Sisli bir gün ardından kalabalıkların içinde yok ediyorum kendimi. Şehrim bilinmezliğini yüklenmiş yine en kayıp sıfatların diyarına vurmuş kendini. Kendi kadar yalan olmuş kendi kadar düş…
Bir yenilgi ardından bin bir kez ölüme düşer mi insan? Verilmiş bir söz ardından tüm sözcükleri siliyor beynim. Azığımda harf yok. Dilimde kelime yok. Unutmak adına atılmış tüm adımlarım hatırıma düşen nişane. Neden bu kadar hırçınsın şehrim bana? Neden bu kadar küskün? Ben mi deşifre etmiştim kayıp imlana sakladığın gizli yarayı? Ben mi silmiştim tepelerine nakış nakış işlediğin adını?
Suçlu muyum?
Suçlun muyum?
Ölümlere ağıtlar yakıyorum. Gelmez gidenler. Bir avuç toprağa gözyaşlarımı döküyorum. Kayıp diyarlara yumuyorum gözlerimi. Şimdi nerdeyim? Şehrim nerdesin? Hangi yazgımın içine sıkıştı bakışların? Vapurların hangi rotada kayboldu?
Zamansız soldu çiçekler. Belki bahar sandığım sırtına saklı yalanlar gizlemiş bir güzdü. Belki öğretilerin yanlış eldeler verdiği dilimdeydi canım. Şehrim yavaş yavaş yitiyordu gözümden. Bir bir dökülüyordu anılarımın portresi. Gözümdeki resimleri yırtılıp serin surlarına bırakılıyordu. Düş yordamıyla buluyordum Kız Kulesini çöl diyarında. Haniydi şehrimin mavi suları? Kâbustum. Kâbustan öteydim hatta. Kâbuslar az kalırdı nazarımdaki karmaşanın mahlasına. Mahlası meçhuldü şehrimin. Mahlası berdevam sulardan tenha çöllere vurulmuştu. Bitimsiz bir suda kendi kendini boğmuş ve boğumuna nispet kuraklığı davet etmişti diyarına. Belki de ilk kez bu kadar yalnızdı. Elinden tutacakları bekliyordu. Beklemesinden belliydi gelmeyenler…
Ne desem boşluğa tümce dizilmiyor. Ne desem yavan kalıyor sensiz. Ne desem makamı bozuk ağzımın... Seni soruyor her düş. Tarifin yok artık. Bir iç dökümü kâğıttan ızdırap kokulu bir cümle…
Şimdi bir kompozisyondan da aforoz edildim. Girişim düşlerdi düşler bitti. Gelişme cümlelerdi cümleler kan kustu. Sonuç sendin sen de terk ettin şehrim. Dilsizim dedin ayrılığın diline geldin. Sen de başlayıp bitenlerden oldun. Sen de göçüp gidenlerden oldun. Git ama sen bu kadar yükle ayağına pranga olan ellerimle fazla ayakta kalamazsın. Yok ettiğin hayallerime düşersin yüz üstü. Sen ağlarsın gözyaşın pişmanlığını ele verir. Yorulursun şehrim. Yorgun yanlarımın kapısını çaldığın ve “gir” demeden buyurduğun tümcelerime yaslarsın yüz üstü düşmüş dağını taşını bana armağan ettiğin gözyaşını bir de kelimelerimi katlettiğim serin sularını.
Sen bende kayıp ben sende bir bulunmuş… Yolumuz hiç aynı yöne çıkmaz. Farklı yamaçlarda farklı özlemler büyütürüz. Bir oyuna bulaşsa elimiz sen ebe olursun ben sende sobe… Sayarsın bir bir ortasında bulunduğum düşleri. “Yaşamak dersem çık ölmek dersem kal” sesleri teğet geçer kulağımı. Şehrime adadığım düşü sayınca düşlerim ele verir kendini… Ebe şehrin sobesi olurum…
En yeniğim şimdi. Şehrime düşlerime yarınlarıma… hepsine bir “ah” borçluyum. “ah” diyebilecek kadar bile konuşamazken hem de.
Aç çöl dünyanın kapısını. Bir düş boyu deniz getirim sana. Bu kez ben ebeyim ve seni içime sobelemek için geldim şehrim.
Bir yenilgi ardından bin bir kez ölüme düşer mi insan? Verilmiş bir söz ardından tüm sözcükleri siliyor beynim. Azığımda harf yok. Dilimde kelime yok. Unutmak adına atılmış tüm adımlarım hatırıma düşen nişane. Neden bu kadar hırçınsın şehrim bana? Neden bu kadar küskün? Ben mi deşifre etmiştim kayıp imlana sakladığın gizli yarayı? Ben mi silmiştim tepelerine nakış nakış işlediğin adını?
Suçlu muyum?
Suçlun muyum?
Ölümlere ağıtlar yakıyorum. Gelmez gidenler. Bir avuç toprağa gözyaşlarımı döküyorum. Kayıp diyarlara yumuyorum gözlerimi. Şimdi nerdeyim? Şehrim nerdesin? Hangi yazgımın içine sıkıştı bakışların? Vapurların hangi rotada kayboldu?
Zamansız soldu çiçekler. Belki bahar sandığım sırtına saklı yalanlar gizlemiş bir güzdü. Belki öğretilerin yanlış eldeler verdiği dilimdeydi canım. Şehrim yavaş yavaş yitiyordu gözümden. Bir bir dökülüyordu anılarımın portresi. Gözümdeki resimleri yırtılıp serin surlarına bırakılıyordu. Düş yordamıyla buluyordum Kız Kulesini çöl diyarında. Haniydi şehrimin mavi suları? Kâbustum. Kâbustan öteydim hatta. Kâbuslar az kalırdı nazarımdaki karmaşanın mahlasına. Mahlası meçhuldü şehrimin. Mahlası berdevam sulardan tenha çöllere vurulmuştu. Bitimsiz bir suda kendi kendini boğmuş ve boğumuna nispet kuraklığı davet etmişti diyarına. Belki de ilk kez bu kadar yalnızdı. Elinden tutacakları bekliyordu. Beklemesinden belliydi gelmeyenler…
Ne desem boşluğa tümce dizilmiyor. Ne desem yavan kalıyor sensiz. Ne desem makamı bozuk ağzımın... Seni soruyor her düş. Tarifin yok artık. Bir iç dökümü kâğıttan ızdırap kokulu bir cümle…
Şimdi bir kompozisyondan da aforoz edildim. Girişim düşlerdi düşler bitti. Gelişme cümlelerdi cümleler kan kustu. Sonuç sendin sen de terk ettin şehrim. Dilsizim dedin ayrılığın diline geldin. Sen de başlayıp bitenlerden oldun. Sen de göçüp gidenlerden oldun. Git ama sen bu kadar yükle ayağına pranga olan ellerimle fazla ayakta kalamazsın. Yok ettiğin hayallerime düşersin yüz üstü. Sen ağlarsın gözyaşın pişmanlığını ele verir. Yorulursun şehrim. Yorgun yanlarımın kapısını çaldığın ve “gir” demeden buyurduğun tümcelerime yaslarsın yüz üstü düşmüş dağını taşını bana armağan ettiğin gözyaşını bir de kelimelerimi katlettiğim serin sularını.
Sen bende kayıp ben sende bir bulunmuş… Yolumuz hiç aynı yöne çıkmaz. Farklı yamaçlarda farklı özlemler büyütürüz. Bir oyuna bulaşsa elimiz sen ebe olursun ben sende sobe… Sayarsın bir bir ortasında bulunduğum düşleri. “Yaşamak dersem çık ölmek dersem kal” sesleri teğet geçer kulağımı. Şehrime adadığım düşü sayınca düşlerim ele verir kendini… Ebe şehrin sobesi olurum…
En yeniğim şimdi. Şehrime düşlerime yarınlarıma… hepsine bir “ah” borçluyum. “ah” diyebilecek kadar bile konuşamazken hem de.
Aç çöl dünyanın kapısını. Bir düş boyu deniz getirim sana. Bu kez ben ebeyim ve seni içime sobelemek için geldim şehrim.