Salvo
Kayıtlı Üye
Türkistan'da yetişen velilerden Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin talebelerindendir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Mevlânâ Hasan, on beşinci asrın sonlarında yaşadı. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde kemâle geldi.
Küçük bir çocukken babası onu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine götürdü. Küçük Hasan odaya girdiğinde, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yanında duran balı görünce hemen ona koştu ve yemeye başladı. Hâce Ubeydullah gülümseyerek durumu seyretti ve Küçük Hasan'a; "Yavrum senin ismin ne?" diye sordu. Bal yemekle meşgûl olan Mevlânâ Hasan; "Bal." cevâbını verdi. Hâce Ubeydullah bu cevaptan çok hoşlandı ve; "Kâbiliyeti, yeteneği çok kuvvetli. Zîrâ küçücük bir bal lezzetini almakla ona kendisini öyle verdi ki, onun sevgisinde eridi ve kendisini o zannetti. Başka bir şey tadınca, onda da öyle olacak." buyurdu.
Ubeydullah-ı Ahrâr, babasından küçük Hasan'ı istedi. Kendi terbiyesi altına aldı. Mektebe gönderdi. Kur'ân-ı kerîmi hatmettikten sonra, ona ilim tahsîl etmesini emretti. İlim tahsîli yanında, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde de bulunarak, kemâle ulaştı.
Mevlânâ Seyyid Hasan'ın, talebe yetiştirmekte büyük kâbiliyet ve kuvveti vardı. Fakat, hocasına hürmetinden, kendini hoca yerine koyacak böyle bir hareketten çekinirdi. Bir gün hastalandı ve yatağa düştü. Hâce Ubeydullah, Mevlânâ Kâsım'a, Seyyid Hasan'ı ziyâret edip etmediklerini sordu. Ziyâret etmediklerini öğrenince; "Sen onu ne sanıyorsun? O senin anlayışından çok yüksektir! Sen ki, Mevlânâ Kâsım'sın. Seyyid Hasan'a elli yıl hizmet etmek mevkiindesin!" buyurdu.
NİÇİN ÎTİRÂZ EDERSİN?
Bir gün Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr Keşmir'e gitmişti.Semerkand sultanı ve ileri gelenleri Hâce Ubeydullah'ı ziyâret ettiler. Ziyâretler sebebiyle talebeler üç gün Hâce Ubeydullah'ın sohbetlerinden uzak kaldı. Talebeler keşke hocamız sultanlar ve emirlerle görüşmekten uzak durup, talebelerini terbiye ile meşgûl olsaydı diyorlardı. Talebelerinden Mevlânâ Ali bin Hüseyin bu düşünce ile Seyyid Hasan'ın yanına gitti. Mevlânâ Hasan, İhyâu-Ulûmiddîn adlı eseri mütâlaa ediyordu. Onu görünce mütâlaayı bırakıp, bir müddet durdu, sonra Mevlânâ Ali'ye şöyle dedi: Bir âlim şöyle anlattı: Bir kere Hâce Ubeydullah hazretlerinin huzurlarına vardım. Hatırımdan; "Hace Ubeydullah, sultanlar ve zâlimlerin gelip gitmesi ile kendilerini rahatsız ediyor. Bunun yerine bir mikdar talebe ile meşgul olup, onları yetiştirse." diye geçti. Huzurlarına varıp oturduğumda, bana yönelip buyurdular ki: "Benim bir müşkil meselem vardır. Sizden ona cevap isterim. Meselem şudur: Bir kimse var. İdâreciler ve zâlim kimseler onun sözünü dinleyip, onun ricâsı ile müslümanlar, zulümden kurtulurlar. O şahıs zâlimlerin zulmüne mâni olur. Acabâ; mazlumları, zâlimlerin eline bırakıp, bir dağ köşesine çekilip tâat, ibâdet ve talebeleri terbiye ile meşgûl olması câiz olur mu? Bu iki işin hangisi ile meşgul olmak daha iyidir?" dedi. Ben de; "Bu durumda uzleti, yalnızlığı bırakıp zâlimler ile berâber olması evlâ değil, belki farzdır. Müslümanları zâlimlerin elinde bırakıp, uzlet ve ibâdeti tercih etmek günahtır." dedim. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm edip; "Bak şimdi kendin fetvâ verdin. Ya niçin îtirâz edersin." buyurdu.
Bunu dinleyen talebe hemen aklından geçen düşüncelere tövbe etti.
1) Bahr-ul-Velâye, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4528
2) Reşehât
3) Hadâik-ül-Verdiyye
4) Hâcegân Hânedânı; s.97
Küçük bir çocukken babası onu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine götürdü. Küçük Hasan odaya girdiğinde, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yanında duran balı görünce hemen ona koştu ve yemeye başladı. Hâce Ubeydullah gülümseyerek durumu seyretti ve Küçük Hasan'a; "Yavrum senin ismin ne?" diye sordu. Bal yemekle meşgûl olan Mevlânâ Hasan; "Bal." cevâbını verdi. Hâce Ubeydullah bu cevaptan çok hoşlandı ve; "Kâbiliyeti, yeteneği çok kuvvetli. Zîrâ küçücük bir bal lezzetini almakla ona kendisini öyle verdi ki, onun sevgisinde eridi ve kendisini o zannetti. Başka bir şey tadınca, onda da öyle olacak." buyurdu.
Ubeydullah-ı Ahrâr, babasından küçük Hasan'ı istedi. Kendi terbiyesi altına aldı. Mektebe gönderdi. Kur'ân-ı kerîmi hatmettikten sonra, ona ilim tahsîl etmesini emretti. İlim tahsîli yanında, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde de bulunarak, kemâle ulaştı.
Mevlânâ Seyyid Hasan'ın, talebe yetiştirmekte büyük kâbiliyet ve kuvveti vardı. Fakat, hocasına hürmetinden, kendini hoca yerine koyacak böyle bir hareketten çekinirdi. Bir gün hastalandı ve yatağa düştü. Hâce Ubeydullah, Mevlânâ Kâsım'a, Seyyid Hasan'ı ziyâret edip etmediklerini sordu. Ziyâret etmediklerini öğrenince; "Sen onu ne sanıyorsun? O senin anlayışından çok yüksektir! Sen ki, Mevlânâ Kâsım'sın. Seyyid Hasan'a elli yıl hizmet etmek mevkiindesin!" buyurdu.
NİÇİN ÎTİRÂZ EDERSİN?
Bir gün Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr Keşmir'e gitmişti.Semerkand sultanı ve ileri gelenleri Hâce Ubeydullah'ı ziyâret ettiler. Ziyâretler sebebiyle talebeler üç gün Hâce Ubeydullah'ın sohbetlerinden uzak kaldı. Talebeler keşke hocamız sultanlar ve emirlerle görüşmekten uzak durup, talebelerini terbiye ile meşgûl olsaydı diyorlardı. Talebelerinden Mevlânâ Ali bin Hüseyin bu düşünce ile Seyyid Hasan'ın yanına gitti. Mevlânâ Hasan, İhyâu-Ulûmiddîn adlı eseri mütâlaa ediyordu. Onu görünce mütâlaayı bırakıp, bir müddet durdu, sonra Mevlânâ Ali'ye şöyle dedi: Bir âlim şöyle anlattı: Bir kere Hâce Ubeydullah hazretlerinin huzurlarına vardım. Hatırımdan; "Hace Ubeydullah, sultanlar ve zâlimlerin gelip gitmesi ile kendilerini rahatsız ediyor. Bunun yerine bir mikdar talebe ile meşgul olup, onları yetiştirse." diye geçti. Huzurlarına varıp oturduğumda, bana yönelip buyurdular ki: "Benim bir müşkil meselem vardır. Sizden ona cevap isterim. Meselem şudur: Bir kimse var. İdâreciler ve zâlim kimseler onun sözünü dinleyip, onun ricâsı ile müslümanlar, zulümden kurtulurlar. O şahıs zâlimlerin zulmüne mâni olur. Acabâ; mazlumları, zâlimlerin eline bırakıp, bir dağ köşesine çekilip tâat, ibâdet ve talebeleri terbiye ile meşgûl olması câiz olur mu? Bu iki işin hangisi ile meşgul olmak daha iyidir?" dedi. Ben de; "Bu durumda uzleti, yalnızlığı bırakıp zâlimler ile berâber olması evlâ değil, belki farzdır. Müslümanları zâlimlerin elinde bırakıp, uzlet ve ibâdeti tercih etmek günahtır." dedim. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm edip; "Bak şimdi kendin fetvâ verdin. Ya niçin îtirâz edersin." buyurdu.
Bunu dinleyen talebe hemen aklından geçen düşüncelere tövbe etti.
1) Bahr-ul-Velâye, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4528
2) Reşehât
3) Hadâik-ül-Verdiyye
4) Hâcegân Hânedânı; s.97