ßLaCK.AnqeL
Bayan Üye
Erken dönemde egonun iyi bir nesneyle edinilen deneyimlerin etrafında oluştuğu inancı, psikanalitik gelişim kuramının temellerinden biridir. Bu, psişik yapının temeli olarak kabul edilir. Egonun ilk yapılanması ve bütünleşmesi, İyi (yani Ben / iyi nesne) ile Kötü’nün (yani Ben Olmayan / kötü nesne) ayrıştığı ve farklılaştığı deneyimlere bağlıdır. Sağlıklı bir “yarılma” (split) içeren bu erken yapılanma o kadar önemlidir ki, bu olmadan, ya da bu çöktüğünde, bebeğin dağıldığını ya da parçalandığını hissettiği varsayılır. Bunu takip eden gelişim aşamalarında, artık egonun içine daha sağlam biçimde yerleşmiş olan, daha az katılık ve yarılma içeren, kendi çelişik niteliklerini (yani hem iyi hem kötü) daha çok kabullenen içsel iyi nesnenin varlığı temel öge haline gelir. Yaşamın zenginliği, kişiliğin esnekliği, zorluklarla yüzleşebilme kapasitesi, hep kişinin kendi içindeki iyi nesneler tarafından sevilme deneyimine bağlıdır. Bir psişik yapıya sahip olma hissi, içerdeki iyi figürler tarafından sevilme, tutulma ve bütünleştirilme hissidir. Bu his, bir an için bile ortadan kalksa, bu bir felaket anıdır çünkü o an psişik yapının dağılmasına tanıklık etmektedir.
Bu sunum, en sık olarak klinik melankolide karşılaşılan, belirli bir ruhsal duruma odaklanacak: Kötü nesnenin varlığının mutlak ve her şeyi kapsar göründüğü içsel bir psişik durum. Gerçekten de, melankolinin alameti farikalarından biri, geçmişteki psişik sağlıklılık hissinin sahte ve kendini kandırmaktan ibaret olduğu inancıdır. Öznel deneyim, kişinin işe yaramaz olduğunu her zaman bildiği ve artık içinde bir iyilik kırıntısı kaldığına inanıyormuş gibi yapamayacağı şeklindedir. Geçmişin kendisi biçim değiştirmiştir ve kişinin şimdi ya da geçmişte olduğu her şey, ya ümitsizce kötü, ya da kişinin kendi kötülüğüne çare olmakta, acınacak derecede yetersizdir.
“İçsel nesneleri tarafından terkedilmiş hissetme” deneyimi evrenseldir. Yeterli içsel ya da dışsal baskı altında herkes bu duruma düşebilir ancak bu durum fazla sürmeden düzelir. Ancak bazı kişiler kendilerini bu korkunç içsel tehdit karşısında özellikle kurban konumunda hissederler ve tam da bu ruh durumunun varlığını inkâr etmek için tasarlanmış psikolojik düzenekler inşa ederler.
Böyle deneyimlerin, her açıdan oldukça iyi ilerliyor görünen analizler sırasında ortaya çıkması nadirattan değildir. Beklenmedik bir şekilde ve psikanalistin normalde fark edebileceği ya da öngörebileceği tetikleyiciler olmadan, hasta oldukça sıradan bir yoruma, öfke ve dehşet karışımı bir tepki verir: Psikanaliste karşı, kendisi hakkında böyle bir şey söyleyebildiği – daha da önemlisi, düşünebildiği – için hiddet duyar. Bu açıdan bakınca, o anda etrafta olan tek nesne kendisinden nefret eden bir nesne olduğu ve aniden bütün analitik ilişki korkunç bir tehlikeye düştüğü için duyulan bir dehşettir bu. Psikanalistin bakış açısından, hastanın bu ani sıkıntısının derecesi ve niteliği sarsıcıdır. En sarsıcı görünen de, bütün bunlar olup biterken, hastanın daha bir dakika önce, selim bir ilişki içinde hissettiği psikanalistine dair inandırıcı bir anısının olmamasıdır. Bir başka deyişle, iyi nesnenin kaybı mutlak olarak deneyimlenir. Olmuş görünen şey afet hissi verir. Dehşet verici bir durumdur. Hasta içsel ve dışsal olarak o derece saldırıya uğramıştır ki, hayatta kalmasının, büyük bir tehdit olarak algıladığı deneyimden bir biçimde kaçabilmesi sayesinde olduğunu hisseder . Bu dehşeti küçümsememek çok önemlidir. Freud, kendiliğin hayatta kalabilmek için içsel nesneleri tarafından seviliyor hissetmesi gerektiğini söylemiştir: “Ego için, yaşamak süperego tarafından sevilmekle...aynı anlama gelir”. Biraz önce sözettiğimiz dehşet anında hasta, içindeki herhangi bir şey tarafından sevilme hissini kaybetmiştir. İyi nesnesinin mutlak kaybı gibi görünen şeyle ve manik savunmalarının kendisini korumakta yetersiz kalmasıyla karşı karşıya kalan hasta, paramparça olmasını mekanizmalar kullanarak ve akabinde analiste saldırarak önler.
Yani, kendisini içerden ve dışardan şiddetle saldırıya uğrayan bir durumda bulan hasta, bu durumu tersine çevirerek analistine saldırır. Böylece psikanalist affedilemez ve kurtarılamaz derecede kötü hale gelir. Bu durum kaçınılmaz olarak psikanalist için oldukça rahatsız edicidir. Aslında hastanın yaptığı, nefret dolu, reddeden bir nesneyle içe-yansıtmalı özdeşleşme kurmak, yansıtmalı özdeşleşme yoluyla da değersizlik duygularını vahşice analistine atmaktır. Şimdi analist, bir önceki anda hastasının içinde bulunduğu ruhsal durumun aynısını deneyimler: Kötü olduğuna ve tamamen kendisine düşman olmuş hastasıyla tek başına kaldığına inanır. Analitik ilişkinin bu noktasında nefret dolu, saldıran bir nesnenin merhametine kalmış olmanın sıkıntısını deneyimleyen psikanalisttir. Bunu hastanın kendi süperegosuyla ilişkisi bakımından betimlemek de mümkün. Nesnesiyle bağı kopunca (yani, ondan ayrı oluşunu aniden fark edince), hasta güçlü bir nefretle dolu süperegosuyla yapayalnız ve onun merhametine kalır. Freud melankoliyi betimlerken, “egonun, süperego tarafından sevilmek yerine kendisinden nefret edildiğini ve kendisine zulmedildiğini hissettiği için, kendinden vazgeçmesi”nden bahseder. Hasta, bu üstün, ahlakçı süperegoyla özdeşleşerek analiste saldırır.
Tabi analizin ortasında böyle bir tepkiye yol açabilecek birçok neden vardır. Böyle tepkileri, kendilerini çaresiz bırakan kaygı ataklarından korunma amacıyla ayrıntılı, aynı zamanda incelikli ve sofistike manik yapılar geliştirmiş olan hastalarda görebileceğimizi düşünüyorum. Aslında bu tür manik yapılar hastayı kaygılarına karşı çok daha kırılgan hale getirirler. Bu manik yapıların bazı önemli özellikleri vardır. Birincisi, tümgüçlüdürler (omnipotent). Sorgulanmamışlardır ve sorgulanamazlar. Hastanın bakış açısı ile sınırlı gerçekliği meydana getirirler. İkincisi, bu yapılar, nesnenin aslında kendiliğin parçası ya da uzantısı olduğu yönündeki narsist sanrıyı korumaya çalışırlar. Analist hastanın hayal ürünü gibidir. Bu düşlem tehdit edilmediği ve korunduğu sürece kendinden beslenir ve sonsuza kadar varlığını sürdürebilir. Hastanın daha sağlıklı yönlerinden ve gerçekte var olan terapötik birlikten destek alabilir ve bunları kötüye kullanabilir. Çökmesi de, bu nedenle çok sarsıcıdır. Üçüncüsü, bu kırılgan tasavvur, analiz dahil hayatın her alanına sızan, hafif ancak kronik, istilacı bir hor görme ve aldatma duygulanımı tarafından desteklenir. Adeta bütün analiz süreci, yani çerçeve, yorumlar, iletilen anlamlar ve bunlara atfedilen değerler, hepsi, evet hepsi, psikanalistin de hasta kadar az inançla uymak zorunda olduğu boş ritüellerden ibarettir. Kavramların içi boştur ve zaten analist de bunlara inanmıyor gibidir. Analist ve hasta arasında adeta bu tuhaf oyunun gereklerini yerine getirmek yönünde gizli bir anlaşma olduğuna dair bir inanç vardır. Ancak doğruyu söylemek gerekirse, analist te bir şekilde, hastanın bu hor görmesini paylaşır. Hastanın içinde yaşadığı bu tutum son derece yıpratıcıdır. En tehlikelisi, hastanın kendi sevme kapasitesine olan inancını zehirler. Bu zehirlenme döngüsel ve yıkıcıdır: Egonun hayatta kalması iyi içsel nesneleri tarafından sevilmesine bağlıdır, ancak içsel nesnelerin kendilerinin hayatta kalması da tamamen egonun onları sevmesine bağlıdır. Nesnelerini gizli bir aşağılamayla tehdit etmek, kişiyi sadece seviyor”muş gibi yaptığına” dair ürkütücü bir hisle başbaşa bırakır. Kendisinin güvenilir ya da gerçekten seven bir tarafı yoktur, dolayısıyla nesnelerinin de güvenilir ya da gerçekten seven bir tarafı yoktur.
Eğer hasta tuhaf bir oyunun içindeyse ve psikanalist de hastasına yorum yaparken bu tuhaf oyunun gereğini yerine getiriyorsa, o zaman analitik ilişki ile ilgili ne söyleyebiliriz ? Böyle bir durumda, hastanın, analistin de sahte olduğu, aslında güvenilir ilişkilerin var“mış gibi göründüğü”ne dair inancı ve bununla bağlantılı deneyimi, kendini gerçekleştirerek doğrulanmış olur.
Ancak ister istemez, bütün bunlarla birlikte, hastanın, bu narsist düzeneğinin büyük ölçüde yanılsamalı, savunmacı yapısının, hatta kırılganlığının, farkına varma kapasitesini bir ölçüde koruyup korumadığından şüphelenebiliriz. Hasta bir şekilde, bütün çarpıtılmış anlam duyumunun ve anlatısal bütünlüğünü yaratma çabasının yapmacık olduğunun farkındadır. Kendisini sürekli sahte, ve aynı zamanda da, başka türlü olabileceği konusunda ümitsiz hisseder. Sonunda işin iç yüzüyle hesaplaşmayı ertelemekten fazlasını umamayacağını düşünür. Bir çeşit anlaşma yapmıştır – nesnelerini yatıştırır, ödünler verir, manipüle eder, onları satın alır. Onlarla, kendini, kim olduğuyla ve iç dünyasının boş, hileli durumuyla yüzleşmeye zorlamamaları için pazarlık eder. Tam da bu düzen yüzünden, analitik nesnenin iyiliği, ayrı olunan ve zorluk yaşanan anlarda tamamen kaybolur. Nesnenin kendisini sevdiğine temel inancı ve onun nesneye duyduğu sevgi (ki bunlar aslen aynı şeydir) tamamen kaybolur, çünkü hiçbir zaman buna gerçekten inanılmamıştır. Bu hiçbir zaman gerçekten temelli kurulmamıştır. Artık hasta, psişik yapısında varolan ve kendisini yaşam boyu idare edeceğini umduğu tehditkâr, oluşumsal bir hatayla yüzleşmiştir.
Böyle anlarda bir analist neler hisseder ? Öz varlığını tamamen kötü olarak algılayan bir hastayla başbaşadır. Kendi yalnızlık duyguları ve yeterliliğiyle ilgili şüpheleriyle de karşı karşıya kalmıştır. Bu noktada psikanalist, görünürdeki aldatıcı iyilik halinin sahteliğini görmezden gelmek pahasına, durumu status quo ante (önceden var olan durum, ç.n.) yönünde düzeltmek, hastasıyla arasında karşılıklı bir iyilik hissini canlandırmak için büyük bir baskı hisseder.
Zeki, sanatsal yetenekleri olan, hoş bir genç hanım, ilişkileri sürdürememe, yaşamının yönünü kaybetme ve amaçsızlık duyguları, ve dönem dönem ortaya çıkan depresyonu yüzünden analize geldi. Kısa sürede, kendi becerileriyle ilgili yoğun tümgüçlü düşlemleri kendini gösterdi. İnsanların düşünce ve motivasyonlarını “psikolojik bir altıncı hissi” sayesinde okuyabileceğine dair güçlü, sarsılmaz bir inancı vardı. Süreç içinde kırılgan temeller üzerinde oturan narsist bir kişilik yapısı belirgin hale geldi. Söz konusu altıncı his inancı anlatısına yayılmıştı ve kısa zamanda analizin aktarım dinamiklerinin köşe taşlarından biri haline geldi.
Hastanın benimle ilgili de birçok sorgulanmamış ve irdelenmemiş inancı vardı. Bunlardan biri, kendisinin, benim tek kadın hastam olduğuydu. Bu konuda bir çok defalar yorumda bulunmuştu – ne kendi seansından önce analiz odasından çıkan, ne de kendisi giderken giren bir kadın görmediğini iddia ediyordu. Bu nedenle analiz etmekte olduğum hastalar içinde kendisinden başka kadın olmadığını mutlak bir gerçeklik olarak kabul etmişti. Analizin başlayışından epey sonraları, bir gün, tam kendi seansından önce binadan bir kadın çıktığını gördü. Sonraki birkaç hafta boyunca, haftanın aynı günlerinde bu olay tekrarlandı. Başta günün o saatinde binada bir kadın görmenin tuhaf olduğundan bahsetti ve nereye gidiyor olabileceğini merak etti. Birkaç hafta sonra, aklına o kadının belki süpervizyon almaya gelmiş bir öğrenci olduğunun geldiğini söyledi. Bunu ele aldım ve başka olası bir açıklamadan kaçınıyor olduğu gerçeğini, yani kadının hastam olabileceğini, ve bu düşünceden kaçınmasının çok ilginç olduğunu yorumladım. Hasta bir süre sessiz kaldı. Konuşmaya başladığında, sesi öfke doluydu. Ona başka hastalarımdan bahsetmeye nasıl cesaret edebilirdim ? Bu onu hiç ilgilendirmezdi. Ve ben bunu kasıtlı olarak onu aşağılamak, küçük düşürmek, kendisinden ne kadar güçlü olduğumu göstermek ve nasıl da benim merhametime kalmış, bana bağımlı olduğunu kanıtlamak için yapıyordum.
Sizlere tepkisindeki şiddeti aktarmam zor. Şaşırmıştım ve analitik zihnimi seansın geri kalanı için toparlama çabalarım sonuç vermedi. Bir sonraki seansta hala çok ajite bir durumdaydı, artık bana güvenemeyeceğini söylüyordu. Analizle ve onu tedavi edebilme kapasitemle ilgili her şeyin tehlikede olduğunu hissettiğini, devam edip etmeme konusunda emin olmadığını söylüyordu.
Sonunda ortam çalışılabilecek bir hale geldi ve analize devam edebildik. Bu şiddetli deneyimi bir yere oturtmaya, bir şekilde anlamlandırmaya çalışabildik. Bunun elbette incelenmeye ve yorumlanmaya değer bir çok yönü var, ancak bu makalenin sınırları dahilinde, sadece kesintiye uğratılan belirli düşlemden, yani benim tek kadın hastam olduğu düşleminden, ve bu kesintinin felakete yol açan etkisinden söz edeceğim. Anladığım kadarıyla, hastanın o anda yüzleştiği şey, aniden ortaya çıkan, onun zihninin bir ürünü olmamam, benim kim olduğuma dair düşlemiyle benim gerçekte kim olduğum arasında fark olabileceği, ve onun erişemeyeceği, kontrol edemeyeceği bir zihnim, yaşamım ve ilişkilerim olabileceği olasılığıydı. Kendisiyle suç ortaklığına giren “iyi”, ama aslında “sahte” nesne, o anda suç ortağı olmayı bırakmış, ve gerçekliği işin içine katarak onarılmaz biçimde “kötü” hale gelmişti.
Olayın kendisi atlatıldı, ama benim için, hastanın iç dünyasında kendini fazla belli etmeyen bazı ögelerin varlığına dair işaretler bıraktı: Düşlemlerdeki tümgüçlülük, ayrışmayı manik bir biçimde engelliyordu. Bu tümgüçlülüğün içinde gerçekliği aşağılayan ve küçümseyen narsist içsel bir evren oluşturan öznel nesnelerin sorgulanmayan varlığı da hüküm sürüyordu. Bu öznel nesnelere kendilik-nesneleri adını verebiliriz.
Hastanın yumuşatılmamış hasedi, narsist kendine yeterliliğini ve tümgüçlülüğünü sorgulayan her nesneye saldırmaya itiyor gibi görünüyor. Özellikle iyi, sahici, sevgi dolu nesneler en büyük zorluğu yaratıyor ve saldırılmaları gerekiyor. Saldırının bedeli, bu süreçte içsel iyi nesnenin yok edilmesidir. İçsel nesneye saldırmak, ona duyulan sevgiyi, dolayısıyla onun içsel varlığını yok eder. Hasta yapayalnız kalır, içindeki iyilik boşalır, ve kötülüğün varlığı mutlak görünür. Daha sonra hasta, içindeki nesnelere duyduğu sevgiyi beslemek ve korumaktaki yetersizliği yüzünden duyduğu ümitsizliği maskelemek için, bunun üzerini örtmek zorundadır. Başka bir yol da, bu duyguları olduğu gibi psikanaliste yansıtarak şiddetle dışarı atmaktır. Böyle bir durumda, psikanalist kolaylıkla aşağılamanın nesnesi haline gelir.
Bu umutsuz karanlık, anlattığım hali ile neredeyse düzeltilemez bir manzaradır. Ancak analitik deneyim göstermiştir ki, hastanın tüm savunmacı aşağılaması ve indirgemelerine karşın, herşeyin kaybedilmediğine dair bir parça umut baki kalır. Hastanın iç dünyasında, kendisinden ayrı olan nesnelerine bu halleriyle, yani ayrı oluşları ile, gerçekten değer verme ve onları sevme kapasitesinin tamamen ölü olmayabileceğine dair güven kalıntıları vardır. Bu güven, çok kırılgan ve güvensiz, sürekli tehdit altında ve tekrar tekrar kuyusunu kazan içsel süreçlerden korunma ihtiyacında olan bir umuttur.
Hastamın öfkesi ile örneklediğim kırılma anları, her ne kadar hem hastayı hem de psikanalisti allak bullak etse de, aslında bir şeylerin derinlemesine çalışılmasına olanak sağlamakta verimli, bu türden koruma anlarıdırlar. Öncelikle psikanalist, hasta tarafından nefret edilen, suçlu, zalim ve esasen yetersiz ve de değersiz nesne olarak deneyimlenme dönemlerine katlanabilmelidir. Ayrıca, hastayı yatıştırma ve acilen hem iyilik hissini, hem de suç ortaklığı içeren idealize edilmiş yeterlilik yanılsamasını onarmak yönündeki ezici baskıya direnebilmelidir. Ancak bu koşullarda, gerçek analiz umudu hayatta kalabilir.
Bu zorlu, ancak imkansız olmayan bir çabadır, ve itiraf edilmelidir ki, başarısı büyük ölçüde psikanalistin iyi bir içsel nesne olarak psikanalize tutunabilme ve bunun kaybının melankolik ümitsizliğine teslim olmama becerisine bağlıdır
Bu sunum, en sık olarak klinik melankolide karşılaşılan, belirli bir ruhsal duruma odaklanacak: Kötü nesnenin varlığının mutlak ve her şeyi kapsar göründüğü içsel bir psişik durum. Gerçekten de, melankolinin alameti farikalarından biri, geçmişteki psişik sağlıklılık hissinin sahte ve kendini kandırmaktan ibaret olduğu inancıdır. Öznel deneyim, kişinin işe yaramaz olduğunu her zaman bildiği ve artık içinde bir iyilik kırıntısı kaldığına inanıyormuş gibi yapamayacağı şeklindedir. Geçmişin kendisi biçim değiştirmiştir ve kişinin şimdi ya da geçmişte olduğu her şey, ya ümitsizce kötü, ya da kişinin kendi kötülüğüne çare olmakta, acınacak derecede yetersizdir.
“İçsel nesneleri tarafından terkedilmiş hissetme” deneyimi evrenseldir. Yeterli içsel ya da dışsal baskı altında herkes bu duruma düşebilir ancak bu durum fazla sürmeden düzelir. Ancak bazı kişiler kendilerini bu korkunç içsel tehdit karşısında özellikle kurban konumunda hissederler ve tam da bu ruh durumunun varlığını inkâr etmek için tasarlanmış psikolojik düzenekler inşa ederler.
Böyle deneyimlerin, her açıdan oldukça iyi ilerliyor görünen analizler sırasında ortaya çıkması nadirattan değildir. Beklenmedik bir şekilde ve psikanalistin normalde fark edebileceği ya da öngörebileceği tetikleyiciler olmadan, hasta oldukça sıradan bir yoruma, öfke ve dehşet karışımı bir tepki verir: Psikanaliste karşı, kendisi hakkında böyle bir şey söyleyebildiği – daha da önemlisi, düşünebildiği – için hiddet duyar. Bu açıdan bakınca, o anda etrafta olan tek nesne kendisinden nefret eden bir nesne olduğu ve aniden bütün analitik ilişki korkunç bir tehlikeye düştüğü için duyulan bir dehşettir bu. Psikanalistin bakış açısından, hastanın bu ani sıkıntısının derecesi ve niteliği sarsıcıdır. En sarsıcı görünen de, bütün bunlar olup biterken, hastanın daha bir dakika önce, selim bir ilişki içinde hissettiği psikanalistine dair inandırıcı bir anısının olmamasıdır. Bir başka deyişle, iyi nesnenin kaybı mutlak olarak deneyimlenir. Olmuş görünen şey afet hissi verir. Dehşet verici bir durumdur. Hasta içsel ve dışsal olarak o derece saldırıya uğramıştır ki, hayatta kalmasının, büyük bir tehdit olarak algıladığı deneyimden bir biçimde kaçabilmesi sayesinde olduğunu hisseder . Bu dehşeti küçümsememek çok önemlidir. Freud, kendiliğin hayatta kalabilmek için içsel nesneleri tarafından seviliyor hissetmesi gerektiğini söylemiştir: “Ego için, yaşamak süperego tarafından sevilmekle...aynı anlama gelir”. Biraz önce sözettiğimiz dehşet anında hasta, içindeki herhangi bir şey tarafından sevilme hissini kaybetmiştir. İyi nesnesinin mutlak kaybı gibi görünen şeyle ve manik savunmalarının kendisini korumakta yetersiz kalmasıyla karşı karşıya kalan hasta, paramparça olmasını mekanizmalar kullanarak ve akabinde analiste saldırarak önler.
Yani, kendisini içerden ve dışardan şiddetle saldırıya uğrayan bir durumda bulan hasta, bu durumu tersine çevirerek analistine saldırır. Böylece psikanalist affedilemez ve kurtarılamaz derecede kötü hale gelir. Bu durum kaçınılmaz olarak psikanalist için oldukça rahatsız edicidir. Aslında hastanın yaptığı, nefret dolu, reddeden bir nesneyle içe-yansıtmalı özdeşleşme kurmak, yansıtmalı özdeşleşme yoluyla da değersizlik duygularını vahşice analistine atmaktır. Şimdi analist, bir önceki anda hastasının içinde bulunduğu ruhsal durumun aynısını deneyimler: Kötü olduğuna ve tamamen kendisine düşman olmuş hastasıyla tek başına kaldığına inanır. Analitik ilişkinin bu noktasında nefret dolu, saldıran bir nesnenin merhametine kalmış olmanın sıkıntısını deneyimleyen psikanalisttir. Bunu hastanın kendi süperegosuyla ilişkisi bakımından betimlemek de mümkün. Nesnesiyle bağı kopunca (yani, ondan ayrı oluşunu aniden fark edince), hasta güçlü bir nefretle dolu süperegosuyla yapayalnız ve onun merhametine kalır. Freud melankoliyi betimlerken, “egonun, süperego tarafından sevilmek yerine kendisinden nefret edildiğini ve kendisine zulmedildiğini hissettiği için, kendinden vazgeçmesi”nden bahseder. Hasta, bu üstün, ahlakçı süperegoyla özdeşleşerek analiste saldırır.
Tabi analizin ortasında böyle bir tepkiye yol açabilecek birçok neden vardır. Böyle tepkileri, kendilerini çaresiz bırakan kaygı ataklarından korunma amacıyla ayrıntılı, aynı zamanda incelikli ve sofistike manik yapılar geliştirmiş olan hastalarda görebileceğimizi düşünüyorum. Aslında bu tür manik yapılar hastayı kaygılarına karşı çok daha kırılgan hale getirirler. Bu manik yapıların bazı önemli özellikleri vardır. Birincisi, tümgüçlüdürler (omnipotent). Sorgulanmamışlardır ve sorgulanamazlar. Hastanın bakış açısı ile sınırlı gerçekliği meydana getirirler. İkincisi, bu yapılar, nesnenin aslında kendiliğin parçası ya da uzantısı olduğu yönündeki narsist sanrıyı korumaya çalışırlar. Analist hastanın hayal ürünü gibidir. Bu düşlem tehdit edilmediği ve korunduğu sürece kendinden beslenir ve sonsuza kadar varlığını sürdürebilir. Hastanın daha sağlıklı yönlerinden ve gerçekte var olan terapötik birlikten destek alabilir ve bunları kötüye kullanabilir. Çökmesi de, bu nedenle çok sarsıcıdır. Üçüncüsü, bu kırılgan tasavvur, analiz dahil hayatın her alanına sızan, hafif ancak kronik, istilacı bir hor görme ve aldatma duygulanımı tarafından desteklenir. Adeta bütün analiz süreci, yani çerçeve, yorumlar, iletilen anlamlar ve bunlara atfedilen değerler, hepsi, evet hepsi, psikanalistin de hasta kadar az inançla uymak zorunda olduğu boş ritüellerden ibarettir. Kavramların içi boştur ve zaten analist de bunlara inanmıyor gibidir. Analist ve hasta arasında adeta bu tuhaf oyunun gereklerini yerine getirmek yönünde gizli bir anlaşma olduğuna dair bir inanç vardır. Ancak doğruyu söylemek gerekirse, analist te bir şekilde, hastanın bu hor görmesini paylaşır. Hastanın içinde yaşadığı bu tutum son derece yıpratıcıdır. En tehlikelisi, hastanın kendi sevme kapasitesine olan inancını zehirler. Bu zehirlenme döngüsel ve yıkıcıdır: Egonun hayatta kalması iyi içsel nesneleri tarafından sevilmesine bağlıdır, ancak içsel nesnelerin kendilerinin hayatta kalması da tamamen egonun onları sevmesine bağlıdır. Nesnelerini gizli bir aşağılamayla tehdit etmek, kişiyi sadece seviyor”muş gibi yaptığına” dair ürkütücü bir hisle başbaşa bırakır. Kendisinin güvenilir ya da gerçekten seven bir tarafı yoktur, dolayısıyla nesnelerinin de güvenilir ya da gerçekten seven bir tarafı yoktur.
Eğer hasta tuhaf bir oyunun içindeyse ve psikanalist de hastasına yorum yaparken bu tuhaf oyunun gereğini yerine getiriyorsa, o zaman analitik ilişki ile ilgili ne söyleyebiliriz ? Böyle bir durumda, hastanın, analistin de sahte olduğu, aslında güvenilir ilişkilerin var“mış gibi göründüğü”ne dair inancı ve bununla bağlantılı deneyimi, kendini gerçekleştirerek doğrulanmış olur.
Ancak ister istemez, bütün bunlarla birlikte, hastanın, bu narsist düzeneğinin büyük ölçüde yanılsamalı, savunmacı yapısının, hatta kırılganlığının, farkına varma kapasitesini bir ölçüde koruyup korumadığından şüphelenebiliriz. Hasta bir şekilde, bütün çarpıtılmış anlam duyumunun ve anlatısal bütünlüğünü yaratma çabasının yapmacık olduğunun farkındadır. Kendisini sürekli sahte, ve aynı zamanda da, başka türlü olabileceği konusunda ümitsiz hisseder. Sonunda işin iç yüzüyle hesaplaşmayı ertelemekten fazlasını umamayacağını düşünür. Bir çeşit anlaşma yapmıştır – nesnelerini yatıştırır, ödünler verir, manipüle eder, onları satın alır. Onlarla, kendini, kim olduğuyla ve iç dünyasının boş, hileli durumuyla yüzleşmeye zorlamamaları için pazarlık eder. Tam da bu düzen yüzünden, analitik nesnenin iyiliği, ayrı olunan ve zorluk yaşanan anlarda tamamen kaybolur. Nesnenin kendisini sevdiğine temel inancı ve onun nesneye duyduğu sevgi (ki bunlar aslen aynı şeydir) tamamen kaybolur, çünkü hiçbir zaman buna gerçekten inanılmamıştır. Bu hiçbir zaman gerçekten temelli kurulmamıştır. Artık hasta, psişik yapısında varolan ve kendisini yaşam boyu idare edeceğini umduğu tehditkâr, oluşumsal bir hatayla yüzleşmiştir.
Böyle anlarda bir analist neler hisseder ? Öz varlığını tamamen kötü olarak algılayan bir hastayla başbaşadır. Kendi yalnızlık duyguları ve yeterliliğiyle ilgili şüpheleriyle de karşı karşıya kalmıştır. Bu noktada psikanalist, görünürdeki aldatıcı iyilik halinin sahteliğini görmezden gelmek pahasına, durumu status quo ante (önceden var olan durum, ç.n.) yönünde düzeltmek, hastasıyla arasında karşılıklı bir iyilik hissini canlandırmak için büyük bir baskı hisseder.
Zeki, sanatsal yetenekleri olan, hoş bir genç hanım, ilişkileri sürdürememe, yaşamının yönünü kaybetme ve amaçsızlık duyguları, ve dönem dönem ortaya çıkan depresyonu yüzünden analize geldi. Kısa sürede, kendi becerileriyle ilgili yoğun tümgüçlü düşlemleri kendini gösterdi. İnsanların düşünce ve motivasyonlarını “psikolojik bir altıncı hissi” sayesinde okuyabileceğine dair güçlü, sarsılmaz bir inancı vardı. Süreç içinde kırılgan temeller üzerinde oturan narsist bir kişilik yapısı belirgin hale geldi. Söz konusu altıncı his inancı anlatısına yayılmıştı ve kısa zamanda analizin aktarım dinamiklerinin köşe taşlarından biri haline geldi.
Hastanın benimle ilgili de birçok sorgulanmamış ve irdelenmemiş inancı vardı. Bunlardan biri, kendisinin, benim tek kadın hastam olduğuydu. Bu konuda bir çok defalar yorumda bulunmuştu – ne kendi seansından önce analiz odasından çıkan, ne de kendisi giderken giren bir kadın görmediğini iddia ediyordu. Bu nedenle analiz etmekte olduğum hastalar içinde kendisinden başka kadın olmadığını mutlak bir gerçeklik olarak kabul etmişti. Analizin başlayışından epey sonraları, bir gün, tam kendi seansından önce binadan bir kadın çıktığını gördü. Sonraki birkaç hafta boyunca, haftanın aynı günlerinde bu olay tekrarlandı. Başta günün o saatinde binada bir kadın görmenin tuhaf olduğundan bahsetti ve nereye gidiyor olabileceğini merak etti. Birkaç hafta sonra, aklına o kadının belki süpervizyon almaya gelmiş bir öğrenci olduğunun geldiğini söyledi. Bunu ele aldım ve başka olası bir açıklamadan kaçınıyor olduğu gerçeğini, yani kadının hastam olabileceğini, ve bu düşünceden kaçınmasının çok ilginç olduğunu yorumladım. Hasta bir süre sessiz kaldı. Konuşmaya başladığında, sesi öfke doluydu. Ona başka hastalarımdan bahsetmeye nasıl cesaret edebilirdim ? Bu onu hiç ilgilendirmezdi. Ve ben bunu kasıtlı olarak onu aşağılamak, küçük düşürmek, kendisinden ne kadar güçlü olduğumu göstermek ve nasıl da benim merhametime kalmış, bana bağımlı olduğunu kanıtlamak için yapıyordum.
Sizlere tepkisindeki şiddeti aktarmam zor. Şaşırmıştım ve analitik zihnimi seansın geri kalanı için toparlama çabalarım sonuç vermedi. Bir sonraki seansta hala çok ajite bir durumdaydı, artık bana güvenemeyeceğini söylüyordu. Analizle ve onu tedavi edebilme kapasitemle ilgili her şeyin tehlikede olduğunu hissettiğini, devam edip etmeme konusunda emin olmadığını söylüyordu.
Sonunda ortam çalışılabilecek bir hale geldi ve analize devam edebildik. Bu şiddetli deneyimi bir yere oturtmaya, bir şekilde anlamlandırmaya çalışabildik. Bunun elbette incelenmeye ve yorumlanmaya değer bir çok yönü var, ancak bu makalenin sınırları dahilinde, sadece kesintiye uğratılan belirli düşlemden, yani benim tek kadın hastam olduğu düşleminden, ve bu kesintinin felakete yol açan etkisinden söz edeceğim. Anladığım kadarıyla, hastanın o anda yüzleştiği şey, aniden ortaya çıkan, onun zihninin bir ürünü olmamam, benim kim olduğuma dair düşlemiyle benim gerçekte kim olduğum arasında fark olabileceği, ve onun erişemeyeceği, kontrol edemeyeceği bir zihnim, yaşamım ve ilişkilerim olabileceği olasılığıydı. Kendisiyle suç ortaklığına giren “iyi”, ama aslında “sahte” nesne, o anda suç ortağı olmayı bırakmış, ve gerçekliği işin içine katarak onarılmaz biçimde “kötü” hale gelmişti.
Olayın kendisi atlatıldı, ama benim için, hastanın iç dünyasında kendini fazla belli etmeyen bazı ögelerin varlığına dair işaretler bıraktı: Düşlemlerdeki tümgüçlülük, ayrışmayı manik bir biçimde engelliyordu. Bu tümgüçlülüğün içinde gerçekliği aşağılayan ve küçümseyen narsist içsel bir evren oluşturan öznel nesnelerin sorgulanmayan varlığı da hüküm sürüyordu. Bu öznel nesnelere kendilik-nesneleri adını verebiliriz.
Hastanın yumuşatılmamış hasedi, narsist kendine yeterliliğini ve tümgüçlülüğünü sorgulayan her nesneye saldırmaya itiyor gibi görünüyor. Özellikle iyi, sahici, sevgi dolu nesneler en büyük zorluğu yaratıyor ve saldırılmaları gerekiyor. Saldırının bedeli, bu süreçte içsel iyi nesnenin yok edilmesidir. İçsel nesneye saldırmak, ona duyulan sevgiyi, dolayısıyla onun içsel varlığını yok eder. Hasta yapayalnız kalır, içindeki iyilik boşalır, ve kötülüğün varlığı mutlak görünür. Daha sonra hasta, içindeki nesnelere duyduğu sevgiyi beslemek ve korumaktaki yetersizliği yüzünden duyduğu ümitsizliği maskelemek için, bunun üzerini örtmek zorundadır. Başka bir yol da, bu duyguları olduğu gibi psikanaliste yansıtarak şiddetle dışarı atmaktır. Böyle bir durumda, psikanalist kolaylıkla aşağılamanın nesnesi haline gelir.
Bu umutsuz karanlık, anlattığım hali ile neredeyse düzeltilemez bir manzaradır. Ancak analitik deneyim göstermiştir ki, hastanın tüm savunmacı aşağılaması ve indirgemelerine karşın, herşeyin kaybedilmediğine dair bir parça umut baki kalır. Hastanın iç dünyasında, kendisinden ayrı olan nesnelerine bu halleriyle, yani ayrı oluşları ile, gerçekten değer verme ve onları sevme kapasitesinin tamamen ölü olmayabileceğine dair güven kalıntıları vardır. Bu güven, çok kırılgan ve güvensiz, sürekli tehdit altında ve tekrar tekrar kuyusunu kazan içsel süreçlerden korunma ihtiyacında olan bir umuttur.
Hastamın öfkesi ile örneklediğim kırılma anları, her ne kadar hem hastayı hem de psikanalisti allak bullak etse de, aslında bir şeylerin derinlemesine çalışılmasına olanak sağlamakta verimli, bu türden koruma anlarıdırlar. Öncelikle psikanalist, hasta tarafından nefret edilen, suçlu, zalim ve esasen yetersiz ve de değersiz nesne olarak deneyimlenme dönemlerine katlanabilmelidir. Ayrıca, hastayı yatıştırma ve acilen hem iyilik hissini, hem de suç ortaklığı içeren idealize edilmiş yeterlilik yanılsamasını onarmak yönündeki ezici baskıya direnebilmelidir. Ancak bu koşullarda, gerçek analiz umudu hayatta kalabilir.
Bu zorlu, ancak imkansız olmayan bir çabadır, ve itiraf edilmelidir ki, başarısı büyük ölçüde psikanalistin iyi bir içsel nesne olarak psikanalize tutunabilme ve bunun kaybının melankolik ümitsizliğine teslim olmama becerisine bağlıdır