felsefenin öze, mâhiyete, asla âit en temel konularını inceleyen bilgi dalı. Meta öte ve fizik madde
kelimelerinden meydana gelmekte olup, madde ötesi demektir. Felsefe, önceleri, matematik,
geometri, astronomi, mantık, tabiî ilimleri ve kâinât (evren), kâinâtın yaratıcısı, insan, siyâset, ahlâk,
fert ve cemiyet hayâtıyla ilgili problemler ve bunların çözümünden bahsediyordu. Bütün ilimler
felsefenin içerisinde yer alıyordu. Daha sonra ihtisaslaşma meydana gelince, ilimler felsefeden ayrıldı.
Artık felsefenin konusu mücerret ve zihin dünyâsını ilgilendiren konulardan ibâret kaldı. Bunlar
arasında varlıkların aslının ne olduğu, bir yaratıcının varlığı ve Onun sıfatları, nereden geldik nereye
gidiyoruz, insan, insanötesi, insan irâdesi, yaptığı işlerinden sorumlu olup olmadığı gibi hususlar
metafiziğin konusunu teşkil etti.
Metafizikle ilk uğraşanlar eski Yunan düşünürleridir. Bunlar insan zihninin varlığını kabûl ettiği fakat
gözle görülemeyen mefhumların niteliği husûsunda fikirler ileri sürmüşler ve tartışmışlardır. Bunlardan
Aristo, tabiatı, varlıkları ve madde ötesi konuları inceleyerek yazdı. Daha sonra onun bu yazılarını
düzenleyen Rodoslu Andronikos eserine Ta Meta ta Phsika Fizikten Sonra Gelenler adını verdi.
Böylece ilk olarak metafizik terimi ortaya çıktı ve yerleşti.
EskiYunan filozoflarının ilk ele aldıkları, mücerret konulardır. Maddi (fizik) âlemin yanında bir de insan
zihnini ilgilendiren bir düşünce dünyâsı üzerinde durmuşlardır. Bu iki dünyâ arasındaki irtibâtı kavrama
maksadıyla, kâinât (evren), onun yaratıcısı, sıfatları, zaman gibi şeyleri incelemişlerdir.
Felsefe târihinde metafizikle ilk uğraşan filozoflar, Parmenides ile Platondur. Görünen dünyâ ile
gerçek dünyâ şeklinde bir taksimi ilk önce bunlar yapmıştır. Bu husus daha sonra metafiziğin en
önemli konularından olmuştur. Platon (Eflâtun) değişen maddî dünyânın yanında, duyuların
anlaşılamayan ve değişmeyen bir idealar âleminin varlığından bahsetti. Aristo Platonun bu görüşünü
yorumlayıp, maddî dünyânın değişikliklerle sürüp giden bir devamlılıktan ibâret olduğunu söyledi.
Hıristiyanlığın doğup gelişmesiyle, kâinâtın yaratıcısı, Onun varlığını isbât, yaratılış, öldükten sonraki
hayat gibi şeyler metafiziğe konu oldu. Hıristiyan metafiziğinin en tanınmış temsilcileri Augustimus,
Aguindu Azîz Tommaso gibi filozoflardır.
Yeniçağla birlikte Hıristiyanlıktaki teslîs (üç ilâh inancı) tenkit edildi. Bu tenkit metafizik bir çerçeve
içerisinde oldu. Tenkit edenlerin başında gelen Rene Descartes (Dekart), varlığı, madde ve zihin diye
iki sahaya ayırdı. Kâinâtın yaratıcısı hakkında kendi aklına göre yanlış ve bozuk şeyler söyledi.
Descartesden sonra Yeniçağda ilmin ilerlemesi ile metafizik sahasındaki tartışmalar da gelişti.Kâinâtın
yapısı üzerinde değişik görüşler ortaya atıldı. İnsanın durumu, ahlâkî bakımından yapması gereken
şeyler ele alındı. Tanınmış filozoflardan Benedict de Spinoza insanın ahlâkî davranışları husûsunda
Descartesi tâkip etti. G.W. Leibniz matematik gelişmeler ışığı altında kâinât ve kâinâtın yaratıcısı ve
insanla ilgili yorumlarda bulundu.
Fransız Bacondan başlayarak, Anglosakson filozoflar, metafiziği ilmî bilginin ötesine geçmek şeklinde
olumsuz mânâda kullandılar. Deneycilerin temsilcileri durumunda olan John Locke ve Davit Hume
metafiziğe karşı bir yol tâkip ettiler. Bilhassa Davit Hume, metafiziğe karşı olan felsefî görüşlere
kaynak oldu. Duyularla bilinmeyen deney ve gözlem sâhasına girmeyen şeyleri kabûl etmedi. Bunların
boş, asılsız olduğunu savundu. Gözlem sâhasına girmeyen fakat akılla bilinen kalple inanılan pekçok
gerçeği inkâr etme durumuna düştü.
Leibniz çizgisinde yürüyen İmmanuel Kant, Davit Humeden de faydalanarak metafiziği yeniden ele
aldı. Kritik der Reinen Vernunft Saf aklın Tenkidi (1781) isimli eserinde Eski Yunan filozoflarından
bu yana en geniş metafizik araştırmasını yaptı. Metafiziğin felsefenin diğer bilgi dalları arasında yerini
tâyin etti. Kant, metafizik çalışmalarından yararlanarak, bilhassa insanın davranışları konusunda bir
takım tesbitlerde bulunmaya çalıştı. Kant, bu eserinde Allahü teâlâyı inkâr eden bir sonuca da vardığı
için şiddetli tepki hattâ ağır tenkitlerle karşılaştı. Başka bir eserinde Allahın varlığına îmâna yer
vermek sûretiyle bu reaksiyonları önlemeye çalışmıştı.
Kanttan sonra Johann Gottliob Fichte ve emsali filozofların çalışmaları ile metafizik, târihi
gelişmesinin en yüksek seviyesine ulaştı. 20. yüzyılda Ludming Wittgenstein klasik metafizik
anlayışına karşı çıktı. Fakat kendisi de karmaşık bir sistem kurdu.
Görülüyor ki, metafizik fizik ötesi konuları sırf akılla çözmeye çalışan bir bilgi dalı olarak gelişmiş, aklı,
hakîkati bulduran yanılmaz bir rehber olarak kabûl etmiştir. Halbuki akıl bir kararda kalmaz. Herkesin
aklı birbirine uymadığı gibi, bir kimse bâzan doğruyu bulur bâzan yanılır, yanılması daha çok olur. En
akıllı denilen kimse, değil metafizik konularda mütehassıs olduğu işlerde bile çok hatâ eder. Bu
îtibârla, nereden geldik nereye gidiyoruz, ölüm, ölüm ötesi gibi aklın erişemeyeceği konularda aklı
yanılmaz rehber kabûl etmek yanlıştır. Bunun içindir ki, filozoflar bu konularda sâbit ve müşterek bir
şey söyleyememiş, hattâ sonra gelenler önce gelenlerden başka söylemişler, birinin söylediğini diğeri
yıkmaya çalışmıştır. Bütün bunlar aklın her alanda rehber olamayacağını gösterir. Akıl, his (duyu)
kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleriyle
ölçerek, iyilerini kötülerinden doğrularını yanlışlarından ayıran bir ölçü âletidir. Doğru olan, aklı kendi
erişebildiği, ulaşabildiği alanda yürütmektir. Erişemediği konularda akla danışmaksızın inanmaktan
başka çâre yoktur. Bu da aklın îcâbıdır. Yoksa akıl şaşırıp kalır.
İslâmiyette metafizik konular, dînî ilimlerin kelâm ilminin konusuna girmektedir. Kelâm ilmi, metafizik
konularda vahyi (peygamberlerin Allahü teâlâdan bildirdiklerini, yâni nakli) esas alır; aklı ise nakli
anlamak, anlatmak ve ispatta kullanır. Akıl nakle tâbi, ona hizmetçi durumundadır. Onun için Âdem
aleyhisselâmdan son peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar bütün peygamberler aynı îmânı
söylemişlerdir. Eksik bir rehber ve ölçü âleti olan akıl, peygamberlerin bildirdiklerine inanmakla bu
eksikliğini giderebilmiş, tam bir delîl olabilmiştir.
Nereden geldik nereye gidiyoruz, yaratılış, ölüm ve ölüm ötesi gibi aklın ermediği konularda İslâmiyetin
bildirdiklerine inanıldığı için, batı cemiyetinde filozofların sâdece kendilerini tatmin ettikleri düşünce ve
hayallerden başka bir şey olmayan metafizik görüşler, bizim kültürümüzde, cemiyetimizde
görülmemiştir. Müslümanlar inanarak huzûra ererken, batı insanı birbiriyle ve kendi kendisiyle çatışan
çeşit çeşit düşünce ve şüpheler arasında bunalmıştır.
Metafizik konularda fikir yoran ilim ve fen adamları, bu konularda İslâm dîninin bildirdiklerinin
doğruluğunu îtirâf etmişlerdir. Nitekim 1956 senesinde memleketimize gelip, atomda saklı muazzam
kudret (enerji) hakkında birçok konferanslar veren atom âlimi W.Heisenberg, sözlerini şöyle bitirdi:
Bütün nutuklarımda, konuşmalarımda atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi
aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir: Bu muazzam kudreti küçücük yere kim ve nasıl koydu?
Buna ancak metafizik (İlâhiyât) cevap verecektir.
Kendisini gezdiren bir profösörümüz bu suâle hangi dînin cevap vereceğini sorduğu zaman:
Buna ancak İslâm dîni cevap vermektedir. Ben ve arkadaşım atom âlimi Hohn bu fikirdeyiz.
demiştir.
Dinlerin bildirmiş olduğu aklın ve tecrübenin sınırları üstünde kalan bâzı hususları da îzah etmeye
çalışan metafizik, bütün varlıkların tek bir kuvvet tarafından yaratıldığını, bu yüzden bütün varlıkların
belli bir hiyerarşik düzen içinde olduğunu bildirir. Bu hiyerarşik düzen yaratıcı kuvvet tarafından
belirlenmiştir, aslâ bozulmaz.
Dînî bilgilerde metafizik bilgiler olduğu gibi, bugünkü müsbet bilimlerde bile aklın ve tecrübenin
ulaşamadığı hususlar vardır.Hattâ müsbet bilimlerin en kesini ve en rasyoneli (akılcısı) olarak bilinen
matematikte bile aklın ulaşamadığı metafizik problemler vardır. Fiziğin konusuna giren atomun
yapısındaki ince hesaplar ve bu ince hesapları düzenleyen kuvveti anlamaya çalışmak metafiziğin
konusu içindedir.biyolojide de durum bundan farklı değildir. Canlı hayâtını îzah etmek de metafiziğin
sahasına girer.Müsbet bilimlerdeki bu durum mânevî ve sosyal bilimlerde de mevcuttur. Durum böyle
olunca A. Comteun her şeyi akıl ve tecrübeye dayandırdığı pozitivist felsefe iflâs etmektedir.
İnsanların dînî ve metafizik safhayı geride bıraktığı ve dolayısıyla dînin fertten ve toplum hayâtından
atılması gerektiği düşüncesi çok basit ve ilkel kalmaktadır. İlim ile dînin birbirini reddetmediği, bilakis
dînin ilme yol gösterdiği, ilmin de dînî konuların anlaşılmasında yardımcı olduğu ortaya çıkmaktadır.
kelimelerinden meydana gelmekte olup, madde ötesi demektir. Felsefe, önceleri, matematik,
geometri, astronomi, mantık, tabiî ilimleri ve kâinât (evren), kâinâtın yaratıcısı, insan, siyâset, ahlâk,
fert ve cemiyet hayâtıyla ilgili problemler ve bunların çözümünden bahsediyordu. Bütün ilimler
felsefenin içerisinde yer alıyordu. Daha sonra ihtisaslaşma meydana gelince, ilimler felsefeden ayrıldı.
Artık felsefenin konusu mücerret ve zihin dünyâsını ilgilendiren konulardan ibâret kaldı. Bunlar
arasında varlıkların aslının ne olduğu, bir yaratıcının varlığı ve Onun sıfatları, nereden geldik nereye
gidiyoruz, insan, insanötesi, insan irâdesi, yaptığı işlerinden sorumlu olup olmadığı gibi hususlar
metafiziğin konusunu teşkil etti.
Metafizikle ilk uğraşanlar eski Yunan düşünürleridir. Bunlar insan zihninin varlığını kabûl ettiği fakat
gözle görülemeyen mefhumların niteliği husûsunda fikirler ileri sürmüşler ve tartışmışlardır. Bunlardan
Aristo, tabiatı, varlıkları ve madde ötesi konuları inceleyerek yazdı. Daha sonra onun bu yazılarını
düzenleyen Rodoslu Andronikos eserine Ta Meta ta Phsika Fizikten Sonra Gelenler adını verdi.
Böylece ilk olarak metafizik terimi ortaya çıktı ve yerleşti.
EskiYunan filozoflarının ilk ele aldıkları, mücerret konulardır. Maddi (fizik) âlemin yanında bir de insan
zihnini ilgilendiren bir düşünce dünyâsı üzerinde durmuşlardır. Bu iki dünyâ arasındaki irtibâtı kavrama
maksadıyla, kâinât (evren), onun yaratıcısı, sıfatları, zaman gibi şeyleri incelemişlerdir.
Felsefe târihinde metafizikle ilk uğraşan filozoflar, Parmenides ile Platondur. Görünen dünyâ ile
gerçek dünyâ şeklinde bir taksimi ilk önce bunlar yapmıştır. Bu husus daha sonra metafiziğin en
önemli konularından olmuştur. Platon (Eflâtun) değişen maddî dünyânın yanında, duyuların
anlaşılamayan ve değişmeyen bir idealar âleminin varlığından bahsetti. Aristo Platonun bu görüşünü
yorumlayıp, maddî dünyânın değişikliklerle sürüp giden bir devamlılıktan ibâret olduğunu söyledi.
Hıristiyanlığın doğup gelişmesiyle, kâinâtın yaratıcısı, Onun varlığını isbât, yaratılış, öldükten sonraki
hayat gibi şeyler metafiziğe konu oldu. Hıristiyan metafiziğinin en tanınmış temsilcileri Augustimus,
Aguindu Azîz Tommaso gibi filozoflardır.
Yeniçağla birlikte Hıristiyanlıktaki teslîs (üç ilâh inancı) tenkit edildi. Bu tenkit metafizik bir çerçeve
içerisinde oldu. Tenkit edenlerin başında gelen Rene Descartes (Dekart), varlığı, madde ve zihin diye
iki sahaya ayırdı. Kâinâtın yaratıcısı hakkında kendi aklına göre yanlış ve bozuk şeyler söyledi.
Descartesden sonra Yeniçağda ilmin ilerlemesi ile metafizik sahasındaki tartışmalar da gelişti.Kâinâtın
yapısı üzerinde değişik görüşler ortaya atıldı. İnsanın durumu, ahlâkî bakımından yapması gereken
şeyler ele alındı. Tanınmış filozoflardan Benedict de Spinoza insanın ahlâkî davranışları husûsunda
Descartesi tâkip etti. G.W. Leibniz matematik gelişmeler ışığı altında kâinât ve kâinâtın yaratıcısı ve
insanla ilgili yorumlarda bulundu.
Fransız Bacondan başlayarak, Anglosakson filozoflar, metafiziği ilmî bilginin ötesine geçmek şeklinde
olumsuz mânâda kullandılar. Deneycilerin temsilcileri durumunda olan John Locke ve Davit Hume
metafiziğe karşı bir yol tâkip ettiler. Bilhassa Davit Hume, metafiziğe karşı olan felsefî görüşlere
kaynak oldu. Duyularla bilinmeyen deney ve gözlem sâhasına girmeyen şeyleri kabûl etmedi. Bunların
boş, asılsız olduğunu savundu. Gözlem sâhasına girmeyen fakat akılla bilinen kalple inanılan pekçok
gerçeği inkâr etme durumuna düştü.
Leibniz çizgisinde yürüyen İmmanuel Kant, Davit Humeden de faydalanarak metafiziği yeniden ele
aldı. Kritik der Reinen Vernunft Saf aklın Tenkidi (1781) isimli eserinde Eski Yunan filozoflarından
bu yana en geniş metafizik araştırmasını yaptı. Metafiziğin felsefenin diğer bilgi dalları arasında yerini
tâyin etti. Kant, metafizik çalışmalarından yararlanarak, bilhassa insanın davranışları konusunda bir
takım tesbitlerde bulunmaya çalıştı. Kant, bu eserinde Allahü teâlâyı inkâr eden bir sonuca da vardığı
için şiddetli tepki hattâ ağır tenkitlerle karşılaştı. Başka bir eserinde Allahın varlığına îmâna yer
vermek sûretiyle bu reaksiyonları önlemeye çalışmıştı.
Kanttan sonra Johann Gottliob Fichte ve emsali filozofların çalışmaları ile metafizik, târihi
gelişmesinin en yüksek seviyesine ulaştı. 20. yüzyılda Ludming Wittgenstein klasik metafizik
anlayışına karşı çıktı. Fakat kendisi de karmaşık bir sistem kurdu.
Görülüyor ki, metafizik fizik ötesi konuları sırf akılla çözmeye çalışan bir bilgi dalı olarak gelişmiş, aklı,
hakîkati bulduran yanılmaz bir rehber olarak kabûl etmiştir. Halbuki akıl bir kararda kalmaz. Herkesin
aklı birbirine uymadığı gibi, bir kimse bâzan doğruyu bulur bâzan yanılır, yanılması daha çok olur. En
akıllı denilen kimse, değil metafizik konularda mütehassıs olduğu işlerde bile çok hatâ eder. Bu
îtibârla, nereden geldik nereye gidiyoruz, ölüm, ölüm ötesi gibi aklın erişemeyeceği konularda aklı
yanılmaz rehber kabûl etmek yanlıştır. Bunun içindir ki, filozoflar bu konularda sâbit ve müşterek bir
şey söyleyememiş, hattâ sonra gelenler önce gelenlerden başka söylemişler, birinin söylediğini diğeri
yıkmaya çalışmıştır. Bütün bunlar aklın her alanda rehber olamayacağını gösterir. Akıl, his (duyu)
kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleriyle
ölçerek, iyilerini kötülerinden doğrularını yanlışlarından ayıran bir ölçü âletidir. Doğru olan, aklı kendi
erişebildiği, ulaşabildiği alanda yürütmektir. Erişemediği konularda akla danışmaksızın inanmaktan
başka çâre yoktur. Bu da aklın îcâbıdır. Yoksa akıl şaşırıp kalır.
İslâmiyette metafizik konular, dînî ilimlerin kelâm ilminin konusuna girmektedir. Kelâm ilmi, metafizik
konularda vahyi (peygamberlerin Allahü teâlâdan bildirdiklerini, yâni nakli) esas alır; aklı ise nakli
anlamak, anlatmak ve ispatta kullanır. Akıl nakle tâbi, ona hizmetçi durumundadır. Onun için Âdem
aleyhisselâmdan son peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar bütün peygamberler aynı îmânı
söylemişlerdir. Eksik bir rehber ve ölçü âleti olan akıl, peygamberlerin bildirdiklerine inanmakla bu
eksikliğini giderebilmiş, tam bir delîl olabilmiştir.
Nereden geldik nereye gidiyoruz, yaratılış, ölüm ve ölüm ötesi gibi aklın ermediği konularda İslâmiyetin
bildirdiklerine inanıldığı için, batı cemiyetinde filozofların sâdece kendilerini tatmin ettikleri düşünce ve
hayallerden başka bir şey olmayan metafizik görüşler, bizim kültürümüzde, cemiyetimizde
görülmemiştir. Müslümanlar inanarak huzûra ererken, batı insanı birbiriyle ve kendi kendisiyle çatışan
çeşit çeşit düşünce ve şüpheler arasında bunalmıştır.
Metafizik konularda fikir yoran ilim ve fen adamları, bu konularda İslâm dîninin bildirdiklerinin
doğruluğunu îtirâf etmişlerdir. Nitekim 1956 senesinde memleketimize gelip, atomda saklı muazzam
kudret (enerji) hakkında birçok konferanslar veren atom âlimi W.Heisenberg, sözlerini şöyle bitirdi:
Bütün nutuklarımda, konuşmalarımda atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi
aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir: Bu muazzam kudreti küçücük yere kim ve nasıl koydu?
Buna ancak metafizik (İlâhiyât) cevap verecektir.
Kendisini gezdiren bir profösörümüz bu suâle hangi dînin cevap vereceğini sorduğu zaman:
Buna ancak İslâm dîni cevap vermektedir. Ben ve arkadaşım atom âlimi Hohn bu fikirdeyiz.
demiştir.
Dinlerin bildirmiş olduğu aklın ve tecrübenin sınırları üstünde kalan bâzı hususları da îzah etmeye
çalışan metafizik, bütün varlıkların tek bir kuvvet tarafından yaratıldığını, bu yüzden bütün varlıkların
belli bir hiyerarşik düzen içinde olduğunu bildirir. Bu hiyerarşik düzen yaratıcı kuvvet tarafından
belirlenmiştir, aslâ bozulmaz.
Dînî bilgilerde metafizik bilgiler olduğu gibi, bugünkü müsbet bilimlerde bile aklın ve tecrübenin
ulaşamadığı hususlar vardır.Hattâ müsbet bilimlerin en kesini ve en rasyoneli (akılcısı) olarak bilinen
matematikte bile aklın ulaşamadığı metafizik problemler vardır. Fiziğin konusuna giren atomun
yapısındaki ince hesaplar ve bu ince hesapları düzenleyen kuvveti anlamaya çalışmak metafiziğin
konusu içindedir.biyolojide de durum bundan farklı değildir. Canlı hayâtını îzah etmek de metafiziğin
sahasına girer.Müsbet bilimlerdeki bu durum mânevî ve sosyal bilimlerde de mevcuttur. Durum böyle
olunca A. Comteun her şeyi akıl ve tecrübeye dayandırdığı pozitivist felsefe iflâs etmektedir.
İnsanların dînî ve metafizik safhayı geride bıraktığı ve dolayısıyla dînin fertten ve toplum hayâtından
atılması gerektiği düşüncesi çok basit ve ilkel kalmaktadır. İlim ile dînin birbirini reddetmediği, bilakis
dînin ilme yol gösterdiği, ilmin de dînî konuların anlaşılmasında yardımcı olduğu ortaya çıkmaktadır.