Ömer Seyfettin Hayatı ve Eserleri
Ömer Seyfettin, yazı ve öyküleriyle dilde sadeleşme hareketinin öncülüğünü yaparak yeni bir edebiyat akımının oluşumunu sağlayıp, Türk öykücülüğünde kısa öykü türünün dil, anlatım tekniği ile tematik yönden ilk özgün örneklerini vermiştir.
Aynı zamanda ulusal edebiyat akımını başlatan yazarlardan olan Ömer Seyfettin 28 Şubat 1884'te Gönen'de doğdu. Babası, Kafkasya Türklerinden yüzbaşı Ömer Şevki Beydir. Öğrenimine, dört yaşında iken, Gönen Mahalle Mektebi'nde başladı. Ailesiyle birlikte İstanbul'a gelince (1892), ilköğrenimini özel bir okul olan Aksaray'daki Mekteb-i Osmani'da sürdürdü. Babasının isteği üzerine, Eyüp baytar Rüştiyesi'nin subay çocuklarına özgü bölümüne yatılı olarak yazıldı (1893). Buradaki eğitiminden sonra (1896), Edirne Askeri İdadisi'ni (1900) ve İstanbul Mekteb-i Harbiye'yi bitirdi. 22 Ağustos 1903'te piyade teğmeni rütbesiyle mezun oldu.
Merkezi Selanik'te bulunan 3. Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne, daha sonra da Kuşadası Redif Taburu'na atandı (1903-1906). İzmir Zabitan Efret Mektebi'nde öğretmenlik yaptı (1906-198). Üsteğmenliğe yükseldi. II. Meşrutiyet'in ilanı üzerine (23 Temmuz 1908), 3. Ordu'nun selanik'teki merkezinde görevlendirildi. Bir süre sonra da (1909) Makedonya sınırındaki Yakorit köyü sınır bölüğünde bölük komutanlığı yaptı. 1911'de öğrenim ücretini ödeyerek, isteğiyle ordudan ayrıldı, Selanik'e yerleşti. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardıkları "Genç Kalemler" dergisinin kadrosuna katıldı.
Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine, yeniden orduya çağrıldı (14 Eylül 1914). Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. Yanya kalesinin savunmasında Yunanlılara tutsak düştü. Naflion kasabasında bir yıl süren tutsaklığı sona erince (Kasım 1913), 4 Aralık 1913'te İstanbul'a döndü. Kısa bir süre "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığını yaptı. Kabataş Erkek Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğine başladı (1914). Ölünceye dek bu görevini sürdürdü. Bir doktorun kızı olan Calibe Hanım'la evlendi (1915). Bu evlilikten Güner adında bir kızı oldu (1916).
Darülfünun'da (İstanbul Üniversitesi'nde) kurulan Tedkikat-ı Lisaniyye Encümeni üyeliğinde bulundu (1917-1918). Eylül 1918'de eşinden ayrıldı. 6 mart 1920'de kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesi'nde şeker hastalığından öldü. Kadıköy Kuşdili'ndeki Mahmut Baba Türbesi mezarlığına gömüldü. 1939'da, kemikleri Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki Asri Mezarlık'a taşındı.
Edebi yaşamı
Edebiyatla ilgisi, Edirne Askeri İdadisi'nde öğrenciyken başladı. İlk şiiri "Hisss-i Müncemid", "Ömer" "imzasıyla "Mecmua-i Edebiyye" de (7 Aralık 1316, "1900", Sayı: 9); "Gizli Kağıt" adlı ilk yazısı yine aynı derginin 20 Mart 1902 tarihli sayısında; ilk öyküsü "İhtiyarın Tenezzühü" ise "Sabah" gazetesinde yayımlandı (1902).
İzmir'de ve Makedonya'da görevli bulunduğu yıllarda "Sebat", "Hizmet", "Serbest İzmir" (1903), "Aşiyan", "Musavver Hale", "Düşünüyorum", "Kadın", "Rumeli", "Teşvik", "Piyano", "Zeka", "Çocuk Bahçesi", "Genç Kalemler" (1908-1912) gibi dergi ve gazetelerde şiir ve makaleleri çıktı.
Askerlikten ayrılıp Selanik'e yerleştikten sonra, başyazarlığını Yunus Nadi'nin yaptığı "Rumeli" gazetesinde, "Kadın" ve "Bahçe" dergilerinde yazdı. Ziya Gökalp ve Ali Canip'le (Yöntem) birlikte yeni biçimde çıkarmaya başladıkları "Genç kalemler2 (11 Nisan 1911) dergisindeki yazılarıyla asıl ününü yaptı. Derginin ilk sayısında imzasız olarak yayamladığı "Yeni Lisan" makalesinde ileri sürdüğü görüşler ve savunduğu düşüncelerle ilgiyi çekti. Bu görüşleri Milli Edebiyat akımının başlangıç bildirisi olarak nitelendirildi.
Tutsaklığı sonrasında İstanbul'a dönünce, "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığına getirildi (12 Nisan 1330, 1914) Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ziya Gökalp'in çıkardığı "Yeni Mecmua"da (Temmuz 1917) yayımladığı öyküleriyle ünü yaygınlaştı. "Tanin", "Vakit", "Türk Dünyası", "Zaman", "İfham" gazetelerinde (1918-20); "Türk Yurdu" (1913), "Yeni Mecmua" (1917) "İnci", "Diken", "Şair" (1918); "Donanma", "Büyük Mecmua" (1919) gibi dergilerde öykü ve romanlarının yanı sıra şiir ve makaleler yayımladı. Yarım kalan iki çevirisi; İlyada 1918'de "Yeni Mecmua"da, Kalavela ise "Türk Yurdu"nda tefrika edildi.
Sağlığında kitap olarak üç yapıtı yayımlandı: Ashab-ı Kehfimiz, (roman, 1918); Harem, (uzun öykü, 1918); Efruz Bey, (roman, 1919). Bazı öyküleri, ölümünden sonra iki ciltte toplandı: Yüksek Ökçeler, 1923; Gizli Mabet, 1923. yapıtları toplu olarak 1938'de yayınlanmaya başladı (9 cilt). Birkaç kez basılan bu ciltlerin 1950'den sonraki yeni basımlarını hazırlayan Şerif Hulusi; notlar ve varyantlar ekleyerek yapıtları 10 cilt olarak yeniden düzenledi. Bunu, 1962'de, Tahir Alangu tarafından, külliyatına girmemiş 30 öyküsü eklenerek "Toplu Eserleri" adı altında 11 ciltlik yeni basımı izledi. 1970'de yayınlanmaya başlayan "Bütün Eserleri" temalarına göre 11 ciltte toplandı. Şiirleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından derlenerek, Ömer Seyfettin'in Şiirleri adı altında yayınlandı (1972).
Yaşadığı dönem ve düşünce dünyası
Fransız devrimiyle gelen özgürlük yanlısı düşünceler, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan azınlıkları "ulusal bilince" yönelme mücadelelerini geliştirir. Balkan Savaşı öncesi, İmparatorluk içinde başlayan bu çözülüşe karşı devletin birliğini korumak, yıkılışını önlemek ülküsünden hareket eden siyasi akımlara (İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık) 1911'den sonra ortaya çıkan Türkçülük akımı da katılır. İmparatorluk içindeki ulusların bağımsızlık mücadeleleri ve imparatorluğun çöküşünü hazırlayan etkenler karşısında devletin birliğini ayakta tutabilecek ülkü olarak benimsenen Türkçülük akımının siyasi alanda "halka doğru" yönelişi; edebiyat alanında da "ulusal kaynaklara dönme" düşüncesini oluşturur. Halka ulaşabilmenin tek yolu olarak da ulusal bir dil, tarih ve kültür birliğine sahip çıkılmasıyla olabileceği düşüncesini yaygınlaştırır. Özünde halka yönelikliği amaç edinen bu eğilim, ulusal bir edebiyatın oluşmasında da ulusal bir dilin benimsenmesini ilke edinir. Bu görüşlerden yola çıkan Ziya Gökalp ve arkadaşlarının, İkinci Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük ortamında, "Genç Kalemler" dergisi çevresinde başlattıkları hareket; bu akımın ulusal bilinçlenme yolundaki yönlendirici çabası sayılır. Tanzimat'tan beri süregelen dilde sadeleşme eğilimi, bu düşünceden hareketle benimsenir, geliştirilip sistemleştirilir.
"Yeni Lisan" hareketi
Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip tarafından Selanik'te çıkarılan "Genç Kalemler" dergisinde yayımladığı "Yeni Lisan" adlı makalesinde; "milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli bir lisan ister", düşüncesini savunarak, bu akımın ideolojisini oluşturan öncüleri arasında yer alır. Dilin sade, yalın ve anlaşılır olmasından yanadır. Türkçenin kurallarına göre hareket edilmesini, dilin Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını savunur. Halkın anlayacağı bir dille yazmayı, halka gitmenin ilk koşulu olarak benimser. Ürünleriyle, bu yönelimin Türk edebiyatının ilk örneklerini verir. Milli edebiyat akımının oluşmasında önemli katkılarda bulunur.
Birinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında, Ziya Gökalp ile İttihat ve terakki' Merkez Umumisi'nden belli bir kadronun belirlediği yeni kültür politikasına bağlanır. Bu dönemde (1914-1916) edebiyat dışı çalışmaları, polemik yazarlığı ve kadro adamlığı yanı ön plana çıkar. İttihat ve Terakki Fırkası'nın görüşlerini savunduğu görülür. Bu amaçla, 1914'te, "Panislamist ve Pantürkist" görüşleri savunan "Yarınki Turan Devleti" ve "Tarhan" takma adıyla "Ameli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset" adlı kıtapçıkları yayımlar.
Öykücülüğünün evreleri
Yazın yaşamının ilk evresi sayılan İzmir döneminde (1903-1908) Baha Tevfik, Hemmet Necip (Türkçü), Yakup kadri, Şehabettin Süleyman gibi yazarlarla ilişki kurması; ona, düşün dünyasını zenginleştiren bir ortam hazırladı. Fransız edebiyatını yakından izlemesi, özellikle de Guy de Maupassant ve Emile Zola'yı tanıması, M. Necip Türkçü'nün dil üstüne görüşlerinden etkilenmesi bu dönemine rastlar.
Yazın yaşamına girişi şiirle oldu. Bu evrede yazdığı şiirlerinde Servet-i Fünun şairlerinin etkileri görülür. Aruz ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde ağdalı bir dil hakimdir. "Yeni Lisan" akımı sonrası hece ölçüsüyle yazar.Dilini daha yalın ve anlaşılır kılar. Şiiri, düşüncelerini ve ülküsünü anlatabilmede bir araç olarak görür.
Öykücülüğünün birinci evresini oluşturan 1909-1913 yılları, Makedonya'da bulunduğu süreyi kapsar. Balkan uluslarının ulusal kurtuluş mücadeleleri onun "ulusal" bilince ulaşma düşüncesini etkilerken, bu dönem öykülerinin de başlıca temasını oluşturur. Buradan hareketle, yaşadığı devrin siyasal hareketlerini eleştiren, Türkçülük anlayışını destekleyen öyküler yazdı. Bu öyküleriyle bir yandan da sade dil anlayışının savunuculuğunu yaptı. Öykücülüğünün ikinci evresinde (1917-1920) toplumsal eleştiri ve taşlama yanı ağır basan öyküler yazdı. İmparatorluğun savaştan yenik çıkmasıyla iyice belirginleşin yıkılış günlerinin sorunlarına yönelir. Son dönem öykülerinde mizah yanı ağır basar. Yaşanılan koşullar, onun bu tür öyküye yönelişini hazırlar.
Romanları
Yaşadığı yıllarda yayınlanan üç romanı ( Ashab-ı Kehfimiz, Efruz Bey, Yalnız Efe, 1919) onun bu alanda yarım kalmış denemeleri olarak sayılır.
"Fantezi roman" olarak nitelendirilen Efruz Bey; 1908'den Mütareke yıllarına kadarki süreci, aydın kişilerin eleştirisi ekseninde yansıtır. Dönemin aydın hastalıklarını, siyasi akımların yanlış yönsemelerini toplumsal eleştiri bağlamında, yeni bir roman tekniğiyle verir.
Yarın kalan romanı Yalnız Efe, destansı bir nitelik taşır. Konusunu bir halk menkıbesinden almıştır. Dönemin toplumsal ortamında, yapılan haksızlıklara başkaldırarak silahlanıp dağa çıkan -kız kahraman- Yalnız Efe'nin kişiliğinde Türk halkanın direnme gücünü göstermeye çalışmıştır.
Yapıtları
Öykü: Harem, (u.ö.), 1918; Yüksek Ökçeler, (ö.s.), 1923; Gizli Mabet, (ö.s.), 1923; bahar ve Kelebekler, (ö.s.), 1927.
Bütün Eserleri, temalarına göre bir araya getirilen basım: Efruz Bey, 1970; kahramanlar, 1970; bomba, 1970; Harem, 1970; Yüksek Ökçeler, 1970; Yüzakı, 1970; Yalnız Efe, 1970; Falaka, 1970; Aşk Dalgası, 1970; Beyaz Lale, 1970; Gizli Mabet, 1970.
Roman: Ashab-ı Kehfimiz, 1928; Efruz Bey, 1919.
Yapıtları Bütün Eserleri başlığında Bilgi Yayınevi tarafından yeniden yayınlandı: 1.Efruz Bey, 1999. 10 Basım, 224 s.; 2. Eski Kahramanlar, 1998, 9. Basım, 144 s.; 3. Bomba, 1998, 11. Basım, 152 s.; 4. Harem, 1998, 4. Basım, 184 s.; 5. Yüksek Ökçeler, 1998, 5. Basım, 176 s.; 6. Yüzakı, 1997, 152 s.; 7. Yalnız Efe, 1999, 176 s.; 8. Falaka, 1999, 144 s.; 9. Aşk Dalgası, 1999, 176 s.; 10. Beyaz Lale, 1998, 6. Basım, 192 s.; 11. Gizli Mabet, 1996, 144 s.; 12. Doğduğum Yer, (şiir), 1989, 2. Basım, 176 s.; 13. Dil Konusunda Yazılar,(deneme), 1999, 2. Basım, 200 s.; 14. Sanat ve Edebiyat Yazıları, (deneme), 1998, 2. Basım, 240 s.; 15. Olup Bitenler, Toplumsal yazılar, (deneme), 1999, 2. Basım, 240 s.; Türklük Üzerine Yazılar, (deneme), 1993, 176 s.
Ayrıca Dergah Yayınları Bütün Eserleri adıyla başlattığı diziyi Hülya Argunşah yayına hazırladı. Dizide yayınlanan kitapla ise şunlar: Hikayeler: I, 1999; Hikayeler:II, 1999; Hikayeler:III, 1999; Hikayeler: IV, 1999.
Bir Öykü - BAHAR VE KELEBEKLER (*)
Küçük salonun fes renginde kalın, ağır perdeli penceresinden dışarı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema... Çiçekli ağaçlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altında dağlar, korular, beyaz yalılar... Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havai hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata dargın gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgarı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini arasıra, karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa,
"Yavrum, niçin susuyorsun?" dedi. "Biraz konuşalım."
Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak,
"Okuyorum büyükanneciğim" dedi.
Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongdaki mühmel uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altında bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zaptediyordu. Gür siyah saçları mağmum, hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:
"Okuduğun ne, kızım?"
"Bir roman."
"Neden bahsediyor?"
"Hiç."
Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatının baharı idi. Arkasındaki, görmek istediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir aşığın busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgarı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:
"Söyle yavrum, o roman ne diyor?"
Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile,
"Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte..." dedi.
Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
"Adı ne?
"Desenchanté..."(**)
"Ne demek?"
"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek."
"Onlar kimmiş?"
"Biz... Türk kadınları..."
Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu: Bu kız tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadit ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi.
"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?" dedi. "Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz."
Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.
"Hiç siz okumaz mıydınız, büyükanneciğim?" diye sordu.
"Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisi öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. 'Tuhfe-i Vehbi'yi okuturlardı. Fuzuli'nin, Baki'nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi'yi anlardık. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla münakaşa eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: 'Fazıla, edibe, şaire, akıle....' idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!"
Esmer güzeli kız yeniden gülümsedi,
"Peki, büyükanneciğim" dedi, "bu kitabı atayım... Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum."
"Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder..."
"Peki söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?"
Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar alemi vardı ki, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler... ah hele kırmızı feraceler... baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi.
Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantalar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim, nadir yalılarda toplanıyorlar, eğleniyorlar, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden, manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir şey yoktu... Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hulyaya inkılap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil!... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit..
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve ani mukayesesi, zihninde şedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yaşına girmeye birkaç adımı kalmış olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadetinin ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:
"Sustunuz, büyükanneciğim..." dedi.
İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
"Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum."
"Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?"
"Çok... birçok şeyler..."
Büyükanne tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız onun dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri sanki ziyade temaşa ediyordu.
"Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey: Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile... Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatımız eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir loğusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Manilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşavere eder, kış geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine akşamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kış herkesin lafına, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı."
Büyük nine ateh getirmiş ihtiyarların yalnız çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O esnada bir kuş kümesi pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu. Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarın hafif ve titrek sadasına karıştırıyorlardı:
"Evet, yavrum biz sizin gibi 'Ne yapalım?' diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hasılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı."
"Ne gibi büyük nineciğim?"
"Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatımızı baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül... pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz itikat ederdik."
"Nasıl?"
"Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler baş göstermeye başladı mı, bizim gözümüz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, pembe olması için maniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik."
"Niçin?"
"Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek: Kedere, hastalığa... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail olurduk... Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semailer okurduk..."
Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginliğine, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil, pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların müşahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç esmer kız artık dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu. Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidai kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telakki ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar? Mademki "terakki"den içtinap kabil değildi; terakki ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asırlarca evvelki Türk kadınlığı da iptidai, mebnai halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hasılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsavi bulunacak, bütün manasıyla insan, insan olacaktı... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artık işitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyetin ilanı geçiyor, hala tükenmez el şakırtıları, alkış kabusları işitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, sıkı esaretten azat edileceklerini, insanlık hakkına nail olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah bu ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal, ne feci bir surette kırılmıştı... Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbalden bir şey ümit edemezler miydi? Türk kadınlığı bir gün yüksek idrakıyla, altı asırlık tesadüfi, tabii bir ıstıfa sayesinde harika haline gelen hüsniyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak ihtiramlar, perestişler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kız tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklere tefeül etmek... Bu pek hoş olacaktı. Eski Türk kadınlığının itikatları yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı. Büyük nine susmuştu. Torununun bu ani kalkışına taaccüple bakıyordu.
Sordu:
"Ne var kızım, neye kalktın?"
Güzel, esmer kız gülerek,
"Ben bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talii için bakacağım" dedi, pencereye yaklaştı.
Büyük nine titreyerek koltuğundan kalktı.
"Gözlerim o kadar görmez ama" diyordu, "ben de bakayım sizin için..."
İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız muhteşem, levent endamıyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyük nine duruyordu. Dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştıran tatlı, sıcak bir aydınlıkta parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu başka elemlere akıp giden ebedi, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardı. Tek bir martı yakın bir tehlikeden, meçhul bir şeametten kaçar gibi hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi semadan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız birden, elini kalbine götürdü, yavaş bir sesle,
"Ah işte..." dedi.
Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmağıyla,
"Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm" diye mermer havuzun üstünde dolaşan bir kelebeği gösterdi.
Genç kız son bir cebirle ona da baktı:
"Ah büyük nineciğim, iyi göremiyorsunuz" dedi, "o beyaz değil, sarı bir kelebek.."
...Anasının ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardı. Bu parlak taze tabiat şimdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim kızların metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga döndü. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çıkarıyordu. Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisali bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talii ancak felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyen siyah kefeni yırtamayacağına, tesettürden kurtulamayacağına, evlerin boş, tenha duvarları arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan, doğmadan öleceğine kanat getirir gibi oluyordu... Mazi, batıl itikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu batıl itikatlar, bu haşin, anut, katil mazinin ani tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye mahsus değildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et, yağ bulunmadığını, Paris'te aileler arasındaki Katolik deliliğin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacağını yazıyordu... Birden kendisi gibi başka ufuklar, başka saadetler, başka hayatlar tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin şakirdine her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanların behimiyetine nihayet yoktur!" dediğini hatırladı.
Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir aşıkın son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin bırakılmış taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu...
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Bu meşum tefeülün ihtiyar dimağında husule getirdiği yorgunluk on bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç kız... Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbi ihtilali, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu. Odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası... diğeri, bugünün bir asırlık mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçeği idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem, süslü mezar idi. Pencerenin yakınlarına gelen kuş kümesi, bazen şedit bir cıvıltı, aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artık hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız, güzel kız, esmer kız hala hıçkırığını zaptediyor, donmuş gibi, şezlonguna uzanmış duruyordu. Geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren kokulu, çiçekli bahar rüzgarının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli, müşfik baharın cennetinde, cehennemin zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Şimdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, şu geniş pencerenin önünde çırpınıyordu. İçerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim itikatların doğmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz, mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar, insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başlıyor, bütün tabiatı istila eden şedit, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.
Ömer Seyfettin, yazı ve öyküleriyle dilde sadeleşme hareketinin öncülüğünü yaparak yeni bir edebiyat akımının oluşumunu sağlayıp, Türk öykücülüğünde kısa öykü türünün dil, anlatım tekniği ile tematik yönden ilk özgün örneklerini vermiştir.
Aynı zamanda ulusal edebiyat akımını başlatan yazarlardan olan Ömer Seyfettin 28 Şubat 1884'te Gönen'de doğdu. Babası, Kafkasya Türklerinden yüzbaşı Ömer Şevki Beydir. Öğrenimine, dört yaşında iken, Gönen Mahalle Mektebi'nde başladı. Ailesiyle birlikte İstanbul'a gelince (1892), ilköğrenimini özel bir okul olan Aksaray'daki Mekteb-i Osmani'da sürdürdü. Babasının isteği üzerine, Eyüp baytar Rüştiyesi'nin subay çocuklarına özgü bölümüne yatılı olarak yazıldı (1893). Buradaki eğitiminden sonra (1896), Edirne Askeri İdadisi'ni (1900) ve İstanbul Mekteb-i Harbiye'yi bitirdi. 22 Ağustos 1903'te piyade teğmeni rütbesiyle mezun oldu.
Merkezi Selanik'te bulunan 3. Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne, daha sonra da Kuşadası Redif Taburu'na atandı (1903-1906). İzmir Zabitan Efret Mektebi'nde öğretmenlik yaptı (1906-198). Üsteğmenliğe yükseldi. II. Meşrutiyet'in ilanı üzerine (23 Temmuz 1908), 3. Ordu'nun selanik'teki merkezinde görevlendirildi. Bir süre sonra da (1909) Makedonya sınırındaki Yakorit köyü sınır bölüğünde bölük komutanlığı yaptı. 1911'de öğrenim ücretini ödeyerek, isteğiyle ordudan ayrıldı, Selanik'e yerleşti. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardıkları "Genç Kalemler" dergisinin kadrosuna katıldı.
Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine, yeniden orduya çağrıldı (14 Eylül 1914). Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. Yanya kalesinin savunmasında Yunanlılara tutsak düştü. Naflion kasabasında bir yıl süren tutsaklığı sona erince (Kasım 1913), 4 Aralık 1913'te İstanbul'a döndü. Kısa bir süre "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığını yaptı. Kabataş Erkek Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğine başladı (1914). Ölünceye dek bu görevini sürdürdü. Bir doktorun kızı olan Calibe Hanım'la evlendi (1915). Bu evlilikten Güner adında bir kızı oldu (1916).
Darülfünun'da (İstanbul Üniversitesi'nde) kurulan Tedkikat-ı Lisaniyye Encümeni üyeliğinde bulundu (1917-1918). Eylül 1918'de eşinden ayrıldı. 6 mart 1920'de kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesi'nde şeker hastalığından öldü. Kadıköy Kuşdili'ndeki Mahmut Baba Türbesi mezarlığına gömüldü. 1939'da, kemikleri Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki Asri Mezarlık'a taşındı.
Edebi yaşamı
Edebiyatla ilgisi, Edirne Askeri İdadisi'nde öğrenciyken başladı. İlk şiiri "Hisss-i Müncemid", "Ömer" "imzasıyla "Mecmua-i Edebiyye" de (7 Aralık 1316, "1900", Sayı: 9); "Gizli Kağıt" adlı ilk yazısı yine aynı derginin 20 Mart 1902 tarihli sayısında; ilk öyküsü "İhtiyarın Tenezzühü" ise "Sabah" gazetesinde yayımlandı (1902).
İzmir'de ve Makedonya'da görevli bulunduğu yıllarda "Sebat", "Hizmet", "Serbest İzmir" (1903), "Aşiyan", "Musavver Hale", "Düşünüyorum", "Kadın", "Rumeli", "Teşvik", "Piyano", "Zeka", "Çocuk Bahçesi", "Genç Kalemler" (1908-1912) gibi dergi ve gazetelerde şiir ve makaleleri çıktı.
Askerlikten ayrılıp Selanik'e yerleştikten sonra, başyazarlığını Yunus Nadi'nin yaptığı "Rumeli" gazetesinde, "Kadın" ve "Bahçe" dergilerinde yazdı. Ziya Gökalp ve Ali Canip'le (Yöntem) birlikte yeni biçimde çıkarmaya başladıkları "Genç kalemler2 (11 Nisan 1911) dergisindeki yazılarıyla asıl ününü yaptı. Derginin ilk sayısında imzasız olarak yayamladığı "Yeni Lisan" makalesinde ileri sürdüğü görüşler ve savunduğu düşüncelerle ilgiyi çekti. Bu görüşleri Milli Edebiyat akımının başlangıç bildirisi olarak nitelendirildi.
Tutsaklığı sonrasında İstanbul'a dönünce, "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığına getirildi (12 Nisan 1330, 1914) Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ziya Gökalp'in çıkardığı "Yeni Mecmua"da (Temmuz 1917) yayımladığı öyküleriyle ünü yaygınlaştı. "Tanin", "Vakit", "Türk Dünyası", "Zaman", "İfham" gazetelerinde (1918-20); "Türk Yurdu" (1913), "Yeni Mecmua" (1917) "İnci", "Diken", "Şair" (1918); "Donanma", "Büyük Mecmua" (1919) gibi dergilerde öykü ve romanlarının yanı sıra şiir ve makaleler yayımladı. Yarım kalan iki çevirisi; İlyada 1918'de "Yeni Mecmua"da, Kalavela ise "Türk Yurdu"nda tefrika edildi.
Sağlığında kitap olarak üç yapıtı yayımlandı: Ashab-ı Kehfimiz, (roman, 1918); Harem, (uzun öykü, 1918); Efruz Bey, (roman, 1919). Bazı öyküleri, ölümünden sonra iki ciltte toplandı: Yüksek Ökçeler, 1923; Gizli Mabet, 1923. yapıtları toplu olarak 1938'de yayınlanmaya başladı (9 cilt). Birkaç kez basılan bu ciltlerin 1950'den sonraki yeni basımlarını hazırlayan Şerif Hulusi; notlar ve varyantlar ekleyerek yapıtları 10 cilt olarak yeniden düzenledi. Bunu, 1962'de, Tahir Alangu tarafından, külliyatına girmemiş 30 öyküsü eklenerek "Toplu Eserleri" adı altında 11 ciltlik yeni basımı izledi. 1970'de yayınlanmaya başlayan "Bütün Eserleri" temalarına göre 11 ciltte toplandı. Şiirleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından derlenerek, Ömer Seyfettin'in Şiirleri adı altında yayınlandı (1972).
Yaşadığı dönem ve düşünce dünyası
Fransız devrimiyle gelen özgürlük yanlısı düşünceler, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan azınlıkları "ulusal bilince" yönelme mücadelelerini geliştirir. Balkan Savaşı öncesi, İmparatorluk içinde başlayan bu çözülüşe karşı devletin birliğini korumak, yıkılışını önlemek ülküsünden hareket eden siyasi akımlara (İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık) 1911'den sonra ortaya çıkan Türkçülük akımı da katılır. İmparatorluk içindeki ulusların bağımsızlık mücadeleleri ve imparatorluğun çöküşünü hazırlayan etkenler karşısında devletin birliğini ayakta tutabilecek ülkü olarak benimsenen Türkçülük akımının siyasi alanda "halka doğru" yönelişi; edebiyat alanında da "ulusal kaynaklara dönme" düşüncesini oluşturur. Halka ulaşabilmenin tek yolu olarak da ulusal bir dil, tarih ve kültür birliğine sahip çıkılmasıyla olabileceği düşüncesini yaygınlaştırır. Özünde halka yönelikliği amaç edinen bu eğilim, ulusal bir edebiyatın oluşmasında da ulusal bir dilin benimsenmesini ilke edinir. Bu görüşlerden yola çıkan Ziya Gökalp ve arkadaşlarının, İkinci Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük ortamında, "Genç Kalemler" dergisi çevresinde başlattıkları hareket; bu akımın ulusal bilinçlenme yolundaki yönlendirici çabası sayılır. Tanzimat'tan beri süregelen dilde sadeleşme eğilimi, bu düşünceden hareketle benimsenir, geliştirilip sistemleştirilir.
"Yeni Lisan" hareketi
Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip tarafından Selanik'te çıkarılan "Genç Kalemler" dergisinde yayımladığı "Yeni Lisan" adlı makalesinde; "milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli bir lisan ister", düşüncesini savunarak, bu akımın ideolojisini oluşturan öncüleri arasında yer alır. Dilin sade, yalın ve anlaşılır olmasından yanadır. Türkçenin kurallarına göre hareket edilmesini, dilin Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını savunur. Halkın anlayacağı bir dille yazmayı, halka gitmenin ilk koşulu olarak benimser. Ürünleriyle, bu yönelimin Türk edebiyatının ilk örneklerini verir. Milli edebiyat akımının oluşmasında önemli katkılarda bulunur.
Birinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında, Ziya Gökalp ile İttihat ve terakki' Merkez Umumisi'nden belli bir kadronun belirlediği yeni kültür politikasına bağlanır. Bu dönemde (1914-1916) edebiyat dışı çalışmaları, polemik yazarlığı ve kadro adamlığı yanı ön plana çıkar. İttihat ve Terakki Fırkası'nın görüşlerini savunduğu görülür. Bu amaçla, 1914'te, "Panislamist ve Pantürkist" görüşleri savunan "Yarınki Turan Devleti" ve "Tarhan" takma adıyla "Ameli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset" adlı kıtapçıkları yayımlar.
Öykücülüğünün evreleri
Yazın yaşamının ilk evresi sayılan İzmir döneminde (1903-1908) Baha Tevfik, Hemmet Necip (Türkçü), Yakup kadri, Şehabettin Süleyman gibi yazarlarla ilişki kurması; ona, düşün dünyasını zenginleştiren bir ortam hazırladı. Fransız edebiyatını yakından izlemesi, özellikle de Guy de Maupassant ve Emile Zola'yı tanıması, M. Necip Türkçü'nün dil üstüne görüşlerinden etkilenmesi bu dönemine rastlar.
Yazın yaşamına girişi şiirle oldu. Bu evrede yazdığı şiirlerinde Servet-i Fünun şairlerinin etkileri görülür. Aruz ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde ağdalı bir dil hakimdir. "Yeni Lisan" akımı sonrası hece ölçüsüyle yazar.Dilini daha yalın ve anlaşılır kılar. Şiiri, düşüncelerini ve ülküsünü anlatabilmede bir araç olarak görür.
Öykücülüğünün birinci evresini oluşturan 1909-1913 yılları, Makedonya'da bulunduğu süreyi kapsar. Balkan uluslarının ulusal kurtuluş mücadeleleri onun "ulusal" bilince ulaşma düşüncesini etkilerken, bu dönem öykülerinin de başlıca temasını oluşturur. Buradan hareketle, yaşadığı devrin siyasal hareketlerini eleştiren, Türkçülük anlayışını destekleyen öyküler yazdı. Bu öyküleriyle bir yandan da sade dil anlayışının savunuculuğunu yaptı. Öykücülüğünün ikinci evresinde (1917-1920) toplumsal eleştiri ve taşlama yanı ağır basan öyküler yazdı. İmparatorluğun savaştan yenik çıkmasıyla iyice belirginleşin yıkılış günlerinin sorunlarına yönelir. Son dönem öykülerinde mizah yanı ağır basar. Yaşanılan koşullar, onun bu tür öyküye yönelişini hazırlar.
Romanları
Yaşadığı yıllarda yayınlanan üç romanı ( Ashab-ı Kehfimiz, Efruz Bey, Yalnız Efe, 1919) onun bu alanda yarım kalmış denemeleri olarak sayılır.
"Fantezi roman" olarak nitelendirilen Efruz Bey; 1908'den Mütareke yıllarına kadarki süreci, aydın kişilerin eleştirisi ekseninde yansıtır. Dönemin aydın hastalıklarını, siyasi akımların yanlış yönsemelerini toplumsal eleştiri bağlamında, yeni bir roman tekniğiyle verir.
Yarın kalan romanı Yalnız Efe, destansı bir nitelik taşır. Konusunu bir halk menkıbesinden almıştır. Dönemin toplumsal ortamında, yapılan haksızlıklara başkaldırarak silahlanıp dağa çıkan -kız kahraman- Yalnız Efe'nin kişiliğinde Türk halkanın direnme gücünü göstermeye çalışmıştır.
Yapıtları
Öykü: Harem, (u.ö.), 1918; Yüksek Ökçeler, (ö.s.), 1923; Gizli Mabet, (ö.s.), 1923; bahar ve Kelebekler, (ö.s.), 1927.
Bütün Eserleri, temalarına göre bir araya getirilen basım: Efruz Bey, 1970; kahramanlar, 1970; bomba, 1970; Harem, 1970; Yüksek Ökçeler, 1970; Yüzakı, 1970; Yalnız Efe, 1970; Falaka, 1970; Aşk Dalgası, 1970; Beyaz Lale, 1970; Gizli Mabet, 1970.
Roman: Ashab-ı Kehfimiz, 1928; Efruz Bey, 1919.
Yapıtları Bütün Eserleri başlığında Bilgi Yayınevi tarafından yeniden yayınlandı: 1.Efruz Bey, 1999. 10 Basım, 224 s.; 2. Eski Kahramanlar, 1998, 9. Basım, 144 s.; 3. Bomba, 1998, 11. Basım, 152 s.; 4. Harem, 1998, 4. Basım, 184 s.; 5. Yüksek Ökçeler, 1998, 5. Basım, 176 s.; 6. Yüzakı, 1997, 152 s.; 7. Yalnız Efe, 1999, 176 s.; 8. Falaka, 1999, 144 s.; 9. Aşk Dalgası, 1999, 176 s.; 10. Beyaz Lale, 1998, 6. Basım, 192 s.; 11. Gizli Mabet, 1996, 144 s.; 12. Doğduğum Yer, (şiir), 1989, 2. Basım, 176 s.; 13. Dil Konusunda Yazılar,(deneme), 1999, 2. Basım, 200 s.; 14. Sanat ve Edebiyat Yazıları, (deneme), 1998, 2. Basım, 240 s.; 15. Olup Bitenler, Toplumsal yazılar, (deneme), 1999, 2. Basım, 240 s.; Türklük Üzerine Yazılar, (deneme), 1993, 176 s.
Ayrıca Dergah Yayınları Bütün Eserleri adıyla başlattığı diziyi Hülya Argunşah yayına hazırladı. Dizide yayınlanan kitapla ise şunlar: Hikayeler: I, 1999; Hikayeler:II, 1999; Hikayeler:III, 1999; Hikayeler: IV, 1999.
Bir Öykü - BAHAR VE KELEBEKLER (*)
Küçük salonun fes renginde kalın, ağır perdeli penceresinden dışarı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema... Çiçekli ağaçlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altında dağlar, korular, beyaz yalılar... Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havai hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata dargın gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgarı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini arasıra, karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa,
"Yavrum, niçin susuyorsun?" dedi. "Biraz konuşalım."
Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak,
"Okuyorum büyükanneciğim" dedi.
Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongdaki mühmel uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altında bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zaptediyordu. Gür siyah saçları mağmum, hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:
"Okuduğun ne, kızım?"
"Bir roman."
"Neden bahsediyor?"
"Hiç."
Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatının baharı idi. Arkasındaki, görmek istediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir aşığın busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgarı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:
"Söyle yavrum, o roman ne diyor?"
Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile,
"Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte..." dedi.
Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
"Adı ne?
"Desenchanté..."(**)
"Ne demek?"
"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek."
"Onlar kimmiş?"
"Biz... Türk kadınları..."
Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu: Bu kız tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadit ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi.
"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?" dedi. "Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz."
Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.
"Hiç siz okumaz mıydınız, büyükanneciğim?" diye sordu.
"Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisi öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. 'Tuhfe-i Vehbi'yi okuturlardı. Fuzuli'nin, Baki'nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi'yi anlardık. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla münakaşa eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: 'Fazıla, edibe, şaire, akıle....' idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!"
Esmer güzeli kız yeniden gülümsedi,
"Peki, büyükanneciğim" dedi, "bu kitabı atayım... Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum."
"Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder..."
"Peki söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?"
Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar alemi vardı ki, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler... ah hele kırmızı feraceler... baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi.
Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantalar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim, nadir yalılarda toplanıyorlar, eğleniyorlar, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden, manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir şey yoktu... Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hulyaya inkılap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil!... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit..
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve ani mukayesesi, zihninde şedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yaşına girmeye birkaç adımı kalmış olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadetinin ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:
"Sustunuz, büyükanneciğim..." dedi.
İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
"Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum."
"Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?"
"Çok... birçok şeyler..."
Büyükanne tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız onun dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri sanki ziyade temaşa ediyordu.
"Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey: Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile... Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatımız eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir loğusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Manilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşavere eder, kış geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine akşamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kış herkesin lafına, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı."
Büyük nine ateh getirmiş ihtiyarların yalnız çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O esnada bir kuş kümesi pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu. Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarın hafif ve titrek sadasına karıştırıyorlardı:
"Evet, yavrum biz sizin gibi 'Ne yapalım?' diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hasılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı."
"Ne gibi büyük nineciğim?"
"Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatımızı baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül... pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz itikat ederdik."
"Nasıl?"
"Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler baş göstermeye başladı mı, bizim gözümüz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, pembe olması için maniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik."
"Niçin?"
"Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek: Kedere, hastalığa... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail olurduk... Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semailer okurduk..."
Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginliğine, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil, pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların müşahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç esmer kız artık dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu. Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidai kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telakki ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar? Mademki "terakki"den içtinap kabil değildi; terakki ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asırlarca evvelki Türk kadınlığı da iptidai, mebnai halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hasılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsavi bulunacak, bütün manasıyla insan, insan olacaktı... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artık işitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyetin ilanı geçiyor, hala tükenmez el şakırtıları, alkış kabusları işitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, sıkı esaretten azat edileceklerini, insanlık hakkına nail olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah bu ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal, ne feci bir surette kırılmıştı... Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbalden bir şey ümit edemezler miydi? Türk kadınlığı bir gün yüksek idrakıyla, altı asırlık tesadüfi, tabii bir ıstıfa sayesinde harika haline gelen hüsniyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak ihtiramlar, perestişler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kız tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklere tefeül etmek... Bu pek hoş olacaktı. Eski Türk kadınlığının itikatları yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı. Büyük nine susmuştu. Torununun bu ani kalkışına taaccüple bakıyordu.
Sordu:
"Ne var kızım, neye kalktın?"
Güzel, esmer kız gülerek,
"Ben bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talii için bakacağım" dedi, pencereye yaklaştı.
Büyük nine titreyerek koltuğundan kalktı.
"Gözlerim o kadar görmez ama" diyordu, "ben de bakayım sizin için..."
İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız muhteşem, levent endamıyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyük nine duruyordu. Dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştıran tatlı, sıcak bir aydınlıkta parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu başka elemlere akıp giden ebedi, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardı. Tek bir martı yakın bir tehlikeden, meçhul bir şeametten kaçar gibi hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi semadan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız birden, elini kalbine götürdü, yavaş bir sesle,
"Ah işte..." dedi.
Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmağıyla,
"Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm" diye mermer havuzun üstünde dolaşan bir kelebeği gösterdi.
Genç kız son bir cebirle ona da baktı:
"Ah büyük nineciğim, iyi göremiyorsunuz" dedi, "o beyaz değil, sarı bir kelebek.."
...Anasının ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardı. Bu parlak taze tabiat şimdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim kızların metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga döndü. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çıkarıyordu. Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisali bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talii ancak felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyen siyah kefeni yırtamayacağına, tesettürden kurtulamayacağına, evlerin boş, tenha duvarları arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan, doğmadan öleceğine kanat getirir gibi oluyordu... Mazi, batıl itikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu batıl itikatlar, bu haşin, anut, katil mazinin ani tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye mahsus değildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et, yağ bulunmadığını, Paris'te aileler arasındaki Katolik deliliğin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacağını yazıyordu... Birden kendisi gibi başka ufuklar, başka saadetler, başka hayatlar tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin şakirdine her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanların behimiyetine nihayet yoktur!" dediğini hatırladı.
Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir aşıkın son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin bırakılmış taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu...
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Bu meşum tefeülün ihtiyar dimağında husule getirdiği yorgunluk on bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç kız... Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbi ihtilali, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu. Odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası... diğeri, bugünün bir asırlık mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçeği idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem, süslü mezar idi. Pencerenin yakınlarına gelen kuş kümesi, bazen şedit bir cıvıltı, aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artık hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız, güzel kız, esmer kız hala hıçkırığını zaptediyor, donmuş gibi, şezlonguna uzanmış duruyordu. Geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren kokulu, çiçekli bahar rüzgarının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli, müşfik baharın cennetinde, cehennemin zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Şimdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, şu geniş pencerenin önünde çırpınıyordu. İçerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim itikatların doğmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz, mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar, insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başlıyor, bütün tabiatı istila eden şedit, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.