Nas Suresi (Gul euuzü bi rabbinnas) Türkçe Meal ve Açıklaması

уαяєη

ɘƨмɘя
Bayan Üye
NÂS SÛRESİ-114

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ (1) مَلِكِ النَّاسِ (2) إِلَهِ النَّاسِ (3)
مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ (4) اَلَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ (5)
مِنَ الجِنَّةِ وَ النَّاسِ (6)

Meâl

Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla
1. De ki: İnsanların Rabbine,
2. İnsanların yegane Hükümdarına,
3. İnsanların İlahına sığınırım,
4. O sinsi şeytanın şerrinden,
5. O ki insanların kalplerine vesvese verir,
6. O şeytan cinlerden de olur, insanlardan da olur.

Adını, ayet sonlarında tekrarlanan ve insanlar mânasına gelen nâs kelimesinden alan sûre 6 ayettir. Bu önceki Felak sûresinin devamı mahiyetinde olup, insan ve cin vesveselerinden Allah’a sığınmayı emretmektedir.

Tefsîr, açıklama

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ
1. De ki: İnsanların Rabbine,
Felâk Sûresinde olduğu gibi burada da “eûzü” (sığınırım) denilerek Allah’ın üç sıfatı zikredilmiş ve O’na sığınılması emredilmiştir. Birincisi; “Rabbü’n-Nâs”tır, yani insanları yetiştiren, mürebbîsi, sahibi ve efendisi olan Allah. İkincisi “Melikü’n-Nâs”tır; yani bütün insanların padişahı ve hükümdarı olan Allah. Üçüncüsü; “İlâhü’n-Nâs”tır; yani insanların gerçek mabudu olan Allah.
“İlâh” kelimesi Kur’an’da iki anlamda kullanılmıştır. Birincisi, mabut olmadığı halde, kendisine ibadet edilen şahıs veya bir şeydir. İkincisi, kendisine ibadet edilmesi gereken gerçek mabuttur. O’na ibadet edilse de, edilmese de O ilahtır. Allah için nerede ilah kelimesi kullanılmışsa, bu ikinci anlamda kullanılmıştır.
Yüce Allah, her ne kadar bütün yaratıkların Rabbi ise de, insanları şereflendirmek ve onlara değer vermek için sadece onları zikretti ve Nâs kelimesini üç defa tekrar edip zamirle yetinmedi ki, insanların şerefini, değerini ve onlara önem verildiğini göstersin. Ayrıca Yüce Allah’ın, insanı şereflendirmesi şöyle olmuştur: Kâinatta olan her şeyi onların emrine vermiş, onlara akıl ve ilim vererek desteklemiş; meleklerini onlara secde ettirmiştir. Binaenaleyh insanlar, mutlak olarak mahlûkâtın en üstünüdür.

مَلِكِ النَّاسِ
2. İnsanların yegane Hükümdarına,
Yani o terbiye ile yetiştiren, insanların hepsini hükmü altında tutarak, ilim ve hikmetinin gereğine göre emir ve yasak ile idare eden insanların hükümdarına sığınırım. Daha açıkçası bizim görüp bildiğimiz dünyevî melik mânâsı ile Rab ve melik değil, “Ey Mülkün sahibi Allahım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Hayır senin elindedir.”(Âl-i İmrân,, 3/26) âyetinin mefhumunca dilediğine mülk verip şah yapan, dilediğini de padişah iken indirip atan, dilediğini aziz, dilediğini zelil etmek kudretine sahip olan devamlı mülk ile tam Rab’lık kendisine mahsus bulunan melikler meliki, padişahlar padişahı, hükümdarlar hükümdarına sığınırım.
Bazı müfessirlere göre, Yüce Allah’ın بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ إِلَهِ النًّاسِ “insanların Rabbine, insanların hükümdârına, insanların ilâhına (sığınırım de)” diye emretmesi şundan dolayıdır: İnsanlar içerisinde melikler (krallar) vardır. Dolayısıyla Yüce Allah, kendisinin onların da meliki olduğunu zikretti. Yine insanlar içinde O’ndan başkasına tapanlar vardır. Bu sebeple de, onların ilâhı ve ma’bûdunun da kendisi olduğunu, onun için krallara ve liderlere değil, kendisine sığınılması icâp ettiğini bildirmiştir.

إِلَهِ النَّاسِ
3. İnsanların İlahına sığınırım,
O insanların hak mabuduna, yani akıllı ve reşit olmuş bütün insanların, kurtulmaları için imân ve ibâdet ile sorumlu bulundukları hak İlâha, hâsılı; yaratma ve emir, var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme, sevap ve ceza ile bütün tasarrufa tam kudret ve mükemmel bir ihtiyaçsızlık ile celâl ve ikramda tek olmayı gerektiren ilâhlık ancak kendisinin hakkı olan o Ehad (tek), Samed olan Allah’a sığınırım.

Şimdi görülüyor ki, önceki sûrede “müsteâzünbih” (kendisine sığınılan) ancak bir sıfat ile zikrolunmuştu, رَبُّ الْفَلَقِ “Felâkın Rabbi.” Halbuki istiâze olunan (sığınılan) âfet, “mâhalâk” yarattığın’ın şerri üç çeşit âfet sayılmıştı: ğâsık, neffâsât, hâsid. Bu sûrede ise sığınılan “Rabbi’n-nâs, meliki’n-nâs, ilâhi’n-nâs” üç sıfatla zikrolunuyor, kendisinden sığınılan ise bir şerdir. Demek ki bu şer, bu âfet önceki âfetlerin hepsinden büyük, hepsinden tehlikelidir. Ve bundan korunmayı insan hayatının bütün safhalarında ve özellikle son deminde en özel maksat olarak bilmek lazım gelir. Demek ki sığınmak için senâ (övme) dahi istenilen matlûbun kadrine göre olması icap eder.

Rablik, meliklik ve ilâhlık Yüce Allah’ın sıfatlarından üç sıfattır. O her şeyin Rabbi, meliki ve ilâhıdır. Her şey O’nun yaratığı ve kölesidir. Dolayısıyla sığınan kimsenin, bu sıfatları taşıyan kimseye sığınması emredilmiştir.

مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ
4. O sinsi şeytanın şerrinden,
Yani geri geri çekilip sinen, sinip sinip aldatmak, Hak yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için döne döne vesvese vermek âdeti olan o dönek, o sinsi, o geriletici vesvese kaynağının şerrinden sığınırım.

اَلْوَسْوَاسِ Vesvâs; esasen vesvese mânâsına çok vesveseci, müvesvis mânâsına mübalağa için sıfat ve isim olarak kullanılmıştır ki, aynı vesvese kesilmiş vesvese kaynağı demek gibidir. “Lâm” ile “el-vesvâs”, şeytanın bir ismi olmuştur. Çünkü bütün meşgûliyeti, sanatı ve daima üzerine düştüğü hep vesvese ve azdırmadır.

Burada “Vesvâsi’l-Hannâs” kelimesi kullanılmıştır. “Vesvâs”ın anlamı, “tekrar tekrar vesvese veren”dir. Vesvesenin anlamı ise, insanın kalbine ona hissettirmeden peş peşe kötü düşünce sokmaktır. “Vesvese” kelimesinde, yapılan fiilin sürekliliği, tekrarı söz konusudur. “Zelzele” kelimesindeki tekrarda olduğu gibi. Çünkü insanı bir kere kışkırtmak yeterli olmaz. İşte bu çalışmaya “vesvese”, vesveseyi verene de “vesvâs” denir.

“Hannâs” kelimesine gelince, “Hunûs”tan mübalâğalı ism-i fâil veya o vezinde ism-i mensup olarak vesvâsın sıfatıdır. Bu da söz konusu fiili çokça yapan, tekrarlayan anlamına gelir. Burada vesvese verenin vesvese vermek için insana tekrar tekrar geldiği açıktır. Bunun yanına “hannâs” kelimesi gelince anlam şöyle olur: Vesvese veren ve geri çekilen, tekrar tekrar gelerek vesvese vermeye çalışan. Diğer bir ifadeyle birincisinde başaramadığında vesvese vermek için tekrar tekrar ikinci, üçüncü, dördüncü defa gelen. “Vesvâs-i hannâs” şeytan demek olmuş oluyor ki, tefsircilerin çoğu da bunu söylemişlerdir.

Vesvese nedir? Yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denilir. Hâtırâ-i redîeye, yani nefsin veya şeytanın kalbe koyduğu hayırsız, faydasız, kötü hâtıra ve dağdağaya vesvese denilmek meşhur olmuştur, dilimizde bilinen de budur. “Nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz.” (Kâf, 50/16) âyeti nefsin vesvesesi hakkındaفَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ “Şeytan ona (Âdem’e) fısıldadı.”(Tâhâ, 20/120) âyeti de şeytanın vesvesesi hakkındadır.
Burada vesvesenin, şer fiilinin başlangıcı olduğu sonucu da çıkmaktadır. Vesvese, gâfil ve zihni boş olan bir insan üzerinde önce etkili olur ve kalbinde kötülüğe istek meydana getirir. Bu kötü niyet daha sonra irade haline gelir ve vesvesenin de etkisiyle irade pekişir. Son adımda ise şer amel ortaya çıkar. Vesvese verenin şerrinden Allah’a sığınmanın anlamı, Allah’ın, henüz başlangıcında şerri yok etmesidir.

Olaya başka açıdan yaklaşırsak, vesvese verenlerin çabasını şu şekilde sıralayabiliriz: İnsanı, önce küfür, şirk, ateistlik, Allah ve Resûlüne isyan ve müminlere karşı düşmanlık için kışkırtırlar. Eğer bunda başarılı olamamışlarsa ve kışkırtılan kişi oyuna gelmeyerek İslâm’a girmişse, bu kez onu İslâm içinde bid’ata teşvik ederek, bunlarda bir sakınca olmadığını telkin ederler. Böylece küçük günahların birikerek büyük günahlara dönüşmesini isterler. Bunda da başarılı olmazlarsa, söz konusu kişinin müminliğinin kendisi ile sınırlı kalmasına ve diğer müminlere galip gelmek için çalışmasına çaba gösterirler. O şahıs tüm bunlara rağmen hiçbir oyuna gelmezse, cin ve insanlardan bütün şeytanlar saldırıya geçerek halkı onun aleyhine kışkırtırlar. Bu noktada şeytan, mü’min insana gelerek şöyle kışkırtır: “Bunlara tahammül etmen korkak olduğunu gösteriyor. Aslında senin de onlara karşılık vermen gerekirdi.” Bu, şeytanın son silahıdır. Şeytan böylece Hak davetçilerini saptırmak ve verimsiz bir alana itmek ister. Davetçi eğer bu tuzaktan da kurtulursa, şeytan çaresiz kalır
“Vesvâsü’l-hannâs” nedir, diye tereddüde düşülmemek için şöyle beyan ve açıklama buyurulmuştur:

الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ
5. O ki insanların kalplerine vesvese verir,
Yani insanların içlerinde; gerek fert olarak içlerinde, gönüllerinde ve gerek toplum olarak içlerinde, aralarında yahut Allah’ı unutanların göğüsleri, bağırları içinde iç ve dış duyularından hatırlarına, gönüllerine türlü vesvese sokar, sezilir sezilmez fiskos eder gibi yavaşçadan gıcıklayarak kötü telkinler yapar, kötü kötü eğilimler, alçak alçak hisler uyandırır. Bu şekilde akıl ve fikirlerini çeler, türlü fenalıklara düşürür. Allah yoluna gitmekten, insanlık gayesine ermekten alı koyar, nihayet din ve imandan çıkarır, ebedi helake sürükler. O vesvâsi’l-hannâs işte böyle her şerrin başı olan vesveseyi gâfil insanların sînelerine fısıldayıp duran sinsi etken her ne ise odur.

مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ
6. O şeytan cinlerden de olur, insanlardan da olur.
Yani o vesvese veren gerek gizli cin tâifesinden, cinnîlerden olsun ve gerek malum insanlardan, insîler kısmından olsun o vesvâsi’l-hannâs ikisini de kapsamına alır.

Yani o vesvese veren vesveseci şeytan iki türlüdür: Biri fizik ötesi sahada gizli takımdan, cinnîler soyundan, biri de normal düzeyde açık ilgi kurulan, bilinen insanlar soyundandır. Bu mânâ En’âm Sûresi’nde geçtiği üzere: “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.” (En’âm, 6/112) âyeti mânâsına uygun olarak vesvâs (vesveseci)ın insan ve cin şeytanlarından daha genel olduğunu ve hepsinin şerrinden Allah’a sığınmak lüzûmunu beyân olur, en açık mânâ da budur.

Her insanın, kendisini kötülüklere sürüklemeğe, kötü işleri gözünde süslü göstermeğe çalışan bir şeytanı vardır. Peygamber (sav): “Sizden hiç kimse yoktur ki kendisine bir karîn (cin arkadaş) ve melek görevlendirilmiş olmasın. Ey Allah’ın Resûlu, ya sen (senin de karînin var mı)? demişler. Evet var, ancak Allah beni ona galip getirdi.” demiş .

Sûrenin bu son âyeti, bütün insan ve cinlerin şerrinden korunmayı öğretir. Kuşkusuz insan şeytanları, cin şeytanlarından daha tehlikeli ve öldürücüdür. Çünkü cin şeytanları, Allah’a sığınılınca gizlenir. İnsan şeytanları ise, çirkin şeyleri ona güzel gösterir ve onu kötülüklere teşvik eder. Hiçbir şey onu azminden vazgeçiremez. Masum, ancak Allah’ın koruduğu kimsedir.
Seytân vesvesesinin ilâcı üçtür: Birincisi Allah’ı çok zikretmek, ikincisi Allah’a çok sığınmaktır ki bunun en yararlısı da bu sûreyi okumaktır. Üçüncüsü de kararlılıkla şeytâna karşı koymak ve onun dediğinin tersini yapmaktır.
İşte bütün bunların şerrinden ve özellikle vesvesesinin şerrinden insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların İlâhı olan tek, ulu Allah’a sığınmak sonuç olarak emredilmiş ve bu vechile sığınanların Allah’ın yardımına mazhar olmak suretiyle korunarak güzel sonuca erecekleri vaat buyurulmuştur ki, bunun üzerine teşekkür olarak الْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.”(Fâtiha, 1/2) diye Fâtiha Sûresi’nden başlamak ne güzeldir.
Bu yüce sûrenin harfleri tekrarsız olarak (med harfleri dâhil) sayıldığında yirmi iki harftir. Fâtiha Sûresi’nin harfleri de böyledir. Bu güzel bir tevâfuktur ve Kur’an’ın başı ile sonu arasında hem mânâ, hem de başka yönlerden irtibat olduğunu gösterir.

Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs sûreleri) hakkında dikkat çeken bir nokta da, Kur’an’ın başlangıcı ve sonu arasındaki ilişkiyi sağlamasıdır. Kur’an iniş sırasına göre düzenlenmemiştir. 23 senede ve çeşitli yerlerde; zamana, şartlara ve ihtiyaçlara göre nazil olan âyetlerin, sûrelerin sırası Resûlullah tarafından değil, Kur’an’ı indiren Allah’ın emriyle düzenlenmiştir. Bu sıraya göre Kur’an Fatiha ile açılır, Muavvizeteyn ile son bulur. Bu iki sureye dikkat edilirse; açılışta; Rahmân ve Rahîm, din gününün sahibi olan Allah’a hamd ü senâ’dan sonra, kul şöyle arzeder: Ey Allahım! Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dilerim. İhtiyacım olan en büyük yardım olarak bana doğru yolu göster... Allah da doğru yolu göstermek üzere cevap olarak bütün Kur’an’ı ortaya koyar. Sonra Rabbu’l-Felak, Rabbu’n-Nâs, Melikü’n-Nâs ve İlâhü’n-Nâs olan Allah şöyle seslenmemizi emreder: “Mahlûkun her çeşidinin fitne ve şerrinden sana sığınırım. Özellikle cin ve insanlardan vesvese veren şeytanlara karşı. Çünkü doğru yoldan saptıran en büyük engel onlardır...

Son olarak; sûrede öyle bir ses uyumu var ki, güzelliğini tarif etmek mümkün değildir. Ancak Arapça’ya âşinâ olarak aslından okumakla bu güzellik sezilir. Sûrede, cinlerden ve insanlardan, gizlice insana sokulup fısıltı ile kötü düşünceler aşılayan kimselerden Allah’a sığınılır. Konu, fısıltı ile düşünceyi aşılama konusudur. Şimdi sûreyi Arapça okuyalım:
“Kul eûzû bi-rabbi’n-nâs,
meliki’n-nâs,
ilâhi’n-nâs,
min şerri’l-vesvâsi’l-hannâs,
ellezî yüvesvisü fî sudûri’n-nâs,
mine’l-cinneti ve’n-nâs”
Kulağınıza bir fısıltı sesi geliyor, değil mi? Kelimelerin sonlarında (s)lerden kulağa bir fısıltı yankılanmaktadır. İşte Kur’an böyledir. Yalnız kelimelerin anlamı değil, lafızları da ses tonlarıyla anlatmak istediği konuyu canlandırırlar. Konu, içeriğine uygun sesler veren kelimelerle anlatılır. Subhânellah!
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers haber
vozol puff
Geri
Üst