Salvo
Kayıtlı Üye
İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin talebelerindendir. İran'da Bedâhşân'ın Keşm kasabasındandır. Önce Seyyid Mîr Muhammed Nûmân hazretlerinin huzûrunda tövbe edip, ona talebe oldu. Sohbetinde yetişip, Seyyid Mîr Muhammed'in işâreti ile, 1621 (H.1031) senesinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetiyle şereflendi.
Muhammed Hâşim'in yüksek babası Hâce Kâsım, o bölgenin büyüklerinden ve meşhûr âlimlerinden olup, Bedehşân pâdişâhı Mîrza Şahrûh'un hocalarındandır. Muhammed Hâşim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine kavuşmasını, hocasının hayâtını yazdığı Zübdet-ül-Makâmât kitabının önsözünde şöyle anlatıyor:
Devâmlı var olan ve O'ndan başkasıO'nunla varlıkta duran Allahü teâlâya hamd ederim. Serâpâ nûr olan Peygamberimiz hazret-i Muhammed'e, Âline, Eshâbına, O'na tâbi olanların hepsine ve kıyâmete kadar O'nu sevenlere salât ü selâm ve iyi duâlar ederim.
İlim ve irfân kaynağı, gizli ve âşikâr hazîneler sâhibi, temkin ve edeb sofrasının efendileri, silsile-i zeheb halkasının mestolmuşları! Biliniz ki, kendi amelinden utanan bu hakîrin baba ve dedeleri, yüksek Kübreviyye yolunda idiler. Daha çocukluğumda, bu yolun büyüklerinden bâzılarının bereketli sohbetlerinde bulunmuştum. Fakat yaradılışım îtibâriyle ve aslî münâsebetim sebebiyle, daha gençliğimin, delikanlılığımın ilk zamanlarında gizli işâretler ve müjdelerle, kalbimi silsile-i zehebden olan Nakşibendiyye'nin büyüklerine bağladılar. Ümid gözüm onların rahmet ve bereketi ile açılınca, bu büyük yolun yol göstericilerinden hangisinin, bu âcizin kolundan tutacağını bilemiyordum. Bu azîz ve çok yüksek silsileye girmek isteyenleri kabûl edenlerden hangisinin, bu kâbiliyetsizi, kerem ve ihsân ederek kabûl edeceğini anlayamıyordum. Bu düşüncenin devâm ettiği günlerde, o makâmlara kavuşmak istemenin verdiği arzû ile, elem ve sıkıntı içinde, dâimâ; "Haydi! Atımı hazırlayın, muhakkak Hindistan'a gitmem lâzımdır." diyordum. Mevlânâ buyurur ki:
Beyt:
Hindistan'ı rüyâmda gördüğüm günden beri,
Ümid gözüm açıldı, harâb buldum her yeri.
Bu elemlerden ve şuursuzca söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu. İster istemez kendimi tutamayıp, Hindistan'a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın acâib hâlleri, garib tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ zannediyorum, dilimle; "Bu azâmetli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yâhut zamânımızda da vardır, ama bizim gibi kâbiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır." dedim.
Beyt:
Ya güzellerin kalbinde ehl-i dile meyl kalmadı.
Ya âşıklar diyârında bir sâhib-i dil kalmadı.
Bu günlerde idi. Bir gece rüyâmda büyük bir zât; "Haydi, kalk, filân mürşid-i kâmil ve âlim, filân yerde, talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar." dedi. Oraya gittik, şu sûrette bir üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın altında başlarını önlerine eğmiş, sessizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren zât, üstâdın huzûruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi tuttular ve; "Bismillâhirrahmânirrahîm, Nasr sûresini sonuna kadar oku!" buyurdular. Okudum ve ağladım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzâl olduğunu düşünmeğe başladım ve şöyle buldum: "Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok insanların fevc fevc, yâni kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye girdiğini görürsün. O hâlde tesbih et ve istiğfâr yolunda ilerle ki, Allahü teâlâ tevvâbdır (Yâni ziyâdesiyle tövbe kabûl edicidir)." Allahü teâlânın kelâmının sonu tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.
Bu rüyâdan sonra diyar diyar gezip, Hindistan'ın büyük şehirlerinden, hacıların uğradığı Burhânpûr'a vardım. Gariblerin sığınağı, üzüntülü kalblerin tabîbi, Şeyh Burhâneddîn-i Garîb'in isminin bereketiyle feyzlenmiş bir ülkedir. İlim, amel, takvâ sâhibi ve Kur'ân-ı kerîme muttalî büyük bir âlimin rüyâsına göre, burası birçok beldelerden hayırlıdır. (Allahü teâlâ bu şehri ve diğer bütün müslüman memleketlerini belâlardan, âfetlerden korusun.)
Burhânpûr'da silsile-i şerîfeden, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve tâliblerin kalblerini çekmekte mâhir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîki mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve vicdan, insan görmüş insan, Muhammed Nûmân'ın huzûr ve sohbetlerine kavuşmak için çok acele ediyordum. Huzûrlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman, hayretler içinde kaldım. Zîrâ, beni rüyâda büyük bir zâtın huzûruna (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna) bu zât kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzûr ve hizmetlerinde, İmâm-ı Rabbânî'nin muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihâyet bin otuz bir senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ıRabbânî'nin yüksek dergâhına kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve seferde, yanlarından, eteklerinden ayrılmadım. Bu zamanda, onların sohbetlerinden çok istifâde ettim. O cihânı nûrla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr vurdu ve feyz aktı ki, dile gelmez.
Bu fakîr bir gün, Kur'ân-ı kerîm okurken; "Ey Habîbim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah seni Makâm-ı Mahmûd'a kavuşturur." (İsrâ sûresi: 79) meâlindeki âyet-i kerîmesine gelince, aklıma; "Teheccüd namazını kılmakla şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd'un bereketlerinden nasîb alınıyor mu?" diye geldi.Hazret-i İmâm'a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzûrlarına geldim. Abdest alıyorlardı. Beni görünce, hemen; "Teheccüd namazını çok kıymetli tut." buyurdular. "Çoğu zaman kılıyorum." dedim. Buyurdular ki: "Şefâat makâmı olan Makâm-ıMahmûd'dan nasîb ve pay almak istiyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar." Sonra aynı âyet-i kerîmeyi okudular. Bu fakîr, mübârek ellerini öperek; "Bu muammayı sormak için huzûrunuza gelmiştim. Elhamdülillah, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz beyân ettiniz." dedim.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, muhlislerinden herbirinin ismine birer mektup yazınca, bu fakîrin de, bu devlet ve saâdete kavuşmak sebebiyle, kalbime; "Allahü teâlânın inâyeti ile, güzel kokulu mektûplarından bir tâne de bu fakîre yazsalar ve bu mektup Mektûbât'ın birinci cildinin son mektubu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın sonuncusu ve en aşağısıyım." diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektubun sonunda da; "Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla, şerîat sâhibi peygamberlerin adedine ve Eshâb-ı Bedr'e uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim." buyurdular. Mübârek hocam kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler.
Beyt:
Vücûdumun her kılı gelse de dile,
Şükrünün binde birini edemez bile.
Onların civârında ve duvarlarının gölgesinde geçen aylar ve günler esnâsında, zamânın gavsi ve esrâr sâhibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek büyük mürşid-i kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların tesirlerini dâimî eylesin) bu âcize; "İmâm-ıRabbânî'nin husûsî ve umûmî meclislerinde, inci saçılan mübârek dilinden, vakte, zamâna, hâle ve istidâda göre çıkan ve mârifetler hazînesi olan Mektûbât'ta bulunmayan, yeni ve tâze faydaları, yüksek mârifetleri, onların hâllerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini, kerâmetlerini, yazman sana lâzım oldu. Ayrıca İmâm-ıRabbânî müceddid-i elf-i sânî'nin hocası kutb-ı zamân, çok yüksek makâmlar sâhibi, kalblerin nûrlandırıcısı, âriflerin ışığı, din ve milletin kendisinden râzı olduğu, efendimiz Hâce Muhammed Bâkî Üveysî Nakşibendî (kaddesallahü sirreh) hazretlerinin yüksek hâllerini bir kitap hâlinde toplayasın. Böylece o iki serveri sevenlere, onların hâllerini tanıtır ve yâdigâr bırakırsın" buyurdular. Sermâyemin az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çârem kalmadı. Bu sözlerden az bir kısmını yazdığımda, takdir-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr saçılan eşsiz hocamdan icâzet alarak, onun emri ile Burhanpûr'a gittim. Uzakta kaldığım zamanlar, ayrılık elemleri ve hasretimi teskin için, bu yüksek halleri ve sözleri yazmak arzûsu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir mikdâr yazınca, hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini mâteme gark etti. Vefâtından sonra, teselliyi, hâllerini ve sözlerini anlatmak ve yazmakta buldum.
Nazm:
Bir balık ki mahrûm kalır Fırat'dan,
Artık yaşayamaz ümid keser hayatdan.
Hazret-i İmâm'ın vefât haberi bu garibe gelince, üzüntümün ve ızdırâbımın çokluğundan ciğerim yandı, gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişân oldu.Sahrâlara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu rubâîyi söylüyordum:
Mâdem sen yoksun, yüzümü sahraya döneyim,
Kalbime dağlar kadar gam yükü yükleyeyim.
Her gördüğüm dikenden, soracağım gülümü,
Ve her gördüğüm kuştan, ankâmı isteyeyim.
Akşam olunca şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle başıma gam örtüsünü bürüdüm. İçim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. İçimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum.
Soğuk âh âteş-i gamla, gözümüz yaşlı her zaman,
Aşk habercisinden bir başka âcizlik var her zaman.
Damarlarım iplik oldu, yanan tenim iflâh olmaz,
Senin aşkından kalbimiz parçalanıyor her zaman,
Her kılın dibi mâtemden halka oldu, ey Hâşim,
Her halkada nice dille ben ağlarım her zaman.
Bu yanma ve gözyaşları arasında, hazret-i İmâm göründü. "Sabretmek lâzım." buyurdular. Binlerce kırıklık, perişânlık ve şaşkınlıkla; "Ey iki dünyâ seâdetimin sebebi, ateşe kim dayanabilir?" diye arz ettim. "İbrâhim aleyhisselâma benzeme hâlini yerine getirmek lâzımdır. O ateşe atılırken sabretmişti." buyurdular. Bu kendinden geçmiş sarhoş âşığın divâneliği arttı ve şu rubâîyi okudum:
Divâne gönlüm bu sözden daha çok mecnûn oldu,
Açılan yaralardan, feryâdım efzûn oldu.
Kırılan şişelerin içinde bir şey kalmaz,
Bu kalbim kırıldıkça daha çok kanla doldu.
Tekrar sahrâlara çıkmak istedim. Mescidin kapısından ayağımı dışarı atınca yere yıkıldım. Kendimden geçtim. Bu fakîrin tanıdıklarından biri, o gece oradan geçiyordu. Beni tanıyıp evine götürdü. Bizim evdekilere, beni gam ve mâtemle dolu olan evimize götürmeleri için haber verdi. Orada kalmama râzı olmadıklarını anlayınca, ister istemez, güçsüz kuvvetsiz, zorla kendi virânhâneme geldim. Gelirken dilimde şu hasret şiiri vardı:
Yol başlarında göz yaşı dökerek oturayım,
Gelen geçen yolculardan, senden haber sorayım.
Bâzan toz gibi kalkıp, bâzan yere ineyim,
Bundan iyi seferi olamaz güçsüzlerin,
Ciğerim, seve seve, yanıyor söyleyeyim,
Gözümü kâse yapıp, altın gümüş ister gibi.
Kapındaki fakirlerden gözyaşı dileneyim,
Evim inilti yatağı, ben de olayım ney gibi.
Belki böylece Yûsuf'tan bir haber edinirim,
Sahrâda yanan bir susuz, deryâya inmiş gibi,
Ondan haber verecek birini bekleyeyim.
Bu kâfile erbâbı, bey' ve şirâ hayrânı,
Gönlü düğüm yapıp Hâşim, hayâlle avunayım.
Ömrünü insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle geçiren Hâşim-i Keşmî hazretleri, 1645 (H.1054) senesinde Burhanpûr'da vefât etti. Kalabalık bir cemâatle kılınan cenâze namazından sonra bu şehirde defnedildi.
En mühim eseri Berekât-ı Ahmediyye'dir. Bu kitabın bir ismi de Zübdet-ül-Makâmât' tır. Bu eserini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından bir sene önce yazmaya başlayıp, 1627 (H.1037) senesinde tamamlamıştır. Kitap, belâgat ve fesâhat bakımından çok yüksek olduğu gibi, ihlâs ve muhabbetle yazıldığından, çok feyzli ve bereketlidir. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri; "Berekât kitabını okumak, îmânın vicdânileşmesine sebeb olur. Benim vardı. Seferde kayboldu. Bulursanız kabrimin başında okuyun" buyurmuştur. Kitap, İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşr edilmiştir.
Kitap iki maksad üzeredir. Birinci maksad; İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mürşidi Hâce Muhammed Bâkî'yi, ikinci maksad; her cephesiyle, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, yüksek oğullarını ve değerli halîfelerini beyân eder.
Ayrıca İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerine yazdığı mektuplarından meydana gelen Mektûbât kitabının üçüncü cildini 1623 (H.1033) yılında toplamaya başladı. Eseri 1630 (H.1040) senesinde tamamladı.
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1118
2) Zübdet-ül-Makâmât, Önsöz
3) Hadarât-ül-Kuds; s.368
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.82
Muhammed Hâşim'in yüksek babası Hâce Kâsım, o bölgenin büyüklerinden ve meşhûr âlimlerinden olup, Bedehşân pâdişâhı Mîrza Şahrûh'un hocalarındandır. Muhammed Hâşim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine kavuşmasını, hocasının hayâtını yazdığı Zübdet-ül-Makâmât kitabının önsözünde şöyle anlatıyor:
Devâmlı var olan ve O'ndan başkasıO'nunla varlıkta duran Allahü teâlâya hamd ederim. Serâpâ nûr olan Peygamberimiz hazret-i Muhammed'e, Âline, Eshâbına, O'na tâbi olanların hepsine ve kıyâmete kadar O'nu sevenlere salât ü selâm ve iyi duâlar ederim.
İlim ve irfân kaynağı, gizli ve âşikâr hazîneler sâhibi, temkin ve edeb sofrasının efendileri, silsile-i zeheb halkasının mestolmuşları! Biliniz ki, kendi amelinden utanan bu hakîrin baba ve dedeleri, yüksek Kübreviyye yolunda idiler. Daha çocukluğumda, bu yolun büyüklerinden bâzılarının bereketli sohbetlerinde bulunmuştum. Fakat yaradılışım îtibâriyle ve aslî münâsebetim sebebiyle, daha gençliğimin, delikanlılığımın ilk zamanlarında gizli işâretler ve müjdelerle, kalbimi silsile-i zehebden olan Nakşibendiyye'nin büyüklerine bağladılar. Ümid gözüm onların rahmet ve bereketi ile açılınca, bu büyük yolun yol göstericilerinden hangisinin, bu âcizin kolundan tutacağını bilemiyordum. Bu azîz ve çok yüksek silsileye girmek isteyenleri kabûl edenlerden hangisinin, bu kâbiliyetsizi, kerem ve ihsân ederek kabûl edeceğini anlayamıyordum. Bu düşüncenin devâm ettiği günlerde, o makâmlara kavuşmak istemenin verdiği arzû ile, elem ve sıkıntı içinde, dâimâ; "Haydi! Atımı hazırlayın, muhakkak Hindistan'a gitmem lâzımdır." diyordum. Mevlânâ buyurur ki:
Beyt:
Hindistan'ı rüyâmda gördüğüm günden beri,
Ümid gözüm açıldı, harâb buldum her yeri.
Bu elemlerden ve şuursuzca söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu. İster istemez kendimi tutamayıp, Hindistan'a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın acâib hâlleri, garib tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ zannediyorum, dilimle; "Bu azâmetli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yâhut zamânımızda da vardır, ama bizim gibi kâbiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır." dedim.
Beyt:
Ya güzellerin kalbinde ehl-i dile meyl kalmadı.
Ya âşıklar diyârında bir sâhib-i dil kalmadı.
Bu günlerde idi. Bir gece rüyâmda büyük bir zât; "Haydi, kalk, filân mürşid-i kâmil ve âlim, filân yerde, talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar." dedi. Oraya gittik, şu sûrette bir üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın altında başlarını önlerine eğmiş, sessizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren zât, üstâdın huzûruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi tuttular ve; "Bismillâhirrahmânirrahîm, Nasr sûresini sonuna kadar oku!" buyurdular. Okudum ve ağladım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzâl olduğunu düşünmeğe başladım ve şöyle buldum: "Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok insanların fevc fevc, yâni kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye girdiğini görürsün. O hâlde tesbih et ve istiğfâr yolunda ilerle ki, Allahü teâlâ tevvâbdır (Yâni ziyâdesiyle tövbe kabûl edicidir)." Allahü teâlânın kelâmının sonu tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.
Bu rüyâdan sonra diyar diyar gezip, Hindistan'ın büyük şehirlerinden, hacıların uğradığı Burhânpûr'a vardım. Gariblerin sığınağı, üzüntülü kalblerin tabîbi, Şeyh Burhâneddîn-i Garîb'in isminin bereketiyle feyzlenmiş bir ülkedir. İlim, amel, takvâ sâhibi ve Kur'ân-ı kerîme muttalî büyük bir âlimin rüyâsına göre, burası birçok beldelerden hayırlıdır. (Allahü teâlâ bu şehri ve diğer bütün müslüman memleketlerini belâlardan, âfetlerden korusun.)
Burhânpûr'da silsile-i şerîfeden, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve tâliblerin kalblerini çekmekte mâhir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîki mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve vicdan, insan görmüş insan, Muhammed Nûmân'ın huzûr ve sohbetlerine kavuşmak için çok acele ediyordum. Huzûrlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman, hayretler içinde kaldım. Zîrâ, beni rüyâda büyük bir zâtın huzûruna (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna) bu zât kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzûr ve hizmetlerinde, İmâm-ı Rabbânî'nin muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihâyet bin otuz bir senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ıRabbânî'nin yüksek dergâhına kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve seferde, yanlarından, eteklerinden ayrılmadım. Bu zamanda, onların sohbetlerinden çok istifâde ettim. O cihânı nûrla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr vurdu ve feyz aktı ki, dile gelmez.
Bu fakîr bir gün, Kur'ân-ı kerîm okurken; "Ey Habîbim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah seni Makâm-ı Mahmûd'a kavuşturur." (İsrâ sûresi: 79) meâlindeki âyet-i kerîmesine gelince, aklıma; "Teheccüd namazını kılmakla şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd'un bereketlerinden nasîb alınıyor mu?" diye geldi.Hazret-i İmâm'a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzûrlarına geldim. Abdest alıyorlardı. Beni görünce, hemen; "Teheccüd namazını çok kıymetli tut." buyurdular. "Çoğu zaman kılıyorum." dedim. Buyurdular ki: "Şefâat makâmı olan Makâm-ıMahmûd'dan nasîb ve pay almak istiyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar." Sonra aynı âyet-i kerîmeyi okudular. Bu fakîr, mübârek ellerini öperek; "Bu muammayı sormak için huzûrunuza gelmiştim. Elhamdülillah, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz beyân ettiniz." dedim.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, muhlislerinden herbirinin ismine birer mektup yazınca, bu fakîrin de, bu devlet ve saâdete kavuşmak sebebiyle, kalbime; "Allahü teâlânın inâyeti ile, güzel kokulu mektûplarından bir tâne de bu fakîre yazsalar ve bu mektup Mektûbât'ın birinci cildinin son mektubu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın sonuncusu ve en aşağısıyım." diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektubun sonunda da; "Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla, şerîat sâhibi peygamberlerin adedine ve Eshâb-ı Bedr'e uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim." buyurdular. Mübârek hocam kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler.
Beyt:
Vücûdumun her kılı gelse de dile,
Şükrünün binde birini edemez bile.
Onların civârında ve duvarlarının gölgesinde geçen aylar ve günler esnâsında, zamânın gavsi ve esrâr sâhibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek büyük mürşid-i kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların tesirlerini dâimî eylesin) bu âcize; "İmâm-ıRabbânî'nin husûsî ve umûmî meclislerinde, inci saçılan mübârek dilinden, vakte, zamâna, hâle ve istidâda göre çıkan ve mârifetler hazînesi olan Mektûbât'ta bulunmayan, yeni ve tâze faydaları, yüksek mârifetleri, onların hâllerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini, kerâmetlerini, yazman sana lâzım oldu. Ayrıca İmâm-ıRabbânî müceddid-i elf-i sânî'nin hocası kutb-ı zamân, çok yüksek makâmlar sâhibi, kalblerin nûrlandırıcısı, âriflerin ışığı, din ve milletin kendisinden râzı olduğu, efendimiz Hâce Muhammed Bâkî Üveysî Nakşibendî (kaddesallahü sirreh) hazretlerinin yüksek hâllerini bir kitap hâlinde toplayasın. Böylece o iki serveri sevenlere, onların hâllerini tanıtır ve yâdigâr bırakırsın" buyurdular. Sermâyemin az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çârem kalmadı. Bu sözlerden az bir kısmını yazdığımda, takdir-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr saçılan eşsiz hocamdan icâzet alarak, onun emri ile Burhanpûr'a gittim. Uzakta kaldığım zamanlar, ayrılık elemleri ve hasretimi teskin için, bu yüksek halleri ve sözleri yazmak arzûsu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir mikdâr yazınca, hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini mâteme gark etti. Vefâtından sonra, teselliyi, hâllerini ve sözlerini anlatmak ve yazmakta buldum.
Nazm:
Bir balık ki mahrûm kalır Fırat'dan,
Artık yaşayamaz ümid keser hayatdan.
Hazret-i İmâm'ın vefât haberi bu garibe gelince, üzüntümün ve ızdırâbımın çokluğundan ciğerim yandı, gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişân oldu.Sahrâlara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu rubâîyi söylüyordum:
Mâdem sen yoksun, yüzümü sahraya döneyim,
Kalbime dağlar kadar gam yükü yükleyeyim.
Her gördüğüm dikenden, soracağım gülümü,
Ve her gördüğüm kuştan, ankâmı isteyeyim.
Akşam olunca şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle başıma gam örtüsünü bürüdüm. İçim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. İçimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum.
Soğuk âh âteş-i gamla, gözümüz yaşlı her zaman,
Aşk habercisinden bir başka âcizlik var her zaman.
Damarlarım iplik oldu, yanan tenim iflâh olmaz,
Senin aşkından kalbimiz parçalanıyor her zaman,
Her kılın dibi mâtemden halka oldu, ey Hâşim,
Her halkada nice dille ben ağlarım her zaman.
Bu yanma ve gözyaşları arasında, hazret-i İmâm göründü. "Sabretmek lâzım." buyurdular. Binlerce kırıklık, perişânlık ve şaşkınlıkla; "Ey iki dünyâ seâdetimin sebebi, ateşe kim dayanabilir?" diye arz ettim. "İbrâhim aleyhisselâma benzeme hâlini yerine getirmek lâzımdır. O ateşe atılırken sabretmişti." buyurdular. Bu kendinden geçmiş sarhoş âşığın divâneliği arttı ve şu rubâîyi okudum:
Divâne gönlüm bu sözden daha çok mecnûn oldu,
Açılan yaralardan, feryâdım efzûn oldu.
Kırılan şişelerin içinde bir şey kalmaz,
Bu kalbim kırıldıkça daha çok kanla doldu.
Tekrar sahrâlara çıkmak istedim. Mescidin kapısından ayağımı dışarı atınca yere yıkıldım. Kendimden geçtim. Bu fakîrin tanıdıklarından biri, o gece oradan geçiyordu. Beni tanıyıp evine götürdü. Bizim evdekilere, beni gam ve mâtemle dolu olan evimize götürmeleri için haber verdi. Orada kalmama râzı olmadıklarını anlayınca, ister istemez, güçsüz kuvvetsiz, zorla kendi virânhâneme geldim. Gelirken dilimde şu hasret şiiri vardı:
Yol başlarında göz yaşı dökerek oturayım,
Gelen geçen yolculardan, senden haber sorayım.
Bâzan toz gibi kalkıp, bâzan yere ineyim,
Bundan iyi seferi olamaz güçsüzlerin,
Ciğerim, seve seve, yanıyor söyleyeyim,
Gözümü kâse yapıp, altın gümüş ister gibi.
Kapındaki fakirlerden gözyaşı dileneyim,
Evim inilti yatağı, ben de olayım ney gibi.
Belki böylece Yûsuf'tan bir haber edinirim,
Sahrâda yanan bir susuz, deryâya inmiş gibi,
Ondan haber verecek birini bekleyeyim.
Bu kâfile erbâbı, bey' ve şirâ hayrânı,
Gönlü düğüm yapıp Hâşim, hayâlle avunayım.
Ömrünü insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle geçiren Hâşim-i Keşmî hazretleri, 1645 (H.1054) senesinde Burhanpûr'da vefât etti. Kalabalık bir cemâatle kılınan cenâze namazından sonra bu şehirde defnedildi.
En mühim eseri Berekât-ı Ahmediyye'dir. Bu kitabın bir ismi de Zübdet-ül-Makâmât' tır. Bu eserini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından bir sene önce yazmaya başlayıp, 1627 (H.1037) senesinde tamamlamıştır. Kitap, belâgat ve fesâhat bakımından çok yüksek olduğu gibi, ihlâs ve muhabbetle yazıldığından, çok feyzli ve bereketlidir. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri; "Berekât kitabını okumak, îmânın vicdânileşmesine sebeb olur. Benim vardı. Seferde kayboldu. Bulursanız kabrimin başında okuyun" buyurmuştur. Kitap, İhlâs Holding A.Ş. tarafından neşr edilmiştir.
Kitap iki maksad üzeredir. Birinci maksad; İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mürşidi Hâce Muhammed Bâkî'yi, ikinci maksad; her cephesiyle, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, yüksek oğullarını ve değerli halîfelerini beyân eder.
Ayrıca İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerine yazdığı mektuplarından meydana gelen Mektûbât kitabının üçüncü cildini 1623 (H.1033) yılında toplamaya başladı. Eseri 1630 (H.1040) senesinde tamamladı.
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1118
2) Zübdet-ül-Makâmât, Önsöz
3) Hadarât-ül-Kuds; s.368
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.82