Çalıştığım müessesede bir arkadaşım, bir gün bana; "Hocam, acaba iyi bir öğretmen olmanın şartı nedir?" diye sordu. Biraz düşündükten sonra, 'Kibirsizliktir.' dedim. Arkadaşım şaşırdı: "Evet kibir kötüdür; ama öğretmenlikle alâkası nedir?" dedi.
İyi bir öğrenim için, öğrenmeye niyet etme, alıcıların açık olması ve uygun bir ortam şarttır. Bunların sürdürülebilirliği ise, kibrin olmamasına bağlıdır. Öğrencinin anlayıp anlamadığını soru veya tavırlarıyla belirtebilmesi için yanlışından utanmaması gerekir. Bunu da ancak hocanın tevazuu sağlar. Elde olmadan yapılan hataya karşı fıtrî davranıldığı takdirde, hata yapmaktan korkulmaması gerektiği, elde olmadan hata yapmanın utanılacak bir durum olmadığı muhataba gösterilmiş olur.
İstidatlar çeşit çeşit, bakış açıları da farklı farklı olduğu için, bir soruyu çözmenin veya bir işi yapmanın tek yolu yoktur. Eğer bir öğretmende kibrin beslediği tembellik ve umursamazlık gibi bazı menfî vasıflar varsa, öğretmen farkında olsun veya olmasın, kendi doğrusunu öğrenciye empoze etmeye çalışır. Öğrenci de istidadına uygun olmayan metodu, elinde olmaksızın reddeder. Kibirli bir öğretmen, hatayı kendisinde veya usûlünde aramaz ki, görebilsin. Öğrenciyi ahmak diye damgalamak kibrin bir neticesi olduğundan, yine bir şey öğretememiş olur.
Öğretmenin kabiliyetini geliştiren şeylerin başında, öğretmekle geçirdiği saatler vardır. Ama öğretmende kibir varsa, kendini yeterli görür ve böylelikle tecrübelerinden yeni bir şey öğrenmez. Bir işte yeni iken hata ve kusur çok tabiîdir. Tabiî olmayan şey, kendini hatadan ve kusurdan münezzeh görüp, yaşadığından ders almamaktır.
Kibir varsa, insan ne kusurunu görebilir, ne de kendini geliştirebilir. Öğrenciyi öğrenmeye motive edecek şeylerin başında hocasına duyduğu saygı ve sevgi gelir. Kibir, küçümseme, öfke ve alaycılığın bulunduğu bir yerde sevgi ve saygının yeşermesi mümkün değildir. Öğretmen başlangıçta işin üstadı olmasa da, tevazuun tabîliği ve sıcaklığıyla dersler çok daha verimli geçebilir.
Hiç bilmediği bir kıtayı keşfe çıkan öğrencinin adımları ürkek, bakışları buğuludur. Ona, adımlarını kendi hız ve istidadına uygun atacak bir rehber lâzımdır. Rehberde kibir yoksa, kendisi de o âlemde yeniymiş gibi bir uyum ve keşif hâlet-i ruhiyesiyle derdini anlatabilir. Eğer rehber kibirliyse, öğrencinin seviyesine inemez.
Öğrencinin seviyesine, sadece anlatılan konu açısından değil, hayatın bütünlüğü gözetilerek inilmelidir. Aslında öğrenci ve öğretmen, tasavvur, tahayyül ve yaşama biçimiyle, bambaşka dünyaların insanlarıdır. Eğer öğretmen öğrencinin meselelerini küçümserse, onunla diyalog kurma şansını daha başlangıçta yitirmiş olur.
Öğrenci, öğretmeninin konuya hâkim ve karizmatik olmasından hoşlansa bile, onun 'Ben bu konuyu en iyi bilenim, neyin nasıl yapılacağına ben karar veririm.' mânâsına gelen hâllerini gördüğünde, öyle incinir ki, bir daha verimli bir ders ortamı oluşturmak imkânsız hâle gelebilir.
Yüksek öğrenimdeki kalitesizliğin en önemli sebebi, hocaların kendilerini yenilememesidir. Bunun da kibirle yakın bir münasebeti vardır. Hocada kibir olmasa, hem kendini geliştirmeye çalışır, hem de öğrenciyi kendisine tevdi edilmiş bir emanet gibi görüp değer verir. Bunun neticesinde eğitimde verim yükselir.
Bir hastalık olarak 'kibir' Kibir öyle bir topraktır ki, hata ve problem üretir; bu sadece eğitimde değil, hayatın bütününde problem kaynağı olur. Meselâ, çirkinlik ve fakirlik gibi izafî durumları abartıp bunları kompleks hâline getirmenin altında, kibrin sebep olduğu bir kabullenememe yatar. Çirkinlik kompleksini ele alalım: Kişi, fizikî yapısını daha ileri bir duruma lâyık gördüğü için, mevcut durumu problem eder. Bu da iyi yönlerini görmesini engeller. Mevcut durumu giderip daha güzelleşmek için kendince yollar dener. Ama, çirkinlik kompleksi zihnî bir şey olduğu için bu çabalarının karşılığını göremez. Göremedikçe de bir kat daha çöker ve kendisini 'aslâ düzelemeyecek kadar çirkin' görmeye başlar. Oysa, kendisini olduğu gibi kabul etse, 'Kendine verilmiş nimetleri görmeye çalışsa ve Rabb'im böyle takdir etmiş.' diyebilse, sünnetin ve örfün kendisine yüklediği günlük bakımını yapsa ve hâline şükredip mütebessim olsa çirkinlik, kompleksi hiç olmayacak veya bir espri seviyesinde kalacaktır.
Fakirliğin de kompleks yapılmasının asıl sebebi, kişinin kibrinden dolayı, o hâli kendisine yakıştırmamasıdır. Yoksa, gelirinin az olmasıyla, kişi ne aç, ne de açıkta kalır. Kibirli kişi kendisini başarıya tam ehil ve yüksek derecelere lâyık gördüğünden, eşyadaki silsilenin basamaklarını ikişer, üçer çıkmaya çalışır; fakat çıkamaz ve düşer. Yine kibrinden, en küçük bir başarısızlığa tahammül edemez.
İnsan kibriyle, 'Ben güçlüyüm, ben bilirim, ben kudretliyim.' der ve hayatın bütün yükünü omzuna almaya kalkışır. Ne var ki insanın hamuru, acz unuyla, fakr suyundan ve cehl tuzundan mürekkeptir. O yükü omuzlayamaz; bu çabasından da, kendisine sadece geçmeyen bir yeis, dinmeyen bir korku ve eskimeyen bir hüzün kalır. Hâlbuki, insan tevazu gösterip, 'Ben kendimi idare edemem Allah'ım; sebepler açısından kuvvetimin yetmediği durumlarda Sen'i vekil ediniyorum.' deyip tevekkül gömleğini giyse, ne gündelik sıkıntılar ruhunda ve kalbinde bir iz bırakır, ne de gelmemiş bir günün muhtemel korkularıyla kendini perişan eder.
Tevekkülsüzlüğün ilâcı, kibri terk edip tevazu göstermektir. İnsanların en sevdiği ve sahibine en büyük muhabbet beslediği haslet, cömertliktir. Cömert insan, Allah'ın sevdirmesiyle, yerdekilerin gönlünü fethettiği gibi, göktekilerin de şefkat ve merhametine mazhar olur. Lâkin, bu güzel hasletin yanında kibir olsa, durum tam tersine döner. Kibirlenen kişi, kibri yüzünden ya o ihsanına lâyık kimse göremez ve veremez, veya verdiğini pek ehemmiyetli görür ve başa kakar; ihsanına karşı perestiş ve takdir bekler. Vermek istediğinde, verebileceği miktarı da küçümseyerek cömertliğini geciktirir; malın sahibini kendisi bildiği için de sevabını bütün bütün zâyi eder. Kibriyle hayatının bütün yükünü omuzladığı için, kendisini, başkalarına da verebilecek kadar emniyet içinde hissetmez, kibirli bir edayla verdiği için insanları kendisinden nefret ettirir. İhtimal ki kibriyle, verdiği kişiye veya müesseseye karışma hakkını kendisinde görür; verdiğinin karşılığını hemen görmek ister. Bu da verdiğini mânâsızlaştırır.
Bir insan için en güzel hâl, dosdoğru bir yolda olması; düşündüğü, söylediği ve yaptığıyla yanlışlıktan uzak bulunmasıdır. Fakat bu güzel hâlin içine kibir karıştığında, hiçbir şeyin anlamı kalmaz: İnsan kibriyle girdiği yolun güzelliğini kendisinde gördüğü için, ayna değil gölge olur. Kibrinden yola tâbi olamaz, yolu kapris ve fantezilerine tâbi kılmaya çalışır. Hem o kişinin davranışlarına akseden hafiflik, diğer insanları o güzelliklerden soğutabilir. Tebliğ, tâlim demek olduğundan hakiki muallimlik, kibirle beraber bulunamaz.
Muhammed Nur SARAÇ
İyi bir öğrenim için, öğrenmeye niyet etme, alıcıların açık olması ve uygun bir ortam şarttır. Bunların sürdürülebilirliği ise, kibrin olmamasına bağlıdır. Öğrencinin anlayıp anlamadığını soru veya tavırlarıyla belirtebilmesi için yanlışından utanmaması gerekir. Bunu da ancak hocanın tevazuu sağlar. Elde olmadan yapılan hataya karşı fıtrî davranıldığı takdirde, hata yapmaktan korkulmaması gerektiği, elde olmadan hata yapmanın utanılacak bir durum olmadığı muhataba gösterilmiş olur.
İstidatlar çeşit çeşit, bakış açıları da farklı farklı olduğu için, bir soruyu çözmenin veya bir işi yapmanın tek yolu yoktur. Eğer bir öğretmende kibrin beslediği tembellik ve umursamazlık gibi bazı menfî vasıflar varsa, öğretmen farkında olsun veya olmasın, kendi doğrusunu öğrenciye empoze etmeye çalışır. Öğrenci de istidadına uygun olmayan metodu, elinde olmaksızın reddeder. Kibirli bir öğretmen, hatayı kendisinde veya usûlünde aramaz ki, görebilsin. Öğrenciyi ahmak diye damgalamak kibrin bir neticesi olduğundan, yine bir şey öğretememiş olur.
Öğretmenin kabiliyetini geliştiren şeylerin başında, öğretmekle geçirdiği saatler vardır. Ama öğretmende kibir varsa, kendini yeterli görür ve böylelikle tecrübelerinden yeni bir şey öğrenmez. Bir işte yeni iken hata ve kusur çok tabiîdir. Tabiî olmayan şey, kendini hatadan ve kusurdan münezzeh görüp, yaşadığından ders almamaktır.
Kibir varsa, insan ne kusurunu görebilir, ne de kendini geliştirebilir. Öğrenciyi öğrenmeye motive edecek şeylerin başında hocasına duyduğu saygı ve sevgi gelir. Kibir, küçümseme, öfke ve alaycılığın bulunduğu bir yerde sevgi ve saygının yeşermesi mümkün değildir. Öğretmen başlangıçta işin üstadı olmasa da, tevazuun tabîliği ve sıcaklığıyla dersler çok daha verimli geçebilir.
Hiç bilmediği bir kıtayı keşfe çıkan öğrencinin adımları ürkek, bakışları buğuludur. Ona, adımlarını kendi hız ve istidadına uygun atacak bir rehber lâzımdır. Rehberde kibir yoksa, kendisi de o âlemde yeniymiş gibi bir uyum ve keşif hâlet-i ruhiyesiyle derdini anlatabilir. Eğer rehber kibirliyse, öğrencinin seviyesine inemez.
Öğrencinin seviyesine, sadece anlatılan konu açısından değil, hayatın bütünlüğü gözetilerek inilmelidir. Aslında öğrenci ve öğretmen, tasavvur, tahayyül ve yaşama biçimiyle, bambaşka dünyaların insanlarıdır. Eğer öğretmen öğrencinin meselelerini küçümserse, onunla diyalog kurma şansını daha başlangıçta yitirmiş olur.
Öğrenci, öğretmeninin konuya hâkim ve karizmatik olmasından hoşlansa bile, onun 'Ben bu konuyu en iyi bilenim, neyin nasıl yapılacağına ben karar veririm.' mânâsına gelen hâllerini gördüğünde, öyle incinir ki, bir daha verimli bir ders ortamı oluşturmak imkânsız hâle gelebilir.
Yüksek öğrenimdeki kalitesizliğin en önemli sebebi, hocaların kendilerini yenilememesidir. Bunun da kibirle yakın bir münasebeti vardır. Hocada kibir olmasa, hem kendini geliştirmeye çalışır, hem de öğrenciyi kendisine tevdi edilmiş bir emanet gibi görüp değer verir. Bunun neticesinde eğitimde verim yükselir.
Bir hastalık olarak 'kibir' Kibir öyle bir topraktır ki, hata ve problem üretir; bu sadece eğitimde değil, hayatın bütününde problem kaynağı olur. Meselâ, çirkinlik ve fakirlik gibi izafî durumları abartıp bunları kompleks hâline getirmenin altında, kibrin sebep olduğu bir kabullenememe yatar. Çirkinlik kompleksini ele alalım: Kişi, fizikî yapısını daha ileri bir duruma lâyık gördüğü için, mevcut durumu problem eder. Bu da iyi yönlerini görmesini engeller. Mevcut durumu giderip daha güzelleşmek için kendince yollar dener. Ama, çirkinlik kompleksi zihnî bir şey olduğu için bu çabalarının karşılığını göremez. Göremedikçe de bir kat daha çöker ve kendisini 'aslâ düzelemeyecek kadar çirkin' görmeye başlar. Oysa, kendisini olduğu gibi kabul etse, 'Kendine verilmiş nimetleri görmeye çalışsa ve Rabb'im böyle takdir etmiş.' diyebilse, sünnetin ve örfün kendisine yüklediği günlük bakımını yapsa ve hâline şükredip mütebessim olsa çirkinlik, kompleksi hiç olmayacak veya bir espri seviyesinde kalacaktır.
Fakirliğin de kompleks yapılmasının asıl sebebi, kişinin kibrinden dolayı, o hâli kendisine yakıştırmamasıdır. Yoksa, gelirinin az olmasıyla, kişi ne aç, ne de açıkta kalır. Kibirli kişi kendisini başarıya tam ehil ve yüksek derecelere lâyık gördüğünden, eşyadaki silsilenin basamaklarını ikişer, üçer çıkmaya çalışır; fakat çıkamaz ve düşer. Yine kibrinden, en küçük bir başarısızlığa tahammül edemez.
İnsan kibriyle, 'Ben güçlüyüm, ben bilirim, ben kudretliyim.' der ve hayatın bütün yükünü omzuna almaya kalkışır. Ne var ki insanın hamuru, acz unuyla, fakr suyundan ve cehl tuzundan mürekkeptir. O yükü omuzlayamaz; bu çabasından da, kendisine sadece geçmeyen bir yeis, dinmeyen bir korku ve eskimeyen bir hüzün kalır. Hâlbuki, insan tevazu gösterip, 'Ben kendimi idare edemem Allah'ım; sebepler açısından kuvvetimin yetmediği durumlarda Sen'i vekil ediniyorum.' deyip tevekkül gömleğini giyse, ne gündelik sıkıntılar ruhunda ve kalbinde bir iz bırakır, ne de gelmemiş bir günün muhtemel korkularıyla kendini perişan eder.
Tevekkülsüzlüğün ilâcı, kibri terk edip tevazu göstermektir. İnsanların en sevdiği ve sahibine en büyük muhabbet beslediği haslet, cömertliktir. Cömert insan, Allah'ın sevdirmesiyle, yerdekilerin gönlünü fethettiği gibi, göktekilerin de şefkat ve merhametine mazhar olur. Lâkin, bu güzel hasletin yanında kibir olsa, durum tam tersine döner. Kibirlenen kişi, kibri yüzünden ya o ihsanına lâyık kimse göremez ve veremez, veya verdiğini pek ehemmiyetli görür ve başa kakar; ihsanına karşı perestiş ve takdir bekler. Vermek istediğinde, verebileceği miktarı da küçümseyerek cömertliğini geciktirir; malın sahibini kendisi bildiği için de sevabını bütün bütün zâyi eder. Kibriyle hayatının bütün yükünü omuzladığı için, kendisini, başkalarına da verebilecek kadar emniyet içinde hissetmez, kibirli bir edayla verdiği için insanları kendisinden nefret ettirir. İhtimal ki kibriyle, verdiği kişiye veya müesseseye karışma hakkını kendisinde görür; verdiğinin karşılığını hemen görmek ister. Bu da verdiğini mânâsızlaştırır.
Bir insan için en güzel hâl, dosdoğru bir yolda olması; düşündüğü, söylediği ve yaptığıyla yanlışlıktan uzak bulunmasıdır. Fakat bu güzel hâlin içine kibir karıştığında, hiçbir şeyin anlamı kalmaz: İnsan kibriyle girdiği yolun güzelliğini kendisinde gördüğü için, ayna değil gölge olur. Kibrinden yola tâbi olamaz, yolu kapris ve fantezilerine tâbi kılmaya çalışır. Hem o kişinin davranışlarına akseden hafiflik, diğer insanları o güzelliklerden soğutabilir. Tebliğ, tâlim demek olduğundan hakiki muallimlik, kibirle beraber bulunamaz.
Muhammed Nur SARAÇ