GokLeRiNdeRDi
Kayıtlı Üye
Ölüm ve Ötesi
Prof. Dr. Süleyman Uludağ
Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Ölüm haktır, canlıların bir gün son nefeslerini vermeleri inkar ve tevil edilmez bir gerçek. Ölüm, canlılarda hayat belirtilerinin ortadan kalkmasıdır ya da ölüm ruhun bedeni terk etmesidir.
Ölüm gerçek olduğu kadar da doğaldır. Şu alemde yaşayanların fani ve ölümlü olmaları zorunlu, ölümsüz olmaları ise imkansız. Ölümün karşıtı doğum. Her doğan mutlaka ölür. Doğmak kadar ölmek de mukadder.
Ölümün karşıtı olan diğer bir kavram da hayat/yaşam. Hayat gibi memat/ölüm de yararlı, gerekli ve zorunlu. Buna rağmen doğum olayına sevinen insan ölüm olayına üzülür. Aradaki fark bundan ibaret.
Hayat olmayan yeryüzü ne kadar anlamsız ise ölüm olmayan yeryüzü de o kadar anlamsız. Aslında hayata anlam kazandıran ve onu sevimli kılan da ölüm. Şu halde hayat kadar memat da ilahi bir nimet ve büyük bir lütuf. "Ölüm mümin için ilahi bir armağan." İnsanlık her yerde ve her zaman acı bir gerçek olan ölüm olayını anlamayı ve mahiyetini kavramaya çalışmış, bununla ilgili bir takım yorumlar yapmış, görüşler ileri sürmüş, ölümle ilgili inançlara sahip olmuş. Bu tür şeylerde nesilden nesile gelenek ve görenek yoluyla intikal etmiştir. Her toplumda doğum olayı gibi ölüm olayıyla ilgili de farklı gelenekler oluşmuştur.
Ölüm olayı en çok dini ve dindarları ilgilendirir. Ölen kişiyle ilgilenen din ve dindarlardır. Çünkü ölümle ve ölüm ötesiyle ilgili olarak sadece inançlar ve vahye dayanan bilgiler vardır. Din, insanın hayatıyla ilgilendiği kadar, hatta ondan daha fazla, ölümüyle ve ölüm sonrasıyla da ilgilenir.
Aslında yaratılan her şey fani/ölümlüdür. "Her nefs ölümü tadar" (Al-i İmran, 3/185, Enbiya, 21/35; Ankebut, 29/57) ayetinde geçen nefs "zat" ve "şey" olarak yorumlanmıştır. Buna göre ayet, "Her şey ölümü tadar" anlamına gelir. "Yeryüzünde olan her şey fanidir" (Rahman, 55/26) mealindeki ayet de bunu doğrular. "Baki olan sadece Allah'tır." (Rahman, 55/26), "O, hayy-ı lâ-yemuttur.", "Ölümsüz bir diridir." (Bakara, 2/255; Al-i İmran, 3/2; Taha, 20/111) Beka ve ölümsüzlük, O'na özgüdür. Kur'an'da buyrulur: "Ölümsüz Diri'ye güven" (Furkan, 25/58)
Bütün dinlerde, özellikle ilahi dinlerde bu ve benzeri inançlar vardır.
Şu halde "İnsanlar ölümlü/fanidir", "Hayvanlar fanidir", "Tüm canlılar fanidir", "Bitkiler fanidir", "Madde fanidir." Kısaca yaratılan, sonradan olan ve oluşan (mahlukat, havadis/muhdesat, kainat, mümkinat) fanidir, ölümlüdür. Her şeyin bir evveli olduğu gibi bir de sonu vardır ve biz bu sona ermeye ölüm diyoruz.
"Her şey ölümlü" olmakla beraber, biz bir insan ölünce ölümü hatırlar ve "Her nefs ölümü tadıcıdır" anlamına gelen ayeti okur veya dinleriz, tabutun üzerini de "Küllü nefsin zaikatu'l-mevt" ibaresi yazılı bir örtü ile örteriz. Bununla kendimizi teselli eder ve ölüm sonrasına hazırlık yapmamız gerektiğini düşünürüz.
Ölüm bir insanlık gerçeğidir. İnsanlar, halklar, milletler ve kavimler değişik inançlara, dinlere, mezheplere ve felsefi kanaatlara mensupturlar. Bireylerin ve toplumların ölüm gerçeği karşısındaki tutumlarını, inançları ve felsefi kanaatları belirler, ölüm, cenaze kaldırma, kabir gibi hususlarla ilgili gelenekler bu çerçevede oluşur ve şekillenir. Ölüm konusunda, "Bu ve o dünya", "Dünya ve ahiret", "Yalan dünya-Gerçek dünya" şeklindeki çift dünya görüşü önemlidir. Çünkü ölüm karşısındaki tutum ve davranışları belirler. İnsanı herhangi bir canlı, bir hayvan ve bir bitki gibi gören kişiler vardır. Bunlara göre hayat doğumla başlar, ölümle biter. İnsanın doğum öncesine giden bir geçmişi olmadığı gibi, ölüm sonrasına uzanan bir hayatı da yoktur. Tabiatçılara (Natüralist) göre insan doğanın ürünüdür, doğadan gelir, doğaya gider. Maddecilere (Materyalistlere) göre insan, maddeden başka bir şey değildir. Maddeden gelir, maddeye döner. Pozitivistlere, nihilistlere, agnosistlere, ateistlere göre de durum aynıdır. Yani insan ot gibidir, doğar ölür. Öbür dünya diye bir şey yoktur. Nitekim doğum öncesi bir hayat da yoktur. İslam tarihinde bu inançta olanlara Dehri, Zındık ve Mülhid gibi isimler verilir. Bunlara göre ölüm mutlak bir yok oluştur, ölümle insanın varlığı sona erer, geriye bir şey kalmaz. Bu görüşte olanlara göre kabir azabı, kıyamet, mahşer, Cennet ve Cehennem de yoktur tabii. (Gazali, el-Maksadu'l-esna, Kahire, 1322, s. 88)
Kur'an-ı Kerim inmeye başladığında o sırada bu inançta olan kişiler vardı. Kur'an onların sözlerini şöyle aktarır: "Dedi ki: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek." (Yasin, 36/78)
"Dediler ki: Sahi, biz bir kemik yığını ve kuru bir toprak haline geldikten sonra yeni bir yaratılışla tekrar hayat mı bulacağız?" (İsra, 17/49,98; Müminun, 23/82; Saffat, 37/16; Vakıa, 56/47)
"Bu, toprak olduktan sonra mı? Bu (akla göre) çok uzak bir dönüş!" (Kaf, 50/3)
"Dediler ki: Sadece dünya hayatı var, yaşarız ve ölürüz. İşte o kadar. Bizi yok eden de sadece dehr/zamandır." (Casiye, 45/24) Demek ki, ölüm sonrası hayatı ve ahireti inkar edenler Hz. Peygamber zamanında da vardı. Kur'an bu inancı reddeder, batıl sayar, bu inançta olanların görüşlerini çürüten deliller getirir.
Ölümden sonra hayatın olmadığına inananlar için ölüm bir felakettir, en büyük afettir. Onun için de çok acıdır. Hatta ahirete inanmayanlar için sadece ölüm değil, dünya hayatı da acıdır, anlamsızdır. Çünkü dünya hayatını anlamlı kılan ahiret inancıdır. Bundan dolayı da inançsız kişiler genellikle karamsardır, aralarında intihar olaylarına da sıkça rastlanır.
Ölüm sonrası hayata insanlar en eski çağlardan beri inanmışlardır. Ruhların varlığına inanan animistler atalarının ruhlarını memnun etmek için ayinler düzenlerler, ölüleri rahat etsin diye sağlam mezarlar yapar, öbür dünyada dirilen ölülerin kullanmaları için mezarlara çeşitli eşyalar koyarlar. Dünyanın büyük anıtları olan Mısır'daki piramitler ölüler için yapılmış anıt-mezarlardır. Arkeoloji, antropoloji, etnoloji, sosyoloji ve tarih alanında yapılan araştırmalar en eski kavimlerde bile "öteki dünya" inancının mevcut olduğunu göstermektedir.
İlahi veya hak din dediğimiz vahiy kaynaklı semavi dinlerde, ahiret inancı vurgulanmış, Cennet ve Cehennemin mevcudiyeti, buradaki hayatın sonsuzluğu (Hulûd) kesin bir şekilde ifade edilmiştir. (Tevrat: Eyüp: 14/14-22, 19/25-29; İncil, Markos: 12/18-27; Luka, 20/27-38)
Kur'an, ilk insan Adem'den sonra gelen bütün peygamberlerin ümmetlerini ahirete inanmaya davet ettiklerini anlatır ve çeşitli vesilelerle ölüm olayı üzerinde durur.
Her şeyden önce hayat veren ve öldüren Allah'tır. (Yunus, 10/56) "Allah'ı nasıl inkar edersiniz ki, ölü idiniz, diriltti, sonra öldürecek ve tekrar diriltecek." (Bakara, 2/28) Yani insan bu dünyaya gelmeden önce ölü idi, daha doğrusu ölü gibi idi. Sonra, dünyaya geldi, hayat buldu, sonra eceli yetince ölecek, sonra tekrar dirilecek. İki ölüm ve iki hayat budur. Bazılarının sandıkları ve iddia ettikleri gibi bunun reenkarnasyonla da bir ilgisi yoktur.
"Can çekişenlerin canını Allah alır." (Fatır, 35/9) İnsana can veren ve alan Allah'tır. Yüce Allah ölüm meleği Azrail'i bu işle görevlendirmiştir.
İnsan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır, ruhu ile yukarı aleme, bedeniyle aşağı aleme bağlıdır. Ruh ilahi, beden maddidir. Beden topraktan gelir, yine toprağa gider. "Sizi ondan (topraktan) yarattık, oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız." (Taha, 20/55) Yani insanın bedensel varlığı topraktan yaratılmıştır, yine toprağa gidecek ve toprak olacaktır. Her şey aslına döner. Beden de aslı olan toprağa dönecektir.
İnsan, hayvanlarda olan candan ayrı ve bambaşka bir cana/bir ruha sahiptir. Bu ruhun madeni, menbaı ve netice itibariyle mahiyeti ilahidir. Yüce Allah buyurur: "Ben O'na ruhumdan üfledim" (Hicr, 15/29; Sad, 38/72; Secde, 32/9) Yani Allah Tebareke ve Teala insana kendi ruhundan bir nefha/üfürük vermiştir. Bu nefha Hak Teala ve Tekaddes hazretlerinden olduğundan ilahidir, maddi değildir, rabbanidir. Buna "Rabbânî Lâtife", "İlahi Cevher", "ilahi Nur" gibi isimler de verilir. Bazan buna nefs/nefs-i zekiyye, kalb, ruh ve akıl da denir. İnsanı hayvandan farklı ve ona üstün kılan işte bu manevi cevherdir. İnsan ölünce bedeni toprak olur ama ruhu, bir başka şekilde yaşamaya devam eder. Şöyle de denilebilir: Ruh aslına döner, O'ndan geldi, O'na gider. O'nun yakınlığını kazanmanın ve civarında olmanın anlamı budur. "Biz Allah'a aitiz ve yine O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) Sufiler, "Ruh O'ndan geldi, O'na dönüp gider" derler. Ancak ruh O'ndan tertemiz ve pak olarak gelmiştir. O'na dönmesi için de yine bu nitelikte olması lazımdır. Bu nitelikte olmayan kirli ruhlar temizlenme işlemine tabi tutulur. Cehennem atişi en iyi, en etkili temizleme vasıtasıdır. Bu dünyada kirlenen ruhlar yine bu dünyada temizlenip arı ve duru hale gelmezlerse ateşle temizlenirler. Cehennem temizlenme yeri, Cennet temizler yurdudur.
Ruh bedenden ayrıldıktan sonra bir daha ondan haber alınır mı? Onunla irtibat kurulur mu? Bunun cevabı şu hadiste mevcuttur: Allah Resul'u Bedir'de öldürülen putperestlerin bulunduğu yere gider ve: "Şu filan kişi şurada, falan kişi burada öldürüldü der ve sonra öldürülenler hitap eder: Ey falan, Ey filan! Allah'ın size vaad ettiği doğru çıktı mı? Allah'ın bana vaad ettiği şeyin doğru çıktığını gördünüz değil mi? Allah'a size hezimet, hüsran, bana galibiyet ve zafer vaad etmişti. İkisi de doğru çıktı değil mi?
Hz. Ömer sorar: Ya Resulallah! Ruhsuz bedenlere nasıl böyle hitap ediyorsun? Onlar bundan ne anlarlar? Allah Resul'unun cevabı:
"Söylediklerimi onlar sizden daha iyi duyarlar. Ancak cevap veremezler" (Buhari, Megazi, 8, Cenaiz, 87; Müslim, el-Cennet, 76,77; Nesai, Cenaiz, 117)
Hz. Peygamber Mirac'ta bir çok peygamber'in ruhu ile görüşmüş, konuşmuş, Cennette ve Cehennemde olanları da görmüştü.
Demek ki, İslam itikadına göre insan bedensel olarak değil, ama ruhsal olarak yaşamayı ve varlığını sürdürür. Peygamberler bunların bazı hallerini bilebilirler. Bazı kimseler rüya yoluyla bunlardan bazılarının bazı hallerini bilebilir. Çünkü, rüya nübüvvetin kırk altı parçasından bir parçadır. (İhya, IV, 491)
İspirtizma'da da ruhlarla ilişki kurma ve konuşma hususuna inanılır. İslam'daki durumu ruhculukla karıştırmamak gerekir.
Ölüm acıdır. Hayatta olmak ahirete daha iyi hazırlanma imkan ve fırsatını verir. Bunun için ölüm arzu edilmez. Peygamberimiz: "Ölümü temenni etmeyin" buyurmuştur. (Buhari, Temenni, 6, Tirmizi, Kıyamet, 40)
Şiddetli ağrılar ve sancılar içinde kıvranan bir hasta, düşkün ve bakacak kimsesi olmayan bir kişi: "Allahım! Bana yaşamak hayırlı ise hayat ver, ölüm hayırlı ise canımı al" (Müslim, Zikr, 10) diye dua edebilir.
Can çekişmek, ruh teslim etmek, ölüm sarhoşluğu (sekeratu'l-mevt) zordur. Mümin bunu Allah'tan bilir ve sabreder. Eğer bu elem ve ızdıraba sabrederse günahları silinir, derde sabretmek günahlara keffaret olur. (Ebu Davud, Cenaiz, 1,3)
Can çekişen ve muhtazar denilen mümin Allah hakkında hüsn-ü zan besler, Hak Teala'nın kendisini affedeceğini ve lütufta bulunacağını umar. Hz. Peygamber son nefesini böyle vermeyi tavsiye etmiştir. (Ebu Davud, Cenaiz, 13)
İhtizar halinde bulunan ve son nefesini vermek üzere olan kişi kelime-i tevhid getirir veya bunu zihninden geçirir veyahut yanında bulunanlar hafifçe kelime-i tevhid getirir, muhtazar da dinler.
Muhtazarı ziyaret edenler veya yanında bulunanlar ona dua ederler, dua edilince melekler amin, derler. (Ebu Davud, Cenaiz, 14)
Ölüm haberini alan bir mümin "innalillahi ve inna ileyhi raciun" (Biz O'na aitiz ve O'na dönüyoruz) der ve teslimiyet gösterir. Mülkün gerçek sahibi Hak Tealadır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Can veren O’dur. Verdiği canı dilediği zaman ve dilediği şekilde geri alır. Mümin buna sadece rıza ve teslimiyet gösterir. Üzülür, ağlar ve göz yaşı döker, ama Allah'ın rızasına aykırı düşen bir söz söylemez, bir şey yapmaz ve yakınmaz.
Allah Resulü, oğlu İbrahim vefat edince gözleri yaşarmış ve "Bizden ayrıldığın için hüzünlüyüz ey İbrahim" demiş. "Sen de mi ağlıyorsun" diyenlere de şu cevabı vermişti: Gönlümüz mahzun, gözümüz yaşlıdır ama Allah'ın rızasına uymayan bir söz söylemez, bir iş yapmayız." (Buhari, Cenaiz, 43; Müslim, Fazail, 62; Ebu Davud, Cenaiz, 42)
Üzülmek, hüzünlenmek, ağlamak ve gözyaşı dökmek İlahi rızaya ve teslimiyet göstermeye aykırı değildir.
Prof. Dr. Süleyman Uludağ
Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Ölüm haktır, canlıların bir gün son nefeslerini vermeleri inkar ve tevil edilmez bir gerçek. Ölüm, canlılarda hayat belirtilerinin ortadan kalkmasıdır ya da ölüm ruhun bedeni terk etmesidir.
Ölüm gerçek olduğu kadar da doğaldır. Şu alemde yaşayanların fani ve ölümlü olmaları zorunlu, ölümsüz olmaları ise imkansız. Ölümün karşıtı doğum. Her doğan mutlaka ölür. Doğmak kadar ölmek de mukadder.
Ölümün karşıtı olan diğer bir kavram da hayat/yaşam. Hayat gibi memat/ölüm de yararlı, gerekli ve zorunlu. Buna rağmen doğum olayına sevinen insan ölüm olayına üzülür. Aradaki fark bundan ibaret.
Hayat olmayan yeryüzü ne kadar anlamsız ise ölüm olmayan yeryüzü de o kadar anlamsız. Aslında hayata anlam kazandıran ve onu sevimli kılan da ölüm. Şu halde hayat kadar memat da ilahi bir nimet ve büyük bir lütuf. "Ölüm mümin için ilahi bir armağan." İnsanlık her yerde ve her zaman acı bir gerçek olan ölüm olayını anlamayı ve mahiyetini kavramaya çalışmış, bununla ilgili bir takım yorumlar yapmış, görüşler ileri sürmüş, ölümle ilgili inançlara sahip olmuş. Bu tür şeylerde nesilden nesile gelenek ve görenek yoluyla intikal etmiştir. Her toplumda doğum olayı gibi ölüm olayıyla ilgili de farklı gelenekler oluşmuştur.
Ölüm olayı en çok dini ve dindarları ilgilendirir. Ölen kişiyle ilgilenen din ve dindarlardır. Çünkü ölümle ve ölüm ötesiyle ilgili olarak sadece inançlar ve vahye dayanan bilgiler vardır. Din, insanın hayatıyla ilgilendiği kadar, hatta ondan daha fazla, ölümüyle ve ölüm sonrasıyla da ilgilenir.
Aslında yaratılan her şey fani/ölümlüdür. "Her nefs ölümü tadar" (Al-i İmran, 3/185, Enbiya, 21/35; Ankebut, 29/57) ayetinde geçen nefs "zat" ve "şey" olarak yorumlanmıştır. Buna göre ayet, "Her şey ölümü tadar" anlamına gelir. "Yeryüzünde olan her şey fanidir" (Rahman, 55/26) mealindeki ayet de bunu doğrular. "Baki olan sadece Allah'tır." (Rahman, 55/26), "O, hayy-ı lâ-yemuttur.", "Ölümsüz bir diridir." (Bakara, 2/255; Al-i İmran, 3/2; Taha, 20/111) Beka ve ölümsüzlük, O'na özgüdür. Kur'an'da buyrulur: "Ölümsüz Diri'ye güven" (Furkan, 25/58)
Bütün dinlerde, özellikle ilahi dinlerde bu ve benzeri inançlar vardır.
Şu halde "İnsanlar ölümlü/fanidir", "Hayvanlar fanidir", "Tüm canlılar fanidir", "Bitkiler fanidir", "Madde fanidir." Kısaca yaratılan, sonradan olan ve oluşan (mahlukat, havadis/muhdesat, kainat, mümkinat) fanidir, ölümlüdür. Her şeyin bir evveli olduğu gibi bir de sonu vardır ve biz bu sona ermeye ölüm diyoruz.
"Her şey ölümlü" olmakla beraber, biz bir insan ölünce ölümü hatırlar ve "Her nefs ölümü tadıcıdır" anlamına gelen ayeti okur veya dinleriz, tabutun üzerini de "Küllü nefsin zaikatu'l-mevt" ibaresi yazılı bir örtü ile örteriz. Bununla kendimizi teselli eder ve ölüm sonrasına hazırlık yapmamız gerektiğini düşünürüz.
Ölüm bir insanlık gerçeğidir. İnsanlar, halklar, milletler ve kavimler değişik inançlara, dinlere, mezheplere ve felsefi kanaatlara mensupturlar. Bireylerin ve toplumların ölüm gerçeği karşısındaki tutumlarını, inançları ve felsefi kanaatları belirler, ölüm, cenaze kaldırma, kabir gibi hususlarla ilgili gelenekler bu çerçevede oluşur ve şekillenir. Ölüm konusunda, "Bu ve o dünya", "Dünya ve ahiret", "Yalan dünya-Gerçek dünya" şeklindeki çift dünya görüşü önemlidir. Çünkü ölüm karşısındaki tutum ve davranışları belirler. İnsanı herhangi bir canlı, bir hayvan ve bir bitki gibi gören kişiler vardır. Bunlara göre hayat doğumla başlar, ölümle biter. İnsanın doğum öncesine giden bir geçmişi olmadığı gibi, ölüm sonrasına uzanan bir hayatı da yoktur. Tabiatçılara (Natüralist) göre insan doğanın ürünüdür, doğadan gelir, doğaya gider. Maddecilere (Materyalistlere) göre insan, maddeden başka bir şey değildir. Maddeden gelir, maddeye döner. Pozitivistlere, nihilistlere, agnosistlere, ateistlere göre de durum aynıdır. Yani insan ot gibidir, doğar ölür. Öbür dünya diye bir şey yoktur. Nitekim doğum öncesi bir hayat da yoktur. İslam tarihinde bu inançta olanlara Dehri, Zındık ve Mülhid gibi isimler verilir. Bunlara göre ölüm mutlak bir yok oluştur, ölümle insanın varlığı sona erer, geriye bir şey kalmaz. Bu görüşte olanlara göre kabir azabı, kıyamet, mahşer, Cennet ve Cehennem de yoktur tabii. (Gazali, el-Maksadu'l-esna, Kahire, 1322, s. 88)
Kur'an-ı Kerim inmeye başladığında o sırada bu inançta olan kişiler vardı. Kur'an onların sözlerini şöyle aktarır: "Dedi ki: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek." (Yasin, 36/78)
"Dediler ki: Sahi, biz bir kemik yığını ve kuru bir toprak haline geldikten sonra yeni bir yaratılışla tekrar hayat mı bulacağız?" (İsra, 17/49,98; Müminun, 23/82; Saffat, 37/16; Vakıa, 56/47)
"Bu, toprak olduktan sonra mı? Bu (akla göre) çok uzak bir dönüş!" (Kaf, 50/3)
"Dediler ki: Sadece dünya hayatı var, yaşarız ve ölürüz. İşte o kadar. Bizi yok eden de sadece dehr/zamandır." (Casiye, 45/24) Demek ki, ölüm sonrası hayatı ve ahireti inkar edenler Hz. Peygamber zamanında da vardı. Kur'an bu inancı reddeder, batıl sayar, bu inançta olanların görüşlerini çürüten deliller getirir.
Ölümden sonra hayatın olmadığına inananlar için ölüm bir felakettir, en büyük afettir. Onun için de çok acıdır. Hatta ahirete inanmayanlar için sadece ölüm değil, dünya hayatı da acıdır, anlamsızdır. Çünkü dünya hayatını anlamlı kılan ahiret inancıdır. Bundan dolayı da inançsız kişiler genellikle karamsardır, aralarında intihar olaylarına da sıkça rastlanır.
Ölüm sonrası hayata insanlar en eski çağlardan beri inanmışlardır. Ruhların varlığına inanan animistler atalarının ruhlarını memnun etmek için ayinler düzenlerler, ölüleri rahat etsin diye sağlam mezarlar yapar, öbür dünyada dirilen ölülerin kullanmaları için mezarlara çeşitli eşyalar koyarlar. Dünyanın büyük anıtları olan Mısır'daki piramitler ölüler için yapılmış anıt-mezarlardır. Arkeoloji, antropoloji, etnoloji, sosyoloji ve tarih alanında yapılan araştırmalar en eski kavimlerde bile "öteki dünya" inancının mevcut olduğunu göstermektedir.
İlahi veya hak din dediğimiz vahiy kaynaklı semavi dinlerde, ahiret inancı vurgulanmış, Cennet ve Cehennemin mevcudiyeti, buradaki hayatın sonsuzluğu (Hulûd) kesin bir şekilde ifade edilmiştir. (Tevrat: Eyüp: 14/14-22, 19/25-29; İncil, Markos: 12/18-27; Luka, 20/27-38)
Kur'an, ilk insan Adem'den sonra gelen bütün peygamberlerin ümmetlerini ahirete inanmaya davet ettiklerini anlatır ve çeşitli vesilelerle ölüm olayı üzerinde durur.
Her şeyden önce hayat veren ve öldüren Allah'tır. (Yunus, 10/56) "Allah'ı nasıl inkar edersiniz ki, ölü idiniz, diriltti, sonra öldürecek ve tekrar diriltecek." (Bakara, 2/28) Yani insan bu dünyaya gelmeden önce ölü idi, daha doğrusu ölü gibi idi. Sonra, dünyaya geldi, hayat buldu, sonra eceli yetince ölecek, sonra tekrar dirilecek. İki ölüm ve iki hayat budur. Bazılarının sandıkları ve iddia ettikleri gibi bunun reenkarnasyonla da bir ilgisi yoktur.
"Can çekişenlerin canını Allah alır." (Fatır, 35/9) İnsana can veren ve alan Allah'tır. Yüce Allah ölüm meleği Azrail'i bu işle görevlendirmiştir.
İnsan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır, ruhu ile yukarı aleme, bedeniyle aşağı aleme bağlıdır. Ruh ilahi, beden maddidir. Beden topraktan gelir, yine toprağa gider. "Sizi ondan (topraktan) yarattık, oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız." (Taha, 20/55) Yani insanın bedensel varlığı topraktan yaratılmıştır, yine toprağa gidecek ve toprak olacaktır. Her şey aslına döner. Beden de aslı olan toprağa dönecektir.
İnsan, hayvanlarda olan candan ayrı ve bambaşka bir cana/bir ruha sahiptir. Bu ruhun madeni, menbaı ve netice itibariyle mahiyeti ilahidir. Yüce Allah buyurur: "Ben O'na ruhumdan üfledim" (Hicr, 15/29; Sad, 38/72; Secde, 32/9) Yani Allah Tebareke ve Teala insana kendi ruhundan bir nefha/üfürük vermiştir. Bu nefha Hak Teala ve Tekaddes hazretlerinden olduğundan ilahidir, maddi değildir, rabbanidir. Buna "Rabbânî Lâtife", "İlahi Cevher", "ilahi Nur" gibi isimler de verilir. Bazan buna nefs/nefs-i zekiyye, kalb, ruh ve akıl da denir. İnsanı hayvandan farklı ve ona üstün kılan işte bu manevi cevherdir. İnsan ölünce bedeni toprak olur ama ruhu, bir başka şekilde yaşamaya devam eder. Şöyle de denilebilir: Ruh aslına döner, O'ndan geldi, O'na gider. O'nun yakınlığını kazanmanın ve civarında olmanın anlamı budur. "Biz Allah'a aitiz ve yine O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) Sufiler, "Ruh O'ndan geldi, O'na dönüp gider" derler. Ancak ruh O'ndan tertemiz ve pak olarak gelmiştir. O'na dönmesi için de yine bu nitelikte olması lazımdır. Bu nitelikte olmayan kirli ruhlar temizlenme işlemine tabi tutulur. Cehennem atişi en iyi, en etkili temizleme vasıtasıdır. Bu dünyada kirlenen ruhlar yine bu dünyada temizlenip arı ve duru hale gelmezlerse ateşle temizlenirler. Cehennem temizlenme yeri, Cennet temizler yurdudur.
Ruh bedenden ayrıldıktan sonra bir daha ondan haber alınır mı? Onunla irtibat kurulur mu? Bunun cevabı şu hadiste mevcuttur: Allah Resul'u Bedir'de öldürülen putperestlerin bulunduğu yere gider ve: "Şu filan kişi şurada, falan kişi burada öldürüldü der ve sonra öldürülenler hitap eder: Ey falan, Ey filan! Allah'ın size vaad ettiği doğru çıktı mı? Allah'ın bana vaad ettiği şeyin doğru çıktığını gördünüz değil mi? Allah'a size hezimet, hüsran, bana galibiyet ve zafer vaad etmişti. İkisi de doğru çıktı değil mi?
Hz. Ömer sorar: Ya Resulallah! Ruhsuz bedenlere nasıl böyle hitap ediyorsun? Onlar bundan ne anlarlar? Allah Resul'unun cevabı:
"Söylediklerimi onlar sizden daha iyi duyarlar. Ancak cevap veremezler" (Buhari, Megazi, 8, Cenaiz, 87; Müslim, el-Cennet, 76,77; Nesai, Cenaiz, 117)
Hz. Peygamber Mirac'ta bir çok peygamber'in ruhu ile görüşmüş, konuşmuş, Cennette ve Cehennemde olanları da görmüştü.
Demek ki, İslam itikadına göre insan bedensel olarak değil, ama ruhsal olarak yaşamayı ve varlığını sürdürür. Peygamberler bunların bazı hallerini bilebilirler. Bazı kimseler rüya yoluyla bunlardan bazılarının bazı hallerini bilebilir. Çünkü, rüya nübüvvetin kırk altı parçasından bir parçadır. (İhya, IV, 491)
İspirtizma'da da ruhlarla ilişki kurma ve konuşma hususuna inanılır. İslam'daki durumu ruhculukla karıştırmamak gerekir.
Ölüm acıdır. Hayatta olmak ahirete daha iyi hazırlanma imkan ve fırsatını verir. Bunun için ölüm arzu edilmez. Peygamberimiz: "Ölümü temenni etmeyin" buyurmuştur. (Buhari, Temenni, 6, Tirmizi, Kıyamet, 40)
Şiddetli ağrılar ve sancılar içinde kıvranan bir hasta, düşkün ve bakacak kimsesi olmayan bir kişi: "Allahım! Bana yaşamak hayırlı ise hayat ver, ölüm hayırlı ise canımı al" (Müslim, Zikr, 10) diye dua edebilir.
Can çekişmek, ruh teslim etmek, ölüm sarhoşluğu (sekeratu'l-mevt) zordur. Mümin bunu Allah'tan bilir ve sabreder. Eğer bu elem ve ızdıraba sabrederse günahları silinir, derde sabretmek günahlara keffaret olur. (Ebu Davud, Cenaiz, 1,3)
Can çekişen ve muhtazar denilen mümin Allah hakkında hüsn-ü zan besler, Hak Teala'nın kendisini affedeceğini ve lütufta bulunacağını umar. Hz. Peygamber son nefesini böyle vermeyi tavsiye etmiştir. (Ebu Davud, Cenaiz, 13)
İhtizar halinde bulunan ve son nefesini vermek üzere olan kişi kelime-i tevhid getirir veya bunu zihninden geçirir veyahut yanında bulunanlar hafifçe kelime-i tevhid getirir, muhtazar da dinler.
Muhtazarı ziyaret edenler veya yanında bulunanlar ona dua ederler, dua edilince melekler amin, derler. (Ebu Davud, Cenaiz, 14)
Ölüm haberini alan bir mümin "innalillahi ve inna ileyhi raciun" (Biz O'na aitiz ve O'na dönüyoruz) der ve teslimiyet gösterir. Mülkün gerçek sahibi Hak Tealadır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Can veren O’dur. Verdiği canı dilediği zaman ve dilediği şekilde geri alır. Mümin buna sadece rıza ve teslimiyet gösterir. Üzülür, ağlar ve göz yaşı döker, ama Allah'ın rızasına aykırı düşen bir söz söylemez, bir şey yapmaz ve yakınmaz.
Allah Resulü, oğlu İbrahim vefat edince gözleri yaşarmış ve "Bizden ayrıldığın için hüzünlüyüz ey İbrahim" demiş. "Sen de mi ağlıyorsun" diyenlere de şu cevabı vermişti: Gönlümüz mahzun, gözümüz yaşlıdır ama Allah'ın rızasına uymayan bir söz söylemez, bir iş yapmayız." (Buhari, Cenaiz, 43; Müslim, Fazail, 62; Ebu Davud, Cenaiz, 42)
Üzülmek, hüzünlenmek, ağlamak ve gözyaşı dökmek İlahi rızaya ve teslimiyet göstermeye aykırı değildir.