NASR SÛRESİ-110
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِذَا جَآءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ (1) وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللهِ أَفْوَاجًا (2) فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا (3)
Meâl
Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla
1. Allah'ın yardım ve zaferi geldiği zaman,
2. Ve insanların kafile kafile Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman,
3. Rabb’ini hamd ile tesbih et ve O'ndan af dile. Çünkü O tevvâbdır, tevbeleri çok kabul eder.
Medine döneminde inmiştir, âyet sayısı üçtür. Nasr Sûresi’ne إِذَا جَآءَ “izâ câe Sûresi” de denilir.
Buharî’de Hz. Âişe’den şöyle rivâyet edilmiştir: إِذَا جَآءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ sûresi nâzil olduktan sonra Peygamber (sav) her kıldığı namazda سُبْحانَكَ رَبَّنَا و بِحَمْدِكَ اَللَّهُمّ اغْفِرْلِى “Ey Rabbimiz! Seni hamdinle tesbih ederim. Allah’ım beni bağışla!” derdi, rükuunda, secdelerinde bunları çok söyler olmuştu .
İbn Abbas (ra.) çocuk sayılacak yaşta olmasına rağmen Hz. Ömer (r.a) onu istişare meclisine çağırır, ashabın büyükleri bunu tuhaf bulurlardı. Bir gün mecliste: “Nasr sûresi hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Çeşitli cevaplar verildi. Sonra İbn Abbas’a sordu. “Resûlullah’ın vazifesinin tamamlanıp ecelinin yaklaştığı bildiriliyor.” dedi. Hz.Ömer cevabını takdir edip: “Hâlâ bu gencin toplantımıza katılmasına itiraz eden var mı?” dedi .
Âlusî der ki: İbn Abbas’dan ve başkasından bir çok rivayetlerde: Bu sure nazil olduğu zaman Peygamber (sav)’in نُعِيتُ إلَيَّ نَفْسِى “bana vefatım haber verildi” buyurduğu varit olmuştur . Bu sebeple bu sureye اَلتَّوْضِيعُ “vedâlaşma” suresi de denir.
Beyhakî’nin rivayetinde: “Bu sure nazil olduğunda Peygamber (sav) Hz. Fatıma (ra)’yı çağırıp نُعِيتُ إلَيّ نَفْسِى “bana vefatım haber verildi” buyurmuş, o da ağlamış, sonra da gülmüş. Sorulduğunda Hz. Fatıma demiştir ki: “Vefatını haber verdi, ağladım; sonra da bana ehlimden ilk gelecek olan sensin dedi, güldüm.” Bu sûrenin Veda Hacc’ında teşrik günlerinde, yani Mekke’de nazil olduğuna dair bir rivayet vardır.
Bazı müfessirlere göre bu sure, âyet itibarıyla değil, fakat sure itibarıyla Kur’an’ın en son nazil olanıdır.
Tefsir, açıklama
إِذَا جَآءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ
1. Allah'ın yardım ve zaferi geldiği zaman ,
نَصْرُ اللهِ Nasrullah, Allah’ın yardımı demektir. Düşmanlara karşı galip ve muzaffer kılacak olan vaat edilen yardımı, َالْفَتْحُ ve fethi. Mânâ, Resûlullah’ın Arab’a ve Kureyş’e zaferi ve Mekke’nin fethidir. Allah’ın müminlere yardımı ve şirk beldelerinin onlarca fethi emridir de denilmiştir. Fetih’ten maksat yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp, daha çok kalplerin iman ve İslam’a fethi demek olur. Mekke fethi üzerine en çok terettüp eden fetihler, İslam dininin derhal yayılıvermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş kâfirlerinin karşı koymalarından dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin Mekke ve Tâif fethinden sonra akın akın İslam’a açılvermiş bulunmasıdır.
Buharî, Amr b. Seleme’den şöyle nakletmiştir: Demiştir ki: Fetih olunca her kavim, İslam ile Resûlullah’a koştu, bütün kabileler İslam’a gelmek için Mekke’nin fethini gözetiyorlardı ve onu kavmi ile bırakalım, eğer onlara üstün gelirse o peygamberdir diyorlardı. Suredeki “Fetih”den maksat, çoğunluğun dediği gibi Mekke’nin fethi olduğundan aynı zamanda kalplerin Allah dinine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılışı ve bu şekilde fetihlerin fethi olmuştur. Derhal bütün Arabistan’a ve oradan bütün cihana yayılan İslâm’ın maddî ve manevî fetihleri Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır.
Mevdûdî’ye göre âyetin tefsiri şöyledir: “Fetih”den murat, belli bir savaştaki zafer değildir. Aslında burada kesin bir zafer murat edilmiştir. Bu öyle bir zamandır ki, İslâm’a karşı çıkacak hiçbir güç kalmamış ve İslâm Arabistan’da kesin bir zafer kazanmıştır. Bazı müfessirler bundan Mekke fethini anlamışlardır. Ancak Mekke fethi Hicrî 8’de vuku bulmuş, bu sure ise Hicrî 10’un sonunda nazil olmuştur. Bunun yanı sıra İbnü Abbas’ın kavli de bu tefsire ters düşer. O kavil, bu surenin Kur’an’ın son suresi olduğudur. Bu durumda, Mekke’nin fethi kastedilmiş olamaz. Çünkü Tevbe suresi bu sureden sonra nazil olmuştur.
Öyleyse bu sure, en son sure nasıl olabilir?
Kuşkusuz Mekke’nin fethi bir bakıma kesin zafer sayılabilir. Çünkü bu olaydan sonra Mekke’li müşriklerin cesareti kırılmıştır. Buna rağmen müşriklerde hâlâ yeterli güç ve kuvvet vardı. Nitekim bundan sonra vuku bulan Tâif ve Huneyn gazvelerinden sonra Arabistan üzerinde kesin galibiyet sağlanabildi ve bu da iki yıl aldı.
Yani insanların birer ikişer İslâm’a girdikleri dönem geçmiş, kabilelerin, hiç karşı koymadan topluca İslâm’a girdikleri zaman gelmiştir. Bu keyfiyet Hicrî 9’un başlarında başlamıştır. Onun için o seneye “heyetler senesi” denmiştir. Arabistan’ın her köşesinden Araplar, peş peşe heyetler halinde Resûlullah’ın huzuruna gelerek O’na biat ettiler ve İslâm’a girdiler. Resûlullah’ın Veda Haccı’na gittiği Hicrî 10’a kadar bütün Arabistan tek bayrak altında birleşmiş ve ülkede hiç bir müşrik kalmamıştı.
وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللهِ أَفْوَاجًا
2. Ve insanların kafile kafile Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman,
İnsanları giriyor gördüğün zaman. دَخَلُوا “Girdiler” buyurulmayıp يَدْخُلُونَ “giriyorlar” buyurulması da hepsinin girmeleri tamam olmuş olmayıp, girmeye başladıklarına ve peyderpey gireceklerine işaret eder. “Nâs” (insanlar), Arap’tan başkasını da içine alır ve gelecekteki girmeler de bu hale katılmış olacağı anlaşılır. Yani giriyorlar ve girecekler. Öyle giriyorlar ki,
أَفْوَاجًا fevc fevc (dalga dalga), alaylarıyla, toplum toplum. Mekke’nin fethiyle onu takiben Huneyn muharebesi ve Taif muhasarasından başka bir harp olmaksızın, ondan sonra Hz. Peygamber’in vefatına kadar iki sene içerisinde bütün Arabistan’ın her tarafından akın akın, fevc fevc heyetler gelerek İslâm’a girmişler, İslâm’ı kabul etmemiş bulunanlar da İslâm zimmet ve tâbiyyetini kabul etmişler ve İslâm milleti içine girmişlerdi. Vaat edilen o yardım ve fetih geldiği ve sen insanların böyle fevc fevc Allah’ın dinine girmeye başladıklarını gördüğün zaman,
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
3. Rabb’ini hamd ile tesbih et ve O'ndan af dile. Çünkü O tevvâbdır, tevbeleri çok kabul eder.
Bu surede Allah, Resûlullah’a, Arabistan’da İslam’ın zaferi kemâle erdikten sonra ve insanlar grup grup dine girdiklerinde bunun anlamının, bu dünyadaki misyonunun sona ermesi olduğunu bildirmiştir. Ondan sonra Resûlullah’a, hamd ve Allah’ı tesbih ile meşgul olması emredilmiştir. Çünkü O, Allah’ın lütfu ile büyük bir işi başarıyla tamamlamıştır.
Bu âyetlerde Hz. Peygamber (sav)’e, Allah’ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların topluca Allah’ın dinine girdiklerini gördüğü zaman Rabbini hamd ile tesbîh edip O’ndan mağfiret dilemesi emrediliyor. Burada hitâp Peygamberedir ama, onun davranışı bütün mü’minlere örnek olduğu için her mü’minin, Allah’ın nimet ve yardımını görünce O’na hamd ve şükretmesi, bu sûrenin hükmü gereğidir.
Burada önemli bir nokta da, bir Nebî ile dünyevî önder arasındaki farkın ne kadar büyük olduğudur. Bir dünyevî öndere, dünyada büyük bir inkılâp yapmak nasip olsa, o kişi törenler düzenleyerek önderliğinden gurur duyar. Ama burada Allah’ın peygamberi, 23 sene gibi kısa bir sürede bir kavmin akîde, düşünce, ahlâk, kültür, medeniyet, muâşeret, siyaset, iktisat ve savaş anlayışını değiştirerek, cahiliyeye boğulmuş bu kavmi bütün dünyaya hâkim olacak duruma getirmesine ve dünyanın bütün kavimlerine önder olmaya lâyık hâle kavuşturmasına rağmen, böyle büyük bir başarının sonunda törenler düzenleyip gururlanmak yerine, Allah’a hamd edip mağfiret dilemesi ve O’nu tesbih etmesi emredilmiştir.
Tesbih, Yüce Allah’ı tenzihtir. Tefsircilerin naklettikleri vechile Resûlullah (sav)’a tesbihten sorulduğunda buyurmuştur ki تَنْزِيهُ اللهِ مِنْ كُلّ سُوءٍ “Yüce Allah’ı her ârızadan, şâibeden tenzihtir.” Şu halde tesbih, Yüce Allah’ın zatında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde nezahet ve paklığını ifade eder. Ebussuud’a göre ise; “Rabbine hamdederek sübhanallah” de demektir.
Burada “hamd”in mânâsı: “bu büyük başarının, senin marifetin sonucu gerçekleştiği aklına bile gelmemelidir. Bu tamamen Allah’ın lütfu ile olmuştur. Bunun için Allah’a şükret, kalp ve lisan ile bunu itiraf et. Çünkü böyle büyük bir işi gerçekleştiren ve bu başarının yaratıcısı ancak Allah’tır, hamd’a ancak O müstehaktır” şeklindedir.
Burada “Tesbih”in bir diğer anlamı ise şöyledir: “Allah, sözünün yücelmesi için sizin çabanıza muhtaç olmaktan münezzehtir. Bunu itiraf edin. Çabanızın başarıya ulaşmasının, ancak Allah’ın te’yid ve yardımı ile olabileceğine de kesinlikle inanmalısınız. Allah bir işi istediği kuluna yaptırabilir. Bir kula bunun gibi bir hizmeti yaptırması, aslında ona Allah’ın bir ihsanıdır. Allah’ın sizin üzerinizdeki ihsanı da onun dinine hizmet etme şerefini size vermesidir.” Bunun yanı sıra, “Subhanallah” demenin bir de taaccüp yanı vardır. Akıl almayan bir iş vuku bulduğunda insan “Subhanallah” der. Onun anlamı, ancak Allah’ın kudretinin böyle hayret verici bir işi meydana getirebileceği, başka hiçbir gücün bunu başaramayacağıdır.
Ve وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا “O’na istiğfar et. Çünkü O, muhakkak tevbeleri çok kabul edici bulunuyor.” Tevbe ile kendine dönenleri kabul ile affedegelmiştir.
Tevbe; günaha nedâmet ve bir daha yapmamak üzere azim ile dönüştür. İstiğfar ise; Allah’tan mağfiret dilemektir. Kimse başkasının adına tevbe edemez, fakat başkalarının günahları için de istiğfar edebilir, yani Allah’ın onları affetmesini isteyebilir. Kur’an’da رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ “Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı babamı ve müminleri bağışla.”(İbrahim, 14/41) gibi bunun pek güzel misalleri vardır. Onun için burada da وَاسْتَغْفِرْهُ “ondan mağfiret dile” emri, peygamberin sadece kendisi için olması lazım gelmeyip ümmeti için de olur. Ve hatta daha çok ümmeti için denilmiştir. Çünkü Yüce Allah, Peygamberimizi günahtan korumuştur. Öyleyse onun istiğfar etmesi; insanlara istiğfar etmenin ne kadar gerekli olduğunu ders vermesi, ümmetinin günahları için Allah’tan af dilemesi ve devamlı manevî terakkî halinde olması itibariyla, son durumuna göre bir önceki makamını eksik bulması ve nâdiren daha evlâ olanı terk etmesi yönlerinden olmuştur.
Hz. Âişe’den rivayet edilmiştir ki, Resûlullah (sav) son zamanlarında سُبْحانَ اللهِ و بِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ وَ أَتُوبُ إلَيْهِ sözünü çok söyler olmuştu ve sorulduğunda: “Rabbim bana ümmetimde bir alamet göreceğimi haber verdi ve onu gördüğüm zaman hamd ile tesbih ve istiğfar etmemi emir buyurdu.” Demiştir .
Farz namazı kılan kimse için akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüt kılanın seher vakitleri dilediği kadar istiğfar etmesi ve hacının hacdan sonra istiğfar etmesi meşru kılınmıştır. Aynı şekilde abdestin sonunda ve her toplantının bitiminde istiğfarın meşru olduğu da rivayet olunmuştur. Resûlullah herhangi bir toplantıdan kalkarken de سُبْحَانَكَ اللَّهُمّ وبِحَمْدِكَ أَسْتَغْفِرُكَ وَأَتُوبُ إلَيْهِ derdi .
Rivayet olunmuştur ki bu sûre nazil olduğunda Resûlullah (sav) bir hutbe okuyup şöyle buyurmuştur: “Bir kul, Allah onu dünya ile kendine kavuşması arasında muhayyer (seçmeli) kıldı, o, Allah’a kavuşmasını seçti.” Bunun ne demek olduğunu Ebu Bekir (ra) anlamıştı da: Canlarımız ve mallarımız, atalarımız ve evlatlarımızla sana feda olalım, demişti. Yine rivayet olunmuştur ki: Resûlullah (sav) bunu ashabına okuduğu zaman sevinmişler, fakat Hz. Abbas (ra) ağlamıştı. Resûlullah (sav): Neye ağlıyorsun amca?” buyurdu. “Sana vefatın haber veriliyor.” dedi. “Evet dediğin gibi” buyurdu .
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِذَا جَآءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ (1) وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللهِ أَفْوَاجًا (2) فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا (3)
Meâl
Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla
1. Allah'ın yardım ve zaferi geldiği zaman,
2. Ve insanların kafile kafile Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman,
3. Rabb’ini hamd ile tesbih et ve O'ndan af dile. Çünkü O tevvâbdır, tevbeleri çok kabul eder.
Medine döneminde inmiştir, âyet sayısı üçtür. Nasr Sûresi’ne إِذَا جَآءَ “izâ câe Sûresi” de denilir.
Buharî’de Hz. Âişe’den şöyle rivâyet edilmiştir: إِذَا جَآءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ sûresi nâzil olduktan sonra Peygamber (sav) her kıldığı namazda سُبْحانَكَ رَبَّنَا و بِحَمْدِكَ اَللَّهُمّ اغْفِرْلِى “Ey Rabbimiz! Seni hamdinle tesbih ederim. Allah’ım beni bağışla!” derdi, rükuunda, secdelerinde bunları çok söyler olmuştu .
İbn Abbas (ra.) çocuk sayılacak yaşta olmasına rağmen Hz. Ömer (r.a) onu istişare meclisine çağırır, ashabın büyükleri bunu tuhaf bulurlardı. Bir gün mecliste: “Nasr sûresi hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Çeşitli cevaplar verildi. Sonra İbn Abbas’a sordu. “Resûlullah’ın vazifesinin tamamlanıp ecelinin yaklaştığı bildiriliyor.” dedi. Hz.Ömer cevabını takdir edip: “Hâlâ bu gencin toplantımıza katılmasına itiraz eden var mı?” dedi .
Âlusî der ki: İbn Abbas’dan ve başkasından bir çok rivayetlerde: Bu sure nazil olduğu zaman Peygamber (sav)’in نُعِيتُ إلَيَّ نَفْسِى “bana vefatım haber verildi” buyurduğu varit olmuştur . Bu sebeple bu sureye اَلتَّوْضِيعُ “vedâlaşma” suresi de denir.
Beyhakî’nin rivayetinde: “Bu sure nazil olduğunda Peygamber (sav) Hz. Fatıma (ra)’yı çağırıp نُعِيتُ إلَيّ نَفْسِى “bana vefatım haber verildi” buyurmuş, o da ağlamış, sonra da gülmüş. Sorulduğunda Hz. Fatıma demiştir ki: “Vefatını haber verdi, ağladım; sonra da bana ehlimden ilk gelecek olan sensin dedi, güldüm.” Bu sûrenin Veda Hacc’ında teşrik günlerinde, yani Mekke’de nazil olduğuna dair bir rivayet vardır.
Bazı müfessirlere göre bu sure, âyet itibarıyla değil, fakat sure itibarıyla Kur’an’ın en son nazil olanıdır.
Tefsir, açıklama
إِذَا جَآءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ
1. Allah'ın yardım ve zaferi geldiği zaman ,
نَصْرُ اللهِ Nasrullah, Allah’ın yardımı demektir. Düşmanlara karşı galip ve muzaffer kılacak olan vaat edilen yardımı, َالْفَتْحُ ve fethi. Mânâ, Resûlullah’ın Arab’a ve Kureyş’e zaferi ve Mekke’nin fethidir. Allah’ın müminlere yardımı ve şirk beldelerinin onlarca fethi emridir de denilmiştir. Fetih’ten maksat yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp, daha çok kalplerin iman ve İslam’a fethi demek olur. Mekke fethi üzerine en çok terettüp eden fetihler, İslam dininin derhal yayılıvermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş kâfirlerinin karşı koymalarından dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin Mekke ve Tâif fethinden sonra akın akın İslam’a açılvermiş bulunmasıdır.
Buharî, Amr b. Seleme’den şöyle nakletmiştir: Demiştir ki: Fetih olunca her kavim, İslam ile Resûlullah’a koştu, bütün kabileler İslam’a gelmek için Mekke’nin fethini gözetiyorlardı ve onu kavmi ile bırakalım, eğer onlara üstün gelirse o peygamberdir diyorlardı. Suredeki “Fetih”den maksat, çoğunluğun dediği gibi Mekke’nin fethi olduğundan aynı zamanda kalplerin Allah dinine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılışı ve bu şekilde fetihlerin fethi olmuştur. Derhal bütün Arabistan’a ve oradan bütün cihana yayılan İslâm’ın maddî ve manevî fetihleri Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır.
Mevdûdî’ye göre âyetin tefsiri şöyledir: “Fetih”den murat, belli bir savaştaki zafer değildir. Aslında burada kesin bir zafer murat edilmiştir. Bu öyle bir zamandır ki, İslâm’a karşı çıkacak hiçbir güç kalmamış ve İslâm Arabistan’da kesin bir zafer kazanmıştır. Bazı müfessirler bundan Mekke fethini anlamışlardır. Ancak Mekke fethi Hicrî 8’de vuku bulmuş, bu sure ise Hicrî 10’un sonunda nazil olmuştur. Bunun yanı sıra İbnü Abbas’ın kavli de bu tefsire ters düşer. O kavil, bu surenin Kur’an’ın son suresi olduğudur. Bu durumda, Mekke’nin fethi kastedilmiş olamaz. Çünkü Tevbe suresi bu sureden sonra nazil olmuştur.
Öyleyse bu sure, en son sure nasıl olabilir?
Kuşkusuz Mekke’nin fethi bir bakıma kesin zafer sayılabilir. Çünkü bu olaydan sonra Mekke’li müşriklerin cesareti kırılmıştır. Buna rağmen müşriklerde hâlâ yeterli güç ve kuvvet vardı. Nitekim bundan sonra vuku bulan Tâif ve Huneyn gazvelerinden sonra Arabistan üzerinde kesin galibiyet sağlanabildi ve bu da iki yıl aldı.
Yani insanların birer ikişer İslâm’a girdikleri dönem geçmiş, kabilelerin, hiç karşı koymadan topluca İslâm’a girdikleri zaman gelmiştir. Bu keyfiyet Hicrî 9’un başlarında başlamıştır. Onun için o seneye “heyetler senesi” denmiştir. Arabistan’ın her köşesinden Araplar, peş peşe heyetler halinde Resûlullah’ın huzuruna gelerek O’na biat ettiler ve İslâm’a girdiler. Resûlullah’ın Veda Haccı’na gittiği Hicrî 10’a kadar bütün Arabistan tek bayrak altında birleşmiş ve ülkede hiç bir müşrik kalmamıştı.
وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللهِ أَفْوَاجًا
2. Ve insanların kafile kafile Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman,
İnsanları giriyor gördüğün zaman. دَخَلُوا “Girdiler” buyurulmayıp يَدْخُلُونَ “giriyorlar” buyurulması da hepsinin girmeleri tamam olmuş olmayıp, girmeye başladıklarına ve peyderpey gireceklerine işaret eder. “Nâs” (insanlar), Arap’tan başkasını da içine alır ve gelecekteki girmeler de bu hale katılmış olacağı anlaşılır. Yani giriyorlar ve girecekler. Öyle giriyorlar ki,
أَفْوَاجًا fevc fevc (dalga dalga), alaylarıyla, toplum toplum. Mekke’nin fethiyle onu takiben Huneyn muharebesi ve Taif muhasarasından başka bir harp olmaksızın, ondan sonra Hz. Peygamber’in vefatına kadar iki sene içerisinde bütün Arabistan’ın her tarafından akın akın, fevc fevc heyetler gelerek İslâm’a girmişler, İslâm’ı kabul etmemiş bulunanlar da İslâm zimmet ve tâbiyyetini kabul etmişler ve İslâm milleti içine girmişlerdi. Vaat edilen o yardım ve fetih geldiği ve sen insanların böyle fevc fevc Allah’ın dinine girmeye başladıklarını gördüğün zaman,
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
3. Rabb’ini hamd ile tesbih et ve O'ndan af dile. Çünkü O tevvâbdır, tevbeleri çok kabul eder.
Bu surede Allah, Resûlullah’a, Arabistan’da İslam’ın zaferi kemâle erdikten sonra ve insanlar grup grup dine girdiklerinde bunun anlamının, bu dünyadaki misyonunun sona ermesi olduğunu bildirmiştir. Ondan sonra Resûlullah’a, hamd ve Allah’ı tesbih ile meşgul olması emredilmiştir. Çünkü O, Allah’ın lütfu ile büyük bir işi başarıyla tamamlamıştır.
Bu âyetlerde Hz. Peygamber (sav)’e, Allah’ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların topluca Allah’ın dinine girdiklerini gördüğü zaman Rabbini hamd ile tesbîh edip O’ndan mağfiret dilemesi emrediliyor. Burada hitâp Peygamberedir ama, onun davranışı bütün mü’minlere örnek olduğu için her mü’minin, Allah’ın nimet ve yardımını görünce O’na hamd ve şükretmesi, bu sûrenin hükmü gereğidir.
Burada önemli bir nokta da, bir Nebî ile dünyevî önder arasındaki farkın ne kadar büyük olduğudur. Bir dünyevî öndere, dünyada büyük bir inkılâp yapmak nasip olsa, o kişi törenler düzenleyerek önderliğinden gurur duyar. Ama burada Allah’ın peygamberi, 23 sene gibi kısa bir sürede bir kavmin akîde, düşünce, ahlâk, kültür, medeniyet, muâşeret, siyaset, iktisat ve savaş anlayışını değiştirerek, cahiliyeye boğulmuş bu kavmi bütün dünyaya hâkim olacak duruma getirmesine ve dünyanın bütün kavimlerine önder olmaya lâyık hâle kavuşturmasına rağmen, böyle büyük bir başarının sonunda törenler düzenleyip gururlanmak yerine, Allah’a hamd edip mağfiret dilemesi ve O’nu tesbih etmesi emredilmiştir.
Tesbih, Yüce Allah’ı tenzihtir. Tefsircilerin naklettikleri vechile Resûlullah (sav)’a tesbihten sorulduğunda buyurmuştur ki تَنْزِيهُ اللهِ مِنْ كُلّ سُوءٍ “Yüce Allah’ı her ârızadan, şâibeden tenzihtir.” Şu halde tesbih, Yüce Allah’ın zatında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde nezahet ve paklığını ifade eder. Ebussuud’a göre ise; “Rabbine hamdederek sübhanallah” de demektir.
Burada “hamd”in mânâsı: “bu büyük başarının, senin marifetin sonucu gerçekleştiği aklına bile gelmemelidir. Bu tamamen Allah’ın lütfu ile olmuştur. Bunun için Allah’a şükret, kalp ve lisan ile bunu itiraf et. Çünkü böyle büyük bir işi gerçekleştiren ve bu başarının yaratıcısı ancak Allah’tır, hamd’a ancak O müstehaktır” şeklindedir.
Burada “Tesbih”in bir diğer anlamı ise şöyledir: “Allah, sözünün yücelmesi için sizin çabanıza muhtaç olmaktan münezzehtir. Bunu itiraf edin. Çabanızın başarıya ulaşmasının, ancak Allah’ın te’yid ve yardımı ile olabileceğine de kesinlikle inanmalısınız. Allah bir işi istediği kuluna yaptırabilir. Bir kula bunun gibi bir hizmeti yaptırması, aslında ona Allah’ın bir ihsanıdır. Allah’ın sizin üzerinizdeki ihsanı da onun dinine hizmet etme şerefini size vermesidir.” Bunun yanı sıra, “Subhanallah” demenin bir de taaccüp yanı vardır. Akıl almayan bir iş vuku bulduğunda insan “Subhanallah” der. Onun anlamı, ancak Allah’ın kudretinin böyle hayret verici bir işi meydana getirebileceği, başka hiçbir gücün bunu başaramayacağıdır.
Ve وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا “O’na istiğfar et. Çünkü O, muhakkak tevbeleri çok kabul edici bulunuyor.” Tevbe ile kendine dönenleri kabul ile affedegelmiştir.
Tevbe; günaha nedâmet ve bir daha yapmamak üzere azim ile dönüştür. İstiğfar ise; Allah’tan mağfiret dilemektir. Kimse başkasının adına tevbe edemez, fakat başkalarının günahları için de istiğfar edebilir, yani Allah’ın onları affetmesini isteyebilir. Kur’an’da رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ “Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı babamı ve müminleri bağışla.”(İbrahim, 14/41) gibi bunun pek güzel misalleri vardır. Onun için burada da وَاسْتَغْفِرْهُ “ondan mağfiret dile” emri, peygamberin sadece kendisi için olması lazım gelmeyip ümmeti için de olur. Ve hatta daha çok ümmeti için denilmiştir. Çünkü Yüce Allah, Peygamberimizi günahtan korumuştur. Öyleyse onun istiğfar etmesi; insanlara istiğfar etmenin ne kadar gerekli olduğunu ders vermesi, ümmetinin günahları için Allah’tan af dilemesi ve devamlı manevî terakkî halinde olması itibariyla, son durumuna göre bir önceki makamını eksik bulması ve nâdiren daha evlâ olanı terk etmesi yönlerinden olmuştur.
Hz. Âişe’den rivayet edilmiştir ki, Resûlullah (sav) son zamanlarında سُبْحانَ اللهِ و بِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ وَ أَتُوبُ إلَيْهِ sözünü çok söyler olmuştu ve sorulduğunda: “Rabbim bana ümmetimde bir alamet göreceğimi haber verdi ve onu gördüğüm zaman hamd ile tesbih ve istiğfar etmemi emir buyurdu.” Demiştir .
Farz namazı kılan kimse için akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüt kılanın seher vakitleri dilediği kadar istiğfar etmesi ve hacının hacdan sonra istiğfar etmesi meşru kılınmıştır. Aynı şekilde abdestin sonunda ve her toplantının bitiminde istiğfarın meşru olduğu da rivayet olunmuştur. Resûlullah herhangi bir toplantıdan kalkarken de سُبْحَانَكَ اللَّهُمّ وبِحَمْدِكَ أَسْتَغْفِرُكَ وَأَتُوبُ إلَيْهِ derdi .
Rivayet olunmuştur ki bu sûre nazil olduğunda Resûlullah (sav) bir hutbe okuyup şöyle buyurmuştur: “Bir kul, Allah onu dünya ile kendine kavuşması arasında muhayyer (seçmeli) kıldı, o, Allah’a kavuşmasını seçti.” Bunun ne demek olduğunu Ebu Bekir (ra) anlamıştı da: Canlarımız ve mallarımız, atalarımız ve evlatlarımızla sana feda olalım, demişti. Yine rivayet olunmuştur ki: Resûlullah (sav) bunu ashabına okuduğu zaman sevinmişler, fakat Hz. Abbas (ra) ağlamıştı. Resûlullah (sav): Neye ağlıyorsun amca?” buyurdu. “Sana vefatın haber veriliyor.” dedi. “Evet dediğin gibi” buyurdu .