John Lee Hancock henüz rüştünü ispatlamayı başaramamış, filmografisinde az sayıda ve zayıf filmleri olan bir yönetmen. Ve nedendir bilinmez, bugüne kadar yaptığı bir eldeki parmak sayısını geçmeyen işler bir şekilde seyirciyi ve eleştirmenleri ikiye bölmüş durumda. Eğer bir film toplulukları ikiye bölüyor ve her iki grubun oranı birbirine yaklaşıyorsa, o filme şüpheyle ve merakla yaklaşmak gerekir mottosuyla yola çıkıp Hancockın son eseri Saving Mr. Banksin başına oturunca kendisinin sinemacı kimliğinde ergenliğini tamamlayamadığını bir kez daha görmek hoş olmadı. Sizi bilmem ama batıdaki çocukların geceleri korkunca sığındığı limanlardan olan Mary Poppinsin yazarı P.L. Traversa (Emma Thompson) odanlanan film, aynı anda iki hikaye birden anlatarak bir yandan Traversın çocukluğunu, diğer yandan Walt Disneyin (Tom Hanks) ünlü yazarı kandırarak pek çoklarına mal olmuş karakteri film edişini ele alıyor.
Hancockun film tekniklerini sorgulamak kimseye düşmez fakat iddialı bir şeyler yaparken oturup düşünmek her sinemacının görevidir. Saving Mr. Banksi yapmadan önce ne kadar düşündü bilmem fakat bazı şeyleri iki kez tartması filmini daha değerli kılabilirdi. İki ayrı hikayeyi, birbirleriyle bütünlük yakalamaksızın sunan yönetmen, Saving Mr. Banksin seyircisini uzunca bir süre kucaklamasına engel olan tercihi yaparak büyük hata etmiş. Traversın babası ile olan ilişkisinden yola çıkarak yazarın kişiliğine yön vermesi mevzusunu havada bırakması, film boyunca elde var olan bağlantıların nereden çıktığı belirsiz birkaç armut, bir atlıkarınca ve çöpler ile yapraklardan oluşan bir küçük oyuncak ev olmasına engel olamıyor. Baba ve kız ilişkisini anlatmaya çalışan Hancock, bunu beceremediği gibi filmini (The Blind Sideda yaptığı gibi) duygu dozu yüksek tepelere oturtmaya çalışarak seyircinin gönlünü kazanmayı hedefliyor. Traversın kendi çocukluğundan yola çıkarak Mary Poppins karakterini oluşturduğunu anlamamızı da sağlayan bu flashbackler bütünü, filmin özellikle ilk yarısını gereksiz biçimde ikiye bölüyor. Çok şükür ki ikinci yarıda Disney ile olan bölümler filmi domine ediyor.
Gerçi filmin anlattığı bu ikinci hikaye de öyle gösterişli, derin bir hikaye olmayı başaramıyor. Tom Hanksin ağır makyaj altında, yalnızca repliklere dayalı bayağı oyunculuğu ve Emma Thompsonın başarılı bir şekilde tasvir ettiğine inandığım huysuz, titiz ve hoşnutsuz İngiliz tiplemesinin atışmaları ve ilişkilerindeki iniş çıkışları öyle çok da çekici sekanslar sunmuyor. Gereksiz diyaloglar ve karakterler ile uzatılan filmin Colin Farrell ve Paul Giamatti gibi önemli iki topu da mevcut. Farrellı uzun süredir ilk kez (hatta kariyerinde çok nadiren) ciddi ve başarılı bir performans ile seyretme zevkine nail olurken Giamatti gibi yetenekli bir oyuncuyu Driving Miss Daisynin Colburnüne benzer, gereksiz ve manasız bir rolde takip etmek yorucuydu. Yine de kendisinin bu önemsiz performansında iyi bir iş çıkardığını söylemek pek ala mümkün.
Saving Mr. Banks, aslında dar açıdan bakıldığında bile bir çeşit Disney propagandası diyebiliriz. İnatçı kadını evcilleştirme, bunu yaparken onu geçmişiyle yüzleştirme gibi ucuz yöntemlerle seyirciyi duygu seline sürüklemeye çalışan; fakat alttan alttan Disneyin her anında kendi reklamını yaptığı vasat bir film. Bize anlatılanlar gerçeği ne kadar yansıtıyor, bilmemiz pek mümkün değil fakat bir insanın radikal kararlarını değiştirmek için onu Disneylande sürüklemek de pek samimi durmuyor. Gerçi görünen o ki işe yarıyor; en azından Hancockın filmde bir şeyleri (eften püften de olsa) bağlayabilme yetisine sahip olduğunu görebiliyoruz.
- Burak Hazine -