p0nip0n
Bayan Üye
Kabus dolu bir gecenin sabahında başlamıştı her şey... Ortalık sakin olmasına sakindi ama beynindeki sorular ne olacaktı? Kim verecekti kurduğu onca hayali bir seferde siliveren o korkunç kabusların hesabını?
Bütün yaşadıklarının suçlusu kimdi? Acaba kendisi miydi yoksa bir başkası mı?
Aklı o kadar karışıktı ki ne yapacağını bilmiyor, bir mahkum edasıyla odanın duvarları arasında volta atıp duruyordu. Belki de mahkumun ta kendisiydi aslında ama kendini yargılamaya cesareti var mıydı ki?
Peki kim yargılardı böylesine karmaşık bir kişiliği? Acaba suçlu muydu yoksa masum mu?
Ortada bir suç var mıydı gerçekten? Kendisini tanıyamıyordu artık... Kimdi, kimin nesiydi? Sorular, sorular, sorular... Cevaplanmayı bekleyen onlarca soru karmaşık hislerle dolu karanlık düşünceler deryası içinde yüzerken nasıl rahat edebilirdi? Aklına sorudan başka bir şey de gelmiyordu zaten...
Cevapsız sorulardan başka hiçbir şey...
Ne zaman bunalsa içini kağıtlara dökerdi, bu sefer de öyle yapacaktı...
Oturdu sandalyesine ve yazmaya başladı. Kelimeler birbirini kovalıyor, içindekileri bir çırpıda kağıda döküyordu... İşte bu dört dörtlük damladı kağıda dolma kaleminin ucundan:
Korkunç bir gecenin sakin sabahındayım
Yalnızım odamda, sensiz deryalardayım
Issız bir ada görüyorum çok uzaklarda
Gitmek istiyorum lakin rüyalardayım...
Gözlerini görüyorum odamın duvarında
Dalıyorum yine korkunç bir kâbusa
Seni benden ayıran o garip çığlığa
Lanet ediyorum lakin rüyalardayım...
Uyanıyorum bir ara kan ter içinde;
Sanki odam daralıyor, ufalıyor gitgide...
Biliyorum sevmek kolay, yaşamaksa işkence;
Dokunduğunu hissediyorum lakin rüyalardayım...
Rüyalardayım ben, rüyalardayım;
Sensiz geçen günlerde derin duygulardayım
Ağlıyorum, yalvarıyorum ölmek için;
Sana koşmak istiyorum lakin rüyalardayım...
Ayrılmışlardı. Yaşanmış onca güzel hatıranın ardından hiçbir şey olmamışçasına bir çırpıda ayrılmak ne demekti?
Kolay mıydı yedikleri kağıt helvaları, gittikleri yerleri, tuttukları balıkları unutabilmek? Kolay mıydı yaşlar süzülürken yanaklarından gülmeye çalışmak? Düşünmek istemiyordu artık...
Artık her şeyi unutmak istiyordu ama olmuyordu işte, yapamıyordu ki!.. Sanki içinde daima canlı kalacak sıcak bir duygu vardı. Bu duygu aşk olamazdı. Olsa olsa sevgiydi bu; dünyanın en üstün duygusuydu...
Öylesine ağır basıyordu ki bu duygu, öylesine yakıyordu ki içini, ne yapacağını bilemiyor, deliler gibi düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu...
Ortada hiçbir neden yokken nasıl ayrılmışlardı? Aptalca bir inat uğruna bunca zamandır paylaşılan o güzel duyguları nasıl da feda etmişlerdi...
Telefona sarıldı. Aklında kalan tek numarayı, onun numarasını tuşlarken telefona, neler konuşacağını planlıyordu. Telefondaki “Alo!” sesini duyunca tüm cesaretini yitireceğini nereden bilebilirdi? Her şey iyiye gideceğine daha da kötüye gidiyordu. Cesaretini toplayacağı yerde bir tavuk gibi korkakça davranıyor ve bundan utanç duyuyordu. Telefonu kapattı. Hayır, bütün suç kendisinin değildi. Uykusuz kaldığı üç gün boyunca verebildiği tek karar buydu.
Suçu beraberce işlemişlerdi, beraberliklerinin bitmesine izin vermeyeceklerini söyleyerek yemin eden iki kişinin böylesine gereksiz bir inatla birbirinden kaçmalarının suçlusu elbette ki yalnız kendisi olamazdı. O da kaçmasaydı. Hayallerini kurdukları o güzel dünyaya vurmasaydı tekmeyi. Olmuyordu işte!
İnadını sürdürmeyi bırakması gerekiyordu. Belki de aşkın gurur dinlemeyeceğini unutmuştu. Bunu ona birisinin hatırlatması mı gerekiyordu sanki? Ama onlarınki aşktan üstün bir şeydi, sevgiydi...
Telefon çalıyordu. Acaba kimdi? Kim arardı böylesine karmaşık duygularla boğuşup duran, acizliğini kendisine kabul ettirmeye çalışırken sürekli inadının kurbanı olup, her seferinde yenilgiyi kabullenmek zorunda kalan, duygularını bir kenara itip sırf mantığıyla karar verebilmeyi hedef edinen aptal bir insanı? Kim arardı?..
Telefonu yerinden kaldırmaya cesaret edebilmesi de bir olgunluk sayılabilirdi ama bunu becerebilmek için beş dakikasını verdi. Demek ki kendisinden daha inatçı olan insanlar da yaşıyordu yeryüzünde...
Hafif bir ses tonuyla “Alo!” dedi. Bu kez telefon kendisinin yüzüne kapanmıştı. Acaba o muydu? Evet, evet... Kesinlikle oydu...
Biraz yumuşamıştı nasır bağlamış, taş kesilmiş, inadının kurbanı olmaya alışmış o zavallı yüreği... Biraz yumuşamıştı... Hatalarını görebiliyordu artık... Ona nasıl da insafsızca hakaretlerde bulunduğunu hatırlayabilmişti sonunda. Gururunu ayaklar altına almayı da başarabilirse her şey en az eskisi kadar güzel olabilirdi. Peki onu nasıl razı edecekti, gönlünü nasıl alacaktı o melek kalpli insanın? Yapabilirdi, bu kez konuşabilirdi.
Bir ok gibi fırladı ve telefonu son bir kez aldı eline. Her şey kendiliğinden oluverdi. Ne konuştuklarını bile hatırlamıyorlardı ama her şey düzelmişti. Bir telefon konuşmasıyla mı olacaktı yani bütün bu kara düşüncelerin aydınlığa kavuşması? Çok kolay olmuştu... Demek ki sevgi engel tanımıyordu. Belki de suçlu olduğunu bildiği için utanıyordu kendisinden... Neyse...
Artık hiçbir şey önemli değildi onun için, sevdiğinden başka...
Yaşadıklarından öğrendiklerini düşündü bir an. Gereksiz bir inat uğruna en sevdiği insanı nasıl kaybetmek üzere olduğunu, gururunu yenmenin zorluğunu ve bunu yapabilmenin getirdiği mutluluğunu düşününce yaşadıklarının kendisine çok şeyler kazandırdığını kolayca gördü. Her şeyden önemlisi de sevginin üstünlüğüydü onun için...
Sevgi öylesine güzel ve anlamlı bir histi ki onun karşısında durabilecek bir engel göremiyordu artık. Sevginin üstünlüğüne inanmıştı sonunda. Sevgi, aşktan da diğer bütün duygulardan da üstündü. Sevdiği insana bir kez daha bağlanmıştı. Affetme büyüklüğünü göstermesi, kendisini ne kadar çok sevdiğini ortaya koymuştu.
Telefonu kapattı; sokakları yeni yeni ıslatmaya başlayan bir bahar yağmuru altında ıslanarak sevdiği insana koştu. Onu çok seviyordu...
ALınTı
Bütün yaşadıklarının suçlusu kimdi? Acaba kendisi miydi yoksa bir başkası mı?
Aklı o kadar karışıktı ki ne yapacağını bilmiyor, bir mahkum edasıyla odanın duvarları arasında volta atıp duruyordu. Belki de mahkumun ta kendisiydi aslında ama kendini yargılamaya cesareti var mıydı ki?
Peki kim yargılardı böylesine karmaşık bir kişiliği? Acaba suçlu muydu yoksa masum mu?
Ortada bir suç var mıydı gerçekten? Kendisini tanıyamıyordu artık... Kimdi, kimin nesiydi? Sorular, sorular, sorular... Cevaplanmayı bekleyen onlarca soru karmaşık hislerle dolu karanlık düşünceler deryası içinde yüzerken nasıl rahat edebilirdi? Aklına sorudan başka bir şey de gelmiyordu zaten...
Cevapsız sorulardan başka hiçbir şey...
Ne zaman bunalsa içini kağıtlara dökerdi, bu sefer de öyle yapacaktı...
Oturdu sandalyesine ve yazmaya başladı. Kelimeler birbirini kovalıyor, içindekileri bir çırpıda kağıda döküyordu... İşte bu dört dörtlük damladı kağıda dolma kaleminin ucundan:
Korkunç bir gecenin sakin sabahındayım
Yalnızım odamda, sensiz deryalardayım
Issız bir ada görüyorum çok uzaklarda
Gitmek istiyorum lakin rüyalardayım...
Gözlerini görüyorum odamın duvarında
Dalıyorum yine korkunç bir kâbusa
Seni benden ayıran o garip çığlığa
Lanet ediyorum lakin rüyalardayım...
Uyanıyorum bir ara kan ter içinde;
Sanki odam daralıyor, ufalıyor gitgide...
Biliyorum sevmek kolay, yaşamaksa işkence;
Dokunduğunu hissediyorum lakin rüyalardayım...
Rüyalardayım ben, rüyalardayım;
Sensiz geçen günlerde derin duygulardayım
Ağlıyorum, yalvarıyorum ölmek için;
Sana koşmak istiyorum lakin rüyalardayım...
Ayrılmışlardı. Yaşanmış onca güzel hatıranın ardından hiçbir şey olmamışçasına bir çırpıda ayrılmak ne demekti?
Kolay mıydı yedikleri kağıt helvaları, gittikleri yerleri, tuttukları balıkları unutabilmek? Kolay mıydı yaşlar süzülürken yanaklarından gülmeye çalışmak? Düşünmek istemiyordu artık...
Artık her şeyi unutmak istiyordu ama olmuyordu işte, yapamıyordu ki!.. Sanki içinde daima canlı kalacak sıcak bir duygu vardı. Bu duygu aşk olamazdı. Olsa olsa sevgiydi bu; dünyanın en üstün duygusuydu...
Öylesine ağır basıyordu ki bu duygu, öylesine yakıyordu ki içini, ne yapacağını bilemiyor, deliler gibi düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu...
Ortada hiçbir neden yokken nasıl ayrılmışlardı? Aptalca bir inat uğruna bunca zamandır paylaşılan o güzel duyguları nasıl da feda etmişlerdi...
Telefona sarıldı. Aklında kalan tek numarayı, onun numarasını tuşlarken telefona, neler konuşacağını planlıyordu. Telefondaki “Alo!” sesini duyunca tüm cesaretini yitireceğini nereden bilebilirdi? Her şey iyiye gideceğine daha da kötüye gidiyordu. Cesaretini toplayacağı yerde bir tavuk gibi korkakça davranıyor ve bundan utanç duyuyordu. Telefonu kapattı. Hayır, bütün suç kendisinin değildi. Uykusuz kaldığı üç gün boyunca verebildiği tek karar buydu.
Suçu beraberce işlemişlerdi, beraberliklerinin bitmesine izin vermeyeceklerini söyleyerek yemin eden iki kişinin böylesine gereksiz bir inatla birbirinden kaçmalarının suçlusu elbette ki yalnız kendisi olamazdı. O da kaçmasaydı. Hayallerini kurdukları o güzel dünyaya vurmasaydı tekmeyi. Olmuyordu işte!
İnadını sürdürmeyi bırakması gerekiyordu. Belki de aşkın gurur dinlemeyeceğini unutmuştu. Bunu ona birisinin hatırlatması mı gerekiyordu sanki? Ama onlarınki aşktan üstün bir şeydi, sevgiydi...
Telefon çalıyordu. Acaba kimdi? Kim arardı böylesine karmaşık duygularla boğuşup duran, acizliğini kendisine kabul ettirmeye çalışırken sürekli inadının kurbanı olup, her seferinde yenilgiyi kabullenmek zorunda kalan, duygularını bir kenara itip sırf mantığıyla karar verebilmeyi hedef edinen aptal bir insanı? Kim arardı?..
Telefonu yerinden kaldırmaya cesaret edebilmesi de bir olgunluk sayılabilirdi ama bunu becerebilmek için beş dakikasını verdi. Demek ki kendisinden daha inatçı olan insanlar da yaşıyordu yeryüzünde...
Hafif bir ses tonuyla “Alo!” dedi. Bu kez telefon kendisinin yüzüne kapanmıştı. Acaba o muydu? Evet, evet... Kesinlikle oydu...
Biraz yumuşamıştı nasır bağlamış, taş kesilmiş, inadının kurbanı olmaya alışmış o zavallı yüreği... Biraz yumuşamıştı... Hatalarını görebiliyordu artık... Ona nasıl da insafsızca hakaretlerde bulunduğunu hatırlayabilmişti sonunda. Gururunu ayaklar altına almayı da başarabilirse her şey en az eskisi kadar güzel olabilirdi. Peki onu nasıl razı edecekti, gönlünü nasıl alacaktı o melek kalpli insanın? Yapabilirdi, bu kez konuşabilirdi.
Bir ok gibi fırladı ve telefonu son bir kez aldı eline. Her şey kendiliğinden oluverdi. Ne konuştuklarını bile hatırlamıyorlardı ama her şey düzelmişti. Bir telefon konuşmasıyla mı olacaktı yani bütün bu kara düşüncelerin aydınlığa kavuşması? Çok kolay olmuştu... Demek ki sevgi engel tanımıyordu. Belki de suçlu olduğunu bildiği için utanıyordu kendisinden... Neyse...
Artık hiçbir şey önemli değildi onun için, sevdiğinden başka...
Yaşadıklarından öğrendiklerini düşündü bir an. Gereksiz bir inat uğruna en sevdiği insanı nasıl kaybetmek üzere olduğunu, gururunu yenmenin zorluğunu ve bunu yapabilmenin getirdiği mutluluğunu düşününce yaşadıklarının kendisine çok şeyler kazandırdığını kolayca gördü. Her şeyden önemlisi de sevginin üstünlüğüydü onun için...
Sevgi öylesine güzel ve anlamlı bir histi ki onun karşısında durabilecek bir engel göremiyordu artık. Sevginin üstünlüğüne inanmıştı sonunda. Sevgi, aşktan da diğer bütün duygulardan da üstündü. Sevdiği insana bir kez daha bağlanmıştı. Affetme büyüklüğünü göstermesi, kendisini ne kadar çok sevdiğini ortaya koymuştu.
Telefonu kapattı; sokakları yeni yeni ıslatmaya başlayan bir bahar yağmuru altında ıslanarak sevdiği insana koştu. Onu çok seviyordu...

ALınTı