ashli
Bayan Üye
...Osman Ağa ve Çocukları...
Çok eskiden Osman Ağa adında bir adam yaşarmış. Bu adam oldukça varlıklıymış. Karısından başka kimse yokmuş. Hiçbir şeyden sıkılmaz, yalnızca çocuğu olmadığı için üzülür: “Allah bana mal ve para verdi. Ama bunların yerine bir çocuk verseydi hiç üzüntüm kalmazdı. Öldüğüm zaman her şeyim ona kalır, adım da unutulmazdı.”diye düşünüp dururmuş.
Bir gece canı çok sıkılan Osman Ağa, yaşamı boyunca kazandığı bütün paraları önüne serip, “Keşke bu kadar param olmasaydı. Ekmek paramı güçlükle kazanmaya razıydım. Yeter ki bir çocuğum olsaydı!”diye karısına dert yanarmış. Osman Ağanın bu sözleri kadını pek üzermiş. Zavallı kadıncağız sesini çıkarmaz, susar, derdini içineatarmış. “üzülme ağam, Allah büyüktür, umarım bir gün bu muradına erersin…”diye kocasını avutmaya çalışırmış.
Bir gece Osman Ağa ve karısı, yatıp uyumuşlar. Gece yarısı Osman Ağanın karısı uyanmış. Heyecanla kocasını dürtüklemeye başlamış. Osman Ağa telaşla fırlamış. Karısına çıkışmış:
- Hanım, sana ne oldu? Neden gecenin bir yarısında beni dürtüklüyor, uyandırıyor, korkutuyorsun?
Kadın soluk soluğa:
- Aman Ağam, bir rüya gördüm! Hayırdır inşallah! Sanki gerçek gibiydi. Deniz kenarında oturuyordum. Birden dalgaların arasında bir deniz kızı beliriverdi. Elinde bir çömlek vardı. Deniz kızı: “Kocana söyle, gelsin bu çömleği alsın, çok sevineceksin!” Ben de koşarak eve geldim. Uyuduğunu görünce seni uyandırmak için dürtükledim. Tam o sırada sen beni uyandırdın.”
Adam karısının rüyasını dikkatlice dinleyip yeniden uykuya dalmış. Ancak sabah olunca deniz kenarına gitmekten kendini alamamış.
Deniz kenarında bir aşağı bir yukarı dolaşmış. Derken, dalgaların arasında bir deniz kızı belirmiş ve elindeki çömleği kıyıya doğru yuvarlamış.
Osman Ağa, “Allah’ım! Acaba bu nedir?” diyerek beklemeye başlamış. Çömlek kıyıya yaklaşmış. Çömleğin ağzı sıkı sıkı bağlıymış. Osman Ağa bunun ağzı sıkı sıkı bağlanmış olduğunu anlamış. Hem korkmuş hem de karısının gördüğü rüyanın gerçekleştiğine sevinmiş. “Acaba çömleğin içinde ne var? Diyerek çömleğin ağzını açmış. Bir de ne görsün? Bir kız, bir erkek, yeni doğmuş iki bebek çömleğin içinde oturmuyor mu? İkisi de birbirinden güzel… Osman Ağa bebekleri görünce sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Hemen sırtından hırkasını çıkarmış, bebekleri iyice sarmalamış sonra bebekleri kucakladığı gibi soluğu evinde almış. Karısı, Osman Ağanın kucağındaki bebekleri görünce sevinçten deliye dönmüş.
İlk şaşkınlıkları geçince Osman Ağa süt anne bulmak için sokağa fırlamış. Komşuları olan yoksul emzikli bir kadına bol para vermiş. Kadın da günde dört kez gelmiş, bebekleri emzirmiş.
Osman Ağa ve karısı bebeklerine çok iyi bakmışlar. Onları öpmüşler, sevmişler, bir dediklerini iki etmemişler.
Şimdi bu iki çocuğun gerçek anasının kim olduğunu, başına neler geldiğini öğrenelim:
Çok uzak bir ülkede Osman Ağa gibi hiç çocuğu olmayan bir adam varmış. Adamın evinin yakınlarında kötü bir cadının yaşadığı mağara varmış. Bu cadı, sık sık adamcağızın evinin kapısını çalar, et, ekmek ve altın istermiş. Adam sonunda cadıdan bıkmış ve onu kapısından kovmuş.
O günlerde bu adamın karısı doğum yapmış ve iki çocuğu olmuş. karı koca sevinçten ne yapacağını bilememiş. Ancak cadı adama yaptığını ödetmenin tam zamanı olduğuna karar vermiş. Çocukları doğar doğmaz anasından çalmış, bir çömleğin içine koyup denize atmış.
O sırada suyun dibinde oynamakta olan deniz kızları çömleği yakalamışlar, bebekler boğulmasın diye çömleğin suyun yüzünde tutmuşlar. Sonra da Osman ağanın evinin bulunduğu kıyıya kadar taşımışlar. İşte Osman Ağanın deniz kenarında bulduğu çocuklar bu kadının çocuklarıymış.
Yavrularını kaybeden zavallı kadın çılgına dönmüş. Kocasının: “Onları nerede arayacaksın? Bulamazsın?” uyarılarına aldırmayarak, onları tek başına aramaya çıkmış. Ağlaya ağlaya, ciğeri yana yana yollara koyulmuş, yavrularını aramaya başlamış.
Kadıncağız akşama kadar yol almış. Ortalık kararmış, ormandan gelen bin türlü ses kadının yüreğini korkuyla doldurmuş. Ağlamaktan gözlerinden kanlı yaşlar akmaya başlamış. Sonunda bir ağaca tırmanmış ve orada yarı uyur yarı uyanık beklemeye başlamış.
Güneş ilk ışıklarını göstermeye başlayınca ağaçtan inip, bir yolcuyla karşılaşmak, bir lokma ekmek bulmak amacıyla yeniden yola koyulmuş. Tam açlıktan düşüp bayılacakken ilerde koyun sürüsünün geldiğini görüp, biraz daha çabalamış. “Elbet bu sürünün bir çobanı vardır,bana bir lokma yiyecek verir!” diyerek sürüye doğru ilerlemiş. Bakmış ki, ak sakallı, yaşlı bir çoban sürüyü güdüyor. Hemen çobanı selamlamış.
Çoban:
- Söyle kızım, yalnız başına buralarda ne ararsın? Nereye gidersin? diye sormuş.
Acılı kadın:
- Ah amcacığım, açlıktan konuşacak gücüm kalmadı. Bana biraz ekmek ver de yiyeyim, biraz kendime geleyim. Başıma gelenleri sana sonra anlatayım, demiş.
Çoban kadıncağıza ekmek, peynir ve sucuk vermiş. Kadıncağız bunları güzelce yemiş ve çabucak toparlanmış. Sonra başından geçenleri çobana anlatmış.
Çoban kadıncağızın durumuna çok üzülmüş. Onu evine götürmeye, yardım etmeye karar vermiş. Yaşlı çobanın bir karısı, bir oğlu, bir de kızı varmış.
Kadıncağızın başına gelenleri karısına anlatınca, karısı da kadıncağızın durumuna üzülmüş. Çobanın yaşlı karısı:
- Ah kızım, yollar kurtlarla, yırtıcı hayvanlarla doludur. Tek başına yollara düşme! Arayıp dolaşmakla bulamazsın! Şansın senin çocuklara kavuşturacaktır. Umudunu yitirme ve bundan böyle bizimle kal! demiş.
Kadıncağız çobanın evinde yaşamaya karar vermiş. Bu yaşlı karı koca ona çok iyi davranıyormuş. O da ev işlerinde onlara yardım ediyor, birlikte mutlu yaşıyorlarmış. Ancak kadıncağızın acısı hiç dinmiyormuş, hep çocuklarını düşünüyor, göz yaşı döküyormuş.
Yıllar çabucak geçmiş ve çocuklar on yaşına gelmişler. Artık okula gidiyorlarmış. Oğlan yürekli, mert bir delikanlı olmuş. aradan dört yıl geçmiş. Çocuklar on dört yaşına gelmişler.
Bir gece çocuklardan kız olanı bir rüya görmüş: “Çoban kulübesinde oturan bir kadın onlara: Sizin ananız benim. Osman Ağa sizi deniz kenarında buldu. Süz benim çocuklarımsınız!” demiş. Kızcağız, sabahleyin rüyasını erkek kardeşine anlatmış. Erkek kardeşi çok şaşırmış. Çünkü o da aynı rüyayı görmüş.
O an yüreklerini bir tasa kaplamış. Osman Ağa ile karısının uyanmasını sabırsızlıkla beklemişler. Onları kendi öz ana babaları olarak biliyorlarsa da, gördükleri rüyayı anlatıp, doğruyu söylemeleri istemişler.
Çocukları şimdiye değin bakıp büyüten Osman Ağa ile karısı gerçeği gizlemeyi doğru bulmayarak her şeyi olduğu gibi anlatmışlar.
Oğlan öz annesini aramak için yollara düşmüş. Kız kardeş de Osman Ağanın yanında kalmış.
Anasının özlemiyle yol alan delikanlı beş gün boyunca durup dinlenmeden yol almış. Bir gün iki dağın arasından geçiyormuş. Birden önüne yedi başlı bir ejderha çıkmış. Delikanlı bu ejderhadan korkmamış, ancak birden karşısına çıktığı için afallamış.
Ejderha delikanlının yolunu kesmiş. Delikanlının ne bıçağı varmış ne de kılıcı. Bir nara atıp, yerden kaptığı kocaman bir taşı fırlatmış. Ejderhayı yere sermiş. Ejderha, delikanlıya:
- Er isen bir daha vur! Demiş. Oğlan:
- Düşene vurulmaz! Diye yanıt vermiş.
Ejderha oğlanın yanıtını çok beğenmiş. Ağzından alevler çıkartarak kükremiş. Birden sihirli bir şey olmuş ve dağların içinden geçen masmavi bir yol belirmiş. Ejderha:
- Delikanlı! Çok yürekliymişsin! Sana bir ödül veriyorum. Bu sihirli yolu senin için ortaya çıkardım. Bu yolda dümdüz yürü, dağın içinde kestirme yoldur bu. Annen, bu yolun sonundaki çobanın kulübesinde kalıyor, demiş.
Delikanlı yola koyulmuş. Sonunda anasının bir gece tünemiş olduğu ağacın dibine varmış. Farkında olmadan o da uyumak için aynı yeri seçmiş. Yorgunluktan çabucak uykuya dalmış.
Delikanlı uyuyalı iki üç saat olmuş ki başka bir ejderhanın kükremesiyle uyanmış. Bu, beş başlı, kırmızı ejderhaymış. Dağları taşları inleterek delikanlıya doğru geliyormuş.
Delikanlı hiç telaşlanmamış, yerinden kalkıp ejderhaya doğru yürümüş.
Ejderha, ağzından ateşler, köpükler saçarak delikanlıya saldırmış. Delikanlı canını kurtarmak için atılıp, ejderhanın kolunu yakalamış, koparıp bin adım öteye fırlatmış. Ejderha bir daha saldıramamış. Yeri göğü inleten bir nara atarak:
- Yürekli ve mert bir delikanlıymışsın. Beni izle ve ödülünü al, demiş.
Ejderha, başlamış bir yamaçtan aşağıya doğru inmeye. Sonunda bir kuyunun başına gelince durmuş ve kuyunun içine girmiş.
Delikanlı, ejderhayı izlemiş. Kuyunun başına gelince içine bakmış ve oradaki merdivenden kuyunun içine doğru inmeye başlamış.
Kuyunun dibini boylar boylamaz gözleri kamaşmış. Çünkü karşısında güzelliği dillere destan olabilecek bir saray duruyormuş. Başlamış sarayda gezinmeye.karşısına çıkan bir kapıyı açınca, içerde dünya güzeli bir kızın tahtın üzerinde oturduğunu görmüş. Görür görmez de kıza aşık olmuş. ejderhanın etkisiz hale geldiğinden habersiz olan kız delikanlıyı görünce çok korkmuş. Ancak şimdiye kadar böyle bir yiğit görmediği için delikanlıya hemen aşık olmuş.
Birkaç dakika sonra kızın şaşkınlığı geçmiş ve delikanlıya:
- Yiğidim buraya nasıl geldin? Bu saray kırmızı ejderhanındır. Seni görürse öldürür, diyerek öldürür, diyerek uyarmış.
Delikanlı:
- Benim için kaygılanma. Ejderha ile savaştım ve onu yendim. O da bana yürekliliğimin ödülü olarak bu serveti bağışladı, demiş.
Kızla delikanlı oracıkta konuşmuşlar, anlaşmışlar. Birbirlerine aşık olduklarını söylemişler ve evlenmeye karar vermişler.
Sonra sarayın içini gezinmeye başlamışlar. Sarayın kırk odası da mücevherlerle doluymuş. En dipte yaptırılan özel bölümde tonlarca altın, elmas, zümrüt varmış.
Delikanlı:
- Güzeller güzeli, benim gidecek yolum var. İşim bittikten sonra buraya döneriz. Ne yapacağımıza o zaman karar veririz. Bu mağara, saray ve mücevherler artık bizimdir. İster gelir burada yaşarız ister bunları dilediğimiz yere götürürüz. Ama artık yola çıkmamız gerek, demiş. Kız, bu sözlere karşı çıkmamış, yola koyulmuşlar. Delikanlının anasının oturduğu çobanın kulübesine varmışlar.
Delikanlı kapıyı çalmış ve kapıyı açan annesine kendini tanıtmış. Annesi çok özlediği oğulcuğuna sarılmış, öpmüş, öpmüş… çobanın karısı ve çocukları gelenleri içeri almışlar. Birbirilerine kavuşmanın sevinci içinde oturup dertleşmiş, başlarına gelenleri anlatmışlar. Akşamleyin evine dönen çoban olanları öğrenince çok sevinmiş. Ertesi gün hep birlikte delikanlının sarayına gitmişler. Sarayı ve hazineyi, Osman Ağanın evinin yakınlarına taşımaya karar vermişler. Delikanlı ve kız kardeşi kendilerini besleyip büyüten bu iyiliksever adamdan ayrı kalmayı göze alamazmış. Onu öz babası kadar çok severmiş. Delikanlı annesini, nişanlısını yanına alarak yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Sonunda Osman Ağanın evine varmışlar. Osman Ağa gelenleri sevinçle karşılamış. Delikanlı kız kardeşini kucaklamış. Kızcağız, gelen genç kadının annesi olduğunu hemen anlamış. Çünkü tıpatıp kendisine benziyormuş. Hemen koşmuş, annesinin boynuna atılmış. Ana kız ağlamışlar, kucaklamışlar. O gece sabaha kadar konuşmuşlar, dertleşmişler, başlarından geçenleri anlatmışlar.
Ertesi gün delikanlı ejderhanın kendisine armağan ettiği saraya gitmiş. Saraydaki tüm eşyaları ve hazineyi develere yükletmiş, sarayın altından yapılmış duvarlarını söktürerek Osman Ağanın evinin yanındaki boş arsaya kadar taşıtmış. İşçiler hemen inşaata başlamışlar. Sarayın yapımı kırk gün içinde tamamlanmış. Çoban ve ailesi, Osman Ağa ve ailesi, delikanlının annesi ve kız kardeşi de saraya yerleşmişler. Delikanlı ve kız, kırk gün süren düğünle evlenmişler, hep birlikte mutlu bir yaşam sürmüşler…