ParadokS
Kayıtlı Üye
Bu gerçek hikaye de eşyanın uzaklardan ve kendiliğinden aktarılması/taşınması olayıdır ki olayımıza ayrıca kanıt katan bir mizansendir!. Frank Edwards Norfolk Müzesi'nin müdürüydü. Kasım ayının bir soğuk gecesinde bu görevli bulunduğu müzenin bürosunda hem arkadaşı ve hem de meslektaşı olan bir yakınıyla kahve yudumlayıp konuşuyorlardı. Biyoloji uzmanı olarak örnek toplamak için yaptıkları yolculuk ve deneylerden söz ediyorlardı. Zaman ilerlemiş fakat sohbetleri sürmekteydi. Derken kapının zili sabırsızca çalındı!. Geceleri zaman zaman bürosunda yaptığı çalışmalar sırasında tanık olduğu gibi bir zil çalışı değildi bu zil çalış!. Çok kısa ve yavaştı!. Kuşkuyla arkadaşı Roland Young'a baktı!. Ne ola ki diye?!. Saat gecenin yirmi üçünü geçeli çok olmuştu. Kapıyı açtı. Karşısındaki annesiydi! Ayakları dört karış kara gömülmüş; çevresinde uçuşan kar taneleri arasında çok ufalmış ve bitik bir görünümdeydi!.
Tuhaf olan bunlar değildi. Tuhaf olan kendileri Amerika'da Norfolk Müzesindeydiler. Annesiyse bir başka kıtada Avrupa'da; Amerika'dan kilometrelerce uzaktaki Paris'te bir hastanede kemik kanserinden yatmaktaydı!. Böylesine ansızın ve gecenin ileri bir vaktinde hasta annesini kapının önünde gören Frank Edwards aptallaşmasın da kim aptallaşsın!. Annesini içeri buyur etti. Bu aptallaşma içinde annesine o an neler söylediğinin farkında bile değildi. Annesinin yüzündeki garip belki de mutluluk ifadesi; gözlerinin boş bakışı; yüzündeki gülümseyiş; gözlerinde yanıp sönen fosforlu ışıklar.
Bu olay Edwards'ı öylesine etkilemişti ki bu etkiler altında annesinin başka bir aleme göçtüğünü hemen anlamıştı!. Annesi henüz konuşmamıştı. Edwards annesine: “Ne zaman öldün?!.” diyebildi!. Annesi utanarak gülümsedi ve “Benim öldüğümü nereden biliyorsun?” diye oğluna sordu. Oğlu da
- Ne iyi etin de beni görmeye geldin dedi annesine. Annesi de
- Sana bir gün Amerika'ya döneceğimi söylememiş miydim? İşte Amerika'ya geldim dedi.
Bu arada konuşulanları dinleyen arkadaşı Roland birden atıldı:
- Durun Allah aşkına! Bana ne yapmak istediğinizi bilmiyorum ama bu saçmalıklara inanmayı kesinlikle reddederim diye korkuyla haykırdı!. Edwards arkadaşını yanıtladı:
- Fakat karşındaki annem Roland!. Nasıl inanmak istemezsin?. Bu kez Roland arkadaşına sordu:
- Annen hasta ve Paris'te. Buraya kadar nasıl gelebilir!. diyerek isyan eder bir hale girdi!. Edwards aptallaşmışlıktan şaşkınlaşmışlıktan biraz kurtulmuş olarak ilk kez düşündü ve yavaşça mırıldandı: “Annem öldü.” dedi!.
Roland susmuş onları dinliyordu. Şaşkın şaşkın dinliyordu işte!. Anne-oğul o kadar eski günleri konuşmağa dalmışlardı ki odadaki Roland'ın varlığını çoktan unutmuşlardı!. Müzenin içi çok sessizdi!. Tavanda asılı duran dondurulmuş martılar sanki uçmak üzereydi!. Dondurulmuş bulunan her cins hayvan sanki her köşeden onlara bakıyorlardı!. Daha sonraları annesi oğluna
- Vakit geç oluyor oğlum! Kentucky'deki kız kardeşine gideceğim. Yola çıkmam gerek diyerek ayağa kalktı ve oğlunun eline bir şey tutuşturdu!.
Edwards annesini kapıya kadar götürdü. Annesine tam “Güle güle!” demeğe hazırlanırken annesinin birden kaybolmuş olduğunu fark etti!.
Roland'a doğru döndü Edward bir-iki saniye önce arkadaşının annesinin durduğu yere hayretle bakmaktaydı!. Annesinin oğlunda yarattığı şaşkınlık belli ki onu da sarsmıştı!. Arkadaşı Roland birden sordu:
- Sana annen ne verdi? deyince şaşkınlıktan sıkılı avucunu açmayı ancak bu soru üzerine akıl etti ve avucunu açtı: Avucunun içinde bir kolye duruyordu! Bu küçük kolyeyi çocukken alıp annesine hediye etmişti!. Üzerinde: “Annesine Roger'den sevgiler.” kazılmıştı!. Bu hemen tanıdığı küçük kolyeyi arkadaşı Roland'a gösterdi. Roland: “Bu kadarı bana fazla!. Ben körkütük sarhoş olmağa gidiyorum!.” diye bağırdı!. Edwards
- Ama seninle gerçek ve doğa dışı şeylerden uzun uzun konuşmuştuk. Bu konuştuklarımız her yanımızı sarmış gibidir. İlim onun peşinden uzun zamandır koşmasına rağmen yanına bile yaklaşamamıştır!. diyerek Roland'ın sözlerini tamamladı.
Annesinin ölüm ilanını okuduğu günün ertesinde Edwards Paris'teki babasından şu mektubu aldı:
“Sevgili Oğlum Bildireceğim haberin sana ne kadar acı vereceğini biliyorum ama çok metin olmalısın! Sevgili anneciğin dün 5 Kasım akşamı aramızdan ebediyen ayrıldı. Onun son defa gözlerini hayata kapadığını görmek beni kedere boğdu. Emin ol ki bu son kendisi için çok hayırlıydı. Ölmeden önce çok acı çekti. Ölümü beni sonsuz acılara boğmasına rağmen kurtulmasına sevindim. Çünkü hastalığının çaresi yoktu. En nihayet biliyorum ki bundan sonra acı çekmeyecek. Allah rahmet eylesin!. Bütün kalbimle annenin aramızdan ayrılışının verdiği kederi olgunlukla kabul etmeni diler; benim de kendimde aynı kuvveti bulmamı Allah'tan dilerim!. Seni Her Zaman Seven Baban.”
Annesinin hayaletini Edwards bir hayli süre gördü!. Amazon Ormanlarında Kamp kurduğu bir gece -1962 Ağustosunun bir gecesinde- çadırın dışında otururken ansızın pırıl pırıl bir duman halinde gözüktü annesi!. Anlayamadığı bir şey için onu uyarmağa çalışıyordu!. Edwards'tan uzakta ayakta durmuş fısıltı halinde konuşuyordu. Yani Edwards'a bir şeyler anlatmak istiyordu!. Ertesi gün nehirden yukarı doğru botlarla ilerlemeğe başladılar. Katil huylu bir rehber onu tuzağa düşürdü. Yanındaki arkadaşları vahşi Aucas Kabilesi'nin elinden yaralanmadan kurtuldular. Fakat Edwards bel kemiğine saplanan zehirli bir okla yaralanınca kendinden geçmişti.
Gözlerini açtığı zaman bir hastanedeydi. Oraya hemen getirilmiş ve bir haftadır kendinden habersiz yatıyordu!. Doktoru daha sonra ona şöyle demişti: “Bizi fena korkuttunuz!. Yukarı'dan biri sizi gerçekten çok seviyormuş!. Ümidimizi kesmiştik!.”
Spritüel bilgi ve uyarılarla dolu bir olay daha aktarmış olduk. Fakat gerçek dışı doğa dışı değil. Aksine gerçek ve de doğa içi. Gerçek dışı olan ve doğa dışında kalan bizim idraksizliğimiz; bizim kısır düşünce ve bilgisizliğimizdir. Hangi türden olursa olsun her olay yasalarla gerçekleşen bir olaydır. Yasa dışı cereyan eden bir olay olamaz ki doğa dışı diyelim. Bizim bilebildiğimiz doğa yasaları dışında cereyan etti diye böyle bir olayı yasa dışı doğa dışı sayamayız. Sadece diyebiliriz ki bizim henüz idrak edemediğimiz doğa yasalarına göre cereyan etmiştir etmektedir. Bildiğimiz ve de bilemediğimiz her olay doğa yasalarına uygundur. Bu tür olaylarla bizden istenen de işte bu doğa dışı saydığımız olayların asıl yasalarını idrak etme çabasında olmamızdır.
Bizim bilebildiğimiz gerçekler ve doğa yasaları kapalı şuurumuzdan dolayı sınırlıdır. Bu yüzden bu tür olaylar gerçek dışıymış gibi doğa yasalarına aykırıymış gibi gözükür. Yani körlüğümüz bize böyle dedirtir. Körlüğümüz asıl gerçekleri görebilmemize engeldir. Rölatif gerçekler içindeyiz kuşkusuz. Fakat değişmez gerçekler dediğimiz hakikatler ruhsal yönümüzü hep vurgulayan ruhsal gerçeklerle ruhsal olaylarla bizim keşfimizi bekliyorlar. Tabii çabalarımız bu yönde olabilirse olacak bu keşifler.
Şunu bir kere daha belirtmek istiyorum: Bilim neden insanın asli yönüyle ilgilenemez bir durumdadır? Bilimin tüm çabaları maddesel bedenler üzerine ve de maddenin teknolojisi üzerine ve bu üzerinelikte de zirvede olduklarını söyleyip duruyoruz!. Acaba gerçekten zirvede midirler?!. Geçmiş çağların ne zirveler yaşadıklarını acaba tam biliyoruz mu ki şu maddesel bilimimizin teknolojisini zirvede sanıyoruz?!.
Yazılı tarihimiz 7000 yılı aşmıyor!. Oysaki bizler sekizinci Adem Kuşağıyız. Bunu bir şiirinde Koca Yunus bile vurgulamıştır:
Yürü yürü yalan dünya
Yalan dünya değil misin?
Yedi gez boşalıp yine
Dolan dünya değil misin?
Spritüel bilgilerden yoksun bir kişi acaba şu sözleri nasıl değerlendirebilir?!. Yine bir başka dizelerinde de şöyle diyor:
Açıldı gökler kapısı
Rahmetle doldu hepisi
Sekiz cennetin kapısı
Açar Allah deyü deyü
Bu sözler de olsa olsa sekizinci Adem Kuşağı'nın Cenneti olur. Bilimimizin bu yönü eksiktir. Hem de bu insanı tanımak yönünde büyük bir eksikliktir. Çünkü ağırlık fani olan üzerinedir!. Baki olandan “bize ne” idraksizliği baki olanı inkara yetiyor!.
Tuhaf olan bunlar değildi. Tuhaf olan kendileri Amerika'da Norfolk Müzesindeydiler. Annesiyse bir başka kıtada Avrupa'da; Amerika'dan kilometrelerce uzaktaki Paris'te bir hastanede kemik kanserinden yatmaktaydı!. Böylesine ansızın ve gecenin ileri bir vaktinde hasta annesini kapının önünde gören Frank Edwards aptallaşmasın da kim aptallaşsın!. Annesini içeri buyur etti. Bu aptallaşma içinde annesine o an neler söylediğinin farkında bile değildi. Annesinin yüzündeki garip belki de mutluluk ifadesi; gözlerinin boş bakışı; yüzündeki gülümseyiş; gözlerinde yanıp sönen fosforlu ışıklar.
Bu olay Edwards'ı öylesine etkilemişti ki bu etkiler altında annesinin başka bir aleme göçtüğünü hemen anlamıştı!. Annesi henüz konuşmamıştı. Edwards annesine: “Ne zaman öldün?!.” diyebildi!. Annesi utanarak gülümsedi ve “Benim öldüğümü nereden biliyorsun?” diye oğluna sordu. Oğlu da
- Ne iyi etin de beni görmeye geldin dedi annesine. Annesi de
- Sana bir gün Amerika'ya döneceğimi söylememiş miydim? İşte Amerika'ya geldim dedi.
Bu arada konuşulanları dinleyen arkadaşı Roland birden atıldı:
- Durun Allah aşkına! Bana ne yapmak istediğinizi bilmiyorum ama bu saçmalıklara inanmayı kesinlikle reddederim diye korkuyla haykırdı!. Edwards arkadaşını yanıtladı:
- Fakat karşındaki annem Roland!. Nasıl inanmak istemezsin?. Bu kez Roland arkadaşına sordu:
- Annen hasta ve Paris'te. Buraya kadar nasıl gelebilir!. diyerek isyan eder bir hale girdi!. Edwards aptallaşmışlıktan şaşkınlaşmışlıktan biraz kurtulmuş olarak ilk kez düşündü ve yavaşça mırıldandı: “Annem öldü.” dedi!.
Roland susmuş onları dinliyordu. Şaşkın şaşkın dinliyordu işte!. Anne-oğul o kadar eski günleri konuşmağa dalmışlardı ki odadaki Roland'ın varlığını çoktan unutmuşlardı!. Müzenin içi çok sessizdi!. Tavanda asılı duran dondurulmuş martılar sanki uçmak üzereydi!. Dondurulmuş bulunan her cins hayvan sanki her köşeden onlara bakıyorlardı!. Daha sonraları annesi oğluna
- Vakit geç oluyor oğlum! Kentucky'deki kız kardeşine gideceğim. Yola çıkmam gerek diyerek ayağa kalktı ve oğlunun eline bir şey tutuşturdu!.
Edwards annesini kapıya kadar götürdü. Annesine tam “Güle güle!” demeğe hazırlanırken annesinin birden kaybolmuş olduğunu fark etti!.
Roland'a doğru döndü Edward bir-iki saniye önce arkadaşının annesinin durduğu yere hayretle bakmaktaydı!. Annesinin oğlunda yarattığı şaşkınlık belli ki onu da sarsmıştı!. Arkadaşı Roland birden sordu:
- Sana annen ne verdi? deyince şaşkınlıktan sıkılı avucunu açmayı ancak bu soru üzerine akıl etti ve avucunu açtı: Avucunun içinde bir kolye duruyordu! Bu küçük kolyeyi çocukken alıp annesine hediye etmişti!. Üzerinde: “Annesine Roger'den sevgiler.” kazılmıştı!. Bu hemen tanıdığı küçük kolyeyi arkadaşı Roland'a gösterdi. Roland: “Bu kadarı bana fazla!. Ben körkütük sarhoş olmağa gidiyorum!.” diye bağırdı!. Edwards
- Ama seninle gerçek ve doğa dışı şeylerden uzun uzun konuşmuştuk. Bu konuştuklarımız her yanımızı sarmış gibidir. İlim onun peşinden uzun zamandır koşmasına rağmen yanına bile yaklaşamamıştır!. diyerek Roland'ın sözlerini tamamladı.
Annesinin ölüm ilanını okuduğu günün ertesinde Edwards Paris'teki babasından şu mektubu aldı:
“Sevgili Oğlum Bildireceğim haberin sana ne kadar acı vereceğini biliyorum ama çok metin olmalısın! Sevgili anneciğin dün 5 Kasım akşamı aramızdan ebediyen ayrıldı. Onun son defa gözlerini hayata kapadığını görmek beni kedere boğdu. Emin ol ki bu son kendisi için çok hayırlıydı. Ölmeden önce çok acı çekti. Ölümü beni sonsuz acılara boğmasına rağmen kurtulmasına sevindim. Çünkü hastalığının çaresi yoktu. En nihayet biliyorum ki bundan sonra acı çekmeyecek. Allah rahmet eylesin!. Bütün kalbimle annenin aramızdan ayrılışının verdiği kederi olgunlukla kabul etmeni diler; benim de kendimde aynı kuvveti bulmamı Allah'tan dilerim!. Seni Her Zaman Seven Baban.”
Annesinin hayaletini Edwards bir hayli süre gördü!. Amazon Ormanlarında Kamp kurduğu bir gece -1962 Ağustosunun bir gecesinde- çadırın dışında otururken ansızın pırıl pırıl bir duman halinde gözüktü annesi!. Anlayamadığı bir şey için onu uyarmağa çalışıyordu!. Edwards'tan uzakta ayakta durmuş fısıltı halinde konuşuyordu. Yani Edwards'a bir şeyler anlatmak istiyordu!. Ertesi gün nehirden yukarı doğru botlarla ilerlemeğe başladılar. Katil huylu bir rehber onu tuzağa düşürdü. Yanındaki arkadaşları vahşi Aucas Kabilesi'nin elinden yaralanmadan kurtuldular. Fakat Edwards bel kemiğine saplanan zehirli bir okla yaralanınca kendinden geçmişti.
Gözlerini açtığı zaman bir hastanedeydi. Oraya hemen getirilmiş ve bir haftadır kendinden habersiz yatıyordu!. Doktoru daha sonra ona şöyle demişti: “Bizi fena korkuttunuz!. Yukarı'dan biri sizi gerçekten çok seviyormuş!. Ümidimizi kesmiştik!.”
Spritüel bilgi ve uyarılarla dolu bir olay daha aktarmış olduk. Fakat gerçek dışı doğa dışı değil. Aksine gerçek ve de doğa içi. Gerçek dışı olan ve doğa dışında kalan bizim idraksizliğimiz; bizim kısır düşünce ve bilgisizliğimizdir. Hangi türden olursa olsun her olay yasalarla gerçekleşen bir olaydır. Yasa dışı cereyan eden bir olay olamaz ki doğa dışı diyelim. Bizim bilebildiğimiz doğa yasaları dışında cereyan etti diye böyle bir olayı yasa dışı doğa dışı sayamayız. Sadece diyebiliriz ki bizim henüz idrak edemediğimiz doğa yasalarına göre cereyan etmiştir etmektedir. Bildiğimiz ve de bilemediğimiz her olay doğa yasalarına uygundur. Bu tür olaylarla bizden istenen de işte bu doğa dışı saydığımız olayların asıl yasalarını idrak etme çabasında olmamızdır.
Bizim bilebildiğimiz gerçekler ve doğa yasaları kapalı şuurumuzdan dolayı sınırlıdır. Bu yüzden bu tür olaylar gerçek dışıymış gibi doğa yasalarına aykırıymış gibi gözükür. Yani körlüğümüz bize böyle dedirtir. Körlüğümüz asıl gerçekleri görebilmemize engeldir. Rölatif gerçekler içindeyiz kuşkusuz. Fakat değişmez gerçekler dediğimiz hakikatler ruhsal yönümüzü hep vurgulayan ruhsal gerçeklerle ruhsal olaylarla bizim keşfimizi bekliyorlar. Tabii çabalarımız bu yönde olabilirse olacak bu keşifler.
Şunu bir kere daha belirtmek istiyorum: Bilim neden insanın asli yönüyle ilgilenemez bir durumdadır? Bilimin tüm çabaları maddesel bedenler üzerine ve de maddenin teknolojisi üzerine ve bu üzerinelikte de zirvede olduklarını söyleyip duruyoruz!. Acaba gerçekten zirvede midirler?!. Geçmiş çağların ne zirveler yaşadıklarını acaba tam biliyoruz mu ki şu maddesel bilimimizin teknolojisini zirvede sanıyoruz?!.
Yazılı tarihimiz 7000 yılı aşmıyor!. Oysaki bizler sekizinci Adem Kuşağıyız. Bunu bir şiirinde Koca Yunus bile vurgulamıştır:
Yürü yürü yalan dünya
Yalan dünya değil misin?
Yedi gez boşalıp yine
Dolan dünya değil misin?
Spritüel bilgilerden yoksun bir kişi acaba şu sözleri nasıl değerlendirebilir?!. Yine bir başka dizelerinde de şöyle diyor:
Açıldı gökler kapısı
Rahmetle doldu hepisi
Sekiz cennetin kapısı
Açar Allah deyü deyü
Bu sözler de olsa olsa sekizinci Adem Kuşağı'nın Cenneti olur. Bilimimizin bu yönü eksiktir. Hem de bu insanı tanımak yönünde büyük bir eksikliktir. Çünkü ağırlık fani olan üzerinedir!. Baki olandan “bize ne” idraksizliği baki olanı inkara yetiyor!.