Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye'ye Tesirleri

Salvo

Kayıtlı Üye
Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye'ye Tesirleri

Selçuklu devletinin son yıllarından başlayarak Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren hükümran olduğu geniş bir coğrafyayı ve altı asırlık uzun bir dönemi içine alacak böyle bir mevzuyu, burada yeterince ele alıp işlemek mümkün olmadığı gibi, böyle bir çalışmayı gerçekleştirebilmek de uzun yıllar sürecek bir çalışmayı gerektirecektir. Bizim buarada yapabileceğimiz sadece birkaç noktaya işaret edebilmek, olsa olsa konunun ehemmiyetine dikkat çekebilmekten ibaret olacaktır.



Bilindiği gibi, İbn Arabî hicrî 560-638 (1165-1240) yılları arasında yaşamış, gençlik yıllarını doğduğu Endülüs'te geçirmiştir. Genç yaşta tasavvufa intisap eder ve Endülüs'ün birçok şeyhi ile tanışır, onlara hizmet eder. Hizmet halkasında bulunduğu bu şeyhlerden ikisi kadındır. Bu zatlardan Rûhu'l-Kuds fî münâsahati'n-nefs adlı eserinde bahsetmektedir. Fütûhât-ı Mekkiyye'sinde de mülâkî olduğu birçok şeyhin ismini vermektedir.



Fas'ta bulunduğu 597 (1200/1201) yıllarında 35 yaşındayken şahidi olduğu manevi bir tecellide kendisine "Doğu'daki şehirlere" gitmesi emredilir. Aynı sene yola çıkar. Tunus, İskenderiye ve Kahire üzerinden Mekke'ye gelir ve hac vazifesini de ifa eder. Oradan 601 (1204) yılında Bağdat ve Musul'a geçer. Anadolu'ya gider, Malatya'da bulunur ve 603 (1206) yılında Kahire'ye döner. Burada şiddetli tenkit ve düşmanlıklara maruz kaldığından 604 (1207) yılında Kahire'yi terkeder. Haleb'e ve oradan 607 (1210) yılında Konya'ya gelir.



Selçuklu Sultanı ve halk onu iyi karşılar. Sadreddin Konevî onun müridi olur. Konevî'ye birçok eserinden icâzet verir. Konya'dan sonra Kayseri, Malatya, Sivas, Harran ve tekrar Bağdad'a gider, 608 (1211). Burada Avârifü'l-Maârif müellifi Şihâbeddin Ömer es-Sühreverdî (v. 632/1234) ile tanışır ve görüşür. 609 (1212) yılında Selçuklu Sultanı Keykâvus'a uzun bir mektup yazar:



Hıristiyan tebaa ile münasebetlerinde tedbirli olmasını; onların İslam davasına zarar verebilecek davranışlarına mani olmasını; şehirler ve civarlarında yeni kilise, manastır, vs. şeyler yapmalarına ve harap olan mabetlerinin tamir edilmesine müsade etmemesini; Hıristiyanların Müslümanlara karşı saygılı davranmalarını ve yakınlarından Müslüman olacak kimselere mani olmamalarının sağlanmasını sultana tavsiye eder.



Selçuklu Sultanı onu sarayına davet ederse de icabet etmez. 610 (1213) yılında Haleb'e, 611 (1214) yılında tekrar Mekke'ye gider. 612 (1215) yılında yine Anadolu'ya Aksaray'a gelir, Sivas ve Malatya'da bulunur. Sultan Keykâvus'un Antakya'da Hıristiyanlara karşı zafer kazanacağı müjdesini verir.



612 ile 626 (1215 ile 1219) yıllarını Malatya'da geçirir. Bu süre zarfında birçok talebesine eserlerinin icazetini verir. 617-618 (1220 ile 1221) yıllarında tekrar Haleb'e gelir. Burada Eyyûbî Sultanı el-Melik ez-Zâhir ile iyi münasebetler kurar. Sultanın davetlisi olarak 620 (1223) yılında Şam'a gider, oraya yerleşir ve 638 (1240) tarihinde, vefatına kadar bu şehirde kalır.



İslam tasavvufu ve düşüncesinde derin izler bırakan ve halen tesiri devam eden Fütûhât-ı Mekkiyye ve Füsûsü'l-Hikem adlı eserlerini Şam'da kaleme alır.



İbn Arabî'nin manevi bir işaretle, XIII.asırda İslam dünyasının en batısı Endülüs'ten, İslam dünyasının merkezine doğru hareket ettiği yıllarda, İslam dünyasının doğusundan da bir başka mühim hicret hadisesine şahit oluyoruz.



Mevlana'nın babası Sultan Bahâeddin Veled oğlu Celâleddin ile 618 (1221) yıllarında, o da manevi bir işaretle Orta Asya'dan, Belh'ten, Hicaz'a doğru hareket eder. Sonra 1228-1229 yıllarında Konya'ya gelip yerleşirler.



Bu iki mühim şahsiyetin göçlerinin ardından biri Batı'da Endülüs'te hüküm sürmekte olan Muhavvidler (541-668/1147-1269), Haçlı orduları karşısında yenilgiye uğrayarak Kurtuba ve İşbiliye gibi büyük şehirlerini kaybederek yıkılır (1269). Diğer emîrlikler zaman zaman mevziî hakimiyetler kurarlarsa da 1492 yılında Gırnata şehri de anlaşma ile teslim olur. Böylece Endülüs Müslümanları siyasi ve dini güçlerini tamamen kaybederler.



Benzer bir kaderi aynı tarihlerde İslam dünyasının doğusu da yaşamaktadır. Moğol orduları Orta Asya'dan itibaren önüne çıkan güçleri yok edip Bağdat'a dayanmış ve 656 (1258) yılında Abbasî Hilâfeti'ne son vermiştir. Sonra Irak, Suriye ve Anadolu'ya yürümüş ve Selçuklu Devleti'nin yıkılmasına sebep olmuştur. Selçuklu Devleti'nin mirasını paylaşan Beylikler'den Osman Bey'in 1299 yıllarında kurduğu Beylik, devletin Batı hududunda Bizans'a komşu olduğundan, cihat ruh ve gayretini canlı tutarak daha batıya doğru gelişme imkanını elde etmiş ve bunu deperlendirmiştir.



Kısaca çizdiğimiz bu tarihî yıkılış ve bozgun tablosu içinde Endülüslü İbn Arabî'nin ve Belhli Mevlana Celaleddin'in Anadolu'ya, Konya'ya Selçuklu başşehrine birbirine çok yakın tarihlerde gelmiş olmaları, İslam tasavvufu ve düşüncesi bakımından, gelecek yıllar ve asırlarda mühim neticelerin doğmasını hazırlamıştır.



İbn Arabî'nin talebesi ve Mevlana'nın yakın dostu olan Sadreddin Konevî (v. 673/1274), İbn Arabî'nin ekolünü Arapça "aaaafizik" kitaplarla devam ettirirken, Mevlana da Farsça yazdığu şiirler ve Mesnevîsi ile İslam tasavvufu içinde dile getirilen bir tek "hakikat"in iki ayrı üslupta temsilcileri olmuşlardır.



Sonraki devir Mesnevî şârihleri Mesnevîyi İbn Arabî ve Konevî'nin ıstılahlarıyla yorumlayıp açıklarken, İbn Arabî ekolü mensupları da Mevlana'nın nazım ve şiirlerinde kullandığı üslup ve sembollerle Türkçe ve Farsça şiirler yazıyorlardı.



Mevlana'nın 1278 ve S. Konevî'nin 1273 yıllarında vefatlarından sonra, yıkılan Selçuklu Devleti'nin vârisi olarak Anadolu'nun batısında kurulan Osmanlı Devleti gelişmeye başlarken, Selçuklu ülkesinin ilim ve tasavvuf mirasına da sahip olmuş oluyordu. Bu manevi mirasa sahip çıkmayı gerektiren, hatta buna hususi bir itina gösterilmesini gerektiren sebepler de vardı. Bunlardan İbn Arabî ile ilgili olanlardan birisi şudur:



İbn Arabî, eş-Şeceretü'n-Nu'mâniyye fi'd-Devleti'l-Osmâniyye adlı çok küçük hacimli risalesinde cifr ilminin verilerine istinaden Osmanlı Devleti'nin kurulacağını ve bu devletle ilgili bazı hâdiseleri rumuzlu ifadelerle haber vermiş ve S.Konevî de bu eseri şerh etmiş, bazı rumuzları açıklamıştır.



İbn Arabî'nin Anadolu'da yaptığı sayahatler esnasında Konya, Kayseri, Malatya, Sivas ve Aksaray gibi şehirlerde ikâmeti sırasında tanışıp görüştüğü ve sohbetlerinde yetiştirdiği talebeleri, tabiatıyla onun fikirlerini ve görüşlerini gelecek nesillere aktarmaya devam edecekti.



Bunun yanında, rumuzlu ifadelerle Osmanlı Devleti'nin kurulacağını ve bazı hâdiseleri önceden bildirmesi, önceden bildirdiğine inanılması, Osmanlı sultanları, âlim ve mutasavvıflarının ayrıca dikkatini çekmiş, İbn Arabî'ye hususi bir ilginin gösterilmesini sağlayan sebeplerden biri olmuştur diyebiliriz. Nitekim, bu risalede geçen cümlelerden biri olan "İzâ dahale's-sîn fî'ş'şîn, yazheru kabru Muhyiddîn" yani, "Sîn şın'a dahil olduğu vakit, Muhyiddin'in kabri ortaya çıkacaktır" cümlesi, Kahire seferi sırasında Yavuz Sultan Selim Şam'a geldiğinde tahakkuk etmiş, İbn Arabî'nin o sırada üzeri çöplerle kaplı Sâlihiye'deki kabri ortaya çıkarılmış, Sultan türbenin yenilenmesini ve oraya bir de cami yapılmasını emretmiştir. 924 (1517) yılında caminin kuzeyine ayrıca bir de tekke inşa edilmiştir. Türbenin girişine Kemal Paşazâde'nin İbn Arabî'yi öven bir fetvasıyla İbn Arabî'nin biraz evvel zikrettiğimiz cümlesi yazılmıştır.



Şeyhülislam İbn Kemal'in (1468-1534) İbn Arabî hakkındaki fetvasının konumuzla ilgili cümleleri şunlardır:

"Ey insanlar! Biliniz ki, büyük şeyh, şerefli önder, âriflerin kutbu, muvahhidlerin imamı, Endülüslü, Hâtem Tayy kabilesinden Muhyiddin İbn Arabî kâmil bir müctehid ve fâzıl bir mürşid, taaccüp edilecek hayat hikayeleri ve olağan dışı hâdiseleri ve çok talebesi olan bir zattır. Âlimler ve ileri gelenler katında kabule mazhar olmuştur. Onu inkar eden hata yapmış olur. İnkarında ısrar ederse sapıtmış olur. Sultana, onu terbiye etmesi ve onu inancından çevirmesi gerekir. Çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötülükten men etmekle memurdur. Onun birçok eseri vardır. Bunlar içinde Füsûsü'l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye bulunur. Bunlardaki meselelerin bir kısmının sözü ve manası belli, ilâhî buyruğa ve şer'-i Nebevî'ye uygundur. Bir kısmı da zâhir ehlinin anlayışına göre gizli olup, keşf ü bâtın ehlinin anlayışına göre açıktır. Meramını anlamayana bu durumda susmak lazımdır. Zira yüce Allah, 'bilgin olmadığı şeyin peşine düşme, çünkü kulak, göz ve kalbin her biri bu davranıştan sorumludur' (İsrâ, 17/36) buyurmaktadır..."



Bu fetvada dikkatimizi çeken noktalardan bazıları şunlardır: 1) İbn Arabî'nin ilmî ve manevi şahsiyetinden saygı ve övgü ile bahsedilmektedir. 2) Onun görüşleri âlimler ve ileri gelenler tarafından kabule mazhar olmuştur. 3) Onun görüş ve fikirlerini inkar edenler hata ederler; hatalarında ısrar ederlerse sapıtmış olurlar. 4) Sultanın yani devlet otoritesinin, ısrarlı inkarcıları terbiye etmesi ve inkarlarından çevirmesi gerekir; çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötülükten men etmekle vazifelidir. 5) Zâhir ehlinin anlayışına göre gizli olan fikir ve görüşleri, keşf ü bâtın ehline göre açıktır. Şu halde, her devirde mevcut olan keşf ü bâtın ehli zâhir ehlinin anlayamadığı manaları anlayacaktır. 6) Onun bu nevi görüşlerinde meramının ne olduğunu anlayamayanların susması gerekir. Zira, her devirde temsilcileri bulunan keşf ü bâtın ehli bu manalrı anladığına göre, ülke sathında sadece zâhir ehlinin fikir ve görüşlerini hâkim kılmak ve zâhirî görüşlere uygun düşmeyen fikir ve görüşleri susturmak isteyenlerin, onları susturmak yerine, kendilerinin susmaları gerekir. Çünkü, keşf ü bâtın ehli, zâhir ehlinin dediği şeyleri anladığı gibi, onlardan fazla olarak başka şeyleri de anlamaktadır. Şu halde, susması gereken fazla bilenler değil, daha az bilenlerdir.



Fetvadan anlaşılan bu birkaç noktaya şunu da ilave etmemiz mümkündür. İbn Arabî, aklî ve naklî olan dinî ve dünyevî ilimlere ilave olarak, hatta bir bakıma dinî ilimin özü ve esası olan ilham, keşf ü bâtın ilmi adlarıyla anılan, asırlardan beri tasavvuf ehlinin temsil ettiği görüşlerin âlim bir sözcüsü sıfatıyla yeni bir "ilmî" metot ve üslup geliştirmiş ve kendi ulaştığı netice ve "hakikat"leri eserlerinde en veciz şekilde ifade etmiştir. Şu halde, zâhir ve bâtınıyla bir bütün ve cihanşümul bir din olan İslam'ı, böylece anlamalı ve cihanşümul bir yorumla kalp ve zihinlere takdim etmelidir. Gerçekten de İbn Arabî bu cihanşümul yorumu başarmış olan bir büyük mutasavvıftır.



Cihanşümul bir devlet kurmak niyet ve emelinde olan Osmanlı âlim ve devlet adamları da elbette kısmî, yarım, mevziî, mahallî ilim ve yorum sahiplerini değil, küllî ve cihanşümul olan ilim ve yorumları tercih edecek ve bunu gerçekleştirmek için de elinden gelen gayreti sarf edecektir.



İslam'ın kısmî ve mahallî yorumları, sadece mahallî devlet ve medeniyetlerin kurulmasına imkan verebilir. Cihanşümul devlet ve medeniyet kurmaya yönelmiş Osmanlı sultanlarının cihanşümul ilim ve görüşleri idrâk edebilen İbn Kemal gibi Şeyhülislam ve âlimlere, danışmanlara ve fetva ehline sahip olması hem devleti yönetenler ve hem de halk için ilâhî bir lütuftur.



1516 Yılında Anadolu Kazaskeri olan Yavuz Selim ile Mısır seferine katılan, dönüşte Şam'da İbn Arabî'nin türbesinin yaptırılması için sultana fetva veren ve 1525 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın Şeyhülislam'ı olan İbn Kemal, bu fetvasıyla XVI:asır başlarında Osmanlı ülkesinde hüküm süren ve daha asırlarca sürecek olan bir kanaatin resmi temsilcisi ve sözcüsü olmuştur. Tabii ki, İbn Kemal'den önce iki asır boyunca âlimler, mutasavvıflar ve devlet yöneticileri nezdinde böyle bir kanaat oluşmuş olmasaydı, İbn Arabî'nin görüş ve fikirlerini devam ettirebilen ilim ve tasavvuf ehli bulunmasaydı, böyle bir fetvanın verilebilmesi mümkün olamazdı. İbn Arabî hakkında Sultan'ın fetvaya başvurması ise, sanıyoruz ki artık Osmanlı ülkesi olan Mısır ve Suriye'de İbn Teymiye (v. 728/1328) ve benzerlerinin, takipçilerinin İbn Arabî'ye karşı düşmanca görüş ve fikirlerinin sebep olabileceği kargaşayı resmen önlemek içindir. Zaten İbn Teymiye Osmanlı asırlarında ilgi ve itibar görmemiş, ancak yıkılış dönemi olan XX.yüzyıl başlarında ve günümüzde çok dar bir kesim tarafından benimsenmiştir.



..... Osmanlı uleması, XVI.asırda diğer İslam ülkelerine nisbetle İbn Arabî'nin eserlerine daha çok alaka göstermektedir.



..... Osmanlı ilim ve siyaset adamları, XVIII. asrın başında da İbn Arabî'yi din, fikir, ilim ve siyaset anlayışının temel taşlarından biri olarak görmekte, bunu İran ve diğer İslam ülkelerine nisbetle bir imtiyaz ve üstünlük olarak değerlendirmektedirler.



..... Tasavvuf bakımından, talebe yetiştirmek kitap yazmaktan daha gerekli görülmüştür. Ancak, İbn Arabî her ikisini de yaparak diğer büyüklerle beraber bu konuda da örnek teşkil etmiştir. Yetiştirdiği talebelerden bilhassa S.Konevî mühimdir. Zira, başta Füsûs olmak üzere onun ilk şârihi, yorumlayıcısı, fikirlerinin takipçisi ve bir bakıma ilk sistemleştiricisi odur. Miftâhu'l-Gayb ve diğer eserleri, İbn Arabî'yi Anadolu'da tanıtan ve anlatan eserler olmuştur. Talebeleri de hem kendisinin hem de İbn Arabî'nin takipçileri olmuştur.



S. Konevî'den itibaren günümüze kadar 7 asır boyunca İbn Arabî ekolünü ülkemizde devam ettiren şahsiyetlerden bazıları şunlardır:

1) Dâvûd-i Kayserî (v. 751/1350): Konevî'nin talebelerinden Kemaleddin Kâşânî'nin talebesidir.

2) Molla Fenârî (v. 834/1430): Babası Konevî'nin halifelerindendir.

3) Muhammed Kutbuddin İznikî (v. 855/1450): Molla Fenârî'nin talebesidir.

4) Yazıcızâde Muhammed Efendi (v. 855/1451): Muhammediye isimli meşhur eserin müellifidir.

5) Cemal Halvetî (Çelebi Halife, v. 912/1506): İbn Arabî'nin iki beytini şerh etmiştir.

6) İdris Bitlisî (v. 926/1520).

7) Sofyalı Vali Efendi (v. 960/1552): Füsûs şârihi.

8) Üftâde Muhammed Muhyiddîn (v. 968/1580): Bursalı ve Çelvetiye Tarikatı büyüklerindendir.

9) Aziz Mahmud Hüdâyi (v. 1038/1629): Üftâde Hazretlerinin talebesidir.

10) Nureddin Musliheddin Mustafa Efendi (981/1578).

11) İsmail Ankaravî (v. 1041/1631): Meşhur Mesnevî şârihidir.

12) Abdullah Bosnevî (v. 1046/1636): Füsus şârihidir.

13) Sarı Abdullah Efendi (v. 1071/1660).

14) Karabaş Veli (Ali Alâeddin Atvel, v. 1097/1685).

15) Atpazarî Osman Fazlı İlâhî (v. 1102/1690).

16) Niyâzî-i Mısrî (v. 1105/1693): En yaygın ve meşhur tasavvufî divanın sahibidir.

17) İsmail Hakkı Bursevî (v. 1137/1724).

18) Nasuhî Mehmet Efendi (v. 1130/1717).

19) Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (v. 1196/1781).

20) Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin (v. 1299/1881).

21) Muhammed Nuru'l-Arab (v. 1305/1887).

22) Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî (v. 1311/1893): Tercüme-i Cânibü'l-Garbi fî Halli Müşkilâti İbn Arabî adlı bir eseri vardır.

23) Salahaddin Yiğitoğlu (v. 1937).

24) Amhet Avni Konuk (v. 1938).

25 Nuri Gençosman (v. ?).



Bu şahsiyetleri, talebe ve müritleriyle birlikte düşünecek olursak İbn Arabî'nin Osmanlı toprakları üzerinde günümüze kadar uzanan ve halen de devam eden mühim bir tesire sahip olduğunu ve Türk-İslam tasavvuf ve edebiyatı üzerinde derin bir iz bırakmış bulunduğunu az çok tahmin edebiliriz.

Prof.Dr. Mustafa Tahralı'nın bu yazısı, Endülüs'ten İspanya'ya adlı kitaptan (TDV, İst. 1996) alınmıştır.
 
bayigram takipçi satın al instagram beğeni satın al instagram takipçi satın al tiktok takipçi satın al Buy Followers haber
vozol puff
Geri
Üst