve Ortaköy'de yapılan iki minareli camilerle Yahya Efendi civarında ve Teşvikiye'de meydana getirilen birer minareli camiler, Harbiye ve Bahriye mektepleri, Mecidiye adını taşıyan kışlalar, Dolmabahçe Sarayı gibi istanbul'un başlıca binaları, Sultan Abdülmecid zamanının eserleridir. Saraylar, kasırlar, düğün ve eğlenceler için yapılan harcamalar, halk arasında kötü söylentilere sebep olduğu gibi memleketin bir çok yerinde karışıklıklar da başgöstermiştir.

Bunlar arasında 1860'da Suriye'de Dürziler ile Maruniler arasında çıkan çarpışmaya Fransızlar müdahale etmiş ve bu kargaşalığı Fuad Paşa'nm şiddetli icraatı yatıştırmıştır. Eflak ve Boğdan'la Karadağ'da da bazı ayaklanmalar olmuştur. Meşhur Cizre Emiri Bedirhan Bey 1846'da İstanbul'a getirilmiş ve Kürdistan'daki isyanın bastırılmasına hizmet edenlere mahsus bir de nişan ihdas olunmuştur.

Abdülmecid'in ölümünden biraz önce özellikle mali buhranların tesiriyle onun tahtından indirilmesi için gizli bir teşebbüs yapılması (Kuleli Vakası) bu padişaha karşı ilk zamanlarda duyulan sevgi ve güvenin gittikçe azaldığını gösterir.

Sultan Abdülmecid, 25 Haziran 1861'de tutulduğu veremden ölmüş ve Sultan Selim Türbesi'ne gömülmüştür.

Sultan Abdülmecid nazik, yumuşak ve zeki olmakla beraber zayıf ve gevşek bir hükümdardı. Islahata samimi taraftar olmakla beraber bunları kendi başına ilerletecek kudrete sahip değildi. Fakat saltanatında Mustafa Reşid, Ali ve Fuad paşalar gibi kıymetli devlet adamlarının bulunması talihini ve onları iş başına getirmesi de dirayetini ispat eder.

Bazı kusurlu ve zayıf taraflarına rağmen uyanık ve hamiyetli devlet adamlarını kullanmak hususundaki dirayeti sayesinde Abdülmecid'in saltanatı XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin nispeten itibarlı bir dönemidir. Abdülmecid'in oğullarından V. Murad, II. Abdülhamid, V. Mehmed (Reşad) ve VI. Mehmed (Vahdeddin) sıra ile tahta çıkmışlardır.
 
ABDÜLMECİD EFENDİ (1868-1944)

Osmanlı saltanatının son veliahdı ve son halifesidir.

Sultan Abdülaziz ile Hayranıdil Kadın'ın oğludur.

Muntazam bir eğitimi olmamakla beraber aydın ve ressamlığa hevesli olarak tanınmıştır. 1918'de Vahdeddin'in VI. Mehmed unvanıyle tahta çıkması üzerine veliaht olmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce 1 Kasım 1922 'de saltanatın kaldırılması üzerine veliahtlık sıfatını kaybetmiş oldu. Ancak 18 Kasım 1922'de halifeliğe seçildi. Cumhuriyet'in ilanından dört ay sonra, 3 Mart 1924'te Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin hilafetin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının Türkiye hudutları dışına çıkarılmasına karar vermiş ve bu karar ile Abdülmecid Efendi de yurt dışına çıkarılmıştır.

1944'te Paris'te ölen Abdülmecid Efendi'nin ailesi naşını Türkiye'ye göndermek için yaptıkları müracaatlar sonuçsuz kalınca, 30 Mart 1954'te Medine, Harem-i Şerif’te gömülmüştür.
 
ACEMİ OCAĞI

Orhan Bey zamanında kurulan Yaya ve Müsellem ordusu.

Sınırları genişleyen devletin ihtiyacına yetmez hale geldiğinden, esirlerden istifade yoluna gidilerek yeni maaşlı bir askeri teşkilat kurulması düşünülmüştür.

Bu düşünce ile I. Murad zamanında (XIV. yüzyılın son çeyreği), Çandarlı Kara Halil ile Molla Rüstem'in çalışmaları sonucunda, Gelibolu'da Acemi Ocağı kuruldu.

Savaş esirlerinin 1 akçe gündelikle Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında işleyen at gemilerinde 5-10 yıl çalıştırıldıktan sonra 2 akçe gündelikle Yeniçeri olmaları kararlaştırıldı. Ayrıca bazı esirlerin Anadolu'da Türk çiftçilerinin yanlarına verilerek, Türkleştirilmeleri de düşünülmüş ve teşkilat genişletilmiştir.

Acemi Oğlanı iki şekilde sağlanmıştır: 1) Savaş esirlerinin beşte birinden seçilerek; 2) Osmanlı sınırları içindeki Hıristiyan çocuklarından derlenerek.

Devletin, kanun hükmüne göre aldığı beşte bir hissenin dışında kalan esirler için, sahibinden Pencik adlı bir vergi alınırdı. Bu sebeple ordu için alınan esir oğlanlara Pencik Oğlanları adı verilmiştir.

İlk zamanlarda, ordu için alınan esirlerin yaşlarına dikkat edilmemiş, savaşa yaramak şartıyla kısa bir talimden sonra ocağa kabul olunmuşlardır. Bu usul, giderek değiştirilmiş, 10 ile 20 yaş arasındaki esir erkek çocukların Acemi Ocağı için alınmaları hükme bağlanmıştır. Bir başka durum da Acemi Oğlanların 1 akçe ile sürekli gemi hizmetleri görmeleri sakıncalı bulunmuş ve bunların belirli bir ödeme karşılığında Osmanlı hudutları içindeki çiftçilerin hizmetlerine verilmeleri kararlaştırılmıştır. Bu suretle Türkleşecek olan Acemi Oğlanların orduda daha iyi hizmet görecekleri düşünülmüştür. Bu hal Sırpsındığı Savaşı'ndan sonra uygulanmaya başlanmıştır. Bu oğlanlar Türkleştirildikten sonra 1 akçe ile Gelibolu'daki gemi hizmetlerine veya kapuya çıkma, bedergâh adları ile Yeniçeri Ocağı'na kaydedilmişlerdir.

Fütuhatın artması, ordunun da genişletilmesine sebep olmuştur. Bu sebepten Pencik oğlanından başka Devşirme ismiyle, Osmanlıların Rumeli'deki topraklannda yaşayan Hıristiyan tebaadan ocağa Yeniçeri yetiştirilmek üzere er alınması kararlaştırıldı. Hıristiyan tebaanın yaşları kanunen yeterli çocuklarından yalnız bir tanesinin orduya alınması kanunlaştırıldı. İhtiyaca göre 3-5 senede bir Hıristiyan çocuklardan 8, 10, 15, 18, 20 yaşlarındakilerden sıhhatli olanları, Acemi Oğlanı olarak alınmaya başlandı. Önce Rumeli'de tatbik edilen devşirme kanunu daha sonraları Arnavutluk, Yunanistan, Adalar, Bulgaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan'da da uygulanmaya başlandı.

Devşirme işiyle Yeniçeri Ağası meşgul olur, bu iş için çeşitli yerlere memurlar yollayarak Acemi toplattırırdı. Devşirme içinde, her hangi bir yolsuzluğa meydan vermemek için çok dikkat edilmiştir. Devşirme ile ilgili görevliler gittikleri bölgelerde 8-10-20 yaş arasındaki çocuklardan kırkhanede bir oğlan hesabıyla devşirme yapmışlardır. Bu hesap ihtiyaca göre değişirdi. Devşirme görevlileri bu oğlanları alırlarken kadılar, sipahiler veya vekilleri ve köy kethüdaları da hazır bulunarak bir yolsuzluk olmamasına dikkat gösterirlerdi. Kanun hükmüne göre Hıristiyan çocukların asili, sıhhatlisi ve güzeli seçilirdi. Or-

du için alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilir; uzun boylu ve güzel olanlar da saray için ayrılırlardı. Yahudiler, ticaretle uğraştıklarından çocukları devşirilmezdi.

Devşirilenler 100-200 kişilik kafileler halinde merkeze sevk olunurlardı. İlk dönemlerde merkeze sevkin masrafı, çocuğun devşirildiği yerden hilat baha (kaput bedeli) veya kaput akçesi adıyla ve her çocuk başına 90-100 akçe toplanmak suretiyle karşılanırdı. Kul akçesi, XVII. yüzyılda 600 akçeye kadar yükseltilmiştir. Anası-babası olmayan çocuk, terbiyesi noksan ve açgözlü olabileceği gerekçesi ile devşirilmediği gibi köy kethüdasının oğlu, çoban oğulları, kel, fodul, köse, doğuştan sünnetli olanlar da devşirilmezdi.

Kanun, Bosnalı çocukların saray ve Bostancı Ocağı için devşirilmesine müsaade ediyordu. Bunlara Poturoğulları adı verilmiştir. Kanun daha sonra Bosna'daki Boşnak çocuklarının da ordu için devşirilmesine izin verdi ve bunlara sünnetli oğlan denildi.

Trabzon Hıristiyanlarından çocuk devşirilmesine Sultan Yavuz Selim zamanında başlanmıştır. Ancak bunlar ocağın düzenini bozduklarından XVI. yüzyıl sonlarında Trabzon'dan çocuk devşirilmesi kaldırıldı. İlk zamanlarda İstanbul ve Bursa'dan sanat sahibi ve yüzleri gözleri açılmış olduğundan çocuk devşirilmesine karşı çıkılmışsa da daha sonra kabul edilmiştir. Ayrıca Karaman'dan Erzurum'a kadar olan bölgelerden Türk, Gürcü ve Kürd ailelerden çocuk devşirilmez, devşirilirse de çok dikkat edilirdi. Kayseri'den çocuk devşirilmesine Sultan Yavuz Selim zamanında başlandı. Mimar Sinan, Kayseri'den ilk devşirilen çocuklar arasındadır.

Kafileler halinde devlet merkezine nakledilen çocuklar, 2-3 gün dinlendirilirler ve Müslüman olmaları için Kelime-i Şehadet getirirlerdi. Bu kafileler, Acemi Ocağı'nın da yöneticisi olan Yeniçeri Ağası'nın denetiminden geçerdi. Ayrıca bunlar Yeniçeri Ağası huzurunda muayene edilirler ve sünnetsiz olanlar sünnet ettirilirdi. Çocukların güzel olanları saraya ayrılır, gürbüz olanları Bostancı Ocağı'na, geri kalanları da Anadolu Rumeli Ağaları vasıtasıyla Anadolu ve Rumeli'deki Türklere geçici bir zaman için verilirdi. Çiftçilerden alınan para ağalar ve katipleri arasında bölüştürülürdü. Acemiler, zenaatkarlara, şehir halkına, kadı ile danışmendlere ve İstanbul'a kesinlikle satılmazdı. Bu çocukların normal hayata alışacakları için askerliğin zor şartlarına uyamayacakları düşüncesiyle verilmedikleri kaydolunmaktadır.

Devşirilip çiftçiye satılan oğlanlar, her yıl Anadolu ve Rumeli ağaları tarafından gönderilen ve kethüda denilen görevliler aracılığıyla yoklanırdı; bir de kethüdaların maiyeti, çiftliklerden kaçan oğlanları yakalayıp yine çiftçiye teslim ederlerdi.

Bütün bu kanunlar XVI. yüzyıl sonlarına doğru bozularak Hıristiyan çocukları muayene edilmeden, rüşvetle devşirilmişlerdir. Bu karışıklıklar sırasında ocağa Müslüman çocuklar da kaydedilmiştir. Ayrıca Yeniçeri Ağası'nın himmetiyle de oğlan devşirilmiştir. Bu yolsuzluklar sebebiyle devşirmeler bozulmuş, iş göremez hale gelmişlerdir.

Gelibolu Acemi Ocağı: Acemi Ocağı, önce de belirtildiği gibi ilk defa Gelibolu'da kuruldu. Kuruluşta bu ocağa Acemi Ocağı Ağası unvanı ile bir görevli tayin edildi. İstanbul Acemi Ocağı kurulunca da Gelibolu Ocağı'na Gelibolu Ağası denilen bir başağa tayin edildi. Gelibolu Ağası bir yolsuzluğu görülmediği sürece, hayatının sonuna kadar bu görevde kalırdı. Ağanın ölümüyle yerine Acemi

Ocağı'nın Baş Yayabaşısı olan Birinci Çorbacı Gelibolu ağası olurdu. İstanbul devlet merkezi olduktan sonra Yeniçeri Ocağı'ndan ihtiyar bir Yaya Başı'nın da Gelibolu ağalığına tayini kanun olmuştur. İlk zamanlarda ağanın gündeliği 25 akçe idi ve Gelibolu Acemi Ocağı mevcudu da 400 kadardı. Daha sonra bu miktar 500'e çıktı. Bu ocak acemileri Rumeli ve Anadolu arasında işleyip, hükümete ait her türlü nakliyatı yapan gemilerde hizmet görürlerdi.

İstanbul Acemi Ocağı: Sultan Fatih Mehmed zamanında Gelibolu Acemi Ocağı'ndan ayrı olarak kurulmuştur. Acemi Ocağı efradına Torba oğlanları ve Şadiler denilirdi. Bunların Oda denilen kışlaları Şehzadebaşı ile Vezneciler arasında idi. Acemi Ocağı Kethüda dairesi (16 oda) ve Çavuş dairesi (15 oda) olmak üzere 31 oda (koğuş) idi. Acemi Ortasının hepsi cemaat ismiyle anılmaktadır.

Acemilerin Hizmetleri: Saray acemilerine celep denildiği gibi Acemi Ocağı ferdlerine de şadi denirdi.

31 oda ferdleri çeşitli hizmetlerde kullanılırlar, en küçükleri ise oda hizmeti görürlerdi. Acemiler, imalathanelerde, miri gemilerde, odun ambarlarında, hasta odalarında, sultan hanım dairelerinde hizmet ederlerdi. Ayrıca hükümdar için yaptırılan cami, çeşme, köprü, medrese gibi binalarda da çalıştırılırlardı. Sarayın ve saray mutfağının odununu taşımak da bunların görevleri arasındaydı.

Vezir-i azamın sarayında da Teberdar adı verilen Acemi oğlanları çalıştırılırdı. Gürbüz ve kuvvetli olanlar, padişahın inşaatlarında taş taşımak için ayrılırlardı. Acemiler İstanbul dışındaki bir başka yerde çalışıp, kışlalarından uzak kaldıkları zaman gündeliklerinden başka yemeklik olarak para alırlardı (Günde 2 akçe).

Acemi Ocağı Zabitleri: Acemi Ocağı, esas itibarıyla Yeniçeri Ağası'nın yönetiminde idi; Ocağın idaresinden de İstanbul Ağası sorumluydu. Acemilerin gidecekleri yerleri ve görecekleri hizmetleri İstanbul Ağası belirlerdi. Acemilerin terbiyeleri, ocağa girmeleri, odalara taksimleri, gemi hizmetlerine verilmeleri, odun taşımaları İstanbul Ağası'nın emri ile olurdu. Divanda yemek yenirken İstanbul Ağası Sekbanbaşı ile bir sofrada yemek yerdi ve onun alt tarafında otururdu. İstanbul Ağası ocaktan ayrılırsa, Yayabeyliği zeameti kendisine verilirdi. Ayrıca ağaya üç senede bir padişah devir atı olarak adlandırılan bir at hediye ederdi. İstanbul Ağası'ndan sonra sırada Anadolu Ağası ve Rumeli Ağası geliyordu. Devşirilen çocukların çiftçilere verilmesine bakan bu ağalar, çocukların yetişmesinden sonra onları ocağa kaydederlerdi. Mevcut Acemi odalarının yarısı Anadolu Ağası'nın, yarısı da Rumeli Ağası'nın emrine verilmişti. Rumeli Ağası terfi ederse Anadolu Ağası olurdu. Bu ağaların gündeliği Sultan Kanunî Süleyman devrinde 14'er akçe idi. Daha sonra bu maaş 30 akçeye yükseltildi. Ağaların maiyetinde yeniçerilerden katipler vardı. Anadolu Ağası'nın katibi 10 akçe, Rumeli Ağası'nm katibi 8 akçe gündelik alırdı. Acemilerin ceza işleri Meydan Kethüdası veya Meydanbaşı denilen zabit tarafından görülürdü. Meydanbaşı, suç işleyen acemileri cezasına göre deynekten geçirir veya zindana koyardı.

Kethüdalardan sonra acemilerin en büyük zabitleri Çavuş'du. Sonra sırasıyla Aşçıbaşı ve Ariyeti Çavuş yani Çavuş Vekili gelirdi. Çavuş ve Aşçıbaşı kol gezerek hizmetlileri denetlerlerdi. Acemi Ocağı 'nın büyük ağalarından başka her bölüğün Çorbacı yani Yayabaşı denilen büyük kumandanları vardı. Her bölükteki en kıdemli acemiye Bölükbaşı denirdi. Bundan başka dokuz bölüğün hepsine birden kumanda eden bir de Baş Bölükbaşı vardı. İkinci bölükten itibaren 31. bölüğe kadar her bölüğün yöneticisine Yayabaşı denirdi. Yayabaşılar terfi ederlerse Yeniçeri Yayabaşısı veya Sipahi olurlardı. Hizmetlerin yerine getirilip getirilmediğine Yayabaşı bakardı. Acemi Ocağı'nın 31. bölük çorbacısı aynı zamanda ocağın katibiydi. Acemi Ocağı dışında bulunan acemilere hizmet gördükleri evden yemek verilirdi.

Maaş dağıtımı yapılırken önce köçek adı verilen yaşları küçük acemilerin maaşları dağıtılır ve bu dağıtım üç gün sürerdi. Önceleri 1, 2 akçe olan maaş daha sonra 7 akçeye kadar çıkmıştır. Acemilerin maaşlarından başka adem-i zerpul ve pabuç akçesi adı verilen gelirleri de vardı. Adem-i zerpul ayda 5 akçe olarak dağıtılırdı. Acemi Ocağı'nın maaş defteri Edirnekapısı denilen Yeniçeri Katibi Dairesi'nde saklanırdı. Acemi oğlanlarına yılda iki kat elbise verilirdi. XVIII. yüzyıl sonunda bazı acemilere iki kat elbiseyi karşılayabilecek para da verilmiştir. Bundan başka çuhaya dikilmek üzere iç astarı ve 11'er akçe yaka akçesi, sarık için bir bez ve 30'ar akçe kemanbaba denilen yay akçesi verilirdi.

Sultan Fatih Mehmed zamanında Şehzade Camii karşısındaki eski odalar ile Vezneciler arasındaki sahada yaptırılmış olan Acemi oğlanları kışlasında 31 oda, bu odalardan başka Acemilerin namaz kılması için bir de orta mescidi vardı. Sultan Yavuz Selim zamanında ocağa bir de hamam yaptırılmıştır. Acemi kışlasının meydanı oldukça genişti; maaşlar (ulufeler) bu meydanda dağıtılırdı. Yine bu meydanda cezalı acemilerin hapsedilmeleri için bir zindan vardı.

Acemi kışlalarına her yıl vergi karşılığı olarak Manyas Ovası'nda yetişen sazlardan hasır verilirdi. Bu sazlardan hasır yapmak için hasırcıyan denilen bir Acemi sınıfı vardı.

Acemilerin ilk zamanlarda evlenmeleri yasaklanmıştır; ancak XVI. yüzyılın son çeyreğinde evlenmelerine izin verilmiştir.

Acemi oğlanlarının kapuya çıkmaları: Acemilerin Yeniçeri Ocağı'na kayıt ve kabullerine çıkma veya kapuya çıkma denildiği gibi bedergah adı da verilirdi.

Acemilerin kapuya çıkma sürelerinin 7-8 yılda bir olduğu kaidesi varsa da bu kaide her zaman uygulanamamıştır. Savaşlar sebebiyle Acemiler sık sık kapuya çıkarılmışlardır. Yeniçeri Ocağı'na Acemi verilmesinin padişah tarafından emrolunmasına kapu ferman olmak denirdi. Yeni kapu olmak ve yeni kapulanmak tabirleri de ocağa yeni kabul edilmek demektir.

Acemi oğlanlarından kapuya yeni çıkmış olanlara düzen akçesi adıyla ikişer altın ödenirdi. Bu yeni askerler mensup oldukları odalarda karakullukçuluk ederler, yani oda hizmetlerine bakarlardı. Acemi ocağı'ndan Yeniçeri Ocağı'na geçecek olanlar odalara ayrıldıktan sonra her oda fertleri bir sıra yapılıp hep birden kendi odalarına doğru koşturulur, kim en önce odaya girerse o diğer arkadaşlarına göre eski olurdu. Bostancılara kapuya çıkışlarında silahbaba ismiyle biner akçe verilmesi kanun hükmüydü.

İstanbul Acemi Ocağı, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırıldığı 1826 tarihine kadar devam etmiştir. Devşirme uygulamasının kalkması ise XVIII. yüzyıldan sonradır.
 
AGÂH EFENDİ ÇAPANOĞLU (1832-1885)

İlk Türk gazetecisi.

İstanbul'da doğdu. Yozgatlı Çapanoğlu Ömer Hulusi Efendi'nin oğludur.

İlk ve orta öğreniminden sonra tıbbiyeye kaydoldu, ancak bitiremedi. Eğitimi için gerekli olan Fransızca'yı iyi bildiği için Babıali Tercüme Odası'na girdi. Elçilik katipliği görevi ile Paris'e gitti. Dönüşünde çeşitli devlet hizmetlerinde bulundu.

Tercüman-ı Ahval adlı gazeteyi çıkardı. Tercüman-ı Ahval, ilk özel Türk gazetesidir. Gazetenin tek yazarı olarak altı ay büyük çaba gösterdi; sonra gazeteyi bıraktı.

Agâh Efendi, 1861'de Posta Nazırı oldu. İlk posta pulu onun zamanında kullanılmıştır. Divan-ı Muhasebat üyeliğine getirildi. Yeni Osmanlılar ile ilgisi olduğu için Âli Paşa (Mehmet Emin) tarafından görevinden alındı. Bunun üzerine Agâh Efendi, Paris'e kaçarak Yeni Osmanlılar’a katıldı. 4 yıl yurt dışında kaldı.

1871'de istanbul'a dönerek İzmit mutasarrıflığına getirildi. II. Abdülhamid döneminde önce Bursa'ya sonra da Ankara'ya sürgün edildi (1877). Yedi yıllık sürgün hayatından sonra affedildi ve Rodos mutasarrıflığına gönderildi. Ancak Namık Kemal ile yerleri değiştirilmiş ve Midilli mutasarrıfı olmuştur.

1885'de Atina Elçiliği'ne atanmış; aynı yıl içinde Atina'da ölmüştür. Cenazesi İstanbul'a getirilmiş ve Sultan Mahmud Türbesi'nin bahçesine gömülmüştür.



AĞA BÖLÜĞÜ

İstanbul Ağası'nın odasına verilen addır.

Acemi oğlanları için Sultan Fatih Mehmed tarafından yaptırılan odaların otuz birincisi İstanbul Ağası'nın odasıydı. Ağa bölüğü önceleri bir bölükken, Acemilerin çoğalmasıyla dokuz bölüğe çıkarılmıştır.
 
AĞA KAPISI

1826 yılına kadar Yeniçeri Ağası'nın resmi makamı olan binadır.

Süleymaniye'de İstanbul Müftülüğü ile İstanbul Üniversitesi'nin Botanik Enstitüsü olarak kullanılan yerinde idi. Ağa Kapısı evvelce Çarşıkapı'da iken XVII. yüzyıl ortalarında buraya taşındı.

1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nm kaldırılışına kadar yeniçerilerin en büyük subayı olan Yeniçeri Ağası burada çalışırdı. Burası, Yeniçeri Ağası'nın komutanlık makamı idi. Yanında ağanın lojmanı ve haremlik kısmı da vardır. Osmanlılarda "kapı" sözcüğü resmi daire anlamına geldiği için buraya Ağa Kapısı, Ağa Dairesi de denmiştir.

II. Osman, ayaklanan zorbalardan kaçarak 1622 yılında Ağa Kapısı’na sığınmıştır.

Birçok defa yanan bu bina her seferinde yeniden selamlık ve haremlik kısımları ile bir saray gibi yapıldı. 1659 yılında İstanbul'un dörtte üçünü yakan yangında Ağa Kapısı harabeye döndü. 1749'da Küçükpazar yangınından sonra da yanan Ağa Sarayı yeniden inşa edilirken kargir kule yerine bir ahşap yangın kulesi yapıldı. Fakat 1774 yılındaki Cibali yangınında saray ve kule yine yandı. Emiri Efendi Kütüphanesi'nde, Ali Emiri Efendi'nin kitapları arasındaki bir yazma risalede, H. 1196 (M.1774) Cibali yangınına dair geniş bilgi vardır. İstanbul'u kasıp kavuran bu yangının Ağa Kapısı bölümüne de değinilmiştir.

Ağa Kapısı binası Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra yeniden yapılırcasına tamir edildi. Tamirden sonra binanın Bab-ı Meşihat (Şeyhülislam Kapısı) olarak kullanılmasına karar verildi. Şeyhülislamlık buraya taşınacağı zaman Hocapaşa yangını çıktı. Serasker Bahçesi’nde çadırlarda bulunan sadrazam ve maiyeti, Babıali yangını dolayısıyla Babıali'ye taşınamadıkları için bu binaya yerleştiler. Buranın adı bir süre Serasker Kapısı oldu.

Serasker Dairesi, şimdiki İstanbul Üniversitesi binasının yerinde bulunan Eski Saray’a geçince de buraya Meşihat Dairesi taşındı. Bahçedeki yanmış olan ahşap yangın kulesi 1849 yılında kargir olarak (Bayezid Kulesi) yeniden yapıldı. Saltanatın kaldırılışına kadar bina Şeyhülislam Dairesi olarak kullanıldı.

Cumhuriyet döneminde bina bir süre İstanbul Kız Lisesi’ne verildi. Kız Lisesi iken çıkan bir yangın sonunda bina tamamen yandı. Sadece, şimdiki müftülük binası olarak kullanılmakta olan Fetvahane binası kurtarılabildi. Yanan yere de son yıllarda Botanik Enstitüsü için bir bina yapılmıştır.

Tarihte Ağa Kapısı olayları pek çoktur. Bunların en önemlileri, Asakir-i Mansure'ye mensup olanların isyanlarıdır. Bunlar Yeniçerilik gayretiyle yangın kulesinin altında toplanarak başkaldırmışlar ve kuleyi ateşe vermişlerdir. Serasker paşayı katletmek isteyen zorbalar, bütün çabalarına rağmen başanya ulaşamadılar ve elebaşları Üsküdar'a geçerken yakalanarak idam edildi. Ağa Kapısı'ndaki diğer önemli olay, Patrona Halil'in başlattığı ayaklanmanın hızla büyüyerek İstanbul'u korku ve heyecana vermesinden sonra bir kısım Yeniçerilerin Et Meydanı'na kazan koymaları, Bostan kapısında arkadaşlarından ayrılan Patrona Halil'in Ağa Kapısı'na gelerek oradaki mahkumlan salıverip peşine takması ve oradan Cebehane'ye gitmesi, beşinci bölüğün kazanını zorla çıkartması, Bitpazarı ve Sipahi çarşısını yağma ettirmiş olmasıdır
 
AHİDNAME

Osmanlılar döneminde iki devlet arasında ya da iki kumandan arasında yapılan antlaşmalara verilen addır.

Bunlar şu yedi ana ilkeye göre düzenlenirdi:

1-Cenab-ı Hakk'a hamd-ü sena

2-Hazret-i Peygamber'e selat ü selam.

3-Ahdü peymanın büyüklüğü

4-Muahedeye aykırı davranıştan çekilme

5-Antlaşmanın muhtevatını, önemini ayrıntılarıyla açıklama

6-Sözde durmanın gereği ve bunun aksinden çekinme

7-Allah'dan, antlaşmaya sadakatte sebat etme dileği.

Ahidnameler çeşitli dillerde kaleme alınırlardı.



AHİDNAME-İ HÜMAYUN

Osmanlılarda padişahlar tarafından verilen hat, ferman anlamına kullanılan de-yimdir.

Menşei Abbasi ve Selçuklulara kadar dayanan ahidname geleneği Osmanlılarda da devam etmiş ve ahidname-i hümayun adıyla anılmıştır.
 
AHİLİK

XIII. yüzyılda doğarak Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda büyük rolü olan bir teşkilattır.

Sıkı bir ahlak disiplini içinde oldukları için bir tarikat, ilk önce esnaf teşkilatı arasında yayıldıkları için de bir esnaf teşkilatı zannedilmiştir,

İstanbul'un fethine kadar kuvvetli bir teşkilat olarak yaşadı. Yerini XV. yüzyılda Lonca teşkilatına bıraktı. Ahi başkanları zaviye (küçük tekke)yi yaptırarak içerisini halı, kilim ve başka eşya ile döşerler ve kandiller asarlardı. Zaviyelerde imamlar, müderrisler, ketipler, vaizler, sileh talimcileri, hattatlar, şairler, şarkıcı ve rakkaslar bulunurdu.

Ahi zaviyelerine kabul olunanlar, Ahe terbiyesini okuyarak, dinleyerek ve birlikte yaşayarak alıyorlardı. Zaviyede öğretmen ve pirler önünde şarkılar ve ilahiler okunur, oyunlar oynanırdı. Ahi teşkilatına ilk giren adayın başı traş edilir, tövbe ve telkin verilirdi. Taç, hırka ve şalvar giyerlerdi. Bu adaylar uzun bir denemeye tabi tutulurdu. Tuğ ve bayrak verilir, kuşak kuşatılır, seccadeye geçirilir, helva pişirilir, birbirlerine lokma sunulur, diğer bir şehre helva gönderilirdi. Böylelikle uzun yıllar süren bir eğitimden sonra törenlerden geçirilerek olgun bir Ahi olunurdu.

Kafirler, münafıklar, iftiracılar, dedikoducular, müneccimler, şarap içenler, dellaklar, dellallar, çulhalar, kasaplar, cerrahlar, avcılar, madrabazlar ve amel-darlar Ahi teşkilatına alınmazlardı. Ahiliğe giren talip, nimtarıyk ve sahib-i tarıyk adlarım sıra ile alırdı.

Her sanat grubu için, kutsal kitaplarda peygamberlerden kendi sanatını yapan, sanatlarının piri sayılmıştır. Çiftçiler için Adem, hallaçlar için Şit, terziler ve yazıcılar için İdris, marangozlar için Nuh, tüccarlar için Hud, deveciler için Salih, sütçüler ve dülgerler için İbrahim, avcılar için İsmail, çobanlar için İshak ve saatçiler için Yusuf, Musa, ekmekçiler için Zülküf, tarihçiler için Lut, bağcılar için Uzeyir, çulhalar için İlyas, zırhçılar için Davut, hekimler için Lokman, balıkçılar için Yunus, gezginler için İsa ve tüccarlar için Muhammed adlı peygamberler birer pir addedilmiştir.

Ahiliğe girene, kuşak ve peştemal bağlama işine şedd denirdi. İlk defa Cebrail'in Hazret-i Adem'e kuşattığı kabul edilmiştir. Bu kuşak bağlamadaki şedd'e vefa şeddi denir. "Beline kuşatıyorum ta ki sözünde durasın. Şeytana uymayasın daima ona düşman olasın. Dünyaya muhabbet etmeyesin. Tanrı'nın kaza ve kaderine sabredesin. Nereye gidersen bu tuğ yanında olsun. Tanrı'nın bunda hikmeti vardır" denirdi.

Çıraklarla ustaları ve şeyhleri arasında aracılık yapanlara nakib denirdi. Nakipler Ahiliğin en çok sorumlu olan rütbe ve mertebesidir. Nakibler, Nakibü'n-nukabaların emrinde idiler. Nakibü'n-nukaba olmak için, hükümdar, emir, vezir ve kalem sahiplerine, bilginlere (kadı, müftü, müderris, vaiz gibi) şeyhlere, yedirip içirmek, zenginlere, zengin çiftlik ağalarına, ticaret sahiplerine, esnaf ve sanatkarlara hizmet etmek şart idi. Nakibü'n-nukaba üstündeki rütbe Ahi, Ahi'nin üstündeki rütbe şeyh idi. Şeyhler seccade sahibiydiler. Şeyhler de şeyhlerin şeyhine bağlı idiler.

Ahilerin kurallarında şu üçer şey açık ve kapalı idi. Eli, kapısı ve sofrası açık olmak, cömert, misafirsever ve aç olanı doyurucu olmak demekti. Gözü, dili ve beli kapalı olmak ise kötü bakmamalı, kötü söylememeli ve ırza göz dikmemeli anlamına geliyordu.

Ahilik kelimesi İstanbul'un birçok yerindeki mescid, tekke, zaviye, çeşme ve sokak adlarında yer almıştır.

Moderatöre Bildir Logged
 
AK ALEM

Osmanlılarda saltanat sancağına verilen addır.

Ak aleme elviye-i sultani, alemha-yı Osmani de denilirdi. Bazı rivayetlere göre bu sancak Selçuklu hükümdarı tarafından Beylik alameti olarak Osman Gazi'ye gönderilmişti. Tarihçi Üstad İ. Hakkı Uzunçarşılı bu rivayetin şüpheli olduğunu kaydeder.


AKABE MESELESİ (ŞUBAT-EKİM 1906)

Hicaz demiryolunun güneye doğru ilerlemesi ile Süveyş Kanalı'nın tehdit altına gireceğinden kuşkulanan İngilizlerin kanalın güvenliğini sağlamak için Türkleri buradan uzak tutmak amacıyla, Mısır ve Osmanlı toprakları arasında kesin bir sınır çizmek isteğinde direnmeleri yüzünden çıkmış bir siyasi olay.

1841 fermanı gereğince Mısır toprakları, Akdeniz kıyısında el-Ariş ile Süveyş arasında çekilecek bir çizginin batısında kalmakla beraber, sonradan Hi-div'in ricası üzerine Babıali, Mısır ulaşımının güvenliği için Tur-i Sina Yarımadası'nın bazı yerlerinde Mısır jandarması bulunmasına izin vermişti. Osman Paşa'nın Hicaz Valiliği zamanında, içlerinde Akabe Kalesi de bulunan bölgeden Mısır jandarması çıkarılarak yerine Osmanlı askeri yerleştirilmişti. İngilizler bu olayı hoş görmemişler ve Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın tahta geçmesi ile İstanbul'dan gönderilen fermanda, sözü geçen yerlerin, Mısır topraklarından sayılmamasına itiraz ederek fermanın okunmasını geciktirmişlerdir. Bunun üzerine sadrazam Cevad Paşa, 8 Nisan 1892 tarihinde hidive bir telgraf çekerek Mısır topraklarının 1841 fermanına bağlı haritada gösterilmiş olduğunu, bu defa Hicaz iline verilen Akabe ile başka yerlerin Mısır'a ait olmadığını, bununla beraber Tur-i Sina Yarımadası'nda statüko muhafaza edilerek buraların eskisi gibi Mısır tarafından emanet olarak yönetilmesinin uygun görüldüğünü belirtmiştir. Bu telgrafa rağmen, Kahire'deki İngiliz başkonsolosu hidive bir önerge vererek Tur-i Sina Yanmadası'nın sınırını el-Ariş'in biraz doğusundan, Akabe Kalesi'nin batısına çekilecek bir çizgi olarak göstermiş ve bunun Babıali ile yapılacak resmi bir anlaşmada kesin olarak belirlenmesi gereği üzerinde durmuştur.

Süveyş Kanalı'nın açılmasından sonra suni olarak yaratılan ve tabii sınırlara aykırı düşen geniş bir Tur-i Sina Yarımadası anlamı üzerinde İngilizler direnmişlerdir. Hicaz demiryolu Maan'a geldiği zaman bu işi kesin bir sonuca bağlayarak Türklerin Süveyş'e yaklaşmalarını önlemek amacıyla harekete geçen İngiliz Hükümeti, 1906 yılı başlarında Akabe Körfezi kıyılarında Tabe ve daha başka yerlerin işgali için Mısır askeri göndermiş, fakat Akabe komutanı Rüştü Paşa, Mısır askerinin Firavun Adası'ndan Tabe'ye çıkmasına engel olmuştur. Bunun üzerine Şubat ortalarında Tabe'ye gönderilen bir İngiliz savaş gemisi de Rüştü Paşa'nın azimli davranışı karşısında hiçbir iş görememiştir. İngiliz Hükümeti, bu yerlerde Osmanlı askerinin bulunuşunu protesto etmiş ve eğer sınır hattı hakkında herhangi bir şüphe varsa, karma bir komisyon tarafından sınırın tesbit edilmesi fikrini ileri sürmüştür. Birçok şikayetler üzerine Babıali meselenin incelenmesi için iki subayı Mısır'a göndermiş fakat bunlar Tabe'nin Akabe tahkimli mevki çerçevsi içinde bir yer olduğuna kanat getirerek burada Osmanlı askerinin bulunmasını tabii gördüklerinden, görüşmelere girişmeksizin geri dönmüşlerdir. Bundan sonra aynı meselenin görüşülmesine memur edilen Mısır komiseri Gazi Ahmed Muhtar Paşa hidivle yaptığı bir görüşmede Tur-i Sina Yanmadası'nın sınırı olarak Refah'tan Süveyş'e ve Süveyş'ten Akabe'ye bir hat çizilmesini öne sürmüş, fakat hidiv bu hattın Refah'tan başlayarak kuzeydoğuya doğru Akabe halicinin üç mil batısında denize ulaşması isteğinde direnmiştir. Osmanlı Hükümeti de, Akabe Körfezi ile Tur-i Sina Yarımadası'nın 1841 fermanı gereğince Mısır toprakları dışında kaldığını, 8 Nisan 1892 tarihli Cevad Paşa telgrafında ise yalnız Tur-i Sina Yarımadası'nm batı kısmının sözü edildiğini, telgrafın yorumlanması işinin ancak Babıali'ye ait bir mesele olduğunu bildirmiştir. Bunun üzerinedir ki gittikçe sabırsızlanan İngiltere Hükümeti, en sonunda Babıali'ye bir ültimatom göndererek (3 Mayıs 1906) 10 gün içinde Tabe'deki Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesini ve sınır hattının ortak bir komisyonca tesbitini istemiştir. Aynı zamanda birçok savaş gemilerini Malta'dan Pire'ye göndermiştir. İstanbul'da Fransız ve Rus elçileri tarafından desteklenen bu İngiliz notasına Babıali, Tur-i Sina üzerinde statükonun bozulmasını hiçbir zaman istemediğini, sadece haklarının korunmasını dilemiş olduğunu, anlaşmazlık konusu olan yerleri işgal etmeyeceği hakkında Mısır hükümetinin resmi olarak teminat vermesi üzerine, kendisinin de Tabe'yi boşaltmaya karar verecek Mısır memurlarının Osmanlı kurmay subaylarıyla temasa geçmesi ve statükonun korunmasına yarayacak ara çizgisinin belirtilmesi için hidive yazıldığını bildirmiştir.

Böylece Osmanlı ve Mısır memurları arasında Tur-i Sina Yarımadası ile Hicaz ili ve Kudüs Sancağı arasında bir yönetim ara çizgisinin belirtilmesi hakkında 1 Ekim 1906 günü Refah'ta bir anlaşma imzalanmıştır. 8 maddeden ibaret olan bu anlaşmaya göre idari ayırma çizgisi Tabe'nin kuzeyinde Tabe burnundan başlayarak kuzeybatı yönüne doğru uzanmakta ve Akdeniz kıyısında Refah'ta sona ermektedir.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers haber
vozol puff
Geri
Üst