Eclipse
Kayıtlı Üye
LÜZUMSUZ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ
Tamer Korugan
Aykırı Yayıncılık
İÇİNDEKİLER
1. Adetler
1.01. İngiltere'de trafik niçin soldan akar?
1.02. Niçin trafik lambaları kırmızı sarı ve yeşildir?
1.03. Erkek bebeklerin giysileri niçin mavidir?
1.04. Erkeklerin düğmeleri niçin sağdadır?
1.05. İnsanlar niçin tokalaşıyorlar?
1.06. Matemde bayraklar niçin yarıya indirilir?
1.07. Şemsiyelerin çoğunun rengi niçin siyahtır?
1.08. Günümüzde üniformalar niçin haki renkte?
1.09. Eski insanlar tuvaletlerini nasıl yapıyorlardı?
1.10. Erkekler eskiden nasıl tıraş oluyorlardı?
1.11. Ata neden soldan binilir?
1.12. Erkekler niçin kravat takar?
1.13. Gelinliklerin rengi niçin beyazdır?
2. Batıl inançlar
2.01. 13 sayısı niçin uğursuzdur?
2.02. Ayna kırılması niçin uğursuzluk getirir?
2.03. Nazar değmesi nasıl oluyor?
2.04. Kara kedi geçmesi niçin uğursuzluk getirir?
2.05. Merdivenin altından geçmek neden uğursuzluk sayılır?
2.06. Niçin tahtaya vuruyoruz?
3. Günlük yaşam
3.01. Niçin müzikten hoşlanıyoruz?
3.02. Ayların günleri niçin 28 30 31 gibi farklı?
3.03. Bozuk paraların kenarları niçin tırtıllıdır?
3.04. Sirk çadırları niçin daima daire biçimindedir?
3.05. Niçin kurşunkalemlerin çoğu altıgen ve sarı renkte?
3.06. Buz neden kaygandır?
3.07. Saatler niçin ileri-geri alınır?
3.08. Bir saat niçin 60 dakikadır?
3.09. Saatin akrep ve yelkovanı niçin sağa dönüyor?
3.10. İskambil kağıtlarındaki şekillerin anlamı nedir?
3.11. Buzlanmış yollara niçin tuz dökülüyor?
3.12. 24 ayar altın ne demektir?
3.13. Yüzme yarışları niçin dört ayrı stilde yapılıyor?
3.14. İngilizce'de hindiye niçin Turkey deniliyor?
3.15. Yağmurda koşan niçin daha çok ıslanıyor?
3.16. Ev çiçekleri bize nasıl zarar verebilirler?
3.17. Sabun kiri nasıl gideriyor?
3.18. Sirklerde kılıcı nasıl yutuyorlar?
3.19. Gazeteler niçin enine düzgün yırtılmıyor?
3.20. Atletler niçin saat yönünün aksine koşuyorlar?
3.21. Boks ringleri niçin dört köşedir?
3.22. Asansör düşerken zıplanırsa ne olur?
3.23. Mum yanınca niçin geriye bir şey kalmıyor?
3.24. Yazın niçin açık renk giysiler giyiyoruz?
3.25. Camın arkasında güneşte bronzlaşabilir miyiz?
3.26. Elektrik insanı nasıl çarpıyor?
4.İnsan
4.01. Ağrı nedir?
4.02. Nasıl sarhoş olunuyor?
4.03. Vurgun yemek nasıl olur?
4.04. Neden esneriz?
4.05. Niçin yaşlanıyoruz?
4.06. Niçin gıdıklanıyoruz?
4.07. Renklerden nasıl etkileniriz?
4.08. Saçlarımız niçin uzuyor?
4.09. Niçin uyuyoruz?
4.10. Uyku nedir?
4.11. Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
4.12. Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?
4.13. Banyodan sonra ellerimiz niçin buruşur?
4.14. Jet-lag olayı nedir?
4.15. Karagözlülerin çocuğu nasıl mavi gözlü olabilir?
4.16. Aynı anne-babanın çocukları niçin farklı oluyor?
4.17. Kanımız kırmızı iken damarlarımız niçin mavi?
4.18. İnsanlar niçin dondurularak saklanamıyor?
4.19. Suyun altında niçin bulanık görürüz?
4.20. İnsanların niçin bazıları solaktır?
4.21. Parmaklarımız niçin çıtlar?
4.22. Uyurken beynimizde neler oluyor?
4.23. Niçin hıçkırırız?
4.24. Taşıt tutması nasıl oluyor?
4.25. Niçin gülüyoruz?
4.26. İnsanlar nasıl yüzebiliyor?
4.27. Niçin insanların kanları birbirlerinden farklı?
4.28. Niçin hapşırıyoruz?
4.29. Saçlarımız niçin beyazlaşıyor?
4.30. Tırnaklarımız nasıl uzuyor?
4.31. Erkek ve kadınların el yazıları farklı mıdır?
4.32. Yirmi yaş dişiniz neden geç çıkıyor?
4.33. Niçin her insanın sesi farklıdır?
5. Hayvanlar dünyası
5.01. Niçin böcek yemiyoruz?
5.02. Kırmızı renk boğaları niçin kızdırır?
5.03. Sivrisinekler insanı niçin sokar?
5.04. Tellere konan kuşlar niçin çarpılmıyorlar?
5.05. Atlar nasıl ayakta uyuyabiliyorlar?
5.06. Kuşlar niçin 'V şeklinde uçuyorlar?
5.07. Kediler nasıl hep dört ayak üzerine düşerler?
5.08. Yeşil ot yiyen ineklerin sütleri niçin beyazdır?
5.09. Sinekler tavanda nasıl yürüyebiliyorlar?
5.10. Bir köpek yaşı niçin yedi insan yaşına eşittir?
5.11. Kutuplarda hayvanlar nasıl yaşıyorlar?
5.12. Örümcek ağının özelliği nedir?
5.13. Yarasalar niçin kan emer?
5.14. Yağmurda karıncalara niçin bir şey olmuyor?
5.15. Hayvanlar niçin kış uykusuna yatarlar?
6. Teknoloji
6.01. Telefon şehir kodları nasıl veriliyor?
6.02. Şarkı söyleyerek bir bardak nasıl kırılabilir?
6.03. Kuru temizleme nasıl yapılıyor?
6.04. Cereyan kesilince telefonlar nasıl çalışıyor?
6.05. Mikrodalga fırınlar yiyeceği nasıl pişirir?
6.06. Barkod nedir?
6.07. Yalan makinesi nasıl çalışır?
6.08. Silah susturucuları nasıl çalışır?
6.09. Telefon tuşlarında niçin çıkıntılar var?
6.10. Arabamızın aynaları niçin farklı gösteriyor?
6.11. Soğuk havada arabamız niçin zor çalışıyor?
6.12. Uçaklar arkalarında niçin bulut bırakıyorlar?
6.13. Helikopterlerin arka pervaneleri ne işe yarar?
6.14. Fotoğraflarda gözler niçin kırmızı çıkıyor?
6.15. Floresan lambalar niçin daha ekonomiktir?
6.16. Paraşütle ilk nasıl atlanıldı kim atladı?
6.17. Bumerang nasıl geri gelebiliyor?
6.18. Kağıt nasıl yapılıyor?
6.19. En yüksek ses hangisidir?
6.20. Paslanmaz çelik niçin paslanmaz?
6.21. Arabalarda hava yastıkları nasıl çalışıyor?
7. Yiyecekler
7.01. Biber neden acıdır?
7.02. Hamburgerin adı nereden geliyor?
7.03. Yiyecekler tuzlanarak nasıl saklanabiliyor?
7.04. Soğan doğrarken niçin gözümüz yaşarır?
7.05. İnsanlar yiyeceklerini niçin pişirerek yerler?
7.06. Bira içenler niçin sık tuvalete giderler?
7.07. Diyet kola suda nasıl yüzebiliyor?
7.08. Elma kesilince niçin kararıyor?
7.09. Patlamış mısır nasıl patlıyor?
7.10. Domates niçin meyvedir?
7.11. Un niçin çok tehlikeli bir patlayıcıdır?
8. Dünyamız
8.01. Gökyüzü neden mavidir?
8.02. Arzın merkezine seyahat nasıl olurdu?
8.03. Deniz suyu niçin tuzludur?
8.04. Güneşe yaklaştıkça hava niçin soğuyor?
8.05. Suyun hacmi donunca niçin küçülmüyor?
8.06. Yaşanmış en düşük ve en yüksek sıcaklık kaç derecedir?
8.07. Bulutlar nasıl oluşuyor ?
8.08. Niçin yağmur yağıyor ?
8.09. Niçin kar yağıyor ?
8.10. Yıldırım nasıl düşüyor?
8.11. Niçin gök gürlüyor?
8.12. Niçin ayı bazen gündüz de görüyoruz?
8.13. Yıldızların ışıkları gece niçin kırpışıyor?
8.14. Lavabodan su niçin sağa dönerek boşalıyor?
1
ADETLER
1.01 İngiltere'de trafik niçin soldan akar?
Bir zamanlar herkes İngilizler gibi yolun solundan gidiyordu. Bunun için de çok
geçerli bir sebep vardı.
Yüzyıllarca önce yolun karşısından gelenin dost mu yoksa düşman mı olduğunu
kestirmek mümkün değildi. İnsanların çoğu sağ ellerini kullandıkları için yolun
solundan duvar dibinden (yaya veya atla) giderek sol taraflarını emniyete alır
sağ ellerini kılıçlarını hemen çekecek şekilde hazır bekletirlerdi.
Yolun solundan seyahat ilk defa 1300 yıllarında papanın Roma'ya gelecek
hacıların yolda karmaşaya sebep vermemeleri için yolun solundan gitmelerini
söylemesiyle resmileşti ve yüzyıllar boyu devam etti.
18. yüzyılın sonlarında ABD'de birçok atın çektiği posta arabalarında sürücü
koltuğu yoktu ve sürücü en arkada ve soldaki atın üstünde oturuyordu. Bu da
yolun solundan gidildiğinde karşıdan geleni ve yolun kontrolünü zorlaştırıyordu.
Çok geçmeden ABD'de trafik sağdan işlemeye başladı. Fransız İhtilali sırasında
ihtilalin liderlerinden Maximilien Robespierre büyük bir olasılıkla Katolik
kiliseye meydan okuyanlara bir jest olsun diye Parislilerden yolların sağından
gitmelerini istedi.
Bir süre sonra aslında kendisi de bir solak olan Napolyon ordularındaki ikmal
arabalarının yolların sağından gitmeleri emrini verdi ve zaptettiği her ülkede de
bu uygulamayı hayata geçirdi.
İngiltere hiçbir zaman Napolyon tarafından zapt edilemediğinden İngilizler
yolun solundan gitme alışkanlıklarından vazgeçmediler. Avustralya Hindistan
gibi tüm eski sömürgelerinde de bu usulü devam ettirdiler. Zaten İngilizler'de
Amerikalılardan farklı olarak sürücü arabanın üstünde ve sağında oturuyordu.
Modern araba teknolojisinin gelişmesi ile bu gelişimin dünyada öncüsü olan
ABD'de sürücü koltuğu ve direksiyon sağdan gidişe uygun olarak sola konuldu ve
dünyanın birçok bölgesinde bu şekilde yaygınlaştı.
İngiltere'de ve eski sömürgelerinde trafik akışını sağ şeride almanın faturası o
kadar yüklüdür ki artık isteseler de kolay kolay bunu yapamazlar.
Hangi ülkede olursanız olun trafiğin yönü ister sağdan olsun ister soldan
karşıdan karşıya geçmeden önce siz yine de her iki yöne bakmayı ihmal etmeyin.
1.02 Niçin trafik lambaları kırmızı sarı ve yeşildir?
Trafik ışıkları uygulaması önceleri demiryollarının trenleri kontrol için
uyguladığı sinyaller Örnek alınarak başlamıştır. Demiryolları idaresi kırmızı
rengi 'dur' sinyali olarak seçmişti. Kırmızı renk kan rengi olduğundan asırlar
boyu tehlikenin tahribatın ve ölümün simgesi olmuştur. Demiryolları ilk
faaliyete geçtiği 1830'lu yıllarda 'ikaz' ışığının rengi yeşil 'geç' ışığının ise
beyazdı.
Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya başladı. Beyaz renkli 'geç' sinyali
diğer sokak lambaları ile karıştırılabiliyordu. Ama daha da kötüsü 'dur'
işaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden düşünce ışık beyazlaşıyor
'geç' sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol açabiliyordu.
Sonunda demiryolcular kırmızıyı 'dur' yeşili 'geç' sarı rengi de 'ikaz' sinyali
olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı renk spektrumu içinde en göz
alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı
görürse bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu.
Karayollarına gelince yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduğu
tarihlerde bile dünyanın büyük şehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası
otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868'de Londra'da kullanıldı. Gazla
yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeşil lambalar bir yıl
sonra patlayıp kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan
kalktı.
Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya
başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde değişik
uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı ama
demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki yolun kesiştiği
kavşaklarda işe yaramıyordu.
Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını
ilkokul mezunu ve ABD'deki Cleveland'da otomobil sahibi ilk siyah olan Garrett
Morgan geliştirdi. 1914'de ilk denemelerine başlayan Morgan 1923'de de
patentini aldı. Morgan 1963'de ölümünden az önce patentini 40 bin dolara
General Electric firmasına sattı.
Morgan'ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir "T" üzerinde kırmızı ve
yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında sarı lamba da ilave
edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı.
Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala 'ikaz' anlamındadır ama günümüz
sürücüleri onu 'geç' sinyali olarak algılıyorlar.
1.03 Erkek bebeklerin giysileri niçin mavidir? Yüzyıllarca önce insanlarda şeytani güçlerin bebeklerin veya küçük çocukların
odalarında dolaştıklarına onların vücutlarına girmek için fırsat kolladıklarına
ilişkin ortak bir inanç vardı. Ayrıca bu şeytani güçlerin mavi renk tarafından
kovulduğuna da inanılıyordu. Çünkü mavi göklerin rengi idi. Hatta bugün bile
hala Ortadoğu'da şeytanı kovmak için bazı evlerin kapıları maviye
boyanmaktadır. O zamanlarda sülalenin devamı için erkek bebeklerin önemi daha fazla olduğu
için şeytan korkar da gider diye erkek bebeklerin ve küçük erkek çocukların
giysilerinin mavi olması adet haline geldi ve yüzyıllar boyunca devam etti.
Çok sonraları kız bebekler de "erkek bebekler kadar önem kazanınca" onların
giysilerine de bir renk verilmesi ihtiyacı doğdu ve de çiçeklerin en güzeli olan
gülün rengi yani pembe renk verildi.
1.04 Erkeklerin düğmeleri niçin sağdadır?
Hakikaten niçin erkeklerin tüm giysilerinde düğmeler sağda ilikler solda iken
kadın giysilerinde tam tersidir?
İşte insanların daha çok sağ ellerini kullanmalarından dolayı yerleşen bir
alışkanlık daha. Sağ elini kullanan bir insan için sağdaki bir düğmeyi soldaki
bir iliğe geçirmek daha kolaydır. Bu nedenle de erkeklerin düğmeleri daima
sağdadır.
Peki kadınların düğmeleri niçin solda? Kadınların çoğunluğu da daha çok sağ
ellerini kullanmıyor mu?
Giysilerde düğmelerin kullanılmaya başlanıldığı ilk zamanlarda düğmeler hem
çabuk kırılabiliyordu hem de herkesin alamayacağı kadar pahalı idi. Düğme
alabilecek zengin kadınlar da uzun elbiselerini ancak hizmetçilerinin yardımı ile
giyebiliyorlardı.
Hizmetçiler ise hanımlarının karşısında onların düğmelerini sağ ellerini
kullanarak daha rahat ve daha hızlı ilikleyebiliyorlardı (tabii erkeklerin de daha
hızlı çözdüklerini söylemeye gerek yok). Bu neden(ler)le terziler düğmeleri
hizmetçinin sağına hanımının ise soluna gelecek şekilde diker oldular.
Günümüzde her kadın kendi kendine giyinip soyunmasına rağmen nedendir
bilinmez bu adet değişmedi.
1.05 İnsanlar niçin tokalaşıyorlar?
Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda tüm erkekler bir
silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile kullanıyordu.
Bir erkek diğerine dost olduğunu elinde silah bulunmadığını göstermek için boş
sağ elini uzatıyor diğeri de aynı şeyi yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini
emniyete almak diğerinin aniden silah çekmesine mani olmak için
birbirlerinden emin olana kadar birlikte ellerini hafifçe sıkarak duruyorlardı.
Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı elleri daha iyi kavrayarak rakibin
giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek için başlamış olabilir.
Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu.
1.06 Matemde bayraklar niçin yarıya indirilir?
Bu geleneğin kökeni eski deniz savaşlarına kadar uzanıyor. O devirlerde her bir
savaş gemisinin direğinin tepesinde dalgalanan kendine özgü renkli bir bayrağı
vardı. Bir deniz savaşından sonra yenilen gemi galip tarafın bayrağını asmak
zorundaydı bunun için de kendi bayrağını yarıya çekerek üstte yer bırakırdı.
Günümüzde böyle bir durum söz konusu değilse de bayrakları yarıya indirmek
bir saygı ifadesi olarak kaldı. Milletlerin matem günlerinde önemli devlet
adamlarının ölümünde diğer milletlerin de bayraklarını yarıya indirmeleri
mateme katılmak anlamında uluslararası bir gelenek haline geldi.
Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanından geçen gemilerin geçiş
süresince bayraklarım yarıya indirmeleri geleneği saygının bir ifadesi olarak
günümüzde hala devam etmektedir.
1.07 Şemsiyelerin çoğunun rengi niçin siyahtır? Şemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya'da bir rütbenin bir ayrıcalığın
sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Bu ilk şemsiyeler Mezopotamyalıları
yağmurdan değil yakıcı güneşten korumak için kullanılıyordu.
Şemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneşten korunmak için kullanıldı. Bugün bile
bazı Afrika kabilelerinde şefin arkasında yürüyen bir şemsiye taşıyıcısı
görülmektedir. Hatta İngilizce'de şemsiye anlamındaki 'umbrella' kelimesi
Latince gölge anlamına gelen 'umbra' kelimesinden türemiştir.
Milattan önce 1200 yıllarına gelindiğinde şemsiye Mısırlılarda biraz dini bir
anlam kazandı. Gökyüzünün Tanrının vücudundan yapılmış dünyayı koruyan
bir şemsiye olduğuna inanıyorlardı ve başlarının üzerinde taşıdıkları şemsiye
yüksek ahlak sembolü idi.
Romalılar şemsiye kültürünü Mısırlılardan aldılar ama onu hep kadınsı bir
sembol olarak gördüler ve erkekler tarafından hiç kullanılmadı. Yağlı kağıttan
yapılan şemsiyelerin yağmuru da geçirmediği görülünce kadınlar tarafından
yağmurda da kullanılmaya başlandı. Artık antik tiyatrolarda yağmurda
kadınlar şemsiyeler altında rahat rahat otururlarken erkekler sırıl sıklam
ıslanıyorlardı.
Avrupa'da şemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına 1700'lü yıllarda
başlanmıştır. Bu yıllarda şemsiyelerin yünlü kumaşlarının üstü bir çeşit yağ ile
sıvanıyordu. Bu yağ kumaşa su geçirmez bir özellik kazandırıyor ve siyah bir
renk veriyordu. Siyah renkli bu şemsiyeler erkekler tarafından da benimsendi ve
güneş için olan beyaz şemsiyeler kadınların yağmur için olan siyahlar ise
erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları oldu.
Bir çeşit yağ ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç geçirmiyorlardı
ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha kaliteli şemsiyeler
üretildi ancak siyah renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya
devam edildi. Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı ama
yağmurda erkekler siyah şemsiye taşımada hala ısrarlı. Kadınlar ise cıvıl cıvıl
renklerdeki şemsiyelerle dolaşıyorlar.
l .08 Günümüzde üniformalar niçin haki renkte?
Napolyon savaşlarına kadar askeri üniformalar çok renkli ve gösterişli idi.
Ancak savaş teknolojisi geliştikçe bunun da bazı sakıncaları ortaya çıkmaya
başladı. Kılıç ve kalkanla yapılan savaşlarda gösterişli üniformalar düşmanda
moral bozukluğu yaratıyordu ama ateşli silahlar bulununca bu parlak ve renkli
giysiler uzaktan iyi bir hedef olmaya başladı. Bugün askerler savaşa en uygun
sadelikte giyinerek giderler ve sadece gerekli teçhizatı taşırlar.
Üniformalardaki haki renk ise ilk kez İngilizler tarafından 1850'li yıllarda
Hindistan'da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan Hary Lumsden
İngiliz askerlerinin beyaz üniformaları nedeni ile kolay hedef olduklarını fark
edince üniformaların üzerine toz ve çamur sürerek ve biraz da çay ile boyayarak
renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin rengini araziye
uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu üniformalara Hintçe toprak
rengi anlamına gelen 'Khaki' adı verilmiş ve Türkçe'ye de 'haki' olarak geçmiştir.
Khaki 20. yüzyılın başlarında günün standartlarına göre değiştirildi. Bu model
Amerikan özel timleri tarafından tehlikeli görevlerde kullanılmaya başlanıldı.
Birinci Dünya Savaşı'nda da kullanılan bu renkteki kumaşlar çok sert oldukları
için askerlerin hareket kabiliyetlerini azaltıyor ve ıslandıkça daralıyorlardı. 1932
yılında pamuktan üretilen 'cramerton' ordu elbisesi dayanıklı olması ve içinde
kolayca hareket edilebilmesi açısından İkinci Dünya Savaşı'nda ordunun
kullandığı en yaygın arazi elbisesi haline geldi.
Bir sonraki aşama ise askerlerin düşman tarafından görülmemesini sağlayacak
kadar araziye uygun ama aynı zamanda aynı tarafın askerlerinin birbirlerini
vurmamasını sağlayacak şekilde ayırt edilebilir kumaş renk ve desenini
yaratmaktı.
Aslında kamuflaja ilk olarak askerler tarafından değil hayvanların kendilerini
fark etmelerini önlemek için avcılar tarafından başvurulmuştu. Kamuflaj
desenlerini yaratabilmek için İngiliz ve Fransız orduları ressamlarla işbirliği
yapmıştır. Hatta Picasso'nun ordu giysilerini görünce 'Bunlar benim desenlerim'
diye bağırdığı bile rivayet edilir.
1.09 Eski insanlar tuvaletlerini nasıl yapıyorlardı?
İnsanlar tarihlerinde çok uzun bir süre tuvalet kullanmadılar. Başlangıçta
hayvanlar nasıl yapıyorlarsa onlar da öyle yaptılar. İşlerini en yakın çalının
dibinde veya bir ırmak kenarında görebiliyorlardı. Ancak toplumlar geliştikçe
köyler kasabalar ortaya çıktıkça tuvalet ihtiyacını karşılamak için daha uzak
mesafelere gitme zorunluluğu doğdu. Ayrıca açıkta bırakılan atıkların yarattığı
kötü koku ve hastalık tehlikeleri de insanlarda bu konuda bazı önlemler almanın
zamanının geldiği bilincini oluşturdu.
Binlerce yıl önce Sümerler Mısırlılar ve Hindistan'da yaşayanlar oturakta
oturup ihtiyaçlarını giderdikten sonra oturağa düşenleri uzakta bir yerlere
döküyorlardı. İki bin yıl önce ise Romalılar ilk basit tuvaleti kullanmaya
başladılar. Atıklar oturdukları deliğin içine düşüyor deliğin altından akan su
onları uzağa taşıyordu.
Çiftçilerin açık arazide çalışanların ise zaten böyle bir dertleri yoktu. Tarlanın
bir köşesine çukur kazıyor çukur yeterince dolunca toprakla dolduruyor ve
başka bir çukur kazıyorlardı. Geceleri ise yataklarının altında bir lazımlık
bulunduruyorlardı.
Ortaçağda kale ve şatolarda atık bir delik vasıtası ile binanın etrafındaki su
birikintisine düşürülüyordu. Bir yere tuvaletini yapıp onu bir tanktan gelen su
ile sürükleyip uygun bir yere bırakma fikri ilk olarak Kraliçe 1. Elizabeth
zamanında 1589 yılında John Harrington'dan geldi. Ancak o zamanlar
İngiltere'deki evlerde ne böyle bir tankı dolduracak ne de atığı alıp götürecek su
sistemi vardı.
Günümüzdekilere benzer bir tuvalet ancak iki yüzyıl sonra 1778'de İngiltere'de
bir saat yapımcısı olan Alexander Cumming tarafından tasarlandı ve Joseph
Bramah tarafından geliştirildi. Tuvaletlerden evlere yayılan kötü koku ise 1849
yılında Stephen Green'in 'U' şeklinde bir boruyu tuvaletin çıkışına monte etmesi
ile son buldu. Tuvaletlerin ve günümüzde lavaboların da altında bulunan bu 'U'
şeklindeki boruda her zaman bir miktar su kalır ve kokunun oluşmasını önler.
Tabii o zamanlar tuvaletler dökme demirden yapılıyordu. Sonra düzgün
yüzeylerinin temizlenme kolaylığı bakımından seramik tuvaletler üretilmeye
başlanıldı. 1888 yılında ise tuvaletlere zinciri çekilince suyu akan klozetler ilave
edildi.
Bizde tuvaletler için hela kenef ayakyolu WC. 00 yüznumara gibi birçok isim
kullanılır. 'WC.' İngilizce ismindeki 'Water Closet'in baş harfleridir.
Yüznumaranın hikayesi ise değişik. Eskiden Fransa'da otellerde tuvaletler
koridorların uçlarındaydı. Odaların her birine birer numara verirken tuvaletlere
numarasız demişler ve '00' diye işaretlemişlerdi. Fransızca'daki 'numarasız'
kelimesi ile '100 numara' kelimesi hemen hemen aynı telaffuz edildiğinden bizde
Fransızcası biraz kıt birinin tercüme hatası sonucu 'yüznumara' olarak
yerleşmiştir.
1.10 Erkekler eskiden nasıl tıraş oluyorlardı?
1991'de Avusturya Alpleri'nde buzullar arasında donmuş bir erkek cesedi
bulundu. Şaşırtıcı olan cesedin 5.200 yıl önce yaşamış birine ait olması ve bugüne
kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalabilmesiydi. 'Alp Çobanı' adı verilen bu
cesette dikkat çeken bir başka husus da yüzünde sakal ve bıyık olmamasıydı.
Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de tıraş oluyorlardı. Mağara
duvarlarındaki bu devirlerden kalma resimler sakal tıraşı için kabukların
köpekbalığı dişlerinin en çok da keskinleştirilmiş çakmaktaşlarının
kullanıldığını göstermektedir. Günümüzde keşfedilen bazı ilkel kabilelerde
çakmaktaşının bu amaçla kullanıldığı gerçekten de görülmektedir. Mısır'da
açılan mezarlarda eski Mısırlıların M.Ö. 4. yüzyılda sakal kesmek için
kullandıkları altın ve bakır aletler bulunmuştur.
Tarih öncesi erkeğinin sakal tıraşı olma nedeni kesilmezse 150 santimetreye
kadar uzayabilecek olan sakalın hareket kabiliyetini hayli kısıtlamasıdır. Ancak
sinek kaydı tıraş olma ihtiyacının nedeni bilinmemektedir. Her gün kesilmesi
gerekiyorsa erkekler niçin sakallı yaratılmışlardır o da ayrı bir konu. Erkekler
günümüzde olduğu gibi geçmiş zamanlarda da din toplumsal konum ve moda
gibi nedenlerle tıraş oluyorlardı. Örneğin Roma'da sadece özgür insanlar tıraş
olabilirdi.
MS. 14. yüzyılda şimdiki usturanın ilkelleri ortaya çıkmaya başladı ama
erkeklerin acılı ve kanlı tıraş derdi 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. King
Camp Gillette (jilet) ABD'de 1901 yılında ilk iki taraflı jileti keşfetti. Ancak
Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar 168 jilet ve 51 makine satabilmişti. Savaş
başlarında ABD hükümeti ordunun ihtiyacını karşılamak için firmaya 35 milyon
tıraş makinesi sipariş etti. Böylece tıraş bıçağı bir sektör haline geldi.
Kısa bir süre sonra eski bir kılıç üreticisi olan Wilkinson firması da tıraş bıçağı
üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanın devleri olarak geldiler.
Günümüzde Gillette dünya pazarının yüzde 66'sim elinde bulundururken
Wilkinson'un payı yüzde 20'dir. Daima sektörün motoru olan Gillette aslında
kaşifinin ve firmanın ismi ve bir marka iken ürünün de ismi haline gelmiştir
1950'li yıllarda ilk elektrikli tıraş makineleri devreye girdi. Aynı yıllarda ise
paslanmaz çelik tıraş bıçağı piyasaya çıktı. Günümüz erkeklerinin yaklaşık
yüzde 80'i ıslak tıraşı yani tıraş bıçağı kullanmayı tercih ediyor. Dünyada tıraş
olan 2 milyar erkek ve her birinin yüzünde ortalama 15 bin kıl varken ve hele
hele bu kıllar günde yaklaşık 2 milimetre uzarken yani bir erkeğin ömrünün
ortalama 100 günü tıraş olmakla geçerken kim bükebilir tıraş bıçağı sektörünün
bileğini?
1.11 Ata neden soldan binilir?
Diğer birçok alışkanlıkta olduğu gibi bunun da sebebi insanların çoğunun sağ
ellerini kullanıyor olmalarıdır. Asırlar önce daha çok sağ ellerini kullanan
insanlar kılıçlarını kolay çekebilmeleri için kılıçlarını kınlarında sol
taraflarında taşıyorlardı.
Ata binerken sol dizin altına kadar inen bu uzun kılıçla ata sağdan binmek yani
sağ ayağı üzengiye koyup sol ayağı atın üzerine atarak binmek kılıç nedeni ile
zor oluyordu.
Soldan sol ayağı üzengi üzerine koyup sağ ayağı atın üzerine atarak binince
kılıç sorun yaratmıyordu. Özellikle savaşa giden ordularda disiplin nedeni ile bir
örnek hareket edilmesi gerektiğinden solaklar da ata soldan binmek zorunda
kalıyorlardı.
Artık biniciler kılıç taşımıyorlarsa da ata soldan binmek günümüze kadar
uzanan bir gelenek haline geldi.
1.12 Erkekler niçin kravat takar?
Takılar hariç üzerimizdeki her giysinin bir fonksiyonu vardır. Peki kravatın
boğazı sıkmaktan başka fonksiyonu nedir? Her iki yakayı bir araya getirmekse
düğme o işi görüyor. Düğmeleri örtüp giysimizi güzel ve renkli kılmaksa kadınlar
niye takmıyor? Pek de kravat sever bir millet olmadığımız açıktır ama ister
inanın ister inanmayın kravatın ortaya çıkışında Türklerin de rolü var.
1660'da Osmanlılar Avusturya ordusuna yenilince o zamanlar Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde olan Hırvatistan'dan (Croatia) bir alay
asker zaferin kahramanları olarak Paris'e götürüldüler ve kralın huzuruna
çıkarıldılar. Bu askerler boğazlarına renkli mendiller takmışlardı. Bu mendiller
Romalılar devrinde hatiplerin ses tellerini sıcak tutmak için boğazlarına
sardıkları mendillere benziyordu. Kral çok beğendi ve kendisi de krallık
kravatları takan bir alay kurdu. Kravat kelimesi de Hırvat anlamındaki
'Croat'tan türedi.
Çok geçmeden bu moda İngiltere'ye sıçradı. Hiçbir centilmen boğazına bir şey
sarmadan kendini iyi giyinmiş hissetmiyordu. Kravat o zamanlar o kadar yüksek
bağlanırdı ki insanlar vücudunu döndürmeden etrafa bakamıyorlardı ama hiç
olmazsa bir faydası vardı. Kılıç darbelerine karşı boyunu koruyordu.
Kravat çeşitli şekillerde yüzyıllarca yerini korudu yüzden fazla değişik bağlama
şekli geliştirildi. Bağlama şekilleri üzerine kitaplar yazıldı. 1960 gençliğinin
düzene baş kaldırması sırasında biraz gözden düştü ama 1970'li yıllardan
başlayarak popülaritesi yine arttı. Tabii ki patronlar kravat takınca çalışanlara
da başka seçenek kalmıyordu.
Kravatlar erkeklerin elbise dolaplarının en kolay yıpranabilir aksesuarlarıdır.
Genellikle erkekler kravatı düğümünün bir tarafından ince ucunu çekerek
çıkarırlar. Halbuki doğru yol kravatı bağlarken hangi hareketleri yaptıysanız
sökerken de ters sıra ile aynısını yapmanızdır.
Kravatı çıkardıktan sonra her iki ucunu birleştirip iki kat yapmanız
parmağınızın üzerine bir kemer gibi sarmanız parmağınızı içinden çektikten
sonra bütün gece o şekilde muhafaza etmeniz uzmanlar tarafından tavsiye
ediliyor. Eğer söz konusu olan bir ipek kravat ise sabahleyin de hemen askıya
asmanız gerekiyor bu şekilde içindeki fiberler orijinal şekillerine gelecektir. Son
bir uyarı: Üzerinde leke olsa bile ipek kravatları kuru temizlemeye göndermeyin
deforme olabilirler mümkün olduğunca kendiniz temizlemeye çalışın bu da bir
sonuç vermezse dikişlerim söküp mendil olarak kullanabilirsiniz.
1.13 Gelinliklerin rengi niçin beyazdır? Çocuk annesine sormuş: 'Anne gelinlerin giysisi niçin beyaz renkte?' Annesi
cevaplamış: 'Beyaz renk masumiyetin ve mutluluğun sembolüdür.' Çocuk tekrar
sormuş: Teki o zaman damatlar niçin siyah giyiyorlar?'
Eski Roma'da gelinliklerin rengi sarıydı. Gelinler yine sarı renkte peçe
takıyorlardı. Peçe evli ve bekar kadınları ayırt ediyordu. Ortaçağlarda ise
gelinliğin rengi üzerinde pek durulmadı. Kumaşın kaliteli ve gösterişli olması
daha önemliydi. Herkes en iyi elbiselerini giyiyordu renk de herkesin kendi
tercihine göreydi.
Beyaz gelinlik adetinin yaygınlaşması 16. yüzyılda olmuştur. Bu yıllarda kraliyet
ailesi gelinlerinin gümüşi renkte gelinlik giymeleri gelenekti. Kraliçe Viktorya
bunu reddetti ve beyaz gelinlik giymekte ısrar etti.
Bundan sonra İngiliz ve Fransız yazarlar beyaz rengin masumiyetin simgesi
olduğu konusunu işlemeye başladılar. O dönem ahlakına göre bekaret evliliğin
vazgeçilmez koşulu olduğu için beyaz gelinlik adeti tuttu. Evlenirken beyaz giysi
giymek genç kızların bekaretlerini topluma ilan etmelerinin vasıtası oldu.
Gelinlikle ilgili bazı batıl inançlar da var. Bunlara göre gelinin gelinliğini bizzat
kendisi dikmesi damadın düğünden önce gelini gelinlikle görmesi gelinin
gelinliği düğünden önce giymesi uğursuzluk getiriyor.
Söz evlenmeden açılınca evlilik yüzüğünden de bahsetmek gerekiyor. İnsanların
evlenince yüzük takmaları eski Mısırlıların inançlarına dayanıyor. Milattan 2800
yıl önce Mısır'da yaşayanlar dairenin veya halka şeklindeki cisimlerin başlangıç
ve bitiş noktalarının olmaması nedeni ile sonsuzluğu temsil ettiklerine
inanıyorlardı. Yüzük evliliğin sonsuza dek süreceğini simgeliyordu. Sonra bu
inanç ve adet Romalılar vasıtası ile iyice yaygınlaştı. Kazılarda o devirlere ait çok
ilginç evlilik yüzüklerine rastlanılmıştır.
Evlilik yüzüğünün sol ele ve sondan bir önceki parmağa takılmasının sebebi ise
modern tıbbın gelişmesinden önceki devirlere ait yanlış bir insan anatomisi
bilgisidir. O zamanlarda dolaşım sistemimizdeki ana damarın sol elimizde bu
parmaktan başlayıp kalbimize gittiği sanılıyordu. Böylece buraya takılan
yüzükler evli çiftin kalben bağlılığını simgeliyordu. Gerçi şimdi damarların
nereden gelip nereye gittiği biliniyor ama bu da bir adet olarak kaldı.
2
BATIL İNANÇLAR
2.01 13 sayısı niçin uğursuzdur?
13 sayısının uğursuz olduğuna ilişkin inanç dünyada o kadar yaygındır ki
yaşamı birçok yönde ciddi olarak etkilemektedir. Bazı ülkelerde evlerin
kapılarına 13 numarası verilmez uçaklarda 13. koltuk sırası yoktur
apartmanlarda otellerde 13. kat ya 12A'dır ya da 14'tür. 13 numaralı oda yoktur.
Olsa bile insanlar o odada kalmak istemezler. Hatta ayın 13'ünde işe gelmeme
uçak ve tren rezervasyonlarının iptali alışverişin düşmesi ve benzeri
davranışların ABD'ye günde milyonlarca dolara mal olduğu söylenmektedir. Bu
inanç bir fobi yani bir çeşit korku hastalığı olarak kabul edilmiş olup adı
'triskaidekaphobia'dır.
Genel olarak bu inancın Hz. İsa'nın meşhur son yemeğindeki havarilerin
sayısından kaynaklandığı sanılsa da kökü çok daha eskilere mitolojik tanrıların
yaşadığına inanılan çağlara İskandinavya topraklarına kadar gider.
O zamanlarda ışık ve güzellik tanrısı Balder bir ziyafet verir. Balder
Vikking'lerin meşhur tanrısı Odin ile Frigga'nın oğulları olup ay kraliçesi
Nanna'nın da eşidir. Bu ziyafete 12 kişi davetli iken yalanların ve hilelerin
tanrısı Loki davetli olmadığı halde zorla 13. kişi olarak katılmak ister. Ancak
bu arada çıkan tartışmada Loki diğer tanrılar tarafından da çok sevilen Balder'i
öldürür.
Bu mitolojik hikaye ve inanış İskandinavya'dan Avrupa'nın güneyine kadar
yayılır. Hıristiyan din adamları bu halk masalını kullanırlar ve Hz. İsa'nın son
yemeğine uygularlar. Hıristiyan versiyonunda Balder'in yerini Hz. İsa Loki'nin
yerini de hain Judas alır. Bu yemekten sonra 24 saat içinde de Hz. İsa çarmıha
gerilerek öldürülür. Bu nedenle Hıristiyanlarda akşam yemeğinde 13 kişi bir
araya gelirse bunlardan birinin başına bir felaket geleceğine inanılır.
Bu inanışlara göre 13 sayısı uğursuzdur ama ayın cumaya rastlayan 13. günü
hepten uğursuzdur. Ancak böyle bir günde doğmuşsanız tam tersi yani 13 sizin
uğurlu gününüzdür.
Cuma gününün uğursuz sayılmasına Havva anamızın Adem babamıza elmayı
cuma günü yedirtip cennetten kovulmasına sebep olması Hz. Nuh zamanındaki
büyük selin cuma günü olması Hz. İsa'nın cuma günü çarmıha gerilmesi gibi
olaylardan biri veya hepsi neden olmuş olabilir. Müslümanlar ise Hz. Adem'in
cuma günü yaratıldığına inandıklarından bu güne diğer günlerden daha çok
değer verirler.
13 sayısının uğursuzluğuna duyulan inancın kökeninde bir yıl içinde ayın 13 kez
dolunay olarak gözükmesinin yattığını söyleyenler de vardır.
2.02 Ayna kırılması niçin uğursuzluk getirir?
Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış en eski batıl inançlardan
biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine hatta ilk çağ insanına
kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde kendi aksini gören ilkel insan
şaşırmış bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış suyu bulandırıp
görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir.
İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç bronz
gümüş hatta altın gibi °°°°llerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış yüzeylerdi ve
de tabii ki kırılmaları mümkün değildi. Bu devirde de bu parlak yüzeylerden
yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması olduğuna inanılıyordu.
Sonraları buna vampirlerin ruhları olmadığından bu parlak yüzeylerde
görüntülerinin de yansımadığı inancı ilave edildi.
Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da içindeki sudan yansıyan
görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı devam etti ama camlar
kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan ruhun bir parçası vücudu terk
ediyordu.
Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7 yıla çıkardılar Romalılar
hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine İnanıyorlardı. Camın kırılması
sonucu ruh ve dolayısıyla insanın sağlığı tahrip olduğundan vücudun kendini
yenileyerek sağlığına kavuşması için yedi yıl geçmesi gerekiyordu.
Bu batıl inanç 15. yüzyılda İtalya'da Venedik şehrinde arkası gümüş kaplı çok
kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte iyice gelişti. İnanç
biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı taşıyanlar evlerde aynaları
temizleyen hizmetkarlar aynaları kırmaları halinde yedi yıl boyunca ölümden
daha beter felaketlerle karşılaşabilecekleri hususunda uyarılıyorlardı.
Bu inançla beraber geliştirilen bazı önlemler de oldu tabii. Örneğin: aynanın
kırılan parçaları toplanır ve güneye doğru akan bir ırmakta yıkanırsa veya
toprağa gömülürse kötü şans yok edilmiş olur. Ancak kırılan parçaları alıp evden
çıkarken içlerine bakmamak gerekir. Yatak odalarındaki aynaların üzerleri
kullanılmadığı zamanlarda örtülmelidir ki ruh içinde kalmasın. Ölen bir insanın
evindeki aynaların da üzerleri örtülmelidir ki ruh gökyüzüne doğru olan
yolculuğunda bir engelle karşılaşmasın.
17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Fransa'da ucuz maliyetli aynalar üretilmeye
başlanıldı ama batıl inanç o kadar yerleşmişti ki günümüzün modern
dünyasında bile hala devam ediyor.
2.03 Nazar değmesi nasıl oluyor?
Bizde "nazar değmesi" adı verilen inanç diğer lisanlarda "şeytan göz" veya
"şeytan bakışı" olarak adlandırılır. Bebeğine yeni elbiseler giydiren bir anne
çarşıya gidip alışveriş yapar. Bu arada bir başka kadın gelir ve bebeği sever. Eve
gittiklerinde bebek ishal olur. İşte anneye göre bebeğine o kadının nazarı
değmiştir. Dikkat ederseniz burada bebeği seven kadının art niyeti yoktur. Zaten
nazarı değen kişinin genellikle kötülüğü değil kıskançlığı ve çekemezliğidir söz
konusu olan.
Noel Baba ve benzeri batıl inançlar çocuklukta kuvvetli olup yaş ilerledikçe
azalırken nazar değme inancı bunun tam tersidir. Nazar inancının ardındaki
güç bakışın ruhla bütünleşmesidir. Bakış konuşmaya göre daha etkilidir. İnsana
tam odaklanır ve daha duygusaldır. Birçoğumuz arkamız dönük olduğumuz
halde kalabalık içinden birinin bize baktığını hissetmişizdir.
Nazar değmesi ile ilgili olarak en çok kabul gören görüş gözdeki yansımadır.
Eğer karşınızdaki birinin gözlerine dikkatle bakarsanız gözlerinde kendi
görüntünüzün yansıdığını görürsünüz. Eski insanlar sudan aynadan yansıyan
görüntülerinin kendi ruhları olduğuna inanıyorlardı. Karşılarındaki insanın
gözleri içinde kendi küçük görüntülerini görünce tehlikede olduklarını
ruhlarının karşısındakinin gözleri içinde hapsolduğunu sanıyorlardı.
Bu korkunun dünya çapında genel bir inanca dönüşmesinin şimdi Irak'ın
bulunduğu topraklarda yaşamış eski Sümerlerden kaynaklandığı sanılıyor
Sümerlerin inançlarına göre bazı insanlar bakarak suları kurutabilir ve bu
nedenle ölüme sebep olabilirlerdi. Sonradan bu inanç bir bakışla yaşayan şeyleri
de kurulabilme yönünde gelişti. Örneğin nazar değen çocukların ishal olup
vücutlarının sıvı kaybetmesi annelerin ve süt veren hayvanların sütlerinin
kuruması meyve ağaçlarının kuruması ve erkeklerin iktidarsız kalmaları vb.
Görüldüğü gibi bunların hepsinde de sıvı kaybı ve kuruma vardır.
Bu inanç doğuda Hindistan'a batıda Portekiz ve İngiltere'ye kuzeyde
İskandinavya'ya kadar yayıldı. Böylesi bir inanca sahip olmayan Amerika Asya
Afrika ve Avustralya'ya ise kaşifler denizciler ve göçmenler tarafından taşındı.
Ama günümüzde hala Çin Kore Güneydoğu Asya Avustralya ve Amerika
yerlilerinde Afrika'da sahranın güneyinde böyle bir batıl inanç yoktur.
Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında bu inanca mavi gözlü insanların daha fazla
nazarlarının değdiği inancı da ilave edilmiştir. Bu yörelerde mavi gözlü
insanların azlığı bunun sebebi sanılıyor. Bu nedenle buralarda nazarı geri itmek
veya ayna gibi yansıtmak için mavi göz şeklinde camdan yapılan nazarlıklar
başta bebekler olmak üzere nazarın değebileceği düşünülen her yere
takılmaktadır.
2.04 Kara kedi geçmesi niçin uğursuzluk getirir?
Dünya tarihinde kedilerden başka önce tanrılaştırılan sonra şeytanla
özdeşleştirilip soykırımına uğrayan sonra da tekrar evin baş köşesine
yerleştirilen hiçbir canlı türü yoktur.
Bir insanın önünden siyah renkli bir kedi geçmesinin uğursuzluk getireceğine
ilişkin inancın kaynağının milattan önce 3000'li yıllara eski Mısırlılara
dayandığı biliniyor. O devirde kediler kutsal bir canlı olarak görülüyordu. Hatta
siyah dişi kedilerin tanrıça olarak kabul edildikleri kazı çalışmaları sonucu çıkan
duvar kabartmalarından anlaşılmaktadır.
O devirde Mısır'da kedileri hastalık ve ölümden korumak için kanunlar bile
yapılmıştı. Evin kedisinin ölmesi aile için bir felaketti. Aile fakir veya zengin
olsun fark etmez kedi mumyalanır çok güzel kumaşlara sarılır hatta mezarında
yanına kıymetli taş ve madenler bırakılırdı.
Kedilerin Mısırlıları bu kadar etkilemesinin sebebinin çok yüksek yerden
düştükleri zaman bile yara almadan kurtulmaları olduğu sanılıyor. Kedinin
dokuz canlı olduğu inancı o zamanlarda gelişmiştir.
Medeniyetler geliştikçe insanlarda kedi sevgisi de arttı Hindistan'da Çin'de
kediler insana en yakın hayvan oldular. O devirlerde bugünkü inanışın aksine
kedinin birisinin önünden geçmesi o kişi için şans demekti.
Kedilerden özellikle siyah kedilerden nefret Hıristiyanlığın kendinden önceki
kültürleri ve onların sembol kabul ettiği şeyleri yok etme güdüsü ile ortaçağda
İngiltere'de başladı. Bağımsız bildiğini yapan "inatçı" ve "sinsi" karakteri sayılarının da şehirlerde aşırı artması ile birleşince kediler gözden düştü.
O yıllarda evinde kedi besleyenler yalnız yaşayan fakir ve yaşlı kadınlardı. Yine
o yıllar büyücü ve cadı inancının tüm Avrupa'da histeriye dönüştüğü yıllardı.
Siyah kedi besleyen bu kadınların kara büyü yaptıklarına dair kampanyalar
başlatıldı. Siyah kedilerin geceleri şeytana dönüştükleri konusunda korku dolu
halk hikayeleri üretildi.
Cadı konusu bir paranoyaya dönüşünce birçok zavallı kadın kedisi ile birlikte
yakıldı. Fransa'da kral 13. Louis bu uygulamayı yasaklayana kadar her ay
binlerce kedi yakıldı. Sonra da kedilerin popülaritesi tekrar yükselerek arttı.
Boşuna dememişler kediler dokuz canlıdır diye.
2.05 Merdivenin altından geçmek neden uğursuzluk sayılır? Duvara dayanmış bir merdiven görürseniz altından geçmeyin etrafından
dolanın. Çünkü o merdivenin tepesinde ya bir tamirci ya bir boyacı ya da
camları silen biri olabilir. Yani başınıza bir çekiç su kovası boya kutusu hatta
bir adamın düşme olasılığı yüksektir. Merdiven altından geçmenin uğursuzluk
getireceği inancı gerçekten batıl inançlar içinde en azından bir işe yarayan tek
inançtır. Ancak inancın kökeninde pratikteki faydası ile ilgili olmayan farklı
şeyler yatmaktadır.
Duvara dayanan bir merdiven duvar ile arasında bir üçgen oluşturur. Bu bir
çok kültürde tanrıların kutsal üçgeni olarak bilinir. Örneğin piramitlerin
kenarlarının üçgen olması da bu inanca dayanır. Bir üçgenin içinden geçmek de
bir kutsal yere meydan okumak anlamına gelebilir.
Eski Mısırlılar için zaten merdivenin kendisi iyi şansın sembolü idi. Merdiven
olmasaydı Güneş Tanrısı Osiris'i karanlıkların ruhundaki hapis hayatından
kurtarmak mümkün olamayacaktı. Ayrıca merdiven tanrıların katına
tırmanmak için de şekilsel bir semboldü. Günümüzde açılan bu antik mezarlarda
ölünün cennete tırmanması için yanma konulmuş bulunan merdivenlere
rastlanmaktadır.
Asırlar sonra birçok batıl inançta olduğu gibi Hıristiyanlık bu inancı da Hz.
İsa'nın ölüm şekline adapte etti. Çarmıha dayalı merdiven kötülüğün hıyanetin
ve ölümün sembolü oldu. İnsanlar merdivenin altından geçmekle bütün bu kötü
geleceklerle karşılaşabileceklerine inandırıldılar.
17. yüzyılda İngiltere ve Fransa'da suçlular darağacına götürülmeden önce bir
merdivenin altından geçiriliyorlardı. Tabii yanında olanlar merdivenin
etrafından dolanıyordu.
Değişik kültürler bu uğursuzluğa karşı bazı panzehirler geliştirdiler. Mesela bir
merdivenin altından yanlışlıkla veya zorda kalarak geçen kişiler için Romalıların
panzehiri yumruktu. O kişiler orta yani en uzun parmaklarını gerip diğer
parmaklarını yumruk gibi yaparlar ve geçtikten sonra merdivene doğru
sallarlardı. Bizde Türkiye'de böyle bir adet yoktur ama Amerikan filmlerinde
karşısındakine bu hareketi yaparak küfür veya hakaret edildiği sıkça görülür.
Bunun kökeni de işte bu Roma panzehiridir.
2.06 Niçin tahtaya vuruyoruz?
Meşe ağacına insanların ruhani bir değer vermesi çok eskilere dayanır. Ağacın
yüksekliği ve sağlamlığı nedeni ile bazı güçlere sahip olduğuna inanılıyordu.
Tahtaya vurma inancı dünyanın apayrı iki yerinde birbirinden bağımsız olarak
gelişti. Önce milattan önce 2000'li yıllarda Kuzey Amerika yerlilerinde sonra da
Ege'de Helen uygarlığında.
Her iki kültür de meşe ağacına çok sık yıldırım düştüğünü gözlemlemişti.
Amerika yerlileri meşenin Tanrının yıldırımla yeryüzüne inip üzerinde oturduğu
yer olduğuna Helenler ise Yıldırım Tanrısı olduğuna inanmışlardı.
Kuzey Amerika yerlileri bu batıl inancı bir adım daha ileri götürdüler. Bu ağacın
köküne vurarak ileride başlarına gelebilecek tehlikelere ve şansızlıklara karşı
Tanrı ile temasa geçtiklerine inanıyorlar ve ondan kendilerini korumasını
istiyorlardı.
Ortaçağda ise Hıristiyan din adamları bu inancı kendi devirlerine taşıdılar.
Onlara göre bu inanışın temelinde Hz. İsa'nın tahta bir çarmıhta öldürülmesi
yatıyordu. Hatta Avrupa'nın her katedralinde orijinal tahta haçın küçük bir
parçasının bulunduğuna inanılıyordu. Bu tahtaya vurmak ise "Tanrım dua ve
isteklerimi gerçekleştir" anlamına geliyordu.
Bu arada diğer kültürlerde inanıştaki tahta aynı kaldı ama cinsi biraz değişti.
Amerika yerlileri ve Helen medeniyetinin ağacı meşe iken Mısırlılar incir
ağacını Almanlar dişbudağı tercih ettiler. Hollandalılar ise ağacın cinsine önem
vermediler. Boyasız ve cilasız olması onlar için yeterliydi.
Amerikalıların tahtaya vurma inancının kökeni ne gariptir ki Amerikan
yerlilerine dayanmıyor. Romalılar devrinde Avrupa'da iyice yaygınlaşan eski
Helen inancının bir parçası olarak Amerikalılar tahtaya vuruyorlar.
Başımıza gelebilecek kötü şeyleri savuşturmak için tahtaya vurma inancı hala
devam ediyor ama uygulama alanı çok daraldı. Her taraf plastik ve laminat dolu.
Siz en iyisi yanınızda daima bir küçük tahta parçası bulundurun. Meşe
ağacından olursa daha da iyi olur!
3
GÜNLÜK YAŞAM
3.01 Niçin müzikten hoşlanıyoruz?
Müzik nedir? Düz biçimde konuşarak söylenebilecek bir şeyin değişik ses
dalgaları ile söylenmesinden niçin hoşlanırız? Müzik niçin keyif veya tam aksi
hüzün duygusu verebiliyor?
Müzik aslında ses dalgalarının belirli kurallar içinde bir düzene sokulmasıdır.
Bilindiği gibi ses dalgalar halinde yayılır. Bir saniye içindeki dalga sayısı sesin
karakterini tespit eder. Saniyede 260 dalga yapan yani titreşen ses 'Do'
notasıdır.
Bu şekilde 7 temel nota oluşur. Do-Re-Mi-Fa-Sol-La-Si. Son notadan sonra
Do'nun titreşim sayısının bir katı kadar titreşimde daha ince bir Do gelir ki bu
iki Do arasına bir oktav denir. İşte bu oktav gam akort denilen matematiksel
diziler bir çeşit dizilerek müzik oluşturulur. Ancak tüm bunlar bize bu
matematiksel diziden bihaber Afrika yerlilerinin dağ başındaki çobanın enfes
müziğini açıklayamaz.
Aslında kültürün müzik ve bundan alınan zevk üzerinde doğrudan ilgisi vardır.
Doğu müziğinde yukarıda belirtilen matematik dizilerdeki perdelerin arasında
karışık gezinilme Afrika'da baş döndürücü ritimler Avrupa'da ise notaların
ideal düzeni öne çıkar. Ancak bunlar da değişik müzik türlerine ilgi duyan
bizlerin ve müziğin hoşlanılma nedenini açıklamaya yetmez.
Müzik ve dil yetenekleri birçok yönden birbirine benzemektedir. Bilimciler
insanların müzik yeteneği kazanmalarının konuşmaya başlamaları ile aynı
zamanlara denk düştüğünü ileri sürüyorlar. Konuşma yeteneği şüphesiz daha iyi
bir iletişim ve yaşama şansı avantajını getirmiştir ama müziğin hangi ihtiyacı
karşıladığı hala meçhul.
Bebekler anlamlı kelimelere benzer sesler çıkarmaya başlarken aynı zamanda
şarkı söyler gibi mırıldanmaya da başlarlar. Uzun ve karışık cümleler kurmayı
becerdikçe daha uzun ve karışık şarkıları söyleme yetenekleri de artar. Ancak
beynin konuşmaya kumanda eden kısmında hasar olan hastaların
konuşamamalarına rağmen müzik yeteneklerinin devam ettiği de görülmüştür.
Son zamanlarda beynimizde müziği algılayan bir alıcı bulunabileceği tezi ileri
sürülmektedir. Eğer bir gün bu alıcı bulunsa bile bunun niçin beynimize
konulduğunun sebebi yine anlaşılamayacaktır.
Öğretilme yoluyla bir çeşit dans yapabilen veya dans olarak algılanamayacak
hareketleri olan canlıları saymazsak doğada müzik ve ritim duygusu sadece
insanda vardır. Bu özelliğin nedeni ise hala tam olarak açıklanamıyor.
3.02 Ayların günleri niçin 28 30 31 gibi farklı?
Romalılar milattan 758 yıl önce 10 aylık takvim uygulamasına başladılar. Bu ilk
orijinal Roma takviminde aylar gündüz ve gecenin eşit olduğu binlerce yıldır
hayatın başlangıç zamanı olarak kabul edilen Mart ayından başlamak üzere
Martius (Mart) Aprilis (Nisan) Maius (Mayıs) Junius (Haziran) Quintilis
(Temmuz) Sextilis (Ağustos) September (Eylül) October (Ekim) November
(Kasım) ve December (Aralık) idi.
Bu ay adlarından Quintilis'den (Temmuz) December'a (Aralık) kadar olanlar 5
6 7 8 9 ve 10 rakamlarının Roma'lılarca telaffuz ediliş şekliydi yani Mart
başlangıçlı takvime göre bu aylar yılın 5'inci 6'ncı 7'nci 8'inci 9'uncu ve
10'uncu aylarıydılar. Bu 10 aylık takvim geride hesaba katılmamış daha 60 gün
bırakıyordu.
Yedek olarak bırakılan bu 60 gün sorun yaratınca Janarius (Ocak) ve
Februarius (Şubat) adları ile iki ay daha eklenerek takvim tamamlandı. Yani
yılın ilk ayı Martius (Mart) son ayı ise Februarius (Şubat) oldu.
Asırlar sonra milattan 46 yıl önce Roma İmparatoru Julius Caesar (Sezar)
muhtemelen politik sebeplerden takvimde bazı değişiklikler yaptı. On bir ayı 30
ve 31 gün olarak iki şekilde düzenledi yılın son ayı olan Şubat'a 29 gün verdi
her dört senede bir Şubat'a bir gün ilavesini kabul etti. Ancak sonra nedendir
bilinmez Janairus'u (Ocak) yılın ilk ayı olarak ilan etti. Böyle olunca da her 4
yılda bir eklenecek bir günün yeni durumda yılın ikinci ayı konumuna gelmesine
rağmen Februarius'a (Şubat) eklenilmesine devam edildi.
Julius Caesar'ın beklenmeyen ölümünden (Sen de mi Brütüs olayı!) sonra
Romalılar bu çok sevdikleri imparatorlarının anısına Quintilİs (Temmuz) ayının
ismini July olarak değiştirdiler.
Ondan sora tahta çıkanlardanAugustus kendi şerefine Sextilis (Ağustos) ayının
adını kendi ismi ile değiştirerek bu aya August adını verdi. Ama ortaya başka
bir sorun çıkmıştı. Sezar'ın ayı 31 gün Augustus'un ayı ise 30 gün çekiyordu.
Sorunu yine imparatorun kendisi çözdü ve zaten 29 gün olan Şubat'tan bir gün
daha alarak Ağutos'a ekleyiverdi. Böylece iki ay da eşitlenmiş oldu.
İşte size takvimin niçin 12 ay olduğunun ayların isimlerinin nasıl konduğunun
ve niçin farklı sayıda günlerden meydana geldiklerinin dört sene sonra
eklenecek artık günün niçin yılın sonuncu değil de alakasız bir şekilde ikinci
ayına eklendiğinin küçük bir hikayesi.
Özellikle ortaçağda takvimler üzerinde o kadar oynanmıştır ki yapılan bilimsel
hesaplamalara göre İsa'nın bugün kabul edilen Milattan yani İsa'nın
doğumundan yaklaşık 6 yıl önce doğduğu 36 yıl yaşayıp Milattan sonra 30
yılında öldüğü ileri sürülmektedir.
3.03 Bozuk paraların kenarları niçin tırtıllıdır? Özellikle kağıt para devrinden önce alışverişte kullanılan paralar altın ve gümüş
içeriyorlardı. Her devirde olduğu gibi o devirde de bulunan bazı düzenbazlar bu
paraları kenarlarından kazıyarak çok az miktarda da olsa bu değerli madenleri
biriktiriyor parayı da tekrar kullanabiliyorlardı.
O devirlerde tüccarlar parayı tartıyorlar ve ağırlığı eksikse kabul etmiyorlardı.
Tabii para da elinizde kalıyordu. Antik para kataloglarında dikkat ederseniz
paraların büyük bir kısmının tam yuvarlak olmadığını görürsünüz.
Bu sorunu çözmek ve halkı eksik paraya karşı korumak için bozuk paraların
kenarları tırtıllı yapılmaya başlandı. Bu tırtıllar sayesinde paranın kenarının
kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı kazınmış parayı kimse almıyordu.
Bu adet günümüze kadar devam etti. Artık içinde değerli bir maden
bulunmamasına rağmen bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtıl ya da bir
yazı vardır.
Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklık' adı altında sadece
küsuratları ödemede kullanılıyor. Bozuk paralar da para olma niteliklerini
kanundan almalarına rağmen kullanılmalarında bazı sınırlamalar vardır.
Gerek kağıt gerekse madeni para olsun her ikisiyle de yapılan ödemeleri kabul
etmemek mümkün değildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki kağıt
paralarda bu mecburiyet sınırsızdır. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa
olsun bunu karşı taraf kabul etmek mecburiyetindedir.
Madeni paraların ise mecburiyeti sınırlıdır. En çok üzerlerinde yazan değerin 50
katını tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örneğin 50 bin liralıklarla 25
milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasını da bozuk para ile
ödeme isteğinizi karşı taraf kabul etmeyebilir.
Kağıt paraların Merkez Bankası tarafından basıldığı bilinir de madeni paraları
Maliye Bakanlığı'nın çıkardığı pek bilinmez. Madeni paraların toplam para stoku
içindeki oranı da yaklaşık yüzde l civarındadır.
Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan yüzleri kağıt paralarda önden madeni paralarda ise
yandandır. Madeni paralarda yer çok küçük olduğundan kabartma tekniği ile
bir yüzün tam detayını vermek mümkün olamamaktadır. Yandan bir profil kişiyi
daha iyi tanınır kılmaktadır.
3.04 Sirk çadırları niçin daima daire biçimindedir?
18. yüzyıla gelinceye kadar cambazlık ateş yutma vb. gösteriler sokaklarda
halka saraylarda ise asillere yapıyordu.
Philip Astley bugünkü modern sirklerin kurucusu kabul edilir. 1763 yılında
kurduğu sirkinde ana gösteri ata binilerek yapılanlardı. Astley atlar bir daire
etrafında döndüklerinde binicilerin at üzerinde daha rahat ayakta durduklarını
bildiğinden sirk çadırım ve gösteri yerini bir daire oluşturacak şekilde düzenledi
ve atların gösteri sırasında daima daire biçiminde dönmelerini sağladı.
Bir başka sirk sahibi Antonio Franconi'de dairenin en uygun çapının yaklaşık
13 metre olduğunu saptadı ki bu mesafe bugün bile kullanılan ölçüdür.
Son bir not olarak İngilizce'si 'circus' olan sirk kelimesinin Latince'de daire
anlamına gelen 'circle'dan türediğini de belirtmeden geçmeyelim.
3.05 Niçin kurşunkalemlerin çoğu altıgen ve sarı renkte?
Esasında en kolay üretim biçimi kare kesitli kurşun kalemdir ama yazarken elde
tutulması pek kolay değildin Yuvarlak kalemlerin elde tutulması kolaydır ama
üretimi pahalıdır. Altıgen kesitli kalemler ise orta yoldur. Yuvarlak kesitli
kalemler kadar kullanılması kolay ve üretimi daha ucuzdur.
Sekiz yuvarlak kurşunkalem için harcanan ağaçtan dokuz altıgen kesitli kalem
yapılabilir ve üretim safhası bir kademe daha kısadır.
Tabii ki alıcılar için üretim maliyetlerinin pek önemi yoktur. Altıgen kesitli
kurşunkalemlerin öbürlerine göre hala on bir kat daha fazla tercih edilmelerinin
sebebi belki de konulduğu masada yuvarlanıp aşağıya düşmemeleridir.
Kurşunkalemlerin dışının sarıya boyanarak satışı 1854 yılma dayanır. Ancak
1890 yılma kadar bu rengi kullanmak çok önemsenecek bir faktör değildi.
1890 yılında Avusturya'da L&C Hardtmuth Co. isimli şirket öyle bir kurşun
kalem üretti ki diğer üreticiler de bu kaliteyi yakalamak zorunda kaldılar.
Bu kurşunkaleme meşhur Hindistan elması olan 'Koh-I-Moor' adı verilmişti ve
altın sarısına boyanmıştı. Ayrıca içindeki siyah renkli kurşun ucuyla birlikte
Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bayrağını oluşturuyordu.
Bu kurşunkalem o kadar beğenildi ve o kadar başarılı oldu ki sarı renk
kurşunkalemdeki kalitenin bir simgesi olarak kaldı. Diğer kurşunkalem
üreticileri de bu başarıdan pay alabilmek için ürünlerini piyasaya sarı renkte
sürmeye başladılar. Bugün hala piyasada olan dört kurşunkalemden üçü san
renktedir.
Kurşunkalemlerin içinde kesinlikle kurşun yoktur. Ana madde olarak kullanılan
grafit 40 değişik malzeme ile karıştırılarak yüksek sıcaklıkta çok ince çubuklar
haline gelene kadar preslenir. Zaten kurşun çok zehirli bir elementtir.
Kurşunkalem denilmesinin sebebi 16. yüzyılda grafiti bulan İngiliz bilimcinin
onu bir çeşit kurşun elementi sanmasıdır. Ancak 200 yıl sonra grafitin bir çeşit
karbon olduğu anlaşıldı.
3.06 Buz neden kaygandır?
Evde cilalı parke üzerinde çorapla yürürken düşme olasılığınız halıya oranla çok
daha fazladır. Çünkü halı ile ayağımız arasında cilalı parkeye nazaran daha çok
sürtünme ve daha fazla temas vardır. Buzlu bir yüzeyin üzerinde ayağımızın
kaymasını benzer bir sebebe dayandırabiliriz ancak buz pateni yapanlar pütürlü
buz yüzeyinde düz bir buz yüzeyinden çok daha fazla bir hızla kayarlar.
Buz sanıldığı gibi düzgün bir yüzey olduğu için kaygan değildir. Olay buz
pateninin çok küçük yüzeyinin buza basınç yapması dolayısıyla o noktadaki
buzun erimesi ve oluşan bu ince su tabakası üzerinde patenin hareket etmesidir.
İnsan ayağının boyunun ortalama 25 santimetre eninin ise 10 santimetre
olduğunu kabul edelim. Ortalama insan ağırlığı olan 75 kg. iki ayakla 500
santimetrekare yere bastığında her santimetrekareye 015 kg. ağırlık biner.
Topuklu ayakkabı giyen kadınlarda yere basılan alan o kadar küçülür ve basınç o
kadar artar ki kadınların topuklu ayakkabı izi sıcak asfaltta kalır hatta bu
basınç nerede ise filinki ile aynıdır.
Ucu neredeyse bıçak gibi olan patenlerin buza değen alanı o kadar küçüktür ki
erime ısısını l derece azaltmak için 130 kg/cm2 gereken buz yüzeyini derhal
eritir.
Buz pütürlü olunca paten sadece buzun pütürünün çıkıntılarına basar böylece
temas yüzeyi iyice küçülür ve basınç artar ve buz daha kolay eriyerek paten buz
ile arasında oluşan ince su tabakası üzerinde rahatça kayar.
Bu arada buzun bir başka şaşırtıcı özelliğine de değinmeden geçemeyeceğiz.
Dişimiz ağrıdığında elimizin üzerine konulan buz bu diş ağrısının azalmasına
yardımcı olur.
Vücudumuzun herhangi bir yerinde bir ağrı oluştuğunda uyarıcı sinirler
buradan orta beyine ağrı sinyalleri gönderirler.
Bu sayede beyin tarafından uyarılarak vücudun doğal ağrı kesicileri olan
'endorfin' ve 'enkefolin' salgılanır.
Bu salgıların kaynağa gidebilmesi için sinir sisteminin diğer bölümlerine ağrı
algılarının geçtiği diğer kapıları 'kapat' sinyali gönderilir. El üzerinden gelen ağrı
sinyallerinden dolayı salgılanan doğal ağrı kesiciler sonucu yüz sinirlerinden
gelen ağrı kapıları beyinde kapanmaktadır.
Diş ağrılarında vücudun başka bir yerinde değil de el üstüne buz konulmasının
nedeni bu olup bu noktaya akapuntur uygulanmasıyla da benzer sonuca
ulaşılmaktadır. Baş parmakla işaret parmağı arasındaki bu noktaya HO-KU
noktası denilmektedir.
3.07 Saatler niçin ileri-geri alınır?
Birinci Dünya Savaşı süresince birçok ülke saatlerini yılın belli aylarında
yeniden ayarlamaya başladı. Bunun amacı günün aydınlık saatlerini insanların
uyanık oldukları zamana uydurmak dolayısıyla evlerde ve sokaklarda yanan
lambalar için gerekli enerjiden tasarruf sağlamaktı.
Bugün de aynı uygulamaya devam edilmekte Nisan ayının ilk pazar gününde
saatler bir saat ileri Ekim ayının son pazar gününde ise bir saat geri
alınmaktadır. Diğer bir deyişle ilkbaharda size kaybettirilen bir saat
sonbaharda geri verilmektedir.
ABD'de kış aylarında standart zaman yazları ise gün ışığından tasarruf zamanı
uygulaması kongre kararı olarak kabul edilmiş olmasına rağmen bazı eyaletler
bu uygulamayı reddetmiştir. Bu eyaletlerde halen yaz-kış standart zaman
uygulaması devam etmektedir.
Yaz günlerinde gün ışığı yani aydınlık saatler çok daha uzun olmasına rağmen
hala tasarruf için saatlerin niçin bir saat ileriye alındığı çoğunlukla anlaşılmaz.
Bunun en kısa açıklaması 'gece zamanını da gündüze katmaktır' ama bizler
zaten karanlık olan saat 24:00'de değil de 23:00'de yatmamızın ülkemize ne
kazandıracağını genellikle anlayamayız.
Saatleri ileri almanın kış mevsimi ile alakası yoktur. Kış aylarında standart
zaman uygulanır. Ancak yaz günlerinde çok uzun aydınlık geçen bir zaman
süresi vardır. Amaç bu sürenin başlangıcını ileri kaydırarak akşam olma
süresini bir saat uzatmaktır.
Yaz günleri hava çok erken aydınlanır. Eğer çiftçi değilseniz saat 05:00'de
uyanmanıza gerek yoktur. Ancak gün ışığından tasarrufa gerek duymayarak
saatlerimizi ileri almasaydık bakın ne olurdu?
Dünyada güneşin 21 Haziranda 04:43'de doğduğu bir yer seçelim. Siz burada
yaşıyorsunuz ve saat sekizde işte olmak için saat altıyı çeyrek geçe yataktan
kalkmak zorundasınız. Bu seçtiğimiz yerde güneş ufukla 6 derece açı yaptığında
standart saat ile saat 05:11 civarlarında etraf tamamen aydınlanır. Bu durumda
ileri alınmış saatler 06:15'I gösterir yani gerçekte siz işe bir saat erken gitmiş
olursunuz ama ışığı yakmadan saate bakar tıraş olup kahvaltı yapabilirsiniz.
Akşamları ise her zaman 24:00'de yatmaya vücudunu alıştırmış bir insan bir
saat önce yatmak zorunda kalmış olur ama hava kararınca gece evde ve sokakta
lambaların yanma süresi bir saat kısalmış olur.
Gün ışığından tasarrufun sanayinin kullandığı elektrikle alakası yoktur. Onlar
gece de gündüz de olsa zaten aynı elektrik enerjisini harcarlar.
3.08 Bir saat niçin 60 dakikadır?
Bir gün dünyanın kendi ekseni etrafında bir dönüşü tamamladığında geçen
süredir. Bunu herkes bilir. Aslında tam da öyle değildir. Çünkü dünya kendi
ekseni etrafında dönüşü sırasında
yörüngesi üzerinde güneşin etrafında da döndüğünden güneşten bakıldığında bir
tam devri için geçen süre farklı gözlemlenir.
Neyse şimdi biz bunu karıştırmayalım ve bugün bütün dünyanın kabul ettiği
zaman sistemine bakalım;
o Bir yıl 12 aydır.
o Bir yıl 52 haftadır
o Bir ay 28-31 gündür.
o Bir ay 4-5 haftadır.
o Bir hafta 7 gündür.
o Bir gün 24 saattir.
o Bir saat 60 dakikadır.
o Bir dakika 60 saniyedir.
o Bir saniye 100 mili saniyedir.
Görüldüğü gibi bir gün kaç saniyedir diye sorulduğunda bile kafadan
hesaplanamayacak kadar karışık bir bölünme. Önce gün 24'e sonra 60'a sonra
bir daha 60'a bölünüyor. Saniyeden sonraki bölünmeler ise ondalık sistemle
gidiyor. İşte çocukların zaman hesaplarında zorlanmalarının sebebi.
Bir günde niçin 24 saat olduğunu kimse bilmiyor. Bu rakamın güneş saatini ilk
kullanan Mısırlılardan kaynaklandığı sanılıyor. Yere dikilen yüksek bir taşın
gölgesi sabah batıya akşam doğuya düşüyordu ve Mısırlılar bu arayı altıya
bölmüşlerdi. Dolayısı ile bir gün 24 bölüm oluyordu.
12 sayısı 2 3 4 ve 6 ile bölünebildiğinden o zamanlar en çok kullanılan sayı
birimi idi ki bugün bile düzine adı altında sayı birimi olarak kullanılmaktadır.
Mısırlılar ayrıca 30 günlük ay ve 360 günlük yıl takvimini uyguluyorlardı.
Bugün bir dairenin 360 dereceye bölünmesinin sebebinin de bu olduğu sanılıyor.
Yaklaşık 3 bin yıl önce bugün Irak olarak bilinen yerde yaşayan Babilliler ise 60
sayısını matematik sistemlerinde temel olarak almışlardı. 2 3 4 6 12 15 20 ve
30 ile bölünebilen ve 360'ı da bölen bu sayı dakika ve saniyenin birimi olarak
alındı. O zamanlar için onluk sistem yani on sadece 2 ve 5'e bölünebilen zavallı
bir sayı idi.
Saniyenin bölümleri ise o devirlerde ölçülemiyordu ölçülebilmeye başlandığında
ise dünya ondalık sisteme geçmişti ve bu esas alındı.
3.09 Saatin akrep ve yelkovanı niçin sağa dönüyor?
İlk olarak eski Mısırlılar güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup belirli
zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup battığını gözlemlediler ve
bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler.
Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu
saat meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında bu
taşın gölgesini takip etmekten ibaretti.
Mısır konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat ekvatora da yakın bir ülke
olduğundan güneş doğduğunda gölge hemen tam batıda oluşuyor güneş
yükseldikçe gölge kuzeye yani sağa doğru hareket ederek güneş batışında doğu
yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovanında
olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu.
Daha sonraları pendulumlu pilli saatlerde de yön değişmedi hatta sağa doğru
dönüşler 'saat yönüne dönüş' diye adlandırılır oldu.
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde güneş doğarken taşın gölgesi
güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada
keşfedilseydi bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi.
3.10 İskambil kağıtlarındaki şekillerin anlamı nedir? Oyun kartlarının nerede ve ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmiyor. 7. ve
10. yüzyıllar arasında Çin'de ortaya çıktığı ve 13. yüzyılda Marco Polo tarafından
Avrupa'ya getirildiği tahmin ediliyor. Hindistan'dan veya Arabistan'dan geldiğini
ileri sürenler de var ama bugünkü şekilleriyle kullanılmalarının 14. yüzyıl
Fransa'sına dayandığı kesin gibi.
O tarihlerde Fransa'da dört sınıf vardı ve iskambil kağıtlarındaki kupa maça
karo ve sinek bu dört sınıfı temsil ediyordu. Kupa bir kalkanı andıran şekli ile
asil sınıfı ve kiliseyi maça bir mızrağın ucunu çağrıştıran şekli ile orduyu karo
ticari deniz işletmelerinin eşkenar dörtken kiremitlerinden esinlenerek orta
sınıfı sinek ise yonca yaprağına benzeyen şekli ile köylüyü temsil ediyordu.
Bugün briç poker veya benzeri oyunlarda kupanın en değerli sineğin ise en
değersiz kart Olmasının nedeni işte bu sınıflamadır.
Aslında bizde papaz adı verilen kartın adı İngilizce'de kral (king) kızın ise
kraliçedir (queen). Vale veya oğlan için ilk zamanlarda düzenbaz anlamına gelen
'knave' kelimesi kullanılırken günümüzde 'jack' ismi kullanılmaktadır. Yani
yabancı kartlarda kral ve kraliçe evli iken bizde biraz yaşlı görülerek krala
papaz adı verilmiş kraliçeye de 'kız' denilerek oğlana layık görülmüştür.
Bazı ülkelerde oyun kartlarında değişik isim ve semboller kullanılmasına
rağmen en yaygın olanı Fransızların kullandıklarıdır. Fransızlar 'maça' şeklini
mızrağa benzeterek 'pique' adını vermişlerdir. İngilizce'de ise aynı anlamdaki
'spades' kelimesi kullanılmaktadır. Her ne kadar bir kalkanı andırdığı için asil
sınıfı temsil ettiği ileri sürülse de 'kupa' klasik bir kalp şeklidir. Bu nedenle
Fransızlar ona 'coeur' İngilizler ise 'heart' adını vermişlerdir.
'Karo' için Fransızca'da kare anlamındaki 'carreau' kullanılırken İngilizler elmas
anlamındaki 'diamond'u tercih etmişlerdir. Bizim 'sinek' dediğimiz şekil ise çok
açık üç yapraklı bir yoncadır. Fransızlar bu anlamdaki 'trefle' kelimesini
kullanırlarken İngilizler 'club' (kulüp) ismini kullanmışlardır.
İşte bu nedenle briç oyuncuları 'maça'ya 'pik' 'kupa'ya 'kör' 'sinek'e de 'trefli'
derler zaten aslına uygun olan 'karo'yu da olduğu gibi kullanırlar. Birli papaz
kız ve oğlan için kullanılan as rua dam ve vale isimleri de yine Fransızca
karşılıkları As Roi Dame ve Valet kelimelerinden dilimize geçmiştir.
3.11 Buzlanmış yollara niçin tuz dökülüyor?
Kışın çok kar yağışı alan bir bölgede yaşıyorsanız karayolları görevlilerinin
yollardaki buzlanmayı gidermek için tuzu kullandıklarını görmüşsünüzdür.
Ancak tuz aynı zamanda dondurma yapımında da kullanılmaktadır. Peki ama
tuz bu iki ters gibi görülen işlevi nasıl becermektedir?
Herkesin sandığının aksine tuz suyun içinde şekerin eridiği gibi erimez. Tuz
buzun içine girince onu çözer. Tuz yine kalır ama buz çözüldüğü için artık o su
değil tuzlu sudur ve erime noktası saf sudan daha düşüktür.
Buzlanmış yollara tuz döküldüğü zaman tuz önce buz ile çözümlenerek bir buzlu
su tabakası oluşturur ve bu çözeltinin donma noktası düşük olduğundan sıfırın
altındaki sıcaklıklarda bile donmadan kalabilir. Günümüzde ABD'de üretilen
tuzun yüzde 45'i yollardaki buzun eritilmesinde kullanılmaktadır.
Bilindiği gibi su sıcaklığı sıfır dereceye varınca donar. Suya tuz ilavesi ile bu
donma sıcaklığı da düşer. Suya yüzde 10 tuz ilavesi donma sıcaklığını -6 dereceye
indirir. Yüzde 20 tuz karıştırılmış su ise -16 derecede donar. Ancak yolun veya
buzun ısısı -16 dereceden de az ise artık tuzun erimede pek etkisi olmazsadece
buzun üstünde kalarak tekerleklerin kaymasını azaltabilir.
Dondurma yaparken de karışımın çevresinde çok düşük ısıya ihtiyaç vardır.
Dondurma karışımının etrafındaki ısının çok düşük olması ancak bu düşük ısıda
karışımın donmaması gerekir. Burada eklenen tuz karışımın sıfır derecenin
altında bile donmadan dondurmanın oluşturulmasını sağlar.
Hatırlarsanız 'Titanic' filminde okyanus suyunun ısısı sıfırın birkaç derece
altında olmasına rağmen deniz suyunun yüzeyi içindeki tuz nedeni ile hala
donmamıştı.
3.12 24 ayar altın ne demektir?
Bizde altının saflığını gösterme ölçüsü olarak genellikle 'ayar' kelimesi kullanılır
ama uluslararası piyasada kullanılan kelime 'kırat'tır. 'Kırat' hem altının hem
de elmas ve diğer kıymetli taşların ölçümünde kullanılan bir birimdir.
Elmas ve değerli taşları ölçmede kullanılan 'kırat'ın bir birimi 200 miligrama
(0200 gram) eşittir. Yani 20 gramlık bir elmasınız varsa bu 100 kıratlık bir
elmastır. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir
santimetrenin üzerindedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 3.106 kıratlık
'Cullian'dır. Bundan 530 ve 517 kıratlık iki büyük ve 100 küçük elmas
işlenmiştir.
Altında kullanılan 'kırat' veya 'ayar' ise altının saflığını gösterir. 24 kırat (ayar)
altın içinde karışık başka bir °°°°l olmayan yüzde yüz saf altındır. Tamamen
saf altın çok yumuşak olduğundan genellikle bakır veya gümüş ile karıştırılır.
Her bir kırat (ayar) altının tümünün 24'de biridir. Örneğin bir bileziğin 24'de 18'i
altın 24'de 6'sı da gümüşten yapılmışsa o bilezik 18 kırat (ayar) altındır.
Altını Ölçmede kullanılan bu komik sistem yaklaşık bin yıl evvelki Almanların
Mark isimli bir altın parasından kaynaklanmaktadır. Tamamen saf altından
yapılan bu para 48 gramdı ve elmas ölçü biriminde ağırlığına göre 24 kırat
ediyordu. Sonradan içine başka maddeler karıştırıldıkça içindeki altın miktarına
bağlı olarak kırat ölçüsü düşürüldü.
Altın beyaz kırmızı sarı gibi çeşitli renklerde beğenimize sunulur. Altın bakır
ile karıştırılmışsa 'kırmızı altın' gümüş ile karıştırılmışa 'sarı altın' nikel veya
platin gibi °°°°ller içeriyorsa 'beyaz altın' adı verilir.
3.13 Yüzme yarışları niçin dört ayrı stilde yapılıyor?
Yüzme yarışları serbest (kravl) kelebek kurbağalama ve sırtüstü olmak üzere
dört ayrı kategoride yapılır. Ancak 'kelebek' gibi her insanın kolay kolay
yüzemeyeceği bir sitilin niçin yarışmalara alındığı pek bilinmez. Aslında bütün
stillerin orijini kurbağalamadın Uluslararası yüzme federasyonu kurulmadan
önce başka ilginç kategoriler de vardı. Örneğin 1900 yılında Fransa'da Sen
nehrinde yapılan 200 metre engelli yarışında yüzücüler sudaki direklere çıkıyor
sandalların altlarından geçiyorlardı.
Bilinen en eski yüzüş şekli kurbağalamadım Az enerji harcanması nedeni ile bu
stil suda hayat kurtarmada ve keyif için yüzmede de kullanılır. İki kolun ileri
uzatılıp suyun ellerle iki yandan geri çekilmesi bu arada bacakların da
senkronize hareket etmesi kurbağaların yüzüşüne benzediğinden bu adı
almıştır.
İlk zamanlarda kulaç tamamlandığında nefes de kol hareketi başlamadan önce
alındığı için bu arada hız da çok azaldığından dura dura yüzülüyormuş gibi
görünürdü. Gittikçe gelişen bu stilde şimdilerde nefes kolun geri çekiliş
hareketinin tamamlanmasından az önce alınmakta yüzücüler de duraksamadan
yüzmektedirler.
Kelebek stilin kurbağalamadan asıl farkı kol hareketleridir. Kollar ileri
hareketlerini suyun üstünden yaparlar. 1933 yılında ABD'de yapılan bir yarışta
Henry Myers adlı bir yarışmacı kurbağalama stili ile yüzüşün kurallara uygun
olduğu konusunda ısrar etmiş ve sonuçta yarışa kabul edilmiştir.
Sonradan kelebek stili ayrı bir dal olarak yarışmalara alınmıştır. Başlangıçta
yüzücüler ayaklarını kurbağalamada olduğu gibi yana hareket ettirirlerken
sonra yunusun kuyruğu gibi çırpmağa başlamışlardır. Aslına bakarsanız
yunuslama olması gereken bu stilin adı herhalde kelebeklerin uçuşuna
benzetildiğinden olacak kelebek (İngilizce'de butterfly) olarak kabul görmüştür.
Sırtüstü yüzüş şekli ise 20. yüzyılın başında gelişmeye başladı. Bunda da
başlangıçta kol ve ayak hareketleri kurbağalamaya benziyordu. ABD'li Harry
Hebner kravl sitile benzer kol ve ayak hareketlerini geliştirdi ve bu şekilde
yüzdüğü ilk yarışta kurallara uymadığı gerekçesiyle diskalifiye edildi. Yapılan
itirazlar sonunda kurallarda sırtüstü bulunma dışında bir kısıtlama olmadığı ve
bu stilin sırtüstü yüzme hızını daha da geliştirdiği anlaşılarak resmi olarak
kabul edildi ve Harry'nin madalyası verildi.
Serbest stil de denilen kravl yüzüşün yüksek dalgalarla mücadele edebilmek için
Güney Pasifik yerlileri tarafından geliştirildiği sanılıyor. Bütün yüzüş şekilleri
arasında en hızlısı olan bu stil 1902 yılında Avustralyalılar tarafından Avrupa'ya
taşındı. Stil Amerika'ya ulaşınca ayaklar her kulaçta önce 4 kez sonra 1917
yılında iki kadın tarafından daha da geliştirilerek 6 kez çırpılmaya başlandı ve
sürat arttıkça arttı.
3.14 İngilizce'de hindiye niçin Turkey deniliyor?
Özellikle ABD'de Hıristiyanların şükran günlerinin önemli bir sembolü olan
hindi aslında Amerika kıtasının yerlisidir. Vahşi hindi cinsleri Kristof Kolomb
kıtayı keşfetmeden de önce Kuzey Amerika'da yaşıyordu. Hatta Avrupa'dan
Güney Amerika'ya ilk gelenler Azteklerin bir cins hindi ırkını ehlileştirdiklerini
görmüşlerdi.
Amerikan hindileri Avrupa'ya 1519 yılında İspanyollar tarafından getirilmiş
daha sonra bütün Avrupa'da yayılıp 1541 yılında İngiltere'ye ulaşmışlardı.
Hayvancağızı gören İngilizlerin kafaları karışmış o zamanlar Türk toprakları
olan Batı Afrika'dan Portekizli tüccarların getirdikleri Afrika hindisi veya yine
Türkiye üzerinden getirilen Hint tavuğu sanmışlardı. Sonunda her iki ırkın
farklı olduğu anlaşılmıştı ama bu Amerikan kökenli kuşun adı 17. yüzyılda
Amerika'ya göç eden İngiliz göçmenler sayesinde Amerika'da 'Turkey' olarak
yerleşti.
Tabii bu Türkiye'nin isminin niçin İngilizce'de hindi anlamında kullanıldığının
resmi açıklaması. Bunun yanında uydurulmuş başka tezler de var. Bunlardan
biri Kolomb'un ilk yolculuğuna katılan bir Portekiz Yahudi'si Jose de Torres'in
hindiyi görünce İbrânice 'büyük kuş' anlamında 'Tukki tukki' diye bağırması
diğeri de sürekli batıya doğru giderek Hindistan'a ulaşmayı hedefleyen
Kolomb'un Amerika'ya vardığında burayı Hindistan ve hindiyi de Hint tavus
kuşu sanarak onu 'Tuka' diye adlandırması ve zamanla bu kelimenin Turkey
olarak telaffuz edilmesidir.
Durun daha tezler bitmedi. Bir başka tezde de Kızılderililer hindiye 'Fırke'
dediklerinden bu sözcüğün İngilizce'deki telafuzu ile 'turkey'ye dönüştüğü ileri
sürülüyor. Daha başka hindi tezleri de var. Örneğin hindilerin korkunca
çıkardıkları seslerin insanlar tarafından turk-turk-turk (törk) diye taklit
edilmesiyle zamanla onlara Turkey denilmesine neden olduğu bile iddia ediliyor.
Bunda alınıp gücenecek bir şey yok. Türkçe'de de hindi kelimesi Hindistan
anlamına çok yakındır. Ayrıca bizde de bir 'Mısır' örneği var.
Hindiler başlangıçta renkli tüyleri nedeni ile kümeslerde süs hayvanı olarak
yetiştirilmişler et kalitelerinin farkına ise 1935'den sonra varılmıştır. Erkek
hindiler 130 santim boya ve 10 kilo ağırlığa ulaşabilirlerken dişiler neredeyse
yarı ağırlıktadırlar. Vahşi hindiler akarsu ve göl kenarlarında yaşamayı tercih
ederler ve tehlike anında 400 metre mesafeye uçabilirler.
Bu arada marketlerde niçin hiç hindi yumurtası satılmıyor dikkatinizi çekti mi?
Günümüzde tavuklar yılda ortalama 250'den fazla yumurtlayabiliyorlarken
hindiler 100 - 120 adet yumurtlarlar ve yumurtaları 4 -5 kez daha ağırdır. Daha
ziyade yeni hindileri üretmekte kullanılırlar.
3.15 Yağmurda koşan niçin daha çok ıslanıyor?
Yağmur yağarken koşanların daha çok ıslanacağını ileri süren insanı yağmurda
sallana sallana dolaşmaya iteleyen bir görüş ile hiçbir şey fark etmeyeceğini
iddia eden bir başka görüş ortada dolanıp durmaktadır.
Hiçbir şey değişmeyeceğini söyleyenlerin görüşüne göre vücudunuzun bir
dikdörtgen olduğunu ve yağmur damlalarının yere dik düştüğünü farz edelim.
İster bir yüz metreci gibi hızlı koşun ister sallanarak yürüyün bir şey fark
etmez. Hızınıza bağlı olmadan vücudunuza düşen yağmur tanesi sayısı aynı
kalır. Koştukça ön tarafınıza bir saniyede daha çok yağmur tanesi isabet
edecektir ama süre kısaldığından toplam sayı ve sonuç değişmeyecektir.
'Yağmurda yürüyünüz' diyenler ise koşma durumunda yağmur damlalarının aynı
sürede daha çok sayıda birikeceğini ve buharlaşmaları için daha az zaman
olduğundan üzerimizin daha ıslak olacağını aerodinamik tesirleri hesaba
katarak düz yürürken üzerimize düşmeyecek düşey damlaların koşarsak
karşıdan gelecekleri için temas edeceklerini yürürken başımıza düşen damla
sayısının koştuğumuz sırada düşenden fazla olamayacağını ileri sürerek 'ahmak
ıslatan' diye de tabir edilen hafif yağışlarda yürümeyi öneriyorlar. Tabii burada
unutulmaması gereken şey yavaş yürürken bacaklarımızın da çok yağış alacağı.
'Koşunuz!' görüşüne göre ise yağmurda koşmakla yürümek arasında
vücudumuza düşen yağmur tanesi miktarı açısından bir fark olmayabilir ama
önemli olan başımıza düşen miktardır. Bu nedenle koşarsak süre kısalır ve
başımıza düşen yağmur miktarı azalır.
Yapılan bir deneyde yağmur karşıdan 45 derece açı ile yağıyorkenbir defter
kağıdına aynı mesafe 7 saniyede koşulduğunda 131 damla 20 saniyede
yürünüldüğünde ise 216 damla isabet ettiği saptanmıştır. Buna göre yağmurda
yürüyerek gitmek koşmaya göre neredeyse iki misli ıslanmak anlamına
gelmektedir.
Şüphesiz bu Önermeler yapılırken rüzgarın yönü üzerimizdeki giysilerin şekli
ve cinsi ve en önemlisi kapalı alana ulaşılacak mesafe göz önüne alınmamış ve
değerlendirmeler kısa mesafelere göre yapılmıştır. Uzun mesafelerde hiç şansınız
yok koşabildiğiniz kadar koşun ama en doğrusu yağmur geçene kadar kapalı bir
yerde oyalanın.
3.16 Ev çiçekleri bize nasıl zarar verebilirler?
Evimizdeki bitkiler veya süs çiçekleri solunumlarında gündüzleri havadaki
karbondioksiti alarak oksijen verirler ama geceleri ise bizim gibi oksijen alarak
karbondioksit verirler. Bu nedenle de çiçeklerle aynı odada uyumanın havadaki
oksijen azalacağı için zararlı olabileceği konusunda genel bir inanış vardır.
Aslında bu doğrudur ama sanıldığı kadar tehlikeli değildir.
Konuyu daha iyi anlamamız için bir bitkinin aynı anda yaptığı iki işi bilmemiz
lazım. Birincisi hücrelerin nefes alışı ikincisi de ışık ve klorofil özümlemesi diye
de adlandırılan fotosentezdir. Bu iki olay tamamen birbirinden farklı iki ayrı
işlemdir.
Tüm canlı hücrelerde olduğu gibi bitki hücrelerinin de yaşayabilmeleri için
havadaki oksijene ihtiyaçları vardır. Havadan nefes yolu ile aldıkları oksijenle
şeker gibi gıda moleküllerini yakarlar enerji kazanırlar. Bu gündüz ve gece
yaşamları boyunca durmaksızın devam eder.
Bitkilerin yapraklarındaki hücreler aynı zamanda gündüzleri ışıkla birlikte
fotosentez işlemini gerçekleştirirler. Yani bitki gündüzleri her iki işlemi birlikte
yaparken geceleri sadece nefes almaya devam eder. Fotosentez işleminde bitkiler
havadan karbondioksiti alıp oksijen verirler. Ancak hücreler buradan çıkan
oksijeni nefes almada tekrar kullanırlarken nefes verişteki karbondioksiti de
fotosentezde kullanırlar.
Ortalama yetişkin bir insan hareketsiz durumda bir dakikada 15 bir günde 20
bin kez nefes alır. Her solumada yarım litre hava ciğerlerine girer. Yani
dakikada 7-8 litre havayı ciğerlerine çeker ve tekrar verir. Bu günde 11 bin litre
hava demektir. Aslında nefes alırken havadan oksijen alıp karbondioksit veririz
ifadesi de tam doğru değildir.
Aldığımız havada hem oksijen vardır hem de karbondioksit. Verdiğimizde de
aynı şekildedir ama oranları değişiktir. Ciğerlerimize aldığımız havadaki oksijen
oranı yüzde 21 iken dışarı verdiğimizdekinde yüzde 16'dır. Yani her nefeste
aldığımız havanın yüzde 5-6'sı vücudumuzda oksijen olarak kullanılır.
Dolayısıyla havadan aldığımız günlük oksijen miktarı ortalama 570 litre
civarındadır.
Gündüzleri yeterli ışık altında bitkilerdeki fotosentez işlemi bitkinin nefes
almasından daha yoğundur. Yani ortaya fazladan oksijen çıkar ve gündüzleri
odanızdaki havadaki oksijen miktarını artırırlar. Geceleri ışık olmadığından ve
karanlıkta fotosentez işlemi yapılamadığından nefes almaya devam eden
bitkilerden çıkan karbondioksit miktarı daha çoktur.
Evlerimizdeki bitkilerin veya süs çiçeklerinin gündüz çıkardıkları fazla oksijen
ve gece verdikleri karbondioksit miktarı insanın soluduğu havanın içindeki
oksijen miktarı yanında o kadar azdır ki sağlığımızı etkileyebilmesi mümkün
değildir. Ancak kapısı penceresi hava sızdırmaz küçük bir odada dev bitkilerle
birlikte yatma gibi bir alışkanlığınız varsa başka tabii...
3.17 Sabun kiri nasıl gideriyor?
Aslında sabun bir antiseptik yani mikrop öldürücü değildir. Normal bir deri
üzerinde ölü deri hücreleri kurumuş ter çeşitli bakteriler yağlı ifrazatlar ve toz
vardır. Sabunun özelliği mekanik olarak derimizin üzerinden bunların
alınmasını sağlamasıdır.
Suyu ve yağı (ne yağı olursa olsun) aynı kaba koyarsanız birbirlerine hiç
karışmazlar aksine su ve yağ molekülleri arasında birbirlerini iten bir güç
vardır. Elimizi sadece su ile yıkadığımızda derimizin üzerindeki yağ tabakası
suyun derimize temasına mani olur onu dağıtır ve tam anlamı ile temizlik
sağlanamaz. İşte burada sabun devreye girer ve aracılık rolünü üstlenir.
Sabunun bilinen tarihi 2000 yıldan da öncesine uzanır. Hatta Anadolu'da 4000
yıl evvel Hititlerin yaktıkları bitkilerin külleri ile ellerini temizledikleri
bilinmektedir. Sabun tarihinin her döneminde ucuz ve kolay bulunabilen
malzemelerden yapılmıştır. Romalılar sabun yapabilmek için kireç taşını
ısıtarak kireç elde etmiş bu ıslak kireci sıcak ağaç külleri üzerine püs****üp
sonra da karıştırmışlardır.
Oluşan gri çamuru sıcak su dolu bir kazana dökerek keçi yağı ile saatlerce
karıştırarak kaynatmışlardır. Kirli kahverengi kalın bir tabaka oluşunca
soğumaya bırakmışlardır. Soğuma sonucu sertleşen tabakayı parçalara bölerek
sabun olarak kullanmışlardır.
İşte sabun budur. Her sabun kireç gibi bir alkali madde ile bir çeşit yağın
karışımıdır. Günümüzde alkali olarak kireç yerine genellikle kostik soda
kullanılıyor. Keçi yağı yerine de sığır ve koyun yağlarından elde edilen don
yağları hurma pamuk çekirdeği ve zeytinden elde edilen yağlar kullanılıyor.
Alkali ve yağdan meydana gelen sabun da anne ve babasının özelliklerini taşır.
Yani bir taraftan yağı severken diğer taraftan suyu sever. Sabun moleküllerinin
bir ucu yağı diğer ucu da bir alkali olan suyu çeker. Ellerimizi
ovuşturduğumuzda yağ ve kirler dolayısıyla içindeki bakteriler parçalanır.
Sabun molekülleri bu yağlı kirleri sararlar suyla birleştirirler ve artık çözünemez
hale getirirler. Musluktan akan su ile de uzaklaşır giderler. Ellerin kurulanması
ile de bakterilerin çok sevdiği nemli ortam ortadan kalkmış olur.
Günümüzün modern marketlerinde ise sabunun bazı katkı maddeleri boyalar
parfümler deodorantlar bakteri giderici maddeler kremler losyonlar ve
reklamlarda söylenilen diğer maddeler eklenmiş hali ile karşılaşıyoruz.
Şampuan diş macunu tıraş kremi ve kozmetikler sabunun sodyumun değişik
bileşikleri ile yapılmış diğer adlarıdır. Eğer kostik soda yerine potasyum
kullanılırsa daha yumuşak olan sıvı sabun elde edilir.
3.18 Sirklerde kılıcı nasıl yutuyorlar?
İster inanın ister inanmayın gösterilerde kılıcı yutanların yaptıkları numara
sahte değildir. Gerçekten kılıcı yutarlar. Ana problem gırtlak adalelerini
rahatlatmayı öğrenmek böylece yutkunmaya mani olmaktır. Bu özellik haftalar
boyu süren egzersizlerle kazanılabilir. Kılıcın boğazı kesme ihtimali yoktur
çünkü her iki tarafı da keskin değildir yani kördür. Kılıcın ucu sivri gibi görünür
ama midenizin tabanına ulaşamayacak boyda bir kılıç seçerseniz bu da problem
yaratmaz.
Kılıç ve alev yutmanın büyük ustalarından Dan Mannix bu konuda 1951 yılında
bir kitap bile yazmıştır. Mannix bu işi başarabilmek için haftalar boyunca günde
en az bir saat kesme ihtimali olmayan bir kılıç ile çalıştığını söylüyor. Birinci
problem yutkunma refleksinden çıkmış. Yine haftalarca öğle yemeği yemeyerek
kılıç boğazdan girerken boğazın büzüşmesi problemini halletmiş. Sonunda bir
gün kılıcı sokarken boğazı gevşeyebilir hale gelmiş.
Mannix işin en zor yanını geçtiğini zannederken esas zorlukla Adem Elma'sı
denilen yerin arkasında karşılaşmış. Oradaki kıvrımı da geçmeyi başardıktan
sonra kaburga kemiklerine de dikkat ederekkılıcı kabzasına kadar yutabilme
yeteneğini kazanmış.
Kılıç yutmayı evde kendi kendine öğrenmeye kalkışmak son derece tehlikelidir.
Hele bu numarayı yaparken konuşmayı profesyoneller düşünmezler bile.
Yutmadan önce ve sonra kılıcın steril hale getirilmesi de çok önemli bir husustur.
Çok az da olsa katlanabilir kılıçları kullanan bazı hilebazlar ortaya çıkınca
Mannix kılıcı gerçekten yuttuğunu ispatlayacak başka numaralara geçmiş. Özel
olarak imal edilmiş çok ince kalınlıktaki elektrik bağlantıları sadece bir
tarafında bulunan 'U' şeklindeki bir neon tüpü yutmuş. Elektrik verilip neon
lambası yanınca ışık vücudunun dışından da görülmüş. Böylece bu tip şeyleri
gerçekten yuttuğunu ispatlamış.
Mannix ve asistanları işi öyle geliştirmişler ki kızgın kızarmış kılıçları yutma
numaraları bile yapmışlar. Tabii önce asbest bir kılıç kınını yutarak.
3.19 Gazeteler niçin enine düzgün yırtılamıyor? Denerseniz göreceksiniz ki bir gazete sayfasını yukarıdan aşağıya düzgün olarak
yırtabilirsiniz. Ancak sağdan sola yani enine yırttığınızda düzgün yırlamazsınız
muhakkak zikzaklar oluşur.
Gazete kağıdının ana maddesinin ağaç olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir gazete
kağıdında ağacın lirleri yukarıdan aşağıya olacak şekilde gelir.
İşte bu sebeple bir gazete sayfasını düşey olarak yırtarsanız yırtık liflerin
yolunu takip ederek düzgün bir şekilde aşağıya kadar iner. Enine yırtıldığında
her life rastlayışında yırtılma zikzak çizer.
Peki lifler niçin düşey doğrultuda? Bunun nedeni kağıdın üretiliş biçiminde
yatıyor. Bu lifler çok az su içeriyor ve üretim bandında bandın hareketi boyunca
yayılıyor. Üretim bandı sonunda su kuruyor ama lifler kağıtta uzunlamasına yer
alıyor.
3.20 Atletler niçin saat yönünün aksine koşuyor?
Sağ elini kullanan insanlar ayakla yapılan hareketlerde de sağ bacaklarını
Öncelikle kullanırlar. Bu nedenle de sağ bacakları daha güçlüdür.
Sola kavis çizerek koştuklarında sağ ayak dışarıda kalır. Özellikle kısa mesafe
koşularında pistin köşelerinde koşucular hafif içe meylederek koştukları için sağ
ayağa daha çok yük biner ve koşucu bu kuvvetli ayağı ile sola doğru daha rahat
koşar.
İnsanların çoğu sağ ellerini kullanırlar. Erkeklerin sadece yüzde 5'i kadınların
ise yüzde 3'ü solaktır. Çoğunluğun rahatı düşünüldüğü için de atletler pistte saat
yönünün aksi yönde koşarlar. Tabii bu durumda ve özellikle 400 metre
koşularında solakların şansı biraz azalmış oluyor.
3.21 Boks ringleri niçin dört köşedir?
Bilindiği gibi 'ring' kelimesi İngilizce'de daire halka anlamındadır. Parmağa
takılan yüzüğe bile bu nedenle 'ring' denilir. Aslında geçmişte profesyonel boksta
boksörler grup halinde kasabadan kasabaya dolaşır oradaki yerli boksörlerle
maç yaparlardı.
Boks yapılacak alana seyirciler daire şeklinde yerleştirilir en önde oturanlara
alanı çevreleyen ip tutturularak başkalarının boks yapılacak yere girmeleri
önlenirdi. Ayrıca sahnedeki boksöre meydan okuyan biri kafasını bu ipe çarparak
dövüşmek isteğini belirtirdi.
Seyirci miktarı artınca bu usulü uygulamak zorlaştı. Yere dikilen kazıklara ip
bağlanarak boks yeri belirlenmeye başlandı. Tabii ki bu iş için en uygun şekil
kare idi.
Boks yapılan yerlerin dünyanın her yanında kare olmasına rağmen "ring" diye
adlandırılmasının hikayesi işte bu!
3.22 Asansör düşerken zıplanılsa ne olur ? Düşünün ki asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat yani saniyede 18 metre
hızla düşüyor. Siz de son saniyede yukarı zıplıyorsunuz. Yukarı zıplamanız olsa
olsa saniyede 4-5 metre hızla olabilir. Yani siz yine de yaklaşık saniyede 13-14
metre hızla yere düşmeye devam ediyorsunuz.
İster saniyede 18 metre isterse 13 metre hızla yere düşün sonuç fark etmez. Sizi
yerden kazımak zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayın asansörü tutan tek
bir kablo değildir en azından 5 veya 6 kablo vardır. Bu kabloların her biri tek
başına asansörün ağırlığım taşıyabilir.
Diyelim ki bu kabloların hiçbiri görevini yapmadı asansörü durduracak bir
başka fren donanımı daha vardır. Hatta bazı asansör boşluklarında ilaveten
yaylı veya yağlı hayati tehlikeyi Önleyecek özel sistemler de bulunur.
Bu sistemlerin hiçbiri çalışmazsa yine de iyimser olmaya çalışın hiç olmazsa
hayatınızda bir kere hiçbir katta durmadan doğrudan zemine inmiş
oluyorsunuz!
3.23 Mum yanınca niçin geriye bir şey kalmıyor? Gerçi şimdi elektrikler kesilince otomatik olarak devreye giren lambalar hatta
jeneratörler var ama mum hayatımız boyunca evimizin demirbaşı olmuştur. Onu
o kadar hayatımızın olağan bir parçası olarak algılamışızdır ki fitiline bir kibrit
çaktığımızda onun nasıl yandığını yandıkça katı kısmının nereye gittiğini
düşünmeyiz bile.
Tarihi çok eskiye uzanan mum ışığının adeta büyülü bir gücü vardır. İnsanda
romantik duygular uyandırdığı gibi tüm dinlerde ruhani bir yeri de vardır. Ayin
ve adakların vazgeçilmez malzemesidir. Mum tarihin ilk icatlarından biridir.
Mısır'da ve Girit adasında milattan 3000 yıl önceden kalma mumlar
bulunmuştur ama en yaygın kullanışı ortaçağda Avrupa'da olmuştur. Tarihi bu
kadar eski olup da günümüzde de popülaritesini yitirmeyen ve çok yaygın olarak
kullanılan başka hiçbir şey yoktur.
Aslında mumun yapısı çok basittir ama yanma mekanizması o kadar basit
değildir. Mumun yapısında iki ana eleman vardır. Birincisi yakıt görevini gören
bir çeşit balmumu ikincisi de emici özelliği olan bir çeşit sicim yani fitil. Fitilin
emici özelliği çok önemlidir. Çünkü mumun yanma sırrı burada gizlidir. Bu
özellik gaz lambalarının fitillerinde de vardır ve onlar da aynı prensiple
çalışırlar.
Elinize herhangi bir sicim alıp ucundan su dolu bir kaba daldırdığınızda suyun
sicim tarafından emildiğini ve suyun sicim boyunca yukarı çıktığını renginin
koyulaşmasından anlayabilirsiniz. İşte fitil de mumun üst kısmında alevden
dolayı eriyen balmumunu emerek üst kısmına taşır ve bu bölgede yanmanın
devamını sağlar yani burada asıl yanan ve ışığı veren fitil değil balmumunun
kendisidir.
Parafin balmumları ham petrolden yapılır yani koyu bir hidrokarbon olup iyi bir
yanıcıdırlar. Çakmağı çakıp fitili tutuşturunca mumun en üst tabakasının da
erimesine ve dolayısıyla mekanizmanın çalışmaya başlamasına sebep olursunuz.
Fitil bu erimiş balmumunu yukarı aleve doğru taşır balmumu alevin
sıcaklığında buharlaşır ve tutuşur. Yanan şey aslında mumun katı kısmı
olduğundan mum tümüyle yanıp bittiğinde geriye pek bir şey kalmaz.
Mum yapmada en çok arı balmumu benzin üretiminde petrolden çıkan bir yan
ürün olan parafin veya bitkisel ve hayvansal yağlardan yapılan 'stearin'
kullanılır. Günümüzde en fazla kullanılan mumlar bunların karışımı ile elde
ediliyor. Mumlar çekme yöntemi ile dökülerek veya pres edilerek yapılıyor. Her
şey tamamlandıktan sonra boya banyolarına sokulurlar ve en sonunda da
parlaklık kazandırmak için soğuk suya daldırılırlar.
3.24 Yazın niçin açık renk giysiler giyiyoruz?
Yaz günleri güneşli sıcak günlerde genellikle beyaz veya açık renkli giysiler
giyeriz. Beyaz renk güneş ışığı içinde bulunan bütün ışınları yansıtır yani bütün
renklerin birleşimidir. Siyah renk ise tam aksine bütün ışınları emer. Siyah renk
üzerinde hiçbir ışın yansımaz yani aslında siyah bir renk değildir renksizliktir.
Siyah renkli kumaşlar ışığın hepsini tuttuklarından beyaz kumaşlara göre
tenimizi 5 derece daha sıcak tutarlar. Peki öyleyse Sina çöllerindeki bedeviler
niçin siyah renkte giysi giymeyi tercih ediyorlar? Çünkü siyah renkli giysi
kumaş ile tenin arasındaki havayı ısıtıyor ama aynı anda bir havalandırma
mekanizmasının da çalışmasını sağlıyor. Bu ısınan havanın yerini alan hava
bedevilerin serinlik hissi duymalarını sağlıyor.
Siyah giysiler güneşin tüm ışınlarını tenimize geçirirler ama beraberlerinde
enfraruj ışınlarını da. Bu nedenle çok güneşli bir günde açık renk giymek
kesinlikle faydalıdır. Kapalı bir yerde ise enfraruj ışınları nüfuz edemeyeceği için
siyah rengin ısıyı daha fazla iletmesi avantaj yaratabilir. Belki de dışa beyaz içe
siyah giymek giysi ten ve hava arasındaki ısı alışverişi için en ideal
kombinasyondur. Tabii kışın da tam tersi.
Kışın üst üste giyinmenin asıl faydası iki giysi arasında hava tabakası
oluşmasıdır. Bilindiği gibi hava iyi bir izolatördür. Yani ısı iletkenliği iyi değildir.
Bu şekilde güneşin ışığı tutulduğu gibi vücuttan da ısı kaybı olmaz. Yani kışın
iki kat giyinildiğinde dıştakinin siyah içteki giysinin ise beyaz renk olması
gerçekten faydalıdır.
3.25 Camın arkasında güneşte bronzlaşabilir miyiz? Hayır. Güneşte cildimizin renginin değişmesini sağlayan güneş ışığının içindeki
ültraviyole (UV) ışınlarıdır ki bunlar camdan geçemez. UV ışınları görünmeyen
yüksek enerjili kısa dalga boylu ve görebildiğimiz renk dağılımında mor rengin
ötesinde yer alan ışınlardır. Bunun için çok güneşli bir havada güneş tam
karşıdan gelirken araba kullandığımızda yüzümüz değil de açık olan pencereye
yaslı kolumuz kızarır.
Bizim bronzlaşma ve çok sağlıklı görünüyoruz diye beğendiğimiz derimizin
güneş altında rengini değiştirmesi olayı aslında 'derma' diye bilinen cildimizin
ikinci tabakasındaki pigment hücrelerinin bir reaksiyonudur. Bu hücreler UV
ışınlarına maruz kaldıklarında 'melanin' denilen daha koyu pigmentlerin
miktarını artırırlar. Bu koyu pigmentler derimizin üst tabakalarına gelirler ve
böylece derimizin rengi koyulaşır.
Melanin UV ışınlarını emer yani vücudun melanin üretimini artırması
vücudumuzu UV ışınlarının tehlikeli etkilerinden korumak içindir. Ama bir
noktadan sonra bu da geçerli değildir. Güneşin altında ne kadar yanmış olursak
olalım derimizin rengi ne kadar koyulaşırsa koyulaşsın yine de güneş ışığının
içindeki UV ışınlarının yarısını derimiz içine almaya devam edebilir.
Aşırı UV ışınlarına maruz kalmak sonunda deri kanserine bile yol açabilir. Her
yıl yarım milyon insanda bu hastalık görülmektedir. Özellikle gençler arasında
giderek artmaktadır. Gerçi bu tür genellikle başarı ile tedavi edilmektedir ama
ciğere veya beyine yayılabilecek çok daha kötü türleri de vardır.
Çok güneşli havalarda UV ışınlarından korunmak şapka ve gözlük takmak
tavsiye edilir. UV ışınları gözlerimize de çok zararlıdır. Unutmayalım ki
vücudumuzdaki en ince deri göz kapaklarımızdadır. Güneşe çıkmak zorunda
kalmayacaksa koruma faktörü yüksek krem ve yağlar kullanılmalıdır.
UV ışınları cisimlerden de yansır. Bu nedenle gölgede kalmak da çare değildir.
İnsan gölgede de yanabilir.
Güneş enerjisi tahmin edilenden çok daha güçlüdür. Yeryüzünde 3
kilometrekarelik bir tarlanın bir gün boyunca güneşten aldığı enerji Hiroşima
üzerinde patlatılan atom bombasının salıverdiği enerjiye eşittir. Bombadan
enerji bir anda boşaltıldığından şok dalgaları oluşmuş ve ölümcül olmuştur.
3.26 Elektrik insanı nasıl çarpıyor?
İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor.
Sıvılar iyi iletkendirler yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir
kap olarak düşünürsek bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da
vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanınca o da iletkenleşiyor
hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.
Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki bir
elektrik akımının insana en tehlikeli frekans aralığı 50 - 60 Hz.dir. Elektrik
akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun basıncı neyse 'Volt'ta
odur. 'Amper' de suyun miktarının karşılığıdır.
Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar oluşur ve
elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen elektrik akımı
derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma merkezini felç eder kalbin
ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının sonucu
genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre yapılmalıdır.
Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir. Elektriğin elden ele veya elden
ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar verebilir.
Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriğimizdir. Sinir
sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız elektrik karşılaşıp iç içe
girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler yaratıyor.
Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin önemli
olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile fizikçiler arasında
görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de tam bir tanımı yapılmış veya
tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış değil.
Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne sürenlere
göre akım doğrudan kalbi etkiliyor. Bu düşünüşe göre l ila 5 miliamper akımın
vücutta hissedilme seviyesi; 10 miliamperde acı başlıyor; 100 miliampere gelince
sinirler reaksiyon gösteriyor ve 100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün
bu değerlendirmeler tam bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun
içinde iseniz cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil
mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz.
Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse genellikle hayatlarının geri kalan kısmını
bu olayın izi kalmadan problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da
olsa sinir sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka
girenlere de kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.
4
İNSAN
4.01 Ağrı nedir?
Ağrı olayı ince sinir sistemimizle beyin kas sistemimiz ve dolaşım sistemimizle
doğrudan ilgilidir. Ancak bu iletişimin sırları tam olarak çözülebilmiş değildir.
Ağrı doktorun hastalığı teşhis etmesine yardım eder öyleyse faydalıdır. O
zaman kadınlar niçin ağrılar içinde doğum yapar? Niçin çok ciddi bazı
hastalıklarda ağrı hiç ortaya çıkmaz?
Ağrılar dört sınıfa ayrılır. İlk ikisi toplumca bilinen klasik ağrılardır. İlki
Parmağımıza inen bir çekiç darbesi sonucu duyulan ağrı. İkincisi vücudumuzun
içinden kaynaklanan romatizma migren vb. ağrılar. Üçüncü sınıf ağrılar tuhaf
ve mantıkdışı görülen ve olaydan çok uzun bir süre sonra ortaya çıkabilen
ağrılardır.
Örneğin bir kolun kesilmesinden yirmi yıl sonra olmayan kolda ağrı hissedilmesi
olayları ile karşılaşılmıştır. Dördüncü sınıf ağrılar ise doğrudan kişinin ruhsal
hali ile ilgili olan hayali ağrılardır. Nedeni hayali de olsa ağrı gerçektir. Bu tip
ağrıların yüzde 30'unun ilaç niyetine verilen etkisiz maddelerle giderildiği
bilinmektedir.
Baş ağrısını ise diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekir. Yapılan
araştırmalara göre baş ağrılarının yüzde 90'ı kas ağrılarıdır. Ağır bir el çantası
ya da omuz çantası taşımak telefonu çenenin altına sıkıştırarak konuşmak
başın öne eğik olduğu konumda sürekli daktilo yazmak ve okumak gibi
hareketlerin boyun ve baş kaslarını etkilemesi baş ağrılarının en yaygın
nedenlerini oluşturmaktadır.
Tarih boyunca ağrıyı gidermek için sıcak su kızgın demirle dağlama gibi başka
bir ağrı uygulama da dahil olmak üzere çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Bunların
ortaya koyduğu en önemli yarar ağrının oluşum ve engelleme mekanizmasının
omurilikte değil beyinde bulunduğunun saptanması olmuştur.
En kuvvetli bir ağrının bile gerilim durumunda veya tam tersi olan uyku halinde
ortadan kalkması ağrının denetiminde beynin ne kadar büyük bir rolü olduğunu
gösterir. Örneğin kimi kazalardan sonra kendileri ile konuşulan yaralı
kazazedelerin hiç acı duymadıklarını söyledikleri çok görülür.
Ağrı üzerinde en etkili iki ilaç haşhaştan elde edilen morfin ile söğüt
kabuğundan elde edilen aspirindir. Bu maddeler ağrılı duyuyu uyarmak yerine
ağrının hissedilmesini engeller. Ağrı özellikle insanları ilgilendirir. Bize ağrı
çektiren olayların çoğu hayvanlarda görülmez.
4.02 Nasıl sarhoş olunuyor?
İlk yudumla birlikte alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra ciddi
miktarda kana karıştığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana
karışması en çok ince bağırsaklarda olur.
Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol derhal merkezi sinir
sistemimizi etkilemeye başlar. Birkaç dakika sonra beyne geçerek sinir
hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaşlatır.
İçmeye devam edilirse beyindeki görme denge konuşma ve muhakeme ile ilgili
sinir merkezleri etkilenmeye başlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini
yenebilmek için kalp kası zorlanır ve nabız artar.
Biraz daha içilirse şuur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse
alkolün kandaki oram alkol zehirlenmesi seviyesine ulaşır solunum yetmezliği
nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.
Alkol oldukça yavaş yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaşık 10
saat sürer.
Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar. Yapılan
araştırmalara göre ABD'de insanlar genel olarak kalori ihtiyacının yüzde 10'unu
alkolden karşılamaktadır. Alkoliklerde bu oran yüzde 50 olup ciddi beslenme
bozuklukları görülür.
Alkol karaciğer yetmezliği yanında kalp hastalığı ve kanser riskini de artırır.
Beyinde hücre kaybına yol açar uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon
artar psikiyatrik bozukluklar başlar.
Ama alkolün en büyük etkisi sağlığı bozmasının yanında aileleri ve
arkadaşlıkları parçalaması hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır. Haydi
şerefinize!
4.03 Vurgun yemek nasıl olur?
İnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil inci mercan
sünger gibi şeyleri çıkarıp geçimlerini sağlamak için de dalmışlardır.
Deniz seviyesinde hava basıncı l atmosferdir. İnsan vücudunun solunum ve
dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde derine gittikçe her 10
metrede basınç l atmosfer daha artar. 30 metre derinlikte su basıncı 3
atmosferdir yani bu derinlikte vücudumuzun her santimetrekaresine suyun
yaptığı basınç yüzeye oranla üç mislidir.
Hiçbir gereç kullanmadan 30 metre derinliğe inildiğinde akciğer kapasitesi
dörtte birine düşer kan basıncı artar vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı
artar bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30
metrenin altına inmek tehlikelidir.
Ancak tüple dalışın da kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış basıncın
yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen azot gibi
gazlar dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar.
Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle
genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz ama özellikle azot
gazı damarlarda süratle genleşerek damar tıkanıklığı akciğer yırtılması ve
hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar.
Bu şekilde vurgun yiyenler süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar
vurgun yediği derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka
önlem de vurgun yiyeni aynı derinliğe tekrar indirmektir.
Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkmalı hatta belirli derinliklerde
beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup pratikte eğitmenler bunu
dalgıç adaylarına 'yüzeye gelen en küçük bir hava kabarcığından daha hızlı
çıkma' şeklinde öğretirler.
4.04 Neden esneriz?
Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaşıcı mıdır? Aslında esnemenin
ve fizyolojisinin ardında yatan gerçek hala tam olarak bilinememektedir.
Önceleri esneme insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını
artırmak için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak
düşünülüyordu. Yapılan deneylerin sonucunda esnemenin solunum olayına kısa
bir destek verdiği ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir.
Hem burnumuzla hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen kapalı ağızla
esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman sabah
uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme 6 saniye sürer.
Sadece insanlar değil kediler kuşlar fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak
farklı türlerdeki bu davranış biçimi aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin
insanların gülme olarak yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda
korkunun ifadesi olabilmektedir.
Yapılan araştırmalarda hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı
karşılama sırasında esnedikleri insanların ise tersine dış uyarılarda azalma
olduğunda esnedikleri saptanmıştır.
Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de canı sıkıldığı halde uyumamaya
çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de
sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin
sebebi organizmanın kendini sakinleştirmesidir.
Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen
şekillenmenin diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı
tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak onun gibi
bir şey.
Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk insanlardan
kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız akşamları ateşin
etrafında topluca otururken grubun lideri tüm dişlerini göstererek esner
oturumu kapatır artık gecenin başladığı herkesin sabaha kadar yatması ve
hareket etmemesi gerektiği sinyalini verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek
görüş birliği içinde olduklarını beyan ederlerdi.
Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba televizyonu
uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu nedenle günümüzde
esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve önümüzdeki bir milyon yıl içinde
ortadan kalkacağı sanılmaktadır.
4.05 Niçin yaşlanıyoruz? Her insan vücudu zaman geçtikçe yaşlanır. İnsan ömrü her kişiye göre farklı
olmakla birlikte günümüzde ortalama 75 yıla ulaşmıştır.
Bilimciler insanların 150 yıla kadar yaşayabileceklerine inanıyorlar. Bugüne
kadar kayda geçen en uzun insan ömrü Japon Shigechiyo Izumi'ye aittir. Bu kişi
120 yıl 237 gün yaşamıştır.
İnsanların büyümesi yaşlanmaları ve ölmeleri üzerine çeşitli teoriler var. Bir
teoriye göre Ömrümüz süresince biyolojik aktivitemizde ortaya çıkan bazı
kimyasal reaksiyonlar gün geçtikçe başta böbrek ve kalp olmak üzere sağlıklı
hücrelerimize zarar vermektedir.
Bir başka teoriye göre ise genetik programlamamızla ömrümüz önceden
belirlenmiştir. Program hücrelerimiz üzerinden yaşlanmamızı kontrol ediyor
yeterli sayıda hücre öldükten sonra organlar gereken düzeyde çalışmıyor ve
insan ölüyor. Ancak ilk çağlarda insan ömrü ortalama 30-40 yıl iken günümüzde
75 yıla ulaşması bu savı çürütmektedir.
Bu amaçla bilimciler meyve sineklerinin genleri ile oynayarak daha uzun
Ömürlü sinekler yaratmayı başarmışlardır. Bu uzun ömürlü sineklerin
diğerlerinden farkları oksitlenmeyi önleyen enzim nedeniyle savunma
sistemlerinin daha güçlü olması ve yağ depolama kabiliyetleri bakımından açlığa
dayanıklı olmalarıdır.
Meyve sineği üzerinde yapılan araştırmalar insan ömrü konusunda ciddi bir
ipucu verememiştir ancak genetik bakımdan insanlara daha yakın olan fareler
üzerinde yapılan çalışmaların daha gerçekçi bilgiler verebileceği sanılmaktadır.
Bir başka saptama da °°°°bolizması yüksek yani oksijeni çok hızlı yakan
canlıların yavaş yakanlara göre daha az yaşadıklarıdır. Örneğin farelerin
°°°°bolizmik hızları insandan daha yüksektir ama nadiren 3 yıldan fazla
yaşarlar.
Son zamanlarda adlarından sıklıkla söz edilen E ve C vitaminlerinin de
antioksidan grubunda yer alarak yaşlanmayı çok az da olsa geciktirdikleri
gözlemlenmektedir.
İnsan vücudunda hücrelerin bölünerek yeni hücre oluşturabilmelerinin de
sayısı sınırlıdır. Sonuna kadar bölünebilen tek hücre kanser hücresidir.
Dolayısıyla aslında kanserin sırrının çözülmesi insanın yaşlanma olgusuna da
ışık tutacaktır.
4.06 Niçin gıdıklanıyoruz?
Gıdıklanmak rahatsız edici olduğu kadar eğlendiricidir de. Başkaları tarafından
hatta bazen dokunulmadan gıdıklanırız ama kendi kendimizi gıdıklayamayız.
Bazıları gıdıklanmaya karşı çok hassasken bazıları etkilenmez bile.
Bir insan gıdıklanınca derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifçikleri harekete
geçer. Özellikle tüyle okşama böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu
lifçikler sinyalleri beyne gönderirler. Ancak araştırmacılar bu sinyallerin
beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beyinin gıdıklanmaya tepkisi
kaşınmaya olan tepkisi gibi gönülsüz yapılan bir tepkidir.
Gıdıklama ile kan basıncı artarken nabız ve kalp atışı hızlanır beynin
uyanıklığı fazlalaşır. Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar psikolojik yanı da
vardır. Gıdıklanma başlangıçta zevkli olabilirse de sürdürüldüğünde korku ve
paniğe dönüşebilir.
İnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler ayak altı avuç içi ve koltuk altı gibi
bölgelerdir. Bunun nedeni buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır.
İnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden
hangisinin dışarıdan geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin
elimizin yanması gibi acil refleks gerektiren dışarıdan gelen uyanlara öncelik
verir. Bu nedenle bir başkası tarafından gıdıklandığımızda reaksiyon gösteririz
ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıştığımızda beyin bu noktalardaki
hassasiyeti azalttığından gıdıklanamayız.
4.07 Renklerden nasıl etkileniriz? Renklerin insan davranışını ve psikolojisini önemli ölçüde etkilediği bugün
kesinleşmiştir. Kanada'da bir okulda yapılan deneyde odaların renk ve ışık
düzenlerinin değiştirilmesi ile bazı öğrencilerin zeka düzeylerinin ve disiplin
sorunlarının olumlu biçimde etkilendiği tespit edilmiştir. Ancak insan gözünün
ışık ve rengi algılayan ağ tabakasının görme sinirleri vasıtasıyla bunu beyne
ilettikten sonra beyinde nasıl fizyolojik etkiler yarattığını renkbilimciler henüz
açıklayamıyor.
Aslında gözümüze gelen görüntü iki çeşit görme hücresi aracılığı ile taranır.
Silindir veya çomak şeklinde olanlar ışığı koni şeklinde olanlar ise rengi algılar.
Gözümüzde 7 milyon konik ve 100 milyon kadar silindirik hücre vardır.
Renge duyarlı konik hücreler ağ tabakasının ortasında ışığa duyarlı silindirik
hücreler ise kenarında daha yoğundur. Bu nedenle gece gökyüzünde gözümüzün
kenarından gördüğümüz bir yıldızı ona doğrudan bakınca göremeyiz. Çünkü
burada ışığa hassas silindirik hücreler daha az olduğundan görüntü kaybolur.
Aynı şekilde gözümüzün kenarıyla baktığımız şekillerde renkler kaybolur.
Yapılan deneylerde pembe renge bakan kişilerin rahatladıkları kırmızı turuncu
ve sarı gibi sıcak renklere bakanlarda tansiyonun yükseldiği nabzın ve
solunumun hızlandığı terlemenin çoğaldığı mavi rengin ise tam tersi etki
yarattığı belirlenmiştir.
Araştırmalar insanların en çok mavi rengi sevdiklerini bunu kırmızı ve yeşilin
takip ettiğini göstermektedir. Erkekler yeşil deniz mavisi turuncu ve koyu mor
renkleri tercih ederken kadınlar firuze yeşili açık mavi pembe gibi açık-uçuk
renkleri çocuklar ise mavi kırmızı yeşil sarı ve turuncu gibi canlı renkleri daha
çok sevmektedirler.
Bir binada sarı renge boyanmış bir tavan odayı daha yüksek sarı renkli
duvarlar ise daha geniş gösterir. Kliniklerin sıcak renklere boyanması beyaz
rengin hastalarda yarattığı hüzün duygusunu azaltır. Ayaküstü hazır yiyecek
satan dükkanların duvarları iştah açtıran portakal rengine boyanırken yarış
arabalarında kırmızı veya turuncu-sarı renkler tercih edilir. Aslında bir renk
olmayan daha doğrusu renksizlik olan siyah da makam araçlarının klasik
rengidir.
Kırmızı renk kan rengidir asırlar boyu tehlikenin ve tahribatın simgesi
olmuştur. Trafik ışıklarında 'dur' sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur.
Ameliyathanelerde bulaşan kan rengini belli etmeyeceği için mantıken kırmızı
giysi kullanılması gerekirken teskin edici mavi ve yeşil renkler tercih edilir.
4.08 Saçlarımız niçin uzuyor?
Çünkü aksi takdirde berberler işsiz kalırdı! Ha ha! Şaka bir yana
vücudumuzdaki kılların çok önemli görevleri vardır. Saçlarımız başımızı yazın
güneşten kışın soğuktan korurlar. Kaşlarımız terimizin kirpiklerimiz küçük
parçaların gözümüze girmelerine engel olurlar. Burun ve kulaklarımızdaki kıllar
tozların girmesini önler. Vücudumuzdaki diğer kıllar ise derimizi serin tutar ısı
kaybını önler.
Bizler sadece saçımızın sakalımızın koltukaltlarında ve genital bölgelerimizdeki
kılların uzadığını kollarımız bacaklarımız ve diğer yerlerdeki kıllarımızın
uzamadığını düşünürüz. Gerçekte saçımız da uzamasını bir süre sonra durdurur
ama bunun için bayağı uzun bir süre geçer.
Vücudumuzdaki kılların her biri topraktaki çim gibi derimizin altındaki kendi
torbasında yetişir ve büyür. Bu torbalardaki yeni saç hücreleri kılların köklerini
oluşturur. Yeni hücreler oluştukça eskilerini torbalardan dışarı iterler ve bu
hücreler dışarı itildikçe canlı olma özelliklerini kaybederler yani ölürler ve de
kıllarımızın ve saçlarımızın bizim görebildiğimiz kısmını oluştururlar.
Vücudumuzun hangi kısmında olduklarına bağlı olarak kıl torbasında belirli bir
sürede yeni kıl hücreleri üretilir. Bu süreye 'büyüme süreci' denir. Sonra büyüme
bir süre için durur. Buna da 'durma süreci' denir. Bu sürecin de sonunda kılların
yine büyüdüğü 'büyüme süreci' gelir ve bu böyle devam eder gider.
Durma sürecinde kıl kopar ve alttan gelen bir yenisi yerini alır. Yani bir kılın
veya saç telinin ulaşabileceği en uzun boyutu bu büyüme sürecinin uzunluğu
belirler. Kollarımızdaki kılları oluşturan hücrelerin büyüme süreci birkaç ay
olarak programlanmıştır. Bu nedenle kıllar kısa bir süre içinde uzar bir
santimetre civarında bir uzunluğa geldiklerinde artık uzamazlar belirli bir
sürenin sonunda da alttan yenileri gelir.
Diğer taraftan saçlarımızın büyüme süreci iki seneden altı seneye kadar değişir.
Eğer kesmezseniz bir metre hatta daha da fazla bir uzunluğa ulaşabilir.
Saçlarımız üç aylık bir uzamanın ardından bir durma evresi geçirir ve bu sırada
alttan gelen yeni saçlar eskilerini atar yani dökülmelerine sebep olur. Bunu
banyo yaptıktan sonra lavaboya dökülen saçlarınızdan anlayabilirsiniz. Bu yolla
bir insan her gün 70-100 arasında saç teli döker.
Saç ve kıllarımızın her birinin büyüme ve durma süreçlerine başlama zamanları
farklı olduğu için hepsi birden aynı anda dökülmediklerinden devamlı olarak
başımızda saç vücudumuzda kıl olur. Hayvanlarda bu süreçler aynı zamanda
başlayıp bittiğinden onlar yılın belirli zamanlarında tüylerini dökerler.
4.09 Niçin uyuyoruz?
İşte hayatımızla ilgili son derece önemli bir soruya bir sürpriz cevap daha! 'Hiç
kimse bilmiyor.' Cevabın kolay olduğunu uykuda enerjimizi şarj ettiğimizi
söyleyebilirsiniz ama bilimsel araştırmalar bunu göstermiyor. Yapılan
araştırmalarda İngiltere'de 70 yaşında bir kadının her gece bir saat uyuyarak
hatta bir keresinde 56 saat uyanık kaldıktan sonra sadece l5 saat uyuyarak
ertesi gün tam performans ile hayatını sürdürebildiği gözlemlenmiştir.
Aslında normalde hepimizin bildiği gibi bir gece dahi uyumasak ertesi gün
adrenalin nedeni ile bütün aktivitelerimiz yavaşlamaktadır. İki gece üst üste
uyumayan insanda ise durum daha kötüdür. Dikkat ve konsantrasyon düşer
hatalar artar.
Üç günden sonra insan hayal görmeye başlayabilir düşünce berraklığı kaybolur.
Daha sonra ise artık insan gerçekle ilişkisini keser. Fareler üzerinde yapılan
deneylerde bir canlıyı uyanık tutmaya çalışmakla ölümüne neden olunabileceği
ispatlanmıştır.
Ayrıca arka arkaya geceleri yetersiz uyuyanlarda da benzeri problemler
gözlemlenmiştir. Uyku süresince oluştuğu gözlemlenen diğer iki olaydan biri
çocukların büyüme hormonlarının gelişmesi diğeri ise bağışıklık sistemimiz için
gerekli olan kimyasalların salgılanmasıdır.
Fakat soru hala yerinde duruyor! 'Niçin uyuyoruz?' Kimse bilmiyor. İşte size
çeşitli teoriler.
Uyku insana kaslarını ve diğer dokularını onarma yaşlanan veya ölen
hücrelerini yenileme şansı verir.
Uyku insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme gereksizleri unutma ve
arşivleme şansı verir. Rüyalar da bu işlemin bir parçasıdır.
Uyku enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde 4-5 kez yerine üç
öğün yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir şey
yapamayacağımızdan anahtarı kapatarak enerji tasarrufu yaparız.
Uyku bütün gün çalışan beynin bir şarj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji
harcanmasını kısarak beyin hücre aktiviteleri için gerekli olan enerjiyi
artırabilir.
Uyku hakkında tüm bildiğimiz geceleri iyi bir uyursak sabahları kendimizi iyi
hissettiğimiz hem vücudumuzun hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini
tazelediği olgusudur.
4.10 Uyku nedir?
Uyku insan hayatında sırrı tam olarak çözülememiş enteresan bir olaydır.
Uykunun nasıl olduğunu bir bakıma hepimiz biliriz. Uyuyan bir insanda
aşağıdaki durumlar gözlemlenir;
o Yatarak uyur.
o Gözleri kapalıdır.
o Çok yüksek bir ses olmadıkça hiçbir şeyi işitmez.
o Daha yavaş ve ritmik olarak nefes alır.
o Adaleler tamamen gevşemiştir. (Eğer bir koltukta otururken uyumuşsanız
derin uykuda koltuktan düşebilirsiniz.)
o Bir veya iki saatte bir kendi vücudunu elleri ile kontrol eder.
Bunlara ilave olarak kalp atışı yavaşlar ve beyinde rüya denilen çok ilginç
olaylar oluşur. Diğer bir deyişle uyuyan insan çevresinde oluşan şeylerin çoğuna
ilgisizdir. Uyuyan bir insan ile komada olan bir hasta arasındaki en önemli fark
uykuda olanın yeterli bir dış müdahale ile uyandırılabilmesidir.
Vahşi doğada yaşayan hayvanlar için bu düzgün ve etrafa ilgisiz yaklaşık sekiz
saatlik uyuma periyodu pek mümkün görünmemekte bu durumun insanın
evrimi süresince oluştuğu sanılmaktadır.
Sürüngenler kuşlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında kısa
süreler için de olsa çevreleri ile ilişkilerini keserler. Bazı balıkların ve kurbağa
gibi hem suda hem de karada yaşayanların da belirli sürelerde aktivitelerini
yavaşlattıkları fakat hiçbir zaman çevre ile ilgilerini kesmedikleri biliniyor.
Böceklerin ise uyuyup uyumadıkları bilinmiyor ancak onların da bazıları gece
bazıları gündüz hareketsiz kalıyor.
Beyin dalgaları üzerine yapılan çalışmalar sonucu sürüngenlerin rüya
görmedikleri kuşların çok az memelilerin ise hepsinin uykularında rüya
gördükleri saptanmıştır. İlginç olan noktalardan biri şu ki inekler ayakta
uyurken değil de yatarken rüya görebilmektedirler.
Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun süre
uyurken köpekler kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların bazıları uyku
için geceyi tercih ederken bazıları gündüzü tercih eder.
İnsanların uyku ihtiyacı yaşlandıkça azalır. Yeni doğmuş bir bebeğin uyku
ihtiyacı günde 20 saat iken dört yaşında 12 saate on sekiz yaşında 10 saate
düşer. Yetişkinler uyku için 7-9 saate ihtiyaç duyarlar ama genelde 6 saat
yeterlidir.
4. 11 Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek biz
yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir şey
kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve ayarlıyor.
Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da 'hipotalamus'. Ayrıca
derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter bezi ve bu bezlerin her
santimetrekaresinde 400 ince kanal var.
Çevre ısısının artması ile beyin ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince
kanallar vasıtası ile deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı
salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken vücudun ısısını da alır.
Aynen esen bir akşam rüzgarından serinletici bir fandan veya kapı önüne
dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur.
Gözle görülen ve görülmeyen olmak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes verirken
bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri de yüzümüzde
ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak bulunan ter bezlerinin
salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece vücudumuzun bir şekilde soğuması
sağlanmış olur.
Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terlerken bazıları da bir
rahatsızlık belirtisi göstermez hallerinden memnun otururlar. Kimileri sıcak yaz
günlerini severken kimileri de kapalı puslu kış günlerini sever. Peki bunun
tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba?
Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı daha
doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36
dereceye ayarlanmış bir insan 38 dereceye ayarlanmış bir insana göre
çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır.
Terleme ve dolaşım sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük derecelere
ayarlanmış insanlar düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat
hissederler.
4.12 Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir şekerle veya
sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya sarımsak soğan
benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz kokar. İstediğimiz kadar
ağzımızı yıkayalım dişlerimizi fırçalayalım şeker yiyelim veya sakız çiğneyelim
fark etmez bu kokuyu tam olarak giderenleyiz.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol ağızda dişlerin arasında
kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile giderilebilir. Bu kokular
mideden de gelmez çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek borusunun ucu
hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım
sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere ulaşarak
nefesle beraber çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde nefesteki dolayısıyla kandaki
alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı verilen havanın 2.000
santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını gösterir. Bu oran alınan alkol
miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7 kadınlarda ise 0.6
katsayısının çarpılması ile hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni aynı vücut ölçüleri ve yağ oranlarına
sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde her ne kadar alkolün
yüzde 20'si midede yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana karışsa da kadınlarda
alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının yüzde 30 daha fazla
olması kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve sarhoşluğun daha uzun
sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması
anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte 40((75XO7)=0.76
gr/litre sonucunu verir ki trafikteki yasal limiti aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur çünkü
hesaba göre kanında 40( (60x06)= 1.1 gr/litre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 05 gramı geçtikten sonra refleksler
yavaşlar sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol açar.
4.13 Banyodan sonra ellerimiz niçin buruşur?
Bütün vücudumuz bir kısmı gözle görülebilen büyük bir kısmı da ancak dikkatli
bakınca fark edilen kıl ve tüylerle kaplıdır. Bu tüy ve kılların dibinde 'sebum' adı
verilen yağ bezleri vardır. Bunların çıkardığı yağ su geçirmez keratin bir tabaka
oluşturur ve suyun derimizden içeri girmesini önleyerek derimizi yumuşak tutar.
Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeni ile vücudumuzda sadece
parmak uçlarımız ve tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısı ile koruyucu
keratin tabaka da yoktur. Ayrıca parmaklarımızın uçları ve ayaklarımızın
tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıştır.
Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre kalıp iyice
ıslanırsa osmos denilen daha sulu bir maddenin daha koyu bir maddenin içine
girişi sonucunda derimizin altına su girer ve bu su burada kendine yer bulmak
ister. Ancak buradaki kalın derimizin genleşerek bu suya ayırabileceği fazla yeri
olmadığı için aynen yazın çok sıcak havalarda yollardaki asfaltlarda olduğu gibi
eğilir bükülür yani büzüşür.
4.14 Jet-lag olayı nedir?
Bütün hayvanların vücutlarının uyuma vücut ısısı üreme zamanı gibi periyodik
fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri vardır. Bu iç saatlerin çoğu
kendi fonksiyonları için kendi zaman dilimlerinde çalışır ancak ışık ve sıcaklık
gibi dış etkenlerden de etkilenir.
Eğer İstanbul'dan Newyork'a uçarsanız sizin vücut saatiniz hala İstanbul'a
ayarlıdır. Örneğin İstanbul'dan saat 12:00'de havalanır 8 saatlik bir uçuştan
sonra Newyork'a varırsanız vücut saatiniz 20:00'dedir ama Newyork saat
13:00'ü yaşamaktadır. Vücudunuzun saati ortama göre 7 saat ileridedir.
Karnınız acıkacak biraz sonra uykunuz gelecektir ama akşam olmasına bile
daha 7-8 saat vardır
İşte bu olaya jet-lag denilir. 'Lag'in İngilizce'de anlamı geri kalma gecikmedir.
Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgunluk duyulmakta özellikle okuma
araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi konularda motivasyon ve konsantrasyon
eksikliği görülmektedir.
Dünya dönüşünü 24 saatte tamamladığındandünya yüzeyi kuzeyden güneye her
biri l saatlik 24 zaman bölgesine bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile Newyork
arasında 7 zaman bölgesi vardır ve aynı anda İstanbul'da saat 14:00 iken
Newyork'ta sabah 07:00'dir.
N AS A'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman bölgesine yani
bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün almaktadır. Bu durumda
İstanbul'dan Ne w York'a gidince vücut kendini ancak 7 gün sonra adapte
edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine değil kaç zaman bölgesinden
geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe aynı zaman bölgesinde kuzey-güney
mesafesinde gidilince jet-lag olayı görülmemektedir.
Jet-lag olayının doğuya doğru mu yoksa batıya doğru mu seyahatte daha çok
görüldüğü tartışma konusudur. Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun yapısına
ve yaşam düzeyine bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda çoğunluğun doğuya
doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu insanın vücut saatini
hızlandırmada yavaşlatmaya göre daha fazla zorlandığı görülmektedir.
Küçük çocukların pek etkilenmediği jet-lag olayından en çok etkilenenler ise
günlük yaşantısı düzenli ve rutin işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki havanın
kuru olması seyahat süresince hareketin kısıtlı olması içki içilmesi yeterli sıvı
içecek alınamaması farklı iklimde farklı yemekler insanlarda jet-lag'a karşı
direnç kırıcı diğer etkenlerdir.
4.15 Karagözlülerin çocuğu nasıl mavi gözlü olabilir?
Genlerin ana mekanizması çok basittir. Her anne ve baba iki tam gene sahiptir.
Ve bunlardan birini çocuğuna geçirir. Eğer anne ve babadan alınan genler aynı
ise yani çocuk her iki taraftan da mavi göz genini aldı ise problem yoktur.
Çocuğun gözlerinin rengi mavi olacaktır. Ancak bir taraftan mavi göz diğerinden
kahverengi göz genini aldı ise gözlerinin biri mavi diğeri kahverengi
olamayacağına göre bu genlerden biri üstün gelecektir.
İşte rakibine karşı daima üstün gelen bu genlere hakim (dominant) gen adı
verilir. İnsanlarda koyu renk göz geni hakim gendir. Yukarıda bahsi geçen
çocuğun gözleri kahverengi olacaktır. Mavi göz rengi gibi mücadeleyi kaybeden
gene de saklı (recessive) gen denilmektedir.
*bilim Adamlari Tarafindan En Kisa Süre Olduğu Kabul Edilen Süre Planck Zamanidir(10-23 Sn)
*yeni Zellandada Yaşayan Koyun Sayisi Insan Sayisinin 16 Katidir.
*amazon Ormanlarindaki Toplam Karinca Kütlesi Diğer Bütün Hayvanlarin Kütlelerinden Fazladir.
*coca Cola Nin şu Ana Kadar ürettiği Içecekleri Uç Uca Eklersek Aya Kadar 160 Kez Gidip Gelebiliriz
*dünyada En çok Kullanilan Isim Muhammed Dir.
*insan Vücudundaki En Ince Deri Burunun üzerindeki Deridir
*domuzlar Vücut Yapilarindan Dolayi Asla Kafalarini Yukariya Kaldirip Gökyüzüne Bakamazlar.
*bir Parmak Kalinliğinda örümcek Aği Bir Boing 737 Uçağini çekebilir.
*insanlar Günde Ortalama 80 Saç Telini Döker
*köpekler Dünyayi Siyah Beyaz Görür.
*yilanlarin Kulaklari Yoktur.bu Nedenle çalan Fülütün Sesine Değil Hareketine Aldanarak Hareket Ederler.
*bir Karinca Ağirliğinin 40 Kati Fazla Ağirliği Kaldirabilir.
*insan Vücudunda Toplam 150 Km Damar Vardir.
*insan Vücudunda En Küçük Kemikler Kulakta Bulunur.
*insanlar ömürleri Boyunca Ortalama 25 Kilo Toz Yutar.
*telefonu Bulan Alexander Grahambell Karisi Ve Annesiyle Hiç Bir Zaman Telefonla Konuşamamiştir.çünkü Her Ikiside Doğuştan Sağirdi.
*alo Sözcüğü Alexander Grahambelin Karisinin Adinin Kisaltilmiş Halidir.
*türkiyede Ilk Cep Telefonu Konuşmasi 23 şubat 1994 Te Süleyman Demirel Le Tansu çiller Arasinda Yapildi.
*uzaya Ilk Yapay Uydu 1981 Yilinda Sscb Tarafindan Gönderildi(sputnik).
*salataliğin %95 I Sudur.
*insan Beyninin %85 I Sudur.
*yaşami Boyuncabir Tirtil 12 Ton Dut Yapraği Yiyebilir.
*dünyada Mesleğine En Saygili Dişçisi Olarak Tarihe Geçen Italyan Giovanni Batista Orgenigo Dur.1868-1904 Yillari Arasinda çektiği Toplam 2 Milyon 744 Dişi Biriktirmiştir.
*soğutulunca Hacmi Genişleyen Tek Madde Sudur.
*dünyanin En Derin Noktasi Büyük Okyanustaki Mariana çukurudur(11 Km).
*dişi örümcekler çiftleşttikten Sonra Erkek örümceği Yerler.
*leonardo Da Vinci Bir çok Eserini Aynadaki Ters Görüntüsüne Göre çizmiştir.
*bir Bardak Kolanin Içine Insan Dişini Koyarsak Bir Haftada Tamamen Erir.
*erkeklerde Sağ Elin Işaret Ve Yüzük Parmaklarinin Eşit Uzunlukta Olmasi Eşcinsellik Belirtisidir.
*ilk Cep Telefonu Motorola şirketinden Martin Cooper Tarafindan Bulundu.
*bisiklete Binmek Kadinlarda Göğüs Kanseri Riskini %34 Azaltir.
*dünyada 600 Tane Bitki Cinsi Et Yiyendir.
*el Tirnaklari Ayak Tirnaklarindan Daha Hizli Büyür.
*gülmek Için 17 Kasa Surat Asmak Içinse 43 Kasa Ihtiyaç Vardir.
*gözleri Açik Tutarak Hapşurmak Imkansizdir.
*peruda Hiç Umumi Tuvalet Yoktur.
*sağ Elini Kullananlar Sol Elini Kullananlara Göre Ortalama 9 Yil Daha Fazla Yaşarlar.
*döllenmeden Doğuma Kadar Bir Bebeğin Ağirliği Ortalama 5 Milyon Kat Artar.
*parmak Izi Gibi Her Insanin Dil Izide Farklidir.
*dünyada En Soğuk Hava 1989 Da Antartikada – 89 Derece Olarak ölçülmüştür.
*buzullar Erirse Dünya üzerindeki Deniz Seviyesi 73 Metre Yükselir.
*1945 Hiroşimaya Atilan Ilk Atom Bombasini Atan Uçağin Pilotu Paul Tibbens Tir.
*robot Sözcüğü Ilk Kez 1921 De çek Bir Yazar Tarafindan Kullanilmiştir.robot çekçede Angarya Iş Anlamina Gelmektedir.
*bir Sinek Bir Ay Içerisinde 75 Milyar Sinek üretebilir.
*gökdelen Kelimesi Ilk Defa 1988 De New York Ta Inşa Edilen 11 Katli Bir Bina Için Kullanilmiştir.
*fermuar 1913 Te Gideon Sundback Tarafindan Bulunmuştur.
*işik Hizi Tam Olarak 299792458 M/sn Dir.
*trenin Mucidi Robert Locomotive Dir.
*deve Kuşunun Gözü Beyninden Büyüktür.
*6 Parmaği Olan Tek Memeli Hayvan Pandadir.
*neil Armstrong 21 Temmuz 1969 Da Aya Ilk Kez Ayak Basti.
*kalibri Kuşu Meksika Körfazini Hiç Durmadan 3 Milyon Kanat çirpişiyla 18 Saatte Geçer
*kaplumbağa Dünyanin En Uzun ömürlü Hayvanidir.
*aya Ilk Insansiz Uzay Araci 3 şubat 1966 Da Indi.
*yuri Gagarin Uzaya Giden Ilk Insandir.
*ördeğin Vaklamasi Dünya üzerinde Yanki Yapmayan Tek Sestir.
*idrar Zifiri Karanlikta Parlar.
*fareler Ve Atlar Kusamaz.
*çakmak Kibritten Daha önce Bulunmuştur.
*1 Saat Kulaklikla Birşey Dinlemek Kulaktaki Bakteri Sayisini %700 Arttirir.
*venüs Saat Yönünde Dönen Tek Gezegendir.
*sihirli Sözcük Abra Kadabra Ilk Olarak Hasta Insanlarin Ateşini Düşürmek Için Kullanilmiştir.
*albert Einstain 9 Yaşina Kadar Düzgün Konuşamamiştir.
*elektrikli Sandalye Ilk Defa Bir Dişçi Tarafindan Bulunmuştur.
*sallanan Sandalyeyi Hiç Durmadan Sallama Rekoru 440 Saattir.
*9 Mart Lüzumsuz Bilgiler Günüdür.
*kaplumbağalar Kiçlarindan Nefes Alabilirler.
*baykuş Mavi Renkte Görebilen Tek Kuştur.
*filler Ziplayamayan Tek Memelidir.
*bir Karincanin Koku Alma Yeteneği En Az Bir Köpeğinki Kadar Gelişmiştir.
*meşe Ağaçlari 50 Yaşindan önce Palamut Vermez.
*suudi Arabistanda Bir Kadin Kocasina Kahve Yapmazsa Bu Boşanma Nedenidir.
*zürafa Kulağini 50 Cm Uzunluğundaki Diliyle Temizler.
*bir Fare Deveye Oranla Daha Fazla Süre Suzuzluğa Dayanabilir.
*lübnanda Dişi Bir Hayvanla Cinsel Ilişkiya Girmek Serbesttir Ama Erkek Bir Hayvanla Yasaktir.
*donald Duck çizgi Filmleri Finlandiyada Yasaklanmiştir.nedeni Kahramanlarin Don Giymemesidir.
*hiçbir Normal Insan Kendi Dirseğini Yalayamaz.
*gözlerimiz Hiçbir Zaman Büyümez Ama Kulaklarimiz Ve Burnumuz Hiç Durmadan Büyür.
*güneş Sicakliğinda Bir Toplu Iğne Başi Insani 150 Km öteden öldürebilir.
*insanlarin ölümüne En Fazla Sebep Olan Hayvan Sivrisinektir.
*insan Saçi 3 Kg Ağirliği Kaldirabilecek Esnekliktedir.
*kadinlar Erkeklere Oranla Iki Kat Daha Fazla Göz Kirpar.
*hitler Ve Napolyonun Tek Testisleri Vardi.
*türkiyede 95 Kişiye Bir Kahvehane 65000 Kişiye Bir Kütüphane Düşüyor.
*en Fazla Asfalt Yola Sahip ülke Fransadir.
*dünyanin Bir Numarali Domuz üreticisi Ve Tüketicisi çinlilerdir.
*yeni Zellanda Dünyada Her Türlü Iklimin Yaşandiği Tek ülkedir.
*dünyanin En Büyük çani 1733 De Kremlinde Yapilan çar Koladol çanidir(216 Ton).
*insanlar Hapşururken Kalp Dahil Bütün Vücut Fonksiyonlari Bir Anliğina Durur.
*kaptan Cook Antartika Hariç Tüm Kitalara Ayak Basan Ilk Insandir.
*tom Sawyer Daktiloda Yazilan Ilk Romandir.
*mavi Balinanin çikardiği Ses 850 Km Uzaktan Duyulabilir.
*yunuslarin Kalbi Dakikada 9 Kez Artar.
*su Aygiri Ağzini 120 Cm Açabilir.
*dünyanin En çok Satan Kitabi Incildir.
*bu Güne Kadar Kayitlara Geçen En Uzun Insan Robert Wadlow 21. Yaş Gününde 2.68m Uzunluğa Ve 223 Kg Ağirliğa Ulaşmiştir.
*1960 Da Surinam In Balta Girmemiş Ormanlarinda Bulunan Akurio Kabilesi Bilim Adamlarini şaşkina çevirdi.ateşin Nasil Yakilacağini Unuttuklari Için Asirlardir Sahip Olduklarin Tek Ateşin Başinda Nöbetleşe Bekliyorlardir.
*beethowen In ölmeden önceki Son Sözü “alkişlayin Dostlarim Komedi Bitti” Olmuştur.
*bir Fare 5 Katli Bir Binadan Düşse Bile Yaralanmaz.
*erkek örümceğin Penisi Bir Ayağinin Ucundadir.
*thomas Edison Ilkokulu Bile Bitirememiştir.
*carl Panzram(23 Kişinin Katili) Son Sözü”keşke Tüm Insanliğin Tek Boynu Olsaydio Da Elimde Olsaydi” Olmuştur.
*güneşten Dünyaya Bir Günde Gelen Enerjiyi üretmeye Kalksak 550 Milyon Ton Kömür Yakmamiz Gerekirdi.bu Kömürü Günümüzde üretmek Bin Yil Sürerdi.
*gözle Görülen En Büyük Yildiza Bakarken Aslinda Zaman Içinde 4 Milyar Yil Geri Bakiyoruz.
*dünya Ormanlarinin %25 Inden Fazlasi Sibiryadadir
*armonika En çok Satan Müzik Aletidir.
*yoksulluk Içinde ölen Tüm Zamanlarin En Büyük Bestecilerinden Mozart In Bir Varisi Olsa Ve Sanatçinin çalinan Yapitlarindan Telif Hakki Alsaydi Bütün Avusturya ülkesi Satilsa ölümünden Bu Güne Kadar çalinan Eserlerin Telif Hakki ödenemezdi.
*konserve Açacaği Konserve Kutusundan 48 Yil Sonra Bulunmuştur.
*1875 Yilinda Abd Patent Dairesi Başkani Artik Icat Edilebilecek Bir şey Kalmadiği Gerekçesiyle Istifasini Verdi.
*yeni Doğan Bir Bebeğin Vücudunda 300 Kemik Vardir Yetişkin Bedeninde Ise 206.
*kimyasal Açidan Insan Kanina En Yakin Sivi Deniz Suyudur.
*bu Güne Kadar Kayitlara Geçen En Uzun ömürlü Insan 1955 De 166 Yaşinda Kolombiyadaki Köyünde ölen Zenu Kizilderilisi Javier Pereira Dir.
*bir Yilan 3 Yil Uyuyabilir.
*deniz Yildizlarinin Beyni Yoktur.
*içtiğimiz Sular 3 Milyar Yaşindadir.
*karinca 2 Hafta Su Altinda Yaşayabilir.
*dünyada Insanlardan Daha Fazla Tavuk Vardir.
*insanin Kalça Kemiği Betondan Daha Sağlamdir.
*günde 24 Saat Sayi Saysaniz 1 Trilyona Ulaşmaniz 31668 Yil Sürer.
*çinde Ingilizce Konuşan Insan Sayisi Amerikadan Fazladir.
*abd Ohio’ Da Lisans Almadan Fare Yakalamak Yasaktir.
*eğer Ayni Zamanda Aksirirhiçkirir Ve Gaz çikairsaniz Patlarsiniz.
*macar Yanosh Voven Ve Karisi Dünyada En Uzun Aile Hayati Sürmüşlerdir.onlar 147 Sene Beraber Yaşamişlaryanosh 172 Sara 164 Sene Yaşamiştir.öldüklerinde En Küçük çocuklari 116 Yaşindaydi.
*coca Cola Nin Orjinal Rengi Yeşildir.
*bir Kadinin Sahip Olduğu En Fazla çocuk Sayisi 69 Dur.
*dünyada Insan Başina Düşen Karinca Sayisi 1 Milyondur.
*pisagor Sokak Döğüşü Spor Dalinda Olimpiyat şampiyonu Olmuştur.
*abd De Coca Cola şoförlerinin Kimyasal Madde Taşima Lisansi Olmasi Gerekir.
*satranç Tarihinin En Uzun Oyunu 1950 Yilinda Yapilmiş Dünya Satranç Turnuvasinda Gerçekleşmiştir.maç 22 Saat Devam Etmiş Ve 191. Hamleden Sonra Berabere Bitmiştir.
*bu Güne Kadar Yaşamiş En Ağir Kişi 635 Kiloya Ulaşmiştir.
*erkeklere Yildirim çarpma Olasiliği Kadinlara Göre 6 Kat Daha Fazladir.
*kangurular Geriye Doğru Yürüyemez.
*atlar Bir Ay Ayakta Kalabilir.
*güney Kore Başkenti Seulkore Dilinde Başkent Anlamina Gelir.
*gün Işiğindan Daha Fazla Yararlanmak Için Saat Uygulamasini Benjamin Franklin Başlatmiştir.
*tarantula 25 Yil Yiyeceksiz Yaşayabilir.
*chicago Da Nükleer Bomba Patlatmanin Cezasi 500 Dolardir.
*bir Hamam Böceği Kafasi Koparildiktan Sonra 9 Gün Yaşayabilir
Tamer Korugan
Aykırı Yayıncılık
İÇİNDEKİLER
1. Adetler
1.01. İngiltere'de trafik niçin soldan akar?
1.02. Niçin trafik lambaları kırmızı sarı ve yeşildir?
1.03. Erkek bebeklerin giysileri niçin mavidir?
1.04. Erkeklerin düğmeleri niçin sağdadır?
1.05. İnsanlar niçin tokalaşıyorlar?
1.06. Matemde bayraklar niçin yarıya indirilir?
1.07. Şemsiyelerin çoğunun rengi niçin siyahtır?
1.08. Günümüzde üniformalar niçin haki renkte?
1.09. Eski insanlar tuvaletlerini nasıl yapıyorlardı?
1.10. Erkekler eskiden nasıl tıraş oluyorlardı?
1.11. Ata neden soldan binilir?
1.12. Erkekler niçin kravat takar?
1.13. Gelinliklerin rengi niçin beyazdır?
2. Batıl inançlar
2.01. 13 sayısı niçin uğursuzdur?
2.02. Ayna kırılması niçin uğursuzluk getirir?
2.03. Nazar değmesi nasıl oluyor?
2.04. Kara kedi geçmesi niçin uğursuzluk getirir?
2.05. Merdivenin altından geçmek neden uğursuzluk sayılır?
2.06. Niçin tahtaya vuruyoruz?
3. Günlük yaşam
3.01. Niçin müzikten hoşlanıyoruz?
3.02. Ayların günleri niçin 28 30 31 gibi farklı?
3.03. Bozuk paraların kenarları niçin tırtıllıdır?
3.04. Sirk çadırları niçin daima daire biçimindedir?
3.05. Niçin kurşunkalemlerin çoğu altıgen ve sarı renkte?
3.06. Buz neden kaygandır?
3.07. Saatler niçin ileri-geri alınır?
3.08. Bir saat niçin 60 dakikadır?
3.09. Saatin akrep ve yelkovanı niçin sağa dönüyor?
3.10. İskambil kağıtlarındaki şekillerin anlamı nedir?
3.11. Buzlanmış yollara niçin tuz dökülüyor?
3.12. 24 ayar altın ne demektir?
3.13. Yüzme yarışları niçin dört ayrı stilde yapılıyor?
3.14. İngilizce'de hindiye niçin Turkey deniliyor?
3.15. Yağmurda koşan niçin daha çok ıslanıyor?
3.16. Ev çiçekleri bize nasıl zarar verebilirler?
3.17. Sabun kiri nasıl gideriyor?
3.18. Sirklerde kılıcı nasıl yutuyorlar?
3.19. Gazeteler niçin enine düzgün yırtılmıyor?
3.20. Atletler niçin saat yönünün aksine koşuyorlar?
3.21. Boks ringleri niçin dört köşedir?
3.22. Asansör düşerken zıplanırsa ne olur?
3.23. Mum yanınca niçin geriye bir şey kalmıyor?
3.24. Yazın niçin açık renk giysiler giyiyoruz?
3.25. Camın arkasında güneşte bronzlaşabilir miyiz?
3.26. Elektrik insanı nasıl çarpıyor?
4.İnsan
4.01. Ağrı nedir?
4.02. Nasıl sarhoş olunuyor?
4.03. Vurgun yemek nasıl olur?
4.04. Neden esneriz?
4.05. Niçin yaşlanıyoruz?
4.06. Niçin gıdıklanıyoruz?
4.07. Renklerden nasıl etkileniriz?
4.08. Saçlarımız niçin uzuyor?
4.09. Niçin uyuyoruz?
4.10. Uyku nedir?
4.11. Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
4.12. Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?
4.13. Banyodan sonra ellerimiz niçin buruşur?
4.14. Jet-lag olayı nedir?
4.15. Karagözlülerin çocuğu nasıl mavi gözlü olabilir?
4.16. Aynı anne-babanın çocukları niçin farklı oluyor?
4.17. Kanımız kırmızı iken damarlarımız niçin mavi?
4.18. İnsanlar niçin dondurularak saklanamıyor?
4.19. Suyun altında niçin bulanık görürüz?
4.20. İnsanların niçin bazıları solaktır?
4.21. Parmaklarımız niçin çıtlar?
4.22. Uyurken beynimizde neler oluyor?
4.23. Niçin hıçkırırız?
4.24. Taşıt tutması nasıl oluyor?
4.25. Niçin gülüyoruz?
4.26. İnsanlar nasıl yüzebiliyor?
4.27. Niçin insanların kanları birbirlerinden farklı?
4.28. Niçin hapşırıyoruz?
4.29. Saçlarımız niçin beyazlaşıyor?
4.30. Tırnaklarımız nasıl uzuyor?
4.31. Erkek ve kadınların el yazıları farklı mıdır?
4.32. Yirmi yaş dişiniz neden geç çıkıyor?
4.33. Niçin her insanın sesi farklıdır?
5. Hayvanlar dünyası
5.01. Niçin böcek yemiyoruz?
5.02. Kırmızı renk boğaları niçin kızdırır?
5.03. Sivrisinekler insanı niçin sokar?
5.04. Tellere konan kuşlar niçin çarpılmıyorlar?
5.05. Atlar nasıl ayakta uyuyabiliyorlar?
5.06. Kuşlar niçin 'V şeklinde uçuyorlar?
5.07. Kediler nasıl hep dört ayak üzerine düşerler?
5.08. Yeşil ot yiyen ineklerin sütleri niçin beyazdır?
5.09. Sinekler tavanda nasıl yürüyebiliyorlar?
5.10. Bir köpek yaşı niçin yedi insan yaşına eşittir?
5.11. Kutuplarda hayvanlar nasıl yaşıyorlar?
5.12. Örümcek ağının özelliği nedir?
5.13. Yarasalar niçin kan emer?
5.14. Yağmurda karıncalara niçin bir şey olmuyor?
5.15. Hayvanlar niçin kış uykusuna yatarlar?
6. Teknoloji
6.01. Telefon şehir kodları nasıl veriliyor?
6.02. Şarkı söyleyerek bir bardak nasıl kırılabilir?
6.03. Kuru temizleme nasıl yapılıyor?
6.04. Cereyan kesilince telefonlar nasıl çalışıyor?
6.05. Mikrodalga fırınlar yiyeceği nasıl pişirir?
6.06. Barkod nedir?
6.07. Yalan makinesi nasıl çalışır?
6.08. Silah susturucuları nasıl çalışır?
6.09. Telefon tuşlarında niçin çıkıntılar var?
6.10. Arabamızın aynaları niçin farklı gösteriyor?
6.11. Soğuk havada arabamız niçin zor çalışıyor?
6.12. Uçaklar arkalarında niçin bulut bırakıyorlar?
6.13. Helikopterlerin arka pervaneleri ne işe yarar?
6.14. Fotoğraflarda gözler niçin kırmızı çıkıyor?
6.15. Floresan lambalar niçin daha ekonomiktir?
6.16. Paraşütle ilk nasıl atlanıldı kim atladı?
6.17. Bumerang nasıl geri gelebiliyor?
6.18. Kağıt nasıl yapılıyor?
6.19. En yüksek ses hangisidir?
6.20. Paslanmaz çelik niçin paslanmaz?
6.21. Arabalarda hava yastıkları nasıl çalışıyor?
7. Yiyecekler
7.01. Biber neden acıdır?
7.02. Hamburgerin adı nereden geliyor?
7.03. Yiyecekler tuzlanarak nasıl saklanabiliyor?
7.04. Soğan doğrarken niçin gözümüz yaşarır?
7.05. İnsanlar yiyeceklerini niçin pişirerek yerler?
7.06. Bira içenler niçin sık tuvalete giderler?
7.07. Diyet kola suda nasıl yüzebiliyor?
7.08. Elma kesilince niçin kararıyor?
7.09. Patlamış mısır nasıl patlıyor?
7.10. Domates niçin meyvedir?
7.11. Un niçin çok tehlikeli bir patlayıcıdır?
8. Dünyamız
8.01. Gökyüzü neden mavidir?
8.02. Arzın merkezine seyahat nasıl olurdu?
8.03. Deniz suyu niçin tuzludur?
8.04. Güneşe yaklaştıkça hava niçin soğuyor?
8.05. Suyun hacmi donunca niçin küçülmüyor?
8.06. Yaşanmış en düşük ve en yüksek sıcaklık kaç derecedir?
8.07. Bulutlar nasıl oluşuyor ?
8.08. Niçin yağmur yağıyor ?
8.09. Niçin kar yağıyor ?
8.10. Yıldırım nasıl düşüyor?
8.11. Niçin gök gürlüyor?
8.12. Niçin ayı bazen gündüz de görüyoruz?
8.13. Yıldızların ışıkları gece niçin kırpışıyor?
8.14. Lavabodan su niçin sağa dönerek boşalıyor?
1
ADETLER
1.01 İngiltere'de trafik niçin soldan akar?
Bir zamanlar herkes İngilizler gibi yolun solundan gidiyordu. Bunun için de çok
geçerli bir sebep vardı.
Yüzyıllarca önce yolun karşısından gelenin dost mu yoksa düşman mı olduğunu
kestirmek mümkün değildi. İnsanların çoğu sağ ellerini kullandıkları için yolun
solundan duvar dibinden (yaya veya atla) giderek sol taraflarını emniyete alır
sağ ellerini kılıçlarını hemen çekecek şekilde hazır bekletirlerdi.
Yolun solundan seyahat ilk defa 1300 yıllarında papanın Roma'ya gelecek
hacıların yolda karmaşaya sebep vermemeleri için yolun solundan gitmelerini
söylemesiyle resmileşti ve yüzyıllar boyu devam etti.
18. yüzyılın sonlarında ABD'de birçok atın çektiği posta arabalarında sürücü
koltuğu yoktu ve sürücü en arkada ve soldaki atın üstünde oturuyordu. Bu da
yolun solundan gidildiğinde karşıdan geleni ve yolun kontrolünü zorlaştırıyordu.
Çok geçmeden ABD'de trafik sağdan işlemeye başladı. Fransız İhtilali sırasında
ihtilalin liderlerinden Maximilien Robespierre büyük bir olasılıkla Katolik
kiliseye meydan okuyanlara bir jest olsun diye Parislilerden yolların sağından
gitmelerini istedi.
Bir süre sonra aslında kendisi de bir solak olan Napolyon ordularındaki ikmal
arabalarının yolların sağından gitmeleri emrini verdi ve zaptettiği her ülkede de
bu uygulamayı hayata geçirdi.
İngiltere hiçbir zaman Napolyon tarafından zapt edilemediğinden İngilizler
yolun solundan gitme alışkanlıklarından vazgeçmediler. Avustralya Hindistan
gibi tüm eski sömürgelerinde de bu usulü devam ettirdiler. Zaten İngilizler'de
Amerikalılardan farklı olarak sürücü arabanın üstünde ve sağında oturuyordu.
Modern araba teknolojisinin gelişmesi ile bu gelişimin dünyada öncüsü olan
ABD'de sürücü koltuğu ve direksiyon sağdan gidişe uygun olarak sola konuldu ve
dünyanın birçok bölgesinde bu şekilde yaygınlaştı.
İngiltere'de ve eski sömürgelerinde trafik akışını sağ şeride almanın faturası o
kadar yüklüdür ki artık isteseler de kolay kolay bunu yapamazlar.
Hangi ülkede olursanız olun trafiğin yönü ister sağdan olsun ister soldan
karşıdan karşıya geçmeden önce siz yine de her iki yöne bakmayı ihmal etmeyin.
1.02 Niçin trafik lambaları kırmızı sarı ve yeşildir?
Trafik ışıkları uygulaması önceleri demiryollarının trenleri kontrol için
uyguladığı sinyaller Örnek alınarak başlamıştır. Demiryolları idaresi kırmızı
rengi 'dur' sinyali olarak seçmişti. Kırmızı renk kan rengi olduğundan asırlar
boyu tehlikenin tahribatın ve ölümün simgesi olmuştur. Demiryolları ilk
faaliyete geçtiği 1830'lu yıllarda 'ikaz' ışığının rengi yeşil 'geç' ışığının ise
beyazdı.
Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya başladı. Beyaz renkli 'geç' sinyali
diğer sokak lambaları ile karıştırılabiliyordu. Ama daha da kötüsü 'dur'
işaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden düşünce ışık beyazlaşıyor
'geç' sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol açabiliyordu.
Sonunda demiryolcular kırmızıyı 'dur' yeşili 'geç' sarı rengi de 'ikaz' sinyali
olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı renk spektrumu içinde en göz
alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı
görürse bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu.
Karayollarına gelince yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduğu
tarihlerde bile dünyanın büyük şehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası
otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868'de Londra'da kullanıldı. Gazla
yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeşil lambalar bir yıl
sonra patlayıp kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan
kalktı.
Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya
başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde değişik
uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı ama
demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki yolun kesiştiği
kavşaklarda işe yaramıyordu.
Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını
ilkokul mezunu ve ABD'deki Cleveland'da otomobil sahibi ilk siyah olan Garrett
Morgan geliştirdi. 1914'de ilk denemelerine başlayan Morgan 1923'de de
patentini aldı. Morgan 1963'de ölümünden az önce patentini 40 bin dolara
General Electric firmasına sattı.
Morgan'ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir "T" üzerinde kırmızı ve
yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında sarı lamba da ilave
edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı.
Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala 'ikaz' anlamındadır ama günümüz
sürücüleri onu 'geç' sinyali olarak algılıyorlar.
1.03 Erkek bebeklerin giysileri niçin mavidir? Yüzyıllarca önce insanlarda şeytani güçlerin bebeklerin veya küçük çocukların
odalarında dolaştıklarına onların vücutlarına girmek için fırsat kolladıklarına
ilişkin ortak bir inanç vardı. Ayrıca bu şeytani güçlerin mavi renk tarafından
kovulduğuna da inanılıyordu. Çünkü mavi göklerin rengi idi. Hatta bugün bile
hala Ortadoğu'da şeytanı kovmak için bazı evlerin kapıları maviye
boyanmaktadır. O zamanlarda sülalenin devamı için erkek bebeklerin önemi daha fazla olduğu
için şeytan korkar da gider diye erkek bebeklerin ve küçük erkek çocukların
giysilerinin mavi olması adet haline geldi ve yüzyıllar boyunca devam etti.
Çok sonraları kız bebekler de "erkek bebekler kadar önem kazanınca" onların
giysilerine de bir renk verilmesi ihtiyacı doğdu ve de çiçeklerin en güzeli olan
gülün rengi yani pembe renk verildi.
1.04 Erkeklerin düğmeleri niçin sağdadır?
Hakikaten niçin erkeklerin tüm giysilerinde düğmeler sağda ilikler solda iken
kadın giysilerinde tam tersidir?
İşte insanların daha çok sağ ellerini kullanmalarından dolayı yerleşen bir
alışkanlık daha. Sağ elini kullanan bir insan için sağdaki bir düğmeyi soldaki
bir iliğe geçirmek daha kolaydır. Bu nedenle de erkeklerin düğmeleri daima
sağdadır.
Peki kadınların düğmeleri niçin solda? Kadınların çoğunluğu da daha çok sağ
ellerini kullanmıyor mu?
Giysilerde düğmelerin kullanılmaya başlanıldığı ilk zamanlarda düğmeler hem
çabuk kırılabiliyordu hem de herkesin alamayacağı kadar pahalı idi. Düğme
alabilecek zengin kadınlar da uzun elbiselerini ancak hizmetçilerinin yardımı ile
giyebiliyorlardı.
Hizmetçiler ise hanımlarının karşısında onların düğmelerini sağ ellerini
kullanarak daha rahat ve daha hızlı ilikleyebiliyorlardı (tabii erkeklerin de daha
hızlı çözdüklerini söylemeye gerek yok). Bu neden(ler)le terziler düğmeleri
hizmetçinin sağına hanımının ise soluna gelecek şekilde diker oldular.
Günümüzde her kadın kendi kendine giyinip soyunmasına rağmen nedendir
bilinmez bu adet değişmedi.
1.05 İnsanlar niçin tokalaşıyorlar?
Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda tüm erkekler bir
silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile kullanıyordu.
Bir erkek diğerine dost olduğunu elinde silah bulunmadığını göstermek için boş
sağ elini uzatıyor diğeri de aynı şeyi yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini
emniyete almak diğerinin aniden silah çekmesine mani olmak için
birbirlerinden emin olana kadar birlikte ellerini hafifçe sıkarak duruyorlardı.
Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı elleri daha iyi kavrayarak rakibin
giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek için başlamış olabilir.
Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu.
1.06 Matemde bayraklar niçin yarıya indirilir?
Bu geleneğin kökeni eski deniz savaşlarına kadar uzanıyor. O devirlerde her bir
savaş gemisinin direğinin tepesinde dalgalanan kendine özgü renkli bir bayrağı
vardı. Bir deniz savaşından sonra yenilen gemi galip tarafın bayrağını asmak
zorundaydı bunun için de kendi bayrağını yarıya çekerek üstte yer bırakırdı.
Günümüzde böyle bir durum söz konusu değilse de bayrakları yarıya indirmek
bir saygı ifadesi olarak kaldı. Milletlerin matem günlerinde önemli devlet
adamlarının ölümünde diğer milletlerin de bayraklarını yarıya indirmeleri
mateme katılmak anlamında uluslararası bir gelenek haline geldi.
Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanından geçen gemilerin geçiş
süresince bayraklarım yarıya indirmeleri geleneği saygının bir ifadesi olarak
günümüzde hala devam etmektedir.
1.07 Şemsiyelerin çoğunun rengi niçin siyahtır? Şemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya'da bir rütbenin bir ayrıcalığın
sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Bu ilk şemsiyeler Mezopotamyalıları
yağmurdan değil yakıcı güneşten korumak için kullanılıyordu.
Şemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneşten korunmak için kullanıldı. Bugün bile
bazı Afrika kabilelerinde şefin arkasında yürüyen bir şemsiye taşıyıcısı
görülmektedir. Hatta İngilizce'de şemsiye anlamındaki 'umbrella' kelimesi
Latince gölge anlamına gelen 'umbra' kelimesinden türemiştir.
Milattan önce 1200 yıllarına gelindiğinde şemsiye Mısırlılarda biraz dini bir
anlam kazandı. Gökyüzünün Tanrının vücudundan yapılmış dünyayı koruyan
bir şemsiye olduğuna inanıyorlardı ve başlarının üzerinde taşıdıkları şemsiye
yüksek ahlak sembolü idi.
Romalılar şemsiye kültürünü Mısırlılardan aldılar ama onu hep kadınsı bir
sembol olarak gördüler ve erkekler tarafından hiç kullanılmadı. Yağlı kağıttan
yapılan şemsiyelerin yağmuru da geçirmediği görülünce kadınlar tarafından
yağmurda da kullanılmaya başlandı. Artık antik tiyatrolarda yağmurda
kadınlar şemsiyeler altında rahat rahat otururlarken erkekler sırıl sıklam
ıslanıyorlardı.
Avrupa'da şemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına 1700'lü yıllarda
başlanmıştır. Bu yıllarda şemsiyelerin yünlü kumaşlarının üstü bir çeşit yağ ile
sıvanıyordu. Bu yağ kumaşa su geçirmez bir özellik kazandırıyor ve siyah bir
renk veriyordu. Siyah renkli bu şemsiyeler erkekler tarafından da benimsendi ve
güneş için olan beyaz şemsiyeler kadınların yağmur için olan siyahlar ise
erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları oldu.
Bir çeşit yağ ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç geçirmiyorlardı
ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha kaliteli şemsiyeler
üretildi ancak siyah renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya
devam edildi. Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı ama
yağmurda erkekler siyah şemsiye taşımada hala ısrarlı. Kadınlar ise cıvıl cıvıl
renklerdeki şemsiyelerle dolaşıyorlar.
l .08 Günümüzde üniformalar niçin haki renkte?
Napolyon savaşlarına kadar askeri üniformalar çok renkli ve gösterişli idi.
Ancak savaş teknolojisi geliştikçe bunun da bazı sakıncaları ortaya çıkmaya
başladı. Kılıç ve kalkanla yapılan savaşlarda gösterişli üniformalar düşmanda
moral bozukluğu yaratıyordu ama ateşli silahlar bulununca bu parlak ve renkli
giysiler uzaktan iyi bir hedef olmaya başladı. Bugün askerler savaşa en uygun
sadelikte giyinerek giderler ve sadece gerekli teçhizatı taşırlar.
Üniformalardaki haki renk ise ilk kez İngilizler tarafından 1850'li yıllarda
Hindistan'da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan Hary Lumsden
İngiliz askerlerinin beyaz üniformaları nedeni ile kolay hedef olduklarını fark
edince üniformaların üzerine toz ve çamur sürerek ve biraz da çay ile boyayarak
renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin rengini araziye
uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu üniformalara Hintçe toprak
rengi anlamına gelen 'Khaki' adı verilmiş ve Türkçe'ye de 'haki' olarak geçmiştir.
Khaki 20. yüzyılın başlarında günün standartlarına göre değiştirildi. Bu model
Amerikan özel timleri tarafından tehlikeli görevlerde kullanılmaya başlanıldı.
Birinci Dünya Savaşı'nda da kullanılan bu renkteki kumaşlar çok sert oldukları
için askerlerin hareket kabiliyetlerini azaltıyor ve ıslandıkça daralıyorlardı. 1932
yılında pamuktan üretilen 'cramerton' ordu elbisesi dayanıklı olması ve içinde
kolayca hareket edilebilmesi açısından İkinci Dünya Savaşı'nda ordunun
kullandığı en yaygın arazi elbisesi haline geldi.
Bir sonraki aşama ise askerlerin düşman tarafından görülmemesini sağlayacak
kadar araziye uygun ama aynı zamanda aynı tarafın askerlerinin birbirlerini
vurmamasını sağlayacak şekilde ayırt edilebilir kumaş renk ve desenini
yaratmaktı.
Aslında kamuflaja ilk olarak askerler tarafından değil hayvanların kendilerini
fark etmelerini önlemek için avcılar tarafından başvurulmuştu. Kamuflaj
desenlerini yaratabilmek için İngiliz ve Fransız orduları ressamlarla işbirliği
yapmıştır. Hatta Picasso'nun ordu giysilerini görünce 'Bunlar benim desenlerim'
diye bağırdığı bile rivayet edilir.
1.09 Eski insanlar tuvaletlerini nasıl yapıyorlardı?
İnsanlar tarihlerinde çok uzun bir süre tuvalet kullanmadılar. Başlangıçta
hayvanlar nasıl yapıyorlarsa onlar da öyle yaptılar. İşlerini en yakın çalının
dibinde veya bir ırmak kenarında görebiliyorlardı. Ancak toplumlar geliştikçe
köyler kasabalar ortaya çıktıkça tuvalet ihtiyacını karşılamak için daha uzak
mesafelere gitme zorunluluğu doğdu. Ayrıca açıkta bırakılan atıkların yarattığı
kötü koku ve hastalık tehlikeleri de insanlarda bu konuda bazı önlemler almanın
zamanının geldiği bilincini oluşturdu.
Binlerce yıl önce Sümerler Mısırlılar ve Hindistan'da yaşayanlar oturakta
oturup ihtiyaçlarını giderdikten sonra oturağa düşenleri uzakta bir yerlere
döküyorlardı. İki bin yıl önce ise Romalılar ilk basit tuvaleti kullanmaya
başladılar. Atıklar oturdukları deliğin içine düşüyor deliğin altından akan su
onları uzağa taşıyordu.
Çiftçilerin açık arazide çalışanların ise zaten böyle bir dertleri yoktu. Tarlanın
bir köşesine çukur kazıyor çukur yeterince dolunca toprakla dolduruyor ve
başka bir çukur kazıyorlardı. Geceleri ise yataklarının altında bir lazımlık
bulunduruyorlardı.
Ortaçağda kale ve şatolarda atık bir delik vasıtası ile binanın etrafındaki su
birikintisine düşürülüyordu. Bir yere tuvaletini yapıp onu bir tanktan gelen su
ile sürükleyip uygun bir yere bırakma fikri ilk olarak Kraliçe 1. Elizabeth
zamanında 1589 yılında John Harrington'dan geldi. Ancak o zamanlar
İngiltere'deki evlerde ne böyle bir tankı dolduracak ne de atığı alıp götürecek su
sistemi vardı.
Günümüzdekilere benzer bir tuvalet ancak iki yüzyıl sonra 1778'de İngiltere'de
bir saat yapımcısı olan Alexander Cumming tarafından tasarlandı ve Joseph
Bramah tarafından geliştirildi. Tuvaletlerden evlere yayılan kötü koku ise 1849
yılında Stephen Green'in 'U' şeklinde bir boruyu tuvaletin çıkışına monte etmesi
ile son buldu. Tuvaletlerin ve günümüzde lavaboların da altında bulunan bu 'U'
şeklindeki boruda her zaman bir miktar su kalır ve kokunun oluşmasını önler.
Tabii o zamanlar tuvaletler dökme demirden yapılıyordu. Sonra düzgün
yüzeylerinin temizlenme kolaylığı bakımından seramik tuvaletler üretilmeye
başlanıldı. 1888 yılında ise tuvaletlere zinciri çekilince suyu akan klozetler ilave
edildi.
Bizde tuvaletler için hela kenef ayakyolu WC. 00 yüznumara gibi birçok isim
kullanılır. 'WC.' İngilizce ismindeki 'Water Closet'in baş harfleridir.
Yüznumaranın hikayesi ise değişik. Eskiden Fransa'da otellerde tuvaletler
koridorların uçlarındaydı. Odaların her birine birer numara verirken tuvaletlere
numarasız demişler ve '00' diye işaretlemişlerdi. Fransızca'daki 'numarasız'
kelimesi ile '100 numara' kelimesi hemen hemen aynı telaffuz edildiğinden bizde
Fransızcası biraz kıt birinin tercüme hatası sonucu 'yüznumara' olarak
yerleşmiştir.
1.10 Erkekler eskiden nasıl tıraş oluyorlardı?
1991'de Avusturya Alpleri'nde buzullar arasında donmuş bir erkek cesedi
bulundu. Şaşırtıcı olan cesedin 5.200 yıl önce yaşamış birine ait olması ve bugüne
kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalabilmesiydi. 'Alp Çobanı' adı verilen bu
cesette dikkat çeken bir başka husus da yüzünde sakal ve bıyık olmamasıydı.
Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de tıraş oluyorlardı. Mağara
duvarlarındaki bu devirlerden kalma resimler sakal tıraşı için kabukların
köpekbalığı dişlerinin en çok da keskinleştirilmiş çakmaktaşlarının
kullanıldığını göstermektedir. Günümüzde keşfedilen bazı ilkel kabilelerde
çakmaktaşının bu amaçla kullanıldığı gerçekten de görülmektedir. Mısır'da
açılan mezarlarda eski Mısırlıların M.Ö. 4. yüzyılda sakal kesmek için
kullandıkları altın ve bakır aletler bulunmuştur.
Tarih öncesi erkeğinin sakal tıraşı olma nedeni kesilmezse 150 santimetreye
kadar uzayabilecek olan sakalın hareket kabiliyetini hayli kısıtlamasıdır. Ancak
sinek kaydı tıraş olma ihtiyacının nedeni bilinmemektedir. Her gün kesilmesi
gerekiyorsa erkekler niçin sakallı yaratılmışlardır o da ayrı bir konu. Erkekler
günümüzde olduğu gibi geçmiş zamanlarda da din toplumsal konum ve moda
gibi nedenlerle tıraş oluyorlardı. Örneğin Roma'da sadece özgür insanlar tıraş
olabilirdi.
MS. 14. yüzyılda şimdiki usturanın ilkelleri ortaya çıkmaya başladı ama
erkeklerin acılı ve kanlı tıraş derdi 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. King
Camp Gillette (jilet) ABD'de 1901 yılında ilk iki taraflı jileti keşfetti. Ancak
Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar 168 jilet ve 51 makine satabilmişti. Savaş
başlarında ABD hükümeti ordunun ihtiyacını karşılamak için firmaya 35 milyon
tıraş makinesi sipariş etti. Böylece tıraş bıçağı bir sektör haline geldi.
Kısa bir süre sonra eski bir kılıç üreticisi olan Wilkinson firması da tıraş bıçağı
üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanın devleri olarak geldiler.
Günümüzde Gillette dünya pazarının yüzde 66'sim elinde bulundururken
Wilkinson'un payı yüzde 20'dir. Daima sektörün motoru olan Gillette aslında
kaşifinin ve firmanın ismi ve bir marka iken ürünün de ismi haline gelmiştir
1950'li yıllarda ilk elektrikli tıraş makineleri devreye girdi. Aynı yıllarda ise
paslanmaz çelik tıraş bıçağı piyasaya çıktı. Günümüz erkeklerinin yaklaşık
yüzde 80'i ıslak tıraşı yani tıraş bıçağı kullanmayı tercih ediyor. Dünyada tıraş
olan 2 milyar erkek ve her birinin yüzünde ortalama 15 bin kıl varken ve hele
hele bu kıllar günde yaklaşık 2 milimetre uzarken yani bir erkeğin ömrünün
ortalama 100 günü tıraş olmakla geçerken kim bükebilir tıraş bıçağı sektörünün
bileğini?
1.11 Ata neden soldan binilir?
Diğer birçok alışkanlıkta olduğu gibi bunun da sebebi insanların çoğunun sağ
ellerini kullanıyor olmalarıdır. Asırlar önce daha çok sağ ellerini kullanan
insanlar kılıçlarını kolay çekebilmeleri için kılıçlarını kınlarında sol
taraflarında taşıyorlardı.
Ata binerken sol dizin altına kadar inen bu uzun kılıçla ata sağdan binmek yani
sağ ayağı üzengiye koyup sol ayağı atın üzerine atarak binmek kılıç nedeni ile
zor oluyordu.
Soldan sol ayağı üzengi üzerine koyup sağ ayağı atın üzerine atarak binince
kılıç sorun yaratmıyordu. Özellikle savaşa giden ordularda disiplin nedeni ile bir
örnek hareket edilmesi gerektiğinden solaklar da ata soldan binmek zorunda
kalıyorlardı.
Artık biniciler kılıç taşımıyorlarsa da ata soldan binmek günümüze kadar
uzanan bir gelenek haline geldi.
1.12 Erkekler niçin kravat takar?
Takılar hariç üzerimizdeki her giysinin bir fonksiyonu vardır. Peki kravatın
boğazı sıkmaktan başka fonksiyonu nedir? Her iki yakayı bir araya getirmekse
düğme o işi görüyor. Düğmeleri örtüp giysimizi güzel ve renkli kılmaksa kadınlar
niye takmıyor? Pek de kravat sever bir millet olmadığımız açıktır ama ister
inanın ister inanmayın kravatın ortaya çıkışında Türklerin de rolü var.
1660'da Osmanlılar Avusturya ordusuna yenilince o zamanlar Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde olan Hırvatistan'dan (Croatia) bir alay
asker zaferin kahramanları olarak Paris'e götürüldüler ve kralın huzuruna
çıkarıldılar. Bu askerler boğazlarına renkli mendiller takmışlardı. Bu mendiller
Romalılar devrinde hatiplerin ses tellerini sıcak tutmak için boğazlarına
sardıkları mendillere benziyordu. Kral çok beğendi ve kendisi de krallık
kravatları takan bir alay kurdu. Kravat kelimesi de Hırvat anlamındaki
'Croat'tan türedi.
Çok geçmeden bu moda İngiltere'ye sıçradı. Hiçbir centilmen boğazına bir şey
sarmadan kendini iyi giyinmiş hissetmiyordu. Kravat o zamanlar o kadar yüksek
bağlanırdı ki insanlar vücudunu döndürmeden etrafa bakamıyorlardı ama hiç
olmazsa bir faydası vardı. Kılıç darbelerine karşı boyunu koruyordu.
Kravat çeşitli şekillerde yüzyıllarca yerini korudu yüzden fazla değişik bağlama
şekli geliştirildi. Bağlama şekilleri üzerine kitaplar yazıldı. 1960 gençliğinin
düzene baş kaldırması sırasında biraz gözden düştü ama 1970'li yıllardan
başlayarak popülaritesi yine arttı. Tabii ki patronlar kravat takınca çalışanlara
da başka seçenek kalmıyordu.
Kravatlar erkeklerin elbise dolaplarının en kolay yıpranabilir aksesuarlarıdır.
Genellikle erkekler kravatı düğümünün bir tarafından ince ucunu çekerek
çıkarırlar. Halbuki doğru yol kravatı bağlarken hangi hareketleri yaptıysanız
sökerken de ters sıra ile aynısını yapmanızdır.
Kravatı çıkardıktan sonra her iki ucunu birleştirip iki kat yapmanız
parmağınızın üzerine bir kemer gibi sarmanız parmağınızı içinden çektikten
sonra bütün gece o şekilde muhafaza etmeniz uzmanlar tarafından tavsiye
ediliyor. Eğer söz konusu olan bir ipek kravat ise sabahleyin de hemen askıya
asmanız gerekiyor bu şekilde içindeki fiberler orijinal şekillerine gelecektir. Son
bir uyarı: Üzerinde leke olsa bile ipek kravatları kuru temizlemeye göndermeyin
deforme olabilirler mümkün olduğunca kendiniz temizlemeye çalışın bu da bir
sonuç vermezse dikişlerim söküp mendil olarak kullanabilirsiniz.
1.13 Gelinliklerin rengi niçin beyazdır? Çocuk annesine sormuş: 'Anne gelinlerin giysisi niçin beyaz renkte?' Annesi
cevaplamış: 'Beyaz renk masumiyetin ve mutluluğun sembolüdür.' Çocuk tekrar
sormuş: Teki o zaman damatlar niçin siyah giyiyorlar?'
Eski Roma'da gelinliklerin rengi sarıydı. Gelinler yine sarı renkte peçe
takıyorlardı. Peçe evli ve bekar kadınları ayırt ediyordu. Ortaçağlarda ise
gelinliğin rengi üzerinde pek durulmadı. Kumaşın kaliteli ve gösterişli olması
daha önemliydi. Herkes en iyi elbiselerini giyiyordu renk de herkesin kendi
tercihine göreydi.
Beyaz gelinlik adetinin yaygınlaşması 16. yüzyılda olmuştur. Bu yıllarda kraliyet
ailesi gelinlerinin gümüşi renkte gelinlik giymeleri gelenekti. Kraliçe Viktorya
bunu reddetti ve beyaz gelinlik giymekte ısrar etti.
Bundan sonra İngiliz ve Fransız yazarlar beyaz rengin masumiyetin simgesi
olduğu konusunu işlemeye başladılar. O dönem ahlakına göre bekaret evliliğin
vazgeçilmez koşulu olduğu için beyaz gelinlik adeti tuttu. Evlenirken beyaz giysi
giymek genç kızların bekaretlerini topluma ilan etmelerinin vasıtası oldu.
Gelinlikle ilgili bazı batıl inançlar da var. Bunlara göre gelinin gelinliğini bizzat
kendisi dikmesi damadın düğünden önce gelini gelinlikle görmesi gelinin
gelinliği düğünden önce giymesi uğursuzluk getiriyor.
Söz evlenmeden açılınca evlilik yüzüğünden de bahsetmek gerekiyor. İnsanların
evlenince yüzük takmaları eski Mısırlıların inançlarına dayanıyor. Milattan 2800
yıl önce Mısır'da yaşayanlar dairenin veya halka şeklindeki cisimlerin başlangıç
ve bitiş noktalarının olmaması nedeni ile sonsuzluğu temsil ettiklerine
inanıyorlardı. Yüzük evliliğin sonsuza dek süreceğini simgeliyordu. Sonra bu
inanç ve adet Romalılar vasıtası ile iyice yaygınlaştı. Kazılarda o devirlere ait çok
ilginç evlilik yüzüklerine rastlanılmıştır.
Evlilik yüzüğünün sol ele ve sondan bir önceki parmağa takılmasının sebebi ise
modern tıbbın gelişmesinden önceki devirlere ait yanlış bir insan anatomisi
bilgisidir. O zamanlarda dolaşım sistemimizdeki ana damarın sol elimizde bu
parmaktan başlayıp kalbimize gittiği sanılıyordu. Böylece buraya takılan
yüzükler evli çiftin kalben bağlılığını simgeliyordu. Gerçi şimdi damarların
nereden gelip nereye gittiği biliniyor ama bu da bir adet olarak kaldı.
2
BATIL İNANÇLAR
2.01 13 sayısı niçin uğursuzdur?
13 sayısının uğursuz olduğuna ilişkin inanç dünyada o kadar yaygındır ki
yaşamı birçok yönde ciddi olarak etkilemektedir. Bazı ülkelerde evlerin
kapılarına 13 numarası verilmez uçaklarda 13. koltuk sırası yoktur
apartmanlarda otellerde 13. kat ya 12A'dır ya da 14'tür. 13 numaralı oda yoktur.
Olsa bile insanlar o odada kalmak istemezler. Hatta ayın 13'ünde işe gelmeme
uçak ve tren rezervasyonlarının iptali alışverişin düşmesi ve benzeri
davranışların ABD'ye günde milyonlarca dolara mal olduğu söylenmektedir. Bu
inanç bir fobi yani bir çeşit korku hastalığı olarak kabul edilmiş olup adı
'triskaidekaphobia'dır.
Genel olarak bu inancın Hz. İsa'nın meşhur son yemeğindeki havarilerin
sayısından kaynaklandığı sanılsa da kökü çok daha eskilere mitolojik tanrıların
yaşadığına inanılan çağlara İskandinavya topraklarına kadar gider.
O zamanlarda ışık ve güzellik tanrısı Balder bir ziyafet verir. Balder
Vikking'lerin meşhur tanrısı Odin ile Frigga'nın oğulları olup ay kraliçesi
Nanna'nın da eşidir. Bu ziyafete 12 kişi davetli iken yalanların ve hilelerin
tanrısı Loki davetli olmadığı halde zorla 13. kişi olarak katılmak ister. Ancak
bu arada çıkan tartışmada Loki diğer tanrılar tarafından da çok sevilen Balder'i
öldürür.
Bu mitolojik hikaye ve inanış İskandinavya'dan Avrupa'nın güneyine kadar
yayılır. Hıristiyan din adamları bu halk masalını kullanırlar ve Hz. İsa'nın son
yemeğine uygularlar. Hıristiyan versiyonunda Balder'in yerini Hz. İsa Loki'nin
yerini de hain Judas alır. Bu yemekten sonra 24 saat içinde de Hz. İsa çarmıha
gerilerek öldürülür. Bu nedenle Hıristiyanlarda akşam yemeğinde 13 kişi bir
araya gelirse bunlardan birinin başına bir felaket geleceğine inanılır.
Bu inanışlara göre 13 sayısı uğursuzdur ama ayın cumaya rastlayan 13. günü
hepten uğursuzdur. Ancak böyle bir günde doğmuşsanız tam tersi yani 13 sizin
uğurlu gününüzdür.
Cuma gününün uğursuz sayılmasına Havva anamızın Adem babamıza elmayı
cuma günü yedirtip cennetten kovulmasına sebep olması Hz. Nuh zamanındaki
büyük selin cuma günü olması Hz. İsa'nın cuma günü çarmıha gerilmesi gibi
olaylardan biri veya hepsi neden olmuş olabilir. Müslümanlar ise Hz. Adem'in
cuma günü yaratıldığına inandıklarından bu güne diğer günlerden daha çok
değer verirler.
13 sayısının uğursuzluğuna duyulan inancın kökeninde bir yıl içinde ayın 13 kez
dolunay olarak gözükmesinin yattığını söyleyenler de vardır.
2.02 Ayna kırılması niçin uğursuzluk getirir?
Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış en eski batıl inançlardan
biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine hatta ilk çağ insanına
kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde kendi aksini gören ilkel insan
şaşırmış bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış suyu bulandırıp
görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir.
İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç bronz
gümüş hatta altın gibi °°°°llerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış yüzeylerdi ve
de tabii ki kırılmaları mümkün değildi. Bu devirde de bu parlak yüzeylerden
yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması olduğuna inanılıyordu.
Sonraları buna vampirlerin ruhları olmadığından bu parlak yüzeylerde
görüntülerinin de yansımadığı inancı ilave edildi.
Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da içindeki sudan yansıyan
görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı devam etti ama camlar
kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan ruhun bir parçası vücudu terk
ediyordu.
Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7 yıla çıkardılar Romalılar
hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine İnanıyorlardı. Camın kırılması
sonucu ruh ve dolayısıyla insanın sağlığı tahrip olduğundan vücudun kendini
yenileyerek sağlığına kavuşması için yedi yıl geçmesi gerekiyordu.
Bu batıl inanç 15. yüzyılda İtalya'da Venedik şehrinde arkası gümüş kaplı çok
kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte iyice gelişti. İnanç
biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı taşıyanlar evlerde aynaları
temizleyen hizmetkarlar aynaları kırmaları halinde yedi yıl boyunca ölümden
daha beter felaketlerle karşılaşabilecekleri hususunda uyarılıyorlardı.
Bu inançla beraber geliştirilen bazı önlemler de oldu tabii. Örneğin: aynanın
kırılan parçaları toplanır ve güneye doğru akan bir ırmakta yıkanırsa veya
toprağa gömülürse kötü şans yok edilmiş olur. Ancak kırılan parçaları alıp evden
çıkarken içlerine bakmamak gerekir. Yatak odalarındaki aynaların üzerleri
kullanılmadığı zamanlarda örtülmelidir ki ruh içinde kalmasın. Ölen bir insanın
evindeki aynaların da üzerleri örtülmelidir ki ruh gökyüzüne doğru olan
yolculuğunda bir engelle karşılaşmasın.
17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Fransa'da ucuz maliyetli aynalar üretilmeye
başlanıldı ama batıl inanç o kadar yerleşmişti ki günümüzün modern
dünyasında bile hala devam ediyor.
2.03 Nazar değmesi nasıl oluyor?
Bizde "nazar değmesi" adı verilen inanç diğer lisanlarda "şeytan göz" veya
"şeytan bakışı" olarak adlandırılır. Bebeğine yeni elbiseler giydiren bir anne
çarşıya gidip alışveriş yapar. Bu arada bir başka kadın gelir ve bebeği sever. Eve
gittiklerinde bebek ishal olur. İşte anneye göre bebeğine o kadının nazarı
değmiştir. Dikkat ederseniz burada bebeği seven kadının art niyeti yoktur. Zaten
nazarı değen kişinin genellikle kötülüğü değil kıskançlığı ve çekemezliğidir söz
konusu olan.
Noel Baba ve benzeri batıl inançlar çocuklukta kuvvetli olup yaş ilerledikçe
azalırken nazar değme inancı bunun tam tersidir. Nazar inancının ardındaki
güç bakışın ruhla bütünleşmesidir. Bakış konuşmaya göre daha etkilidir. İnsana
tam odaklanır ve daha duygusaldır. Birçoğumuz arkamız dönük olduğumuz
halde kalabalık içinden birinin bize baktığını hissetmişizdir.
Nazar değmesi ile ilgili olarak en çok kabul gören görüş gözdeki yansımadır.
Eğer karşınızdaki birinin gözlerine dikkatle bakarsanız gözlerinde kendi
görüntünüzün yansıdığını görürsünüz. Eski insanlar sudan aynadan yansıyan
görüntülerinin kendi ruhları olduğuna inanıyorlardı. Karşılarındaki insanın
gözleri içinde kendi küçük görüntülerini görünce tehlikede olduklarını
ruhlarının karşısındakinin gözleri içinde hapsolduğunu sanıyorlardı.
Bu korkunun dünya çapında genel bir inanca dönüşmesinin şimdi Irak'ın
bulunduğu topraklarda yaşamış eski Sümerlerden kaynaklandığı sanılıyor
Sümerlerin inançlarına göre bazı insanlar bakarak suları kurutabilir ve bu
nedenle ölüme sebep olabilirlerdi. Sonradan bu inanç bir bakışla yaşayan şeyleri
de kurulabilme yönünde gelişti. Örneğin nazar değen çocukların ishal olup
vücutlarının sıvı kaybetmesi annelerin ve süt veren hayvanların sütlerinin
kuruması meyve ağaçlarının kuruması ve erkeklerin iktidarsız kalmaları vb.
Görüldüğü gibi bunların hepsinde de sıvı kaybı ve kuruma vardır.
Bu inanç doğuda Hindistan'a batıda Portekiz ve İngiltere'ye kuzeyde
İskandinavya'ya kadar yayıldı. Böylesi bir inanca sahip olmayan Amerika Asya
Afrika ve Avustralya'ya ise kaşifler denizciler ve göçmenler tarafından taşındı.
Ama günümüzde hala Çin Kore Güneydoğu Asya Avustralya ve Amerika
yerlilerinde Afrika'da sahranın güneyinde böyle bir batıl inanç yoktur.
Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında bu inanca mavi gözlü insanların daha fazla
nazarlarının değdiği inancı da ilave edilmiştir. Bu yörelerde mavi gözlü
insanların azlığı bunun sebebi sanılıyor. Bu nedenle buralarda nazarı geri itmek
veya ayna gibi yansıtmak için mavi göz şeklinde camdan yapılan nazarlıklar
başta bebekler olmak üzere nazarın değebileceği düşünülen her yere
takılmaktadır.
2.04 Kara kedi geçmesi niçin uğursuzluk getirir?
Dünya tarihinde kedilerden başka önce tanrılaştırılan sonra şeytanla
özdeşleştirilip soykırımına uğrayan sonra da tekrar evin baş köşesine
yerleştirilen hiçbir canlı türü yoktur.
Bir insanın önünden siyah renkli bir kedi geçmesinin uğursuzluk getireceğine
ilişkin inancın kaynağının milattan önce 3000'li yıllara eski Mısırlılara
dayandığı biliniyor. O devirde kediler kutsal bir canlı olarak görülüyordu. Hatta
siyah dişi kedilerin tanrıça olarak kabul edildikleri kazı çalışmaları sonucu çıkan
duvar kabartmalarından anlaşılmaktadır.
O devirde Mısır'da kedileri hastalık ve ölümden korumak için kanunlar bile
yapılmıştı. Evin kedisinin ölmesi aile için bir felaketti. Aile fakir veya zengin
olsun fark etmez kedi mumyalanır çok güzel kumaşlara sarılır hatta mezarında
yanına kıymetli taş ve madenler bırakılırdı.
Kedilerin Mısırlıları bu kadar etkilemesinin sebebinin çok yüksek yerden
düştükleri zaman bile yara almadan kurtulmaları olduğu sanılıyor. Kedinin
dokuz canlı olduğu inancı o zamanlarda gelişmiştir.
Medeniyetler geliştikçe insanlarda kedi sevgisi de arttı Hindistan'da Çin'de
kediler insana en yakın hayvan oldular. O devirlerde bugünkü inanışın aksine
kedinin birisinin önünden geçmesi o kişi için şans demekti.
Kedilerden özellikle siyah kedilerden nefret Hıristiyanlığın kendinden önceki
kültürleri ve onların sembol kabul ettiği şeyleri yok etme güdüsü ile ortaçağda
İngiltere'de başladı. Bağımsız bildiğini yapan "inatçı" ve "sinsi" karakteri sayılarının da şehirlerde aşırı artması ile birleşince kediler gözden düştü.
O yıllarda evinde kedi besleyenler yalnız yaşayan fakir ve yaşlı kadınlardı. Yine
o yıllar büyücü ve cadı inancının tüm Avrupa'da histeriye dönüştüğü yıllardı.
Siyah kedi besleyen bu kadınların kara büyü yaptıklarına dair kampanyalar
başlatıldı. Siyah kedilerin geceleri şeytana dönüştükleri konusunda korku dolu
halk hikayeleri üretildi.
Cadı konusu bir paranoyaya dönüşünce birçok zavallı kadın kedisi ile birlikte
yakıldı. Fransa'da kral 13. Louis bu uygulamayı yasaklayana kadar her ay
binlerce kedi yakıldı. Sonra da kedilerin popülaritesi tekrar yükselerek arttı.
Boşuna dememişler kediler dokuz canlıdır diye.
2.05 Merdivenin altından geçmek neden uğursuzluk sayılır? Duvara dayanmış bir merdiven görürseniz altından geçmeyin etrafından
dolanın. Çünkü o merdivenin tepesinde ya bir tamirci ya bir boyacı ya da
camları silen biri olabilir. Yani başınıza bir çekiç su kovası boya kutusu hatta
bir adamın düşme olasılığı yüksektir. Merdiven altından geçmenin uğursuzluk
getireceği inancı gerçekten batıl inançlar içinde en azından bir işe yarayan tek
inançtır. Ancak inancın kökeninde pratikteki faydası ile ilgili olmayan farklı
şeyler yatmaktadır.
Duvara dayanan bir merdiven duvar ile arasında bir üçgen oluşturur. Bu bir
çok kültürde tanrıların kutsal üçgeni olarak bilinir. Örneğin piramitlerin
kenarlarının üçgen olması da bu inanca dayanır. Bir üçgenin içinden geçmek de
bir kutsal yere meydan okumak anlamına gelebilir.
Eski Mısırlılar için zaten merdivenin kendisi iyi şansın sembolü idi. Merdiven
olmasaydı Güneş Tanrısı Osiris'i karanlıkların ruhundaki hapis hayatından
kurtarmak mümkün olamayacaktı. Ayrıca merdiven tanrıların katına
tırmanmak için de şekilsel bir semboldü. Günümüzde açılan bu antik mezarlarda
ölünün cennete tırmanması için yanma konulmuş bulunan merdivenlere
rastlanmaktadır.
Asırlar sonra birçok batıl inançta olduğu gibi Hıristiyanlık bu inancı da Hz.
İsa'nın ölüm şekline adapte etti. Çarmıha dayalı merdiven kötülüğün hıyanetin
ve ölümün sembolü oldu. İnsanlar merdivenin altından geçmekle bütün bu kötü
geleceklerle karşılaşabileceklerine inandırıldılar.
17. yüzyılda İngiltere ve Fransa'da suçlular darağacına götürülmeden önce bir
merdivenin altından geçiriliyorlardı. Tabii yanında olanlar merdivenin
etrafından dolanıyordu.
Değişik kültürler bu uğursuzluğa karşı bazı panzehirler geliştirdiler. Mesela bir
merdivenin altından yanlışlıkla veya zorda kalarak geçen kişiler için Romalıların
panzehiri yumruktu. O kişiler orta yani en uzun parmaklarını gerip diğer
parmaklarını yumruk gibi yaparlar ve geçtikten sonra merdivene doğru
sallarlardı. Bizde Türkiye'de böyle bir adet yoktur ama Amerikan filmlerinde
karşısındakine bu hareketi yaparak küfür veya hakaret edildiği sıkça görülür.
Bunun kökeni de işte bu Roma panzehiridir.
2.06 Niçin tahtaya vuruyoruz?
Meşe ağacına insanların ruhani bir değer vermesi çok eskilere dayanır. Ağacın
yüksekliği ve sağlamlığı nedeni ile bazı güçlere sahip olduğuna inanılıyordu.
Tahtaya vurma inancı dünyanın apayrı iki yerinde birbirinden bağımsız olarak
gelişti. Önce milattan önce 2000'li yıllarda Kuzey Amerika yerlilerinde sonra da
Ege'de Helen uygarlığında.
Her iki kültür de meşe ağacına çok sık yıldırım düştüğünü gözlemlemişti.
Amerika yerlileri meşenin Tanrının yıldırımla yeryüzüne inip üzerinde oturduğu
yer olduğuna Helenler ise Yıldırım Tanrısı olduğuna inanmışlardı.
Kuzey Amerika yerlileri bu batıl inancı bir adım daha ileri götürdüler. Bu ağacın
köküne vurarak ileride başlarına gelebilecek tehlikelere ve şansızlıklara karşı
Tanrı ile temasa geçtiklerine inanıyorlar ve ondan kendilerini korumasını
istiyorlardı.
Ortaçağda ise Hıristiyan din adamları bu inancı kendi devirlerine taşıdılar.
Onlara göre bu inanışın temelinde Hz. İsa'nın tahta bir çarmıhta öldürülmesi
yatıyordu. Hatta Avrupa'nın her katedralinde orijinal tahta haçın küçük bir
parçasının bulunduğuna inanılıyordu. Bu tahtaya vurmak ise "Tanrım dua ve
isteklerimi gerçekleştir" anlamına geliyordu.
Bu arada diğer kültürlerde inanıştaki tahta aynı kaldı ama cinsi biraz değişti.
Amerika yerlileri ve Helen medeniyetinin ağacı meşe iken Mısırlılar incir
ağacını Almanlar dişbudağı tercih ettiler. Hollandalılar ise ağacın cinsine önem
vermediler. Boyasız ve cilasız olması onlar için yeterliydi.
Amerikalıların tahtaya vurma inancının kökeni ne gariptir ki Amerikan
yerlilerine dayanmıyor. Romalılar devrinde Avrupa'da iyice yaygınlaşan eski
Helen inancının bir parçası olarak Amerikalılar tahtaya vuruyorlar.
Başımıza gelebilecek kötü şeyleri savuşturmak için tahtaya vurma inancı hala
devam ediyor ama uygulama alanı çok daraldı. Her taraf plastik ve laminat dolu.
Siz en iyisi yanınızda daima bir küçük tahta parçası bulundurun. Meşe
ağacından olursa daha da iyi olur!
3
GÜNLÜK YAŞAM
3.01 Niçin müzikten hoşlanıyoruz?
Müzik nedir? Düz biçimde konuşarak söylenebilecek bir şeyin değişik ses
dalgaları ile söylenmesinden niçin hoşlanırız? Müzik niçin keyif veya tam aksi
hüzün duygusu verebiliyor?
Müzik aslında ses dalgalarının belirli kurallar içinde bir düzene sokulmasıdır.
Bilindiği gibi ses dalgalar halinde yayılır. Bir saniye içindeki dalga sayısı sesin
karakterini tespit eder. Saniyede 260 dalga yapan yani titreşen ses 'Do'
notasıdır.
Bu şekilde 7 temel nota oluşur. Do-Re-Mi-Fa-Sol-La-Si. Son notadan sonra
Do'nun titreşim sayısının bir katı kadar titreşimde daha ince bir Do gelir ki bu
iki Do arasına bir oktav denir. İşte bu oktav gam akort denilen matematiksel
diziler bir çeşit dizilerek müzik oluşturulur. Ancak tüm bunlar bize bu
matematiksel diziden bihaber Afrika yerlilerinin dağ başındaki çobanın enfes
müziğini açıklayamaz.
Aslında kültürün müzik ve bundan alınan zevk üzerinde doğrudan ilgisi vardır.
Doğu müziğinde yukarıda belirtilen matematik dizilerdeki perdelerin arasında
karışık gezinilme Afrika'da baş döndürücü ritimler Avrupa'da ise notaların
ideal düzeni öne çıkar. Ancak bunlar da değişik müzik türlerine ilgi duyan
bizlerin ve müziğin hoşlanılma nedenini açıklamaya yetmez.
Müzik ve dil yetenekleri birçok yönden birbirine benzemektedir. Bilimciler
insanların müzik yeteneği kazanmalarının konuşmaya başlamaları ile aynı
zamanlara denk düştüğünü ileri sürüyorlar. Konuşma yeteneği şüphesiz daha iyi
bir iletişim ve yaşama şansı avantajını getirmiştir ama müziğin hangi ihtiyacı
karşıladığı hala meçhul.
Bebekler anlamlı kelimelere benzer sesler çıkarmaya başlarken aynı zamanda
şarkı söyler gibi mırıldanmaya da başlarlar. Uzun ve karışık cümleler kurmayı
becerdikçe daha uzun ve karışık şarkıları söyleme yetenekleri de artar. Ancak
beynin konuşmaya kumanda eden kısmında hasar olan hastaların
konuşamamalarına rağmen müzik yeteneklerinin devam ettiği de görülmüştür.
Son zamanlarda beynimizde müziği algılayan bir alıcı bulunabileceği tezi ileri
sürülmektedir. Eğer bir gün bu alıcı bulunsa bile bunun niçin beynimize
konulduğunun sebebi yine anlaşılamayacaktır.
Öğretilme yoluyla bir çeşit dans yapabilen veya dans olarak algılanamayacak
hareketleri olan canlıları saymazsak doğada müzik ve ritim duygusu sadece
insanda vardır. Bu özelliğin nedeni ise hala tam olarak açıklanamıyor.
3.02 Ayların günleri niçin 28 30 31 gibi farklı?
Romalılar milattan 758 yıl önce 10 aylık takvim uygulamasına başladılar. Bu ilk
orijinal Roma takviminde aylar gündüz ve gecenin eşit olduğu binlerce yıldır
hayatın başlangıç zamanı olarak kabul edilen Mart ayından başlamak üzere
Martius (Mart) Aprilis (Nisan) Maius (Mayıs) Junius (Haziran) Quintilis
(Temmuz) Sextilis (Ağustos) September (Eylül) October (Ekim) November
(Kasım) ve December (Aralık) idi.
Bu ay adlarından Quintilis'den (Temmuz) December'a (Aralık) kadar olanlar 5
6 7 8 9 ve 10 rakamlarının Roma'lılarca telaffuz ediliş şekliydi yani Mart
başlangıçlı takvime göre bu aylar yılın 5'inci 6'ncı 7'nci 8'inci 9'uncu ve
10'uncu aylarıydılar. Bu 10 aylık takvim geride hesaba katılmamış daha 60 gün
bırakıyordu.
Yedek olarak bırakılan bu 60 gün sorun yaratınca Janarius (Ocak) ve
Februarius (Şubat) adları ile iki ay daha eklenerek takvim tamamlandı. Yani
yılın ilk ayı Martius (Mart) son ayı ise Februarius (Şubat) oldu.
Asırlar sonra milattan 46 yıl önce Roma İmparatoru Julius Caesar (Sezar)
muhtemelen politik sebeplerden takvimde bazı değişiklikler yaptı. On bir ayı 30
ve 31 gün olarak iki şekilde düzenledi yılın son ayı olan Şubat'a 29 gün verdi
her dört senede bir Şubat'a bir gün ilavesini kabul etti. Ancak sonra nedendir
bilinmez Janairus'u (Ocak) yılın ilk ayı olarak ilan etti. Böyle olunca da her 4
yılda bir eklenecek bir günün yeni durumda yılın ikinci ayı konumuna gelmesine
rağmen Februarius'a (Şubat) eklenilmesine devam edildi.
Julius Caesar'ın beklenmeyen ölümünden (Sen de mi Brütüs olayı!) sonra
Romalılar bu çok sevdikleri imparatorlarının anısına Quintilİs (Temmuz) ayının
ismini July olarak değiştirdiler.
Ondan sora tahta çıkanlardanAugustus kendi şerefine Sextilis (Ağustos) ayının
adını kendi ismi ile değiştirerek bu aya August adını verdi. Ama ortaya başka
bir sorun çıkmıştı. Sezar'ın ayı 31 gün Augustus'un ayı ise 30 gün çekiyordu.
Sorunu yine imparatorun kendisi çözdü ve zaten 29 gün olan Şubat'tan bir gün
daha alarak Ağutos'a ekleyiverdi. Böylece iki ay da eşitlenmiş oldu.
İşte size takvimin niçin 12 ay olduğunun ayların isimlerinin nasıl konduğunun
ve niçin farklı sayıda günlerden meydana geldiklerinin dört sene sonra
eklenecek artık günün niçin yılın sonuncu değil de alakasız bir şekilde ikinci
ayına eklendiğinin küçük bir hikayesi.
Özellikle ortaçağda takvimler üzerinde o kadar oynanmıştır ki yapılan bilimsel
hesaplamalara göre İsa'nın bugün kabul edilen Milattan yani İsa'nın
doğumundan yaklaşık 6 yıl önce doğduğu 36 yıl yaşayıp Milattan sonra 30
yılında öldüğü ileri sürülmektedir.
3.03 Bozuk paraların kenarları niçin tırtıllıdır? Özellikle kağıt para devrinden önce alışverişte kullanılan paralar altın ve gümüş
içeriyorlardı. Her devirde olduğu gibi o devirde de bulunan bazı düzenbazlar bu
paraları kenarlarından kazıyarak çok az miktarda da olsa bu değerli madenleri
biriktiriyor parayı da tekrar kullanabiliyorlardı.
O devirlerde tüccarlar parayı tartıyorlar ve ağırlığı eksikse kabul etmiyorlardı.
Tabii para da elinizde kalıyordu. Antik para kataloglarında dikkat ederseniz
paraların büyük bir kısmının tam yuvarlak olmadığını görürsünüz.
Bu sorunu çözmek ve halkı eksik paraya karşı korumak için bozuk paraların
kenarları tırtıllı yapılmaya başlandı. Bu tırtıllar sayesinde paranın kenarının
kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı kazınmış parayı kimse almıyordu.
Bu adet günümüze kadar devam etti. Artık içinde değerli bir maden
bulunmamasına rağmen bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtıl ya da bir
yazı vardır.
Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklık' adı altında sadece
küsuratları ödemede kullanılıyor. Bozuk paralar da para olma niteliklerini
kanundan almalarına rağmen kullanılmalarında bazı sınırlamalar vardır.
Gerek kağıt gerekse madeni para olsun her ikisiyle de yapılan ödemeleri kabul
etmemek mümkün değildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki kağıt
paralarda bu mecburiyet sınırsızdır. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa
olsun bunu karşı taraf kabul etmek mecburiyetindedir.
Madeni paraların ise mecburiyeti sınırlıdır. En çok üzerlerinde yazan değerin 50
katını tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örneğin 50 bin liralıklarla 25
milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasını da bozuk para ile
ödeme isteğinizi karşı taraf kabul etmeyebilir.
Kağıt paraların Merkez Bankası tarafından basıldığı bilinir de madeni paraları
Maliye Bakanlığı'nın çıkardığı pek bilinmez. Madeni paraların toplam para stoku
içindeki oranı da yaklaşık yüzde l civarındadır.
Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan yüzleri kağıt paralarda önden madeni paralarda ise
yandandır. Madeni paralarda yer çok küçük olduğundan kabartma tekniği ile
bir yüzün tam detayını vermek mümkün olamamaktadır. Yandan bir profil kişiyi
daha iyi tanınır kılmaktadır.
3.04 Sirk çadırları niçin daima daire biçimindedir?
18. yüzyıla gelinceye kadar cambazlık ateş yutma vb. gösteriler sokaklarda
halka saraylarda ise asillere yapıyordu.
Philip Astley bugünkü modern sirklerin kurucusu kabul edilir. 1763 yılında
kurduğu sirkinde ana gösteri ata binilerek yapılanlardı. Astley atlar bir daire
etrafında döndüklerinde binicilerin at üzerinde daha rahat ayakta durduklarını
bildiğinden sirk çadırım ve gösteri yerini bir daire oluşturacak şekilde düzenledi
ve atların gösteri sırasında daima daire biçiminde dönmelerini sağladı.
Bir başka sirk sahibi Antonio Franconi'de dairenin en uygun çapının yaklaşık
13 metre olduğunu saptadı ki bu mesafe bugün bile kullanılan ölçüdür.
Son bir not olarak İngilizce'si 'circus' olan sirk kelimesinin Latince'de daire
anlamına gelen 'circle'dan türediğini de belirtmeden geçmeyelim.
3.05 Niçin kurşunkalemlerin çoğu altıgen ve sarı renkte?
Esasında en kolay üretim biçimi kare kesitli kurşun kalemdir ama yazarken elde
tutulması pek kolay değildin Yuvarlak kalemlerin elde tutulması kolaydır ama
üretimi pahalıdır. Altıgen kesitli kalemler ise orta yoldur. Yuvarlak kesitli
kalemler kadar kullanılması kolay ve üretimi daha ucuzdur.
Sekiz yuvarlak kurşunkalem için harcanan ağaçtan dokuz altıgen kesitli kalem
yapılabilir ve üretim safhası bir kademe daha kısadır.
Tabii ki alıcılar için üretim maliyetlerinin pek önemi yoktur. Altıgen kesitli
kurşunkalemlerin öbürlerine göre hala on bir kat daha fazla tercih edilmelerinin
sebebi belki de konulduğu masada yuvarlanıp aşağıya düşmemeleridir.
Kurşunkalemlerin dışının sarıya boyanarak satışı 1854 yılma dayanır. Ancak
1890 yılma kadar bu rengi kullanmak çok önemsenecek bir faktör değildi.
1890 yılında Avusturya'da L&C Hardtmuth Co. isimli şirket öyle bir kurşun
kalem üretti ki diğer üreticiler de bu kaliteyi yakalamak zorunda kaldılar.
Bu kurşunkaleme meşhur Hindistan elması olan 'Koh-I-Moor' adı verilmişti ve
altın sarısına boyanmıştı. Ayrıca içindeki siyah renkli kurşun ucuyla birlikte
Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bayrağını oluşturuyordu.
Bu kurşunkalem o kadar beğenildi ve o kadar başarılı oldu ki sarı renk
kurşunkalemdeki kalitenin bir simgesi olarak kaldı. Diğer kurşunkalem
üreticileri de bu başarıdan pay alabilmek için ürünlerini piyasaya sarı renkte
sürmeye başladılar. Bugün hala piyasada olan dört kurşunkalemden üçü san
renktedir.
Kurşunkalemlerin içinde kesinlikle kurşun yoktur. Ana madde olarak kullanılan
grafit 40 değişik malzeme ile karıştırılarak yüksek sıcaklıkta çok ince çubuklar
haline gelene kadar preslenir. Zaten kurşun çok zehirli bir elementtir.
Kurşunkalem denilmesinin sebebi 16. yüzyılda grafiti bulan İngiliz bilimcinin
onu bir çeşit kurşun elementi sanmasıdır. Ancak 200 yıl sonra grafitin bir çeşit
karbon olduğu anlaşıldı.
3.06 Buz neden kaygandır?
Evde cilalı parke üzerinde çorapla yürürken düşme olasılığınız halıya oranla çok
daha fazladır. Çünkü halı ile ayağımız arasında cilalı parkeye nazaran daha çok
sürtünme ve daha fazla temas vardır. Buzlu bir yüzeyin üzerinde ayağımızın
kaymasını benzer bir sebebe dayandırabiliriz ancak buz pateni yapanlar pütürlü
buz yüzeyinde düz bir buz yüzeyinden çok daha fazla bir hızla kayarlar.
Buz sanıldığı gibi düzgün bir yüzey olduğu için kaygan değildir. Olay buz
pateninin çok küçük yüzeyinin buza basınç yapması dolayısıyla o noktadaki
buzun erimesi ve oluşan bu ince su tabakası üzerinde patenin hareket etmesidir.
İnsan ayağının boyunun ortalama 25 santimetre eninin ise 10 santimetre
olduğunu kabul edelim. Ortalama insan ağırlığı olan 75 kg. iki ayakla 500
santimetrekare yere bastığında her santimetrekareye 015 kg. ağırlık biner.
Topuklu ayakkabı giyen kadınlarda yere basılan alan o kadar küçülür ve basınç o
kadar artar ki kadınların topuklu ayakkabı izi sıcak asfaltta kalır hatta bu
basınç nerede ise filinki ile aynıdır.
Ucu neredeyse bıçak gibi olan patenlerin buza değen alanı o kadar küçüktür ki
erime ısısını l derece azaltmak için 130 kg/cm2 gereken buz yüzeyini derhal
eritir.
Buz pütürlü olunca paten sadece buzun pütürünün çıkıntılarına basar böylece
temas yüzeyi iyice küçülür ve basınç artar ve buz daha kolay eriyerek paten buz
ile arasında oluşan ince su tabakası üzerinde rahatça kayar.
Bu arada buzun bir başka şaşırtıcı özelliğine de değinmeden geçemeyeceğiz.
Dişimiz ağrıdığında elimizin üzerine konulan buz bu diş ağrısının azalmasına
yardımcı olur.
Vücudumuzun herhangi bir yerinde bir ağrı oluştuğunda uyarıcı sinirler
buradan orta beyine ağrı sinyalleri gönderirler.
Bu sayede beyin tarafından uyarılarak vücudun doğal ağrı kesicileri olan
'endorfin' ve 'enkefolin' salgılanır.
Bu salgıların kaynağa gidebilmesi için sinir sisteminin diğer bölümlerine ağrı
algılarının geçtiği diğer kapıları 'kapat' sinyali gönderilir. El üzerinden gelen ağrı
sinyallerinden dolayı salgılanan doğal ağrı kesiciler sonucu yüz sinirlerinden
gelen ağrı kapıları beyinde kapanmaktadır.
Diş ağrılarında vücudun başka bir yerinde değil de el üstüne buz konulmasının
nedeni bu olup bu noktaya akapuntur uygulanmasıyla da benzer sonuca
ulaşılmaktadır. Baş parmakla işaret parmağı arasındaki bu noktaya HO-KU
noktası denilmektedir.
3.07 Saatler niçin ileri-geri alınır?
Birinci Dünya Savaşı süresince birçok ülke saatlerini yılın belli aylarında
yeniden ayarlamaya başladı. Bunun amacı günün aydınlık saatlerini insanların
uyanık oldukları zamana uydurmak dolayısıyla evlerde ve sokaklarda yanan
lambalar için gerekli enerjiden tasarruf sağlamaktı.
Bugün de aynı uygulamaya devam edilmekte Nisan ayının ilk pazar gününde
saatler bir saat ileri Ekim ayının son pazar gününde ise bir saat geri
alınmaktadır. Diğer bir deyişle ilkbaharda size kaybettirilen bir saat
sonbaharda geri verilmektedir.
ABD'de kış aylarında standart zaman yazları ise gün ışığından tasarruf zamanı
uygulaması kongre kararı olarak kabul edilmiş olmasına rağmen bazı eyaletler
bu uygulamayı reddetmiştir. Bu eyaletlerde halen yaz-kış standart zaman
uygulaması devam etmektedir.
Yaz günlerinde gün ışığı yani aydınlık saatler çok daha uzun olmasına rağmen
hala tasarruf için saatlerin niçin bir saat ileriye alındığı çoğunlukla anlaşılmaz.
Bunun en kısa açıklaması 'gece zamanını da gündüze katmaktır' ama bizler
zaten karanlık olan saat 24:00'de değil de 23:00'de yatmamızın ülkemize ne
kazandıracağını genellikle anlayamayız.
Saatleri ileri almanın kış mevsimi ile alakası yoktur. Kış aylarında standart
zaman uygulanır. Ancak yaz günlerinde çok uzun aydınlık geçen bir zaman
süresi vardır. Amaç bu sürenin başlangıcını ileri kaydırarak akşam olma
süresini bir saat uzatmaktır.
Yaz günleri hava çok erken aydınlanır. Eğer çiftçi değilseniz saat 05:00'de
uyanmanıza gerek yoktur. Ancak gün ışığından tasarrufa gerek duymayarak
saatlerimizi ileri almasaydık bakın ne olurdu?
Dünyada güneşin 21 Haziranda 04:43'de doğduğu bir yer seçelim. Siz burada
yaşıyorsunuz ve saat sekizde işte olmak için saat altıyı çeyrek geçe yataktan
kalkmak zorundasınız. Bu seçtiğimiz yerde güneş ufukla 6 derece açı yaptığında
standart saat ile saat 05:11 civarlarında etraf tamamen aydınlanır. Bu durumda
ileri alınmış saatler 06:15'I gösterir yani gerçekte siz işe bir saat erken gitmiş
olursunuz ama ışığı yakmadan saate bakar tıraş olup kahvaltı yapabilirsiniz.
Akşamları ise her zaman 24:00'de yatmaya vücudunu alıştırmış bir insan bir
saat önce yatmak zorunda kalmış olur ama hava kararınca gece evde ve sokakta
lambaların yanma süresi bir saat kısalmış olur.
Gün ışığından tasarrufun sanayinin kullandığı elektrikle alakası yoktur. Onlar
gece de gündüz de olsa zaten aynı elektrik enerjisini harcarlar.
3.08 Bir saat niçin 60 dakikadır?
Bir gün dünyanın kendi ekseni etrafında bir dönüşü tamamladığında geçen
süredir. Bunu herkes bilir. Aslında tam da öyle değildir. Çünkü dünya kendi
ekseni etrafında dönüşü sırasında
yörüngesi üzerinde güneşin etrafında da döndüğünden güneşten bakıldığında bir
tam devri için geçen süre farklı gözlemlenir.
Neyse şimdi biz bunu karıştırmayalım ve bugün bütün dünyanın kabul ettiği
zaman sistemine bakalım;
o Bir yıl 12 aydır.
o Bir yıl 52 haftadır
o Bir ay 28-31 gündür.
o Bir ay 4-5 haftadır.
o Bir hafta 7 gündür.
o Bir gün 24 saattir.
o Bir saat 60 dakikadır.
o Bir dakika 60 saniyedir.
o Bir saniye 100 mili saniyedir.
Görüldüğü gibi bir gün kaç saniyedir diye sorulduğunda bile kafadan
hesaplanamayacak kadar karışık bir bölünme. Önce gün 24'e sonra 60'a sonra
bir daha 60'a bölünüyor. Saniyeden sonraki bölünmeler ise ondalık sistemle
gidiyor. İşte çocukların zaman hesaplarında zorlanmalarının sebebi.
Bir günde niçin 24 saat olduğunu kimse bilmiyor. Bu rakamın güneş saatini ilk
kullanan Mısırlılardan kaynaklandığı sanılıyor. Yere dikilen yüksek bir taşın
gölgesi sabah batıya akşam doğuya düşüyordu ve Mısırlılar bu arayı altıya
bölmüşlerdi. Dolayısı ile bir gün 24 bölüm oluyordu.
12 sayısı 2 3 4 ve 6 ile bölünebildiğinden o zamanlar en çok kullanılan sayı
birimi idi ki bugün bile düzine adı altında sayı birimi olarak kullanılmaktadır.
Mısırlılar ayrıca 30 günlük ay ve 360 günlük yıl takvimini uyguluyorlardı.
Bugün bir dairenin 360 dereceye bölünmesinin sebebinin de bu olduğu sanılıyor.
Yaklaşık 3 bin yıl önce bugün Irak olarak bilinen yerde yaşayan Babilliler ise 60
sayısını matematik sistemlerinde temel olarak almışlardı. 2 3 4 6 12 15 20 ve
30 ile bölünebilen ve 360'ı da bölen bu sayı dakika ve saniyenin birimi olarak
alındı. O zamanlar için onluk sistem yani on sadece 2 ve 5'e bölünebilen zavallı
bir sayı idi.
Saniyenin bölümleri ise o devirlerde ölçülemiyordu ölçülebilmeye başlandığında
ise dünya ondalık sisteme geçmişti ve bu esas alındı.
3.09 Saatin akrep ve yelkovanı niçin sağa dönüyor?
İlk olarak eski Mısırlılar güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup belirli
zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup battığını gözlemlediler ve
bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler.
Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu
saat meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında bu
taşın gölgesini takip etmekten ibaretti.
Mısır konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat ekvatora da yakın bir ülke
olduğundan güneş doğduğunda gölge hemen tam batıda oluşuyor güneş
yükseldikçe gölge kuzeye yani sağa doğru hareket ederek güneş batışında doğu
yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovanında
olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu.
Daha sonraları pendulumlu pilli saatlerde de yön değişmedi hatta sağa doğru
dönüşler 'saat yönüne dönüş' diye adlandırılır oldu.
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde güneş doğarken taşın gölgesi
güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada
keşfedilseydi bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi.
3.10 İskambil kağıtlarındaki şekillerin anlamı nedir? Oyun kartlarının nerede ve ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmiyor. 7. ve
10. yüzyıllar arasında Çin'de ortaya çıktığı ve 13. yüzyılda Marco Polo tarafından
Avrupa'ya getirildiği tahmin ediliyor. Hindistan'dan veya Arabistan'dan geldiğini
ileri sürenler de var ama bugünkü şekilleriyle kullanılmalarının 14. yüzyıl
Fransa'sına dayandığı kesin gibi.
O tarihlerde Fransa'da dört sınıf vardı ve iskambil kağıtlarındaki kupa maça
karo ve sinek bu dört sınıfı temsil ediyordu. Kupa bir kalkanı andıran şekli ile
asil sınıfı ve kiliseyi maça bir mızrağın ucunu çağrıştıran şekli ile orduyu karo
ticari deniz işletmelerinin eşkenar dörtken kiremitlerinden esinlenerek orta
sınıfı sinek ise yonca yaprağına benzeyen şekli ile köylüyü temsil ediyordu.
Bugün briç poker veya benzeri oyunlarda kupanın en değerli sineğin ise en
değersiz kart Olmasının nedeni işte bu sınıflamadır.
Aslında bizde papaz adı verilen kartın adı İngilizce'de kral (king) kızın ise
kraliçedir (queen). Vale veya oğlan için ilk zamanlarda düzenbaz anlamına gelen
'knave' kelimesi kullanılırken günümüzde 'jack' ismi kullanılmaktadır. Yani
yabancı kartlarda kral ve kraliçe evli iken bizde biraz yaşlı görülerek krala
papaz adı verilmiş kraliçeye de 'kız' denilerek oğlana layık görülmüştür.
Bazı ülkelerde oyun kartlarında değişik isim ve semboller kullanılmasına
rağmen en yaygın olanı Fransızların kullandıklarıdır. Fransızlar 'maça' şeklini
mızrağa benzeterek 'pique' adını vermişlerdir. İngilizce'de ise aynı anlamdaki
'spades' kelimesi kullanılmaktadır. Her ne kadar bir kalkanı andırdığı için asil
sınıfı temsil ettiği ileri sürülse de 'kupa' klasik bir kalp şeklidir. Bu nedenle
Fransızlar ona 'coeur' İngilizler ise 'heart' adını vermişlerdir.
'Karo' için Fransızca'da kare anlamındaki 'carreau' kullanılırken İngilizler elmas
anlamındaki 'diamond'u tercih etmişlerdir. Bizim 'sinek' dediğimiz şekil ise çok
açık üç yapraklı bir yoncadır. Fransızlar bu anlamdaki 'trefle' kelimesini
kullanırlarken İngilizler 'club' (kulüp) ismini kullanmışlardır.
İşte bu nedenle briç oyuncuları 'maça'ya 'pik' 'kupa'ya 'kör' 'sinek'e de 'trefli'
derler zaten aslına uygun olan 'karo'yu da olduğu gibi kullanırlar. Birli papaz
kız ve oğlan için kullanılan as rua dam ve vale isimleri de yine Fransızca
karşılıkları As Roi Dame ve Valet kelimelerinden dilimize geçmiştir.
3.11 Buzlanmış yollara niçin tuz dökülüyor?
Kışın çok kar yağışı alan bir bölgede yaşıyorsanız karayolları görevlilerinin
yollardaki buzlanmayı gidermek için tuzu kullandıklarını görmüşsünüzdür.
Ancak tuz aynı zamanda dondurma yapımında da kullanılmaktadır. Peki ama
tuz bu iki ters gibi görülen işlevi nasıl becermektedir?
Herkesin sandığının aksine tuz suyun içinde şekerin eridiği gibi erimez. Tuz
buzun içine girince onu çözer. Tuz yine kalır ama buz çözüldüğü için artık o su
değil tuzlu sudur ve erime noktası saf sudan daha düşüktür.
Buzlanmış yollara tuz döküldüğü zaman tuz önce buz ile çözümlenerek bir buzlu
su tabakası oluşturur ve bu çözeltinin donma noktası düşük olduğundan sıfırın
altındaki sıcaklıklarda bile donmadan kalabilir. Günümüzde ABD'de üretilen
tuzun yüzde 45'i yollardaki buzun eritilmesinde kullanılmaktadır.
Bilindiği gibi su sıcaklığı sıfır dereceye varınca donar. Suya tuz ilavesi ile bu
donma sıcaklığı da düşer. Suya yüzde 10 tuz ilavesi donma sıcaklığını -6 dereceye
indirir. Yüzde 20 tuz karıştırılmış su ise -16 derecede donar. Ancak yolun veya
buzun ısısı -16 dereceden de az ise artık tuzun erimede pek etkisi olmazsadece
buzun üstünde kalarak tekerleklerin kaymasını azaltabilir.
Dondurma yaparken de karışımın çevresinde çok düşük ısıya ihtiyaç vardır.
Dondurma karışımının etrafındaki ısının çok düşük olması ancak bu düşük ısıda
karışımın donmaması gerekir. Burada eklenen tuz karışımın sıfır derecenin
altında bile donmadan dondurmanın oluşturulmasını sağlar.
Hatırlarsanız 'Titanic' filminde okyanus suyunun ısısı sıfırın birkaç derece
altında olmasına rağmen deniz suyunun yüzeyi içindeki tuz nedeni ile hala
donmamıştı.
3.12 24 ayar altın ne demektir?
Bizde altının saflığını gösterme ölçüsü olarak genellikle 'ayar' kelimesi kullanılır
ama uluslararası piyasada kullanılan kelime 'kırat'tır. 'Kırat' hem altının hem
de elmas ve diğer kıymetli taşların ölçümünde kullanılan bir birimdir.
Elmas ve değerli taşları ölçmede kullanılan 'kırat'ın bir birimi 200 miligrama
(0200 gram) eşittir. Yani 20 gramlık bir elmasınız varsa bu 100 kıratlık bir
elmastır. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok seyrek olarak bir
santimetrenin üzerindedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 3.106 kıratlık
'Cullian'dır. Bundan 530 ve 517 kıratlık iki büyük ve 100 küçük elmas
işlenmiştir.
Altında kullanılan 'kırat' veya 'ayar' ise altının saflığını gösterir. 24 kırat (ayar)
altın içinde karışık başka bir °°°°l olmayan yüzde yüz saf altındır. Tamamen
saf altın çok yumuşak olduğundan genellikle bakır veya gümüş ile karıştırılır.
Her bir kırat (ayar) altının tümünün 24'de biridir. Örneğin bir bileziğin 24'de 18'i
altın 24'de 6'sı da gümüşten yapılmışsa o bilezik 18 kırat (ayar) altındır.
Altını Ölçmede kullanılan bu komik sistem yaklaşık bin yıl evvelki Almanların
Mark isimli bir altın parasından kaynaklanmaktadır. Tamamen saf altından
yapılan bu para 48 gramdı ve elmas ölçü biriminde ağırlığına göre 24 kırat
ediyordu. Sonradan içine başka maddeler karıştırıldıkça içindeki altın miktarına
bağlı olarak kırat ölçüsü düşürüldü.
Altın beyaz kırmızı sarı gibi çeşitli renklerde beğenimize sunulur. Altın bakır
ile karıştırılmışsa 'kırmızı altın' gümüş ile karıştırılmışa 'sarı altın' nikel veya
platin gibi °°°°ller içeriyorsa 'beyaz altın' adı verilir.
3.13 Yüzme yarışları niçin dört ayrı stilde yapılıyor?
Yüzme yarışları serbest (kravl) kelebek kurbağalama ve sırtüstü olmak üzere
dört ayrı kategoride yapılır. Ancak 'kelebek' gibi her insanın kolay kolay
yüzemeyeceği bir sitilin niçin yarışmalara alındığı pek bilinmez. Aslında bütün
stillerin orijini kurbağalamadın Uluslararası yüzme federasyonu kurulmadan
önce başka ilginç kategoriler de vardı. Örneğin 1900 yılında Fransa'da Sen
nehrinde yapılan 200 metre engelli yarışında yüzücüler sudaki direklere çıkıyor
sandalların altlarından geçiyorlardı.
Bilinen en eski yüzüş şekli kurbağalamadım Az enerji harcanması nedeni ile bu
stil suda hayat kurtarmada ve keyif için yüzmede de kullanılır. İki kolun ileri
uzatılıp suyun ellerle iki yandan geri çekilmesi bu arada bacakların da
senkronize hareket etmesi kurbağaların yüzüşüne benzediğinden bu adı
almıştır.
İlk zamanlarda kulaç tamamlandığında nefes de kol hareketi başlamadan önce
alındığı için bu arada hız da çok azaldığından dura dura yüzülüyormuş gibi
görünürdü. Gittikçe gelişen bu stilde şimdilerde nefes kolun geri çekiliş
hareketinin tamamlanmasından az önce alınmakta yüzücüler de duraksamadan
yüzmektedirler.
Kelebek stilin kurbağalamadan asıl farkı kol hareketleridir. Kollar ileri
hareketlerini suyun üstünden yaparlar. 1933 yılında ABD'de yapılan bir yarışta
Henry Myers adlı bir yarışmacı kurbağalama stili ile yüzüşün kurallara uygun
olduğu konusunda ısrar etmiş ve sonuçta yarışa kabul edilmiştir.
Sonradan kelebek stili ayrı bir dal olarak yarışmalara alınmıştır. Başlangıçta
yüzücüler ayaklarını kurbağalamada olduğu gibi yana hareket ettirirlerken
sonra yunusun kuyruğu gibi çırpmağa başlamışlardır. Aslına bakarsanız
yunuslama olması gereken bu stilin adı herhalde kelebeklerin uçuşuna
benzetildiğinden olacak kelebek (İngilizce'de butterfly) olarak kabul görmüştür.
Sırtüstü yüzüş şekli ise 20. yüzyılın başında gelişmeye başladı. Bunda da
başlangıçta kol ve ayak hareketleri kurbağalamaya benziyordu. ABD'li Harry
Hebner kravl sitile benzer kol ve ayak hareketlerini geliştirdi ve bu şekilde
yüzdüğü ilk yarışta kurallara uymadığı gerekçesiyle diskalifiye edildi. Yapılan
itirazlar sonunda kurallarda sırtüstü bulunma dışında bir kısıtlama olmadığı ve
bu stilin sırtüstü yüzme hızını daha da geliştirdiği anlaşılarak resmi olarak
kabul edildi ve Harry'nin madalyası verildi.
Serbest stil de denilen kravl yüzüşün yüksek dalgalarla mücadele edebilmek için
Güney Pasifik yerlileri tarafından geliştirildiği sanılıyor. Bütün yüzüş şekilleri
arasında en hızlısı olan bu stil 1902 yılında Avustralyalılar tarafından Avrupa'ya
taşındı. Stil Amerika'ya ulaşınca ayaklar her kulaçta önce 4 kez sonra 1917
yılında iki kadın tarafından daha da geliştirilerek 6 kez çırpılmaya başlandı ve
sürat arttıkça arttı.
3.14 İngilizce'de hindiye niçin Turkey deniliyor?
Özellikle ABD'de Hıristiyanların şükran günlerinin önemli bir sembolü olan
hindi aslında Amerika kıtasının yerlisidir. Vahşi hindi cinsleri Kristof Kolomb
kıtayı keşfetmeden de önce Kuzey Amerika'da yaşıyordu. Hatta Avrupa'dan
Güney Amerika'ya ilk gelenler Azteklerin bir cins hindi ırkını ehlileştirdiklerini
görmüşlerdi.
Amerikan hindileri Avrupa'ya 1519 yılında İspanyollar tarafından getirilmiş
daha sonra bütün Avrupa'da yayılıp 1541 yılında İngiltere'ye ulaşmışlardı.
Hayvancağızı gören İngilizlerin kafaları karışmış o zamanlar Türk toprakları
olan Batı Afrika'dan Portekizli tüccarların getirdikleri Afrika hindisi veya yine
Türkiye üzerinden getirilen Hint tavuğu sanmışlardı. Sonunda her iki ırkın
farklı olduğu anlaşılmıştı ama bu Amerikan kökenli kuşun adı 17. yüzyılda
Amerika'ya göç eden İngiliz göçmenler sayesinde Amerika'da 'Turkey' olarak
yerleşti.
Tabii bu Türkiye'nin isminin niçin İngilizce'de hindi anlamında kullanıldığının
resmi açıklaması. Bunun yanında uydurulmuş başka tezler de var. Bunlardan
biri Kolomb'un ilk yolculuğuna katılan bir Portekiz Yahudi'si Jose de Torres'in
hindiyi görünce İbrânice 'büyük kuş' anlamında 'Tukki tukki' diye bağırması
diğeri de sürekli batıya doğru giderek Hindistan'a ulaşmayı hedefleyen
Kolomb'un Amerika'ya vardığında burayı Hindistan ve hindiyi de Hint tavus
kuşu sanarak onu 'Tuka' diye adlandırması ve zamanla bu kelimenin Turkey
olarak telaffuz edilmesidir.
Durun daha tezler bitmedi. Bir başka tezde de Kızılderililer hindiye 'Fırke'
dediklerinden bu sözcüğün İngilizce'deki telafuzu ile 'turkey'ye dönüştüğü ileri
sürülüyor. Daha başka hindi tezleri de var. Örneğin hindilerin korkunca
çıkardıkları seslerin insanlar tarafından turk-turk-turk (törk) diye taklit
edilmesiyle zamanla onlara Turkey denilmesine neden olduğu bile iddia ediliyor.
Bunda alınıp gücenecek bir şey yok. Türkçe'de de hindi kelimesi Hindistan
anlamına çok yakındır. Ayrıca bizde de bir 'Mısır' örneği var.
Hindiler başlangıçta renkli tüyleri nedeni ile kümeslerde süs hayvanı olarak
yetiştirilmişler et kalitelerinin farkına ise 1935'den sonra varılmıştır. Erkek
hindiler 130 santim boya ve 10 kilo ağırlığa ulaşabilirlerken dişiler neredeyse
yarı ağırlıktadırlar. Vahşi hindiler akarsu ve göl kenarlarında yaşamayı tercih
ederler ve tehlike anında 400 metre mesafeye uçabilirler.
Bu arada marketlerde niçin hiç hindi yumurtası satılmıyor dikkatinizi çekti mi?
Günümüzde tavuklar yılda ortalama 250'den fazla yumurtlayabiliyorlarken
hindiler 100 - 120 adet yumurtlarlar ve yumurtaları 4 -5 kez daha ağırdır. Daha
ziyade yeni hindileri üretmekte kullanılırlar.
3.15 Yağmurda koşan niçin daha çok ıslanıyor?
Yağmur yağarken koşanların daha çok ıslanacağını ileri süren insanı yağmurda
sallana sallana dolaşmaya iteleyen bir görüş ile hiçbir şey fark etmeyeceğini
iddia eden bir başka görüş ortada dolanıp durmaktadır.
Hiçbir şey değişmeyeceğini söyleyenlerin görüşüne göre vücudunuzun bir
dikdörtgen olduğunu ve yağmur damlalarının yere dik düştüğünü farz edelim.
İster bir yüz metreci gibi hızlı koşun ister sallanarak yürüyün bir şey fark
etmez. Hızınıza bağlı olmadan vücudunuza düşen yağmur tanesi sayısı aynı
kalır. Koştukça ön tarafınıza bir saniyede daha çok yağmur tanesi isabet
edecektir ama süre kısaldığından toplam sayı ve sonuç değişmeyecektir.
'Yağmurda yürüyünüz' diyenler ise koşma durumunda yağmur damlalarının aynı
sürede daha çok sayıda birikeceğini ve buharlaşmaları için daha az zaman
olduğundan üzerimizin daha ıslak olacağını aerodinamik tesirleri hesaba
katarak düz yürürken üzerimize düşmeyecek düşey damlaların koşarsak
karşıdan gelecekleri için temas edeceklerini yürürken başımıza düşen damla
sayısının koştuğumuz sırada düşenden fazla olamayacağını ileri sürerek 'ahmak
ıslatan' diye de tabir edilen hafif yağışlarda yürümeyi öneriyorlar. Tabii burada
unutulmaması gereken şey yavaş yürürken bacaklarımızın da çok yağış alacağı.
'Koşunuz!' görüşüne göre ise yağmurda koşmakla yürümek arasında
vücudumuza düşen yağmur tanesi miktarı açısından bir fark olmayabilir ama
önemli olan başımıza düşen miktardır. Bu nedenle koşarsak süre kısalır ve
başımıza düşen yağmur miktarı azalır.
Yapılan bir deneyde yağmur karşıdan 45 derece açı ile yağıyorkenbir defter
kağıdına aynı mesafe 7 saniyede koşulduğunda 131 damla 20 saniyede
yürünüldüğünde ise 216 damla isabet ettiği saptanmıştır. Buna göre yağmurda
yürüyerek gitmek koşmaya göre neredeyse iki misli ıslanmak anlamına
gelmektedir.
Şüphesiz bu Önermeler yapılırken rüzgarın yönü üzerimizdeki giysilerin şekli
ve cinsi ve en önemlisi kapalı alana ulaşılacak mesafe göz önüne alınmamış ve
değerlendirmeler kısa mesafelere göre yapılmıştır. Uzun mesafelerde hiç şansınız
yok koşabildiğiniz kadar koşun ama en doğrusu yağmur geçene kadar kapalı bir
yerde oyalanın.
3.16 Ev çiçekleri bize nasıl zarar verebilirler?
Evimizdeki bitkiler veya süs çiçekleri solunumlarında gündüzleri havadaki
karbondioksiti alarak oksijen verirler ama geceleri ise bizim gibi oksijen alarak
karbondioksit verirler. Bu nedenle de çiçeklerle aynı odada uyumanın havadaki
oksijen azalacağı için zararlı olabileceği konusunda genel bir inanış vardır.
Aslında bu doğrudur ama sanıldığı kadar tehlikeli değildir.
Konuyu daha iyi anlamamız için bir bitkinin aynı anda yaptığı iki işi bilmemiz
lazım. Birincisi hücrelerin nefes alışı ikincisi de ışık ve klorofil özümlemesi diye
de adlandırılan fotosentezdir. Bu iki olay tamamen birbirinden farklı iki ayrı
işlemdir.
Tüm canlı hücrelerde olduğu gibi bitki hücrelerinin de yaşayabilmeleri için
havadaki oksijene ihtiyaçları vardır. Havadan nefes yolu ile aldıkları oksijenle
şeker gibi gıda moleküllerini yakarlar enerji kazanırlar. Bu gündüz ve gece
yaşamları boyunca durmaksızın devam eder.
Bitkilerin yapraklarındaki hücreler aynı zamanda gündüzleri ışıkla birlikte
fotosentez işlemini gerçekleştirirler. Yani bitki gündüzleri her iki işlemi birlikte
yaparken geceleri sadece nefes almaya devam eder. Fotosentez işleminde bitkiler
havadan karbondioksiti alıp oksijen verirler. Ancak hücreler buradan çıkan
oksijeni nefes almada tekrar kullanırlarken nefes verişteki karbondioksiti de
fotosentezde kullanırlar.
Ortalama yetişkin bir insan hareketsiz durumda bir dakikada 15 bir günde 20
bin kez nefes alır. Her solumada yarım litre hava ciğerlerine girer. Yani
dakikada 7-8 litre havayı ciğerlerine çeker ve tekrar verir. Bu günde 11 bin litre
hava demektir. Aslında nefes alırken havadan oksijen alıp karbondioksit veririz
ifadesi de tam doğru değildir.
Aldığımız havada hem oksijen vardır hem de karbondioksit. Verdiğimizde de
aynı şekildedir ama oranları değişiktir. Ciğerlerimize aldığımız havadaki oksijen
oranı yüzde 21 iken dışarı verdiğimizdekinde yüzde 16'dır. Yani her nefeste
aldığımız havanın yüzde 5-6'sı vücudumuzda oksijen olarak kullanılır.
Dolayısıyla havadan aldığımız günlük oksijen miktarı ortalama 570 litre
civarındadır.
Gündüzleri yeterli ışık altında bitkilerdeki fotosentez işlemi bitkinin nefes
almasından daha yoğundur. Yani ortaya fazladan oksijen çıkar ve gündüzleri
odanızdaki havadaki oksijen miktarını artırırlar. Geceleri ışık olmadığından ve
karanlıkta fotosentez işlemi yapılamadığından nefes almaya devam eden
bitkilerden çıkan karbondioksit miktarı daha çoktur.
Evlerimizdeki bitkilerin veya süs çiçeklerinin gündüz çıkardıkları fazla oksijen
ve gece verdikleri karbondioksit miktarı insanın soluduğu havanın içindeki
oksijen miktarı yanında o kadar azdır ki sağlığımızı etkileyebilmesi mümkün
değildir. Ancak kapısı penceresi hava sızdırmaz küçük bir odada dev bitkilerle
birlikte yatma gibi bir alışkanlığınız varsa başka tabii...
3.17 Sabun kiri nasıl gideriyor?
Aslında sabun bir antiseptik yani mikrop öldürücü değildir. Normal bir deri
üzerinde ölü deri hücreleri kurumuş ter çeşitli bakteriler yağlı ifrazatlar ve toz
vardır. Sabunun özelliği mekanik olarak derimizin üzerinden bunların
alınmasını sağlamasıdır.
Suyu ve yağı (ne yağı olursa olsun) aynı kaba koyarsanız birbirlerine hiç
karışmazlar aksine su ve yağ molekülleri arasında birbirlerini iten bir güç
vardır. Elimizi sadece su ile yıkadığımızda derimizin üzerindeki yağ tabakası
suyun derimize temasına mani olur onu dağıtır ve tam anlamı ile temizlik
sağlanamaz. İşte burada sabun devreye girer ve aracılık rolünü üstlenir.
Sabunun bilinen tarihi 2000 yıldan da öncesine uzanır. Hatta Anadolu'da 4000
yıl evvel Hititlerin yaktıkları bitkilerin külleri ile ellerini temizledikleri
bilinmektedir. Sabun tarihinin her döneminde ucuz ve kolay bulunabilen
malzemelerden yapılmıştır. Romalılar sabun yapabilmek için kireç taşını
ısıtarak kireç elde etmiş bu ıslak kireci sıcak ağaç külleri üzerine püs****üp
sonra da karıştırmışlardır.
Oluşan gri çamuru sıcak su dolu bir kazana dökerek keçi yağı ile saatlerce
karıştırarak kaynatmışlardır. Kirli kahverengi kalın bir tabaka oluşunca
soğumaya bırakmışlardır. Soğuma sonucu sertleşen tabakayı parçalara bölerek
sabun olarak kullanmışlardır.
İşte sabun budur. Her sabun kireç gibi bir alkali madde ile bir çeşit yağın
karışımıdır. Günümüzde alkali olarak kireç yerine genellikle kostik soda
kullanılıyor. Keçi yağı yerine de sığır ve koyun yağlarından elde edilen don
yağları hurma pamuk çekirdeği ve zeytinden elde edilen yağlar kullanılıyor.
Alkali ve yağdan meydana gelen sabun da anne ve babasının özelliklerini taşır.
Yani bir taraftan yağı severken diğer taraftan suyu sever. Sabun moleküllerinin
bir ucu yağı diğer ucu da bir alkali olan suyu çeker. Ellerimizi
ovuşturduğumuzda yağ ve kirler dolayısıyla içindeki bakteriler parçalanır.
Sabun molekülleri bu yağlı kirleri sararlar suyla birleştirirler ve artık çözünemez
hale getirirler. Musluktan akan su ile de uzaklaşır giderler. Ellerin kurulanması
ile de bakterilerin çok sevdiği nemli ortam ortadan kalkmış olur.
Günümüzün modern marketlerinde ise sabunun bazı katkı maddeleri boyalar
parfümler deodorantlar bakteri giderici maddeler kremler losyonlar ve
reklamlarda söylenilen diğer maddeler eklenmiş hali ile karşılaşıyoruz.
Şampuan diş macunu tıraş kremi ve kozmetikler sabunun sodyumun değişik
bileşikleri ile yapılmış diğer adlarıdır. Eğer kostik soda yerine potasyum
kullanılırsa daha yumuşak olan sıvı sabun elde edilir.
3.18 Sirklerde kılıcı nasıl yutuyorlar?
İster inanın ister inanmayın gösterilerde kılıcı yutanların yaptıkları numara
sahte değildir. Gerçekten kılıcı yutarlar. Ana problem gırtlak adalelerini
rahatlatmayı öğrenmek böylece yutkunmaya mani olmaktır. Bu özellik haftalar
boyu süren egzersizlerle kazanılabilir. Kılıcın boğazı kesme ihtimali yoktur
çünkü her iki tarafı da keskin değildir yani kördür. Kılıcın ucu sivri gibi görünür
ama midenizin tabanına ulaşamayacak boyda bir kılıç seçerseniz bu da problem
yaratmaz.
Kılıç ve alev yutmanın büyük ustalarından Dan Mannix bu konuda 1951 yılında
bir kitap bile yazmıştır. Mannix bu işi başarabilmek için haftalar boyunca günde
en az bir saat kesme ihtimali olmayan bir kılıç ile çalıştığını söylüyor. Birinci
problem yutkunma refleksinden çıkmış. Yine haftalarca öğle yemeği yemeyerek
kılıç boğazdan girerken boğazın büzüşmesi problemini halletmiş. Sonunda bir
gün kılıcı sokarken boğazı gevşeyebilir hale gelmiş.
Mannix işin en zor yanını geçtiğini zannederken esas zorlukla Adem Elma'sı
denilen yerin arkasında karşılaşmış. Oradaki kıvrımı da geçmeyi başardıktan
sonra kaburga kemiklerine de dikkat ederekkılıcı kabzasına kadar yutabilme
yeteneğini kazanmış.
Kılıç yutmayı evde kendi kendine öğrenmeye kalkışmak son derece tehlikelidir.
Hele bu numarayı yaparken konuşmayı profesyoneller düşünmezler bile.
Yutmadan önce ve sonra kılıcın steril hale getirilmesi de çok önemli bir husustur.
Çok az da olsa katlanabilir kılıçları kullanan bazı hilebazlar ortaya çıkınca
Mannix kılıcı gerçekten yuttuğunu ispatlayacak başka numaralara geçmiş. Özel
olarak imal edilmiş çok ince kalınlıktaki elektrik bağlantıları sadece bir
tarafında bulunan 'U' şeklindeki bir neon tüpü yutmuş. Elektrik verilip neon
lambası yanınca ışık vücudunun dışından da görülmüş. Böylece bu tip şeyleri
gerçekten yuttuğunu ispatlamış.
Mannix ve asistanları işi öyle geliştirmişler ki kızgın kızarmış kılıçları yutma
numaraları bile yapmışlar. Tabii önce asbest bir kılıç kınını yutarak.
3.19 Gazeteler niçin enine düzgün yırtılamıyor? Denerseniz göreceksiniz ki bir gazete sayfasını yukarıdan aşağıya düzgün olarak
yırtabilirsiniz. Ancak sağdan sola yani enine yırttığınızda düzgün yırlamazsınız
muhakkak zikzaklar oluşur.
Gazete kağıdının ana maddesinin ağaç olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir gazete
kağıdında ağacın lirleri yukarıdan aşağıya olacak şekilde gelir.
İşte bu sebeple bir gazete sayfasını düşey olarak yırtarsanız yırtık liflerin
yolunu takip ederek düzgün bir şekilde aşağıya kadar iner. Enine yırtıldığında
her life rastlayışında yırtılma zikzak çizer.
Peki lifler niçin düşey doğrultuda? Bunun nedeni kağıdın üretiliş biçiminde
yatıyor. Bu lifler çok az su içeriyor ve üretim bandında bandın hareketi boyunca
yayılıyor. Üretim bandı sonunda su kuruyor ama lifler kağıtta uzunlamasına yer
alıyor.
3.20 Atletler niçin saat yönünün aksine koşuyor?
Sağ elini kullanan insanlar ayakla yapılan hareketlerde de sağ bacaklarını
Öncelikle kullanırlar. Bu nedenle de sağ bacakları daha güçlüdür.
Sola kavis çizerek koştuklarında sağ ayak dışarıda kalır. Özellikle kısa mesafe
koşularında pistin köşelerinde koşucular hafif içe meylederek koştukları için sağ
ayağa daha çok yük biner ve koşucu bu kuvvetli ayağı ile sola doğru daha rahat
koşar.
İnsanların çoğu sağ ellerini kullanırlar. Erkeklerin sadece yüzde 5'i kadınların
ise yüzde 3'ü solaktır. Çoğunluğun rahatı düşünüldüğü için de atletler pistte saat
yönünün aksi yönde koşarlar. Tabii bu durumda ve özellikle 400 metre
koşularında solakların şansı biraz azalmış oluyor.
3.21 Boks ringleri niçin dört köşedir?
Bilindiği gibi 'ring' kelimesi İngilizce'de daire halka anlamındadır. Parmağa
takılan yüzüğe bile bu nedenle 'ring' denilir. Aslında geçmişte profesyonel boksta
boksörler grup halinde kasabadan kasabaya dolaşır oradaki yerli boksörlerle
maç yaparlardı.
Boks yapılacak alana seyirciler daire şeklinde yerleştirilir en önde oturanlara
alanı çevreleyen ip tutturularak başkalarının boks yapılacak yere girmeleri
önlenirdi. Ayrıca sahnedeki boksöre meydan okuyan biri kafasını bu ipe çarparak
dövüşmek isteğini belirtirdi.
Seyirci miktarı artınca bu usulü uygulamak zorlaştı. Yere dikilen kazıklara ip
bağlanarak boks yeri belirlenmeye başlandı. Tabii ki bu iş için en uygun şekil
kare idi.
Boks yapılan yerlerin dünyanın her yanında kare olmasına rağmen "ring" diye
adlandırılmasının hikayesi işte bu!
3.22 Asansör düşerken zıplanılsa ne olur ? Düşünün ki asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat yani saniyede 18 metre
hızla düşüyor. Siz de son saniyede yukarı zıplıyorsunuz. Yukarı zıplamanız olsa
olsa saniyede 4-5 metre hızla olabilir. Yani siz yine de yaklaşık saniyede 13-14
metre hızla yere düşmeye devam ediyorsunuz.
İster saniyede 18 metre isterse 13 metre hızla yere düşün sonuç fark etmez. Sizi
yerden kazımak zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayın asansörü tutan tek
bir kablo değildir en azından 5 veya 6 kablo vardır. Bu kabloların her biri tek
başına asansörün ağırlığım taşıyabilir.
Diyelim ki bu kabloların hiçbiri görevini yapmadı asansörü durduracak bir
başka fren donanımı daha vardır. Hatta bazı asansör boşluklarında ilaveten
yaylı veya yağlı hayati tehlikeyi Önleyecek özel sistemler de bulunur.
Bu sistemlerin hiçbiri çalışmazsa yine de iyimser olmaya çalışın hiç olmazsa
hayatınızda bir kere hiçbir katta durmadan doğrudan zemine inmiş
oluyorsunuz!
3.23 Mum yanınca niçin geriye bir şey kalmıyor? Gerçi şimdi elektrikler kesilince otomatik olarak devreye giren lambalar hatta
jeneratörler var ama mum hayatımız boyunca evimizin demirbaşı olmuştur. Onu
o kadar hayatımızın olağan bir parçası olarak algılamışızdır ki fitiline bir kibrit
çaktığımızda onun nasıl yandığını yandıkça katı kısmının nereye gittiğini
düşünmeyiz bile.
Tarihi çok eskiye uzanan mum ışığının adeta büyülü bir gücü vardır. İnsanda
romantik duygular uyandırdığı gibi tüm dinlerde ruhani bir yeri de vardır. Ayin
ve adakların vazgeçilmez malzemesidir. Mum tarihin ilk icatlarından biridir.
Mısır'da ve Girit adasında milattan 3000 yıl önceden kalma mumlar
bulunmuştur ama en yaygın kullanışı ortaçağda Avrupa'da olmuştur. Tarihi bu
kadar eski olup da günümüzde de popülaritesini yitirmeyen ve çok yaygın olarak
kullanılan başka hiçbir şey yoktur.
Aslında mumun yapısı çok basittir ama yanma mekanizması o kadar basit
değildir. Mumun yapısında iki ana eleman vardır. Birincisi yakıt görevini gören
bir çeşit balmumu ikincisi de emici özelliği olan bir çeşit sicim yani fitil. Fitilin
emici özelliği çok önemlidir. Çünkü mumun yanma sırrı burada gizlidir. Bu
özellik gaz lambalarının fitillerinde de vardır ve onlar da aynı prensiple
çalışırlar.
Elinize herhangi bir sicim alıp ucundan su dolu bir kaba daldırdığınızda suyun
sicim tarafından emildiğini ve suyun sicim boyunca yukarı çıktığını renginin
koyulaşmasından anlayabilirsiniz. İşte fitil de mumun üst kısmında alevden
dolayı eriyen balmumunu emerek üst kısmına taşır ve bu bölgede yanmanın
devamını sağlar yani burada asıl yanan ve ışığı veren fitil değil balmumunun
kendisidir.
Parafin balmumları ham petrolden yapılır yani koyu bir hidrokarbon olup iyi bir
yanıcıdırlar. Çakmağı çakıp fitili tutuşturunca mumun en üst tabakasının da
erimesine ve dolayısıyla mekanizmanın çalışmaya başlamasına sebep olursunuz.
Fitil bu erimiş balmumunu yukarı aleve doğru taşır balmumu alevin
sıcaklığında buharlaşır ve tutuşur. Yanan şey aslında mumun katı kısmı
olduğundan mum tümüyle yanıp bittiğinde geriye pek bir şey kalmaz.
Mum yapmada en çok arı balmumu benzin üretiminde petrolden çıkan bir yan
ürün olan parafin veya bitkisel ve hayvansal yağlardan yapılan 'stearin'
kullanılır. Günümüzde en fazla kullanılan mumlar bunların karışımı ile elde
ediliyor. Mumlar çekme yöntemi ile dökülerek veya pres edilerek yapılıyor. Her
şey tamamlandıktan sonra boya banyolarına sokulurlar ve en sonunda da
parlaklık kazandırmak için soğuk suya daldırılırlar.
3.24 Yazın niçin açık renk giysiler giyiyoruz?
Yaz günleri güneşli sıcak günlerde genellikle beyaz veya açık renkli giysiler
giyeriz. Beyaz renk güneş ışığı içinde bulunan bütün ışınları yansıtır yani bütün
renklerin birleşimidir. Siyah renk ise tam aksine bütün ışınları emer. Siyah renk
üzerinde hiçbir ışın yansımaz yani aslında siyah bir renk değildir renksizliktir.
Siyah renkli kumaşlar ışığın hepsini tuttuklarından beyaz kumaşlara göre
tenimizi 5 derece daha sıcak tutarlar. Peki öyleyse Sina çöllerindeki bedeviler
niçin siyah renkte giysi giymeyi tercih ediyorlar? Çünkü siyah renkli giysi
kumaş ile tenin arasındaki havayı ısıtıyor ama aynı anda bir havalandırma
mekanizmasının da çalışmasını sağlıyor. Bu ısınan havanın yerini alan hava
bedevilerin serinlik hissi duymalarını sağlıyor.
Siyah giysiler güneşin tüm ışınlarını tenimize geçirirler ama beraberlerinde
enfraruj ışınlarını da. Bu nedenle çok güneşli bir günde açık renk giymek
kesinlikle faydalıdır. Kapalı bir yerde ise enfraruj ışınları nüfuz edemeyeceği için
siyah rengin ısıyı daha fazla iletmesi avantaj yaratabilir. Belki de dışa beyaz içe
siyah giymek giysi ten ve hava arasındaki ısı alışverişi için en ideal
kombinasyondur. Tabii kışın da tam tersi.
Kışın üst üste giyinmenin asıl faydası iki giysi arasında hava tabakası
oluşmasıdır. Bilindiği gibi hava iyi bir izolatördür. Yani ısı iletkenliği iyi değildir.
Bu şekilde güneşin ışığı tutulduğu gibi vücuttan da ısı kaybı olmaz. Yani kışın
iki kat giyinildiğinde dıştakinin siyah içteki giysinin ise beyaz renk olması
gerçekten faydalıdır.
3.25 Camın arkasında güneşte bronzlaşabilir miyiz? Hayır. Güneşte cildimizin renginin değişmesini sağlayan güneş ışığının içindeki
ültraviyole (UV) ışınlarıdır ki bunlar camdan geçemez. UV ışınları görünmeyen
yüksek enerjili kısa dalga boylu ve görebildiğimiz renk dağılımında mor rengin
ötesinde yer alan ışınlardır. Bunun için çok güneşli bir havada güneş tam
karşıdan gelirken araba kullandığımızda yüzümüz değil de açık olan pencereye
yaslı kolumuz kızarır.
Bizim bronzlaşma ve çok sağlıklı görünüyoruz diye beğendiğimiz derimizin
güneş altında rengini değiştirmesi olayı aslında 'derma' diye bilinen cildimizin
ikinci tabakasındaki pigment hücrelerinin bir reaksiyonudur. Bu hücreler UV
ışınlarına maruz kaldıklarında 'melanin' denilen daha koyu pigmentlerin
miktarını artırırlar. Bu koyu pigmentler derimizin üst tabakalarına gelirler ve
böylece derimizin rengi koyulaşır.
Melanin UV ışınlarını emer yani vücudun melanin üretimini artırması
vücudumuzu UV ışınlarının tehlikeli etkilerinden korumak içindir. Ama bir
noktadan sonra bu da geçerli değildir. Güneşin altında ne kadar yanmış olursak
olalım derimizin rengi ne kadar koyulaşırsa koyulaşsın yine de güneş ışığının
içindeki UV ışınlarının yarısını derimiz içine almaya devam edebilir.
Aşırı UV ışınlarına maruz kalmak sonunda deri kanserine bile yol açabilir. Her
yıl yarım milyon insanda bu hastalık görülmektedir. Özellikle gençler arasında
giderek artmaktadır. Gerçi bu tür genellikle başarı ile tedavi edilmektedir ama
ciğere veya beyine yayılabilecek çok daha kötü türleri de vardır.
Çok güneşli havalarda UV ışınlarından korunmak şapka ve gözlük takmak
tavsiye edilir. UV ışınları gözlerimize de çok zararlıdır. Unutmayalım ki
vücudumuzdaki en ince deri göz kapaklarımızdadır. Güneşe çıkmak zorunda
kalmayacaksa koruma faktörü yüksek krem ve yağlar kullanılmalıdır.
UV ışınları cisimlerden de yansır. Bu nedenle gölgede kalmak da çare değildir.
İnsan gölgede de yanabilir.
Güneş enerjisi tahmin edilenden çok daha güçlüdür. Yeryüzünde 3
kilometrekarelik bir tarlanın bir gün boyunca güneşten aldığı enerji Hiroşima
üzerinde patlatılan atom bombasının salıverdiği enerjiye eşittir. Bombadan
enerji bir anda boşaltıldığından şok dalgaları oluşmuş ve ölümcül olmuştur.
3.26 Elektrik insanı nasıl çarpıyor?
İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor.
Sıvılar iyi iletkendirler yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir
kap olarak düşünürsek bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da
vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanınca o da iletkenleşiyor
hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.
Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki bir
elektrik akımının insana en tehlikeli frekans aralığı 50 - 60 Hz.dir. Elektrik
akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun basıncı neyse 'Volt'ta
odur. 'Amper' de suyun miktarının karşılığıdır.
Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar oluşur ve
elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen elektrik akımı
derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma merkezini felç eder kalbin
ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının sonucu
genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre yapılmalıdır.
Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir. Elektriğin elden ele veya elden
ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar verebilir.
Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriğimizdir. Sinir
sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız elektrik karşılaşıp iç içe
girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler yaratıyor.
Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin önemli
olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile fizikçiler arasında
görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de tam bir tanımı yapılmış veya
tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış değil.
Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne sürenlere
göre akım doğrudan kalbi etkiliyor. Bu düşünüşe göre l ila 5 miliamper akımın
vücutta hissedilme seviyesi; 10 miliamperde acı başlıyor; 100 miliampere gelince
sinirler reaksiyon gösteriyor ve 100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün
bu değerlendirmeler tam bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun
içinde iseniz cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil
mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz.
Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse genellikle hayatlarının geri kalan kısmını
bu olayın izi kalmadan problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da
olsa sinir sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka
girenlere de kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.
4
İNSAN
4.01 Ağrı nedir?
Ağrı olayı ince sinir sistemimizle beyin kas sistemimiz ve dolaşım sistemimizle
doğrudan ilgilidir. Ancak bu iletişimin sırları tam olarak çözülebilmiş değildir.
Ağrı doktorun hastalığı teşhis etmesine yardım eder öyleyse faydalıdır. O
zaman kadınlar niçin ağrılar içinde doğum yapar? Niçin çok ciddi bazı
hastalıklarda ağrı hiç ortaya çıkmaz?
Ağrılar dört sınıfa ayrılır. İlk ikisi toplumca bilinen klasik ağrılardır. İlki
Parmağımıza inen bir çekiç darbesi sonucu duyulan ağrı. İkincisi vücudumuzun
içinden kaynaklanan romatizma migren vb. ağrılar. Üçüncü sınıf ağrılar tuhaf
ve mantıkdışı görülen ve olaydan çok uzun bir süre sonra ortaya çıkabilen
ağrılardır.
Örneğin bir kolun kesilmesinden yirmi yıl sonra olmayan kolda ağrı hissedilmesi
olayları ile karşılaşılmıştır. Dördüncü sınıf ağrılar ise doğrudan kişinin ruhsal
hali ile ilgili olan hayali ağrılardır. Nedeni hayali de olsa ağrı gerçektir. Bu tip
ağrıların yüzde 30'unun ilaç niyetine verilen etkisiz maddelerle giderildiği
bilinmektedir.
Baş ağrısını ise diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekir. Yapılan
araştırmalara göre baş ağrılarının yüzde 90'ı kas ağrılarıdır. Ağır bir el çantası
ya da omuz çantası taşımak telefonu çenenin altına sıkıştırarak konuşmak
başın öne eğik olduğu konumda sürekli daktilo yazmak ve okumak gibi
hareketlerin boyun ve baş kaslarını etkilemesi baş ağrılarının en yaygın
nedenlerini oluşturmaktadır.
Tarih boyunca ağrıyı gidermek için sıcak su kızgın demirle dağlama gibi başka
bir ağrı uygulama da dahil olmak üzere çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Bunların
ortaya koyduğu en önemli yarar ağrının oluşum ve engelleme mekanizmasının
omurilikte değil beyinde bulunduğunun saptanması olmuştur.
En kuvvetli bir ağrının bile gerilim durumunda veya tam tersi olan uyku halinde
ortadan kalkması ağrının denetiminde beynin ne kadar büyük bir rolü olduğunu
gösterir. Örneğin kimi kazalardan sonra kendileri ile konuşulan yaralı
kazazedelerin hiç acı duymadıklarını söyledikleri çok görülür.
Ağrı üzerinde en etkili iki ilaç haşhaştan elde edilen morfin ile söğüt
kabuğundan elde edilen aspirindir. Bu maddeler ağrılı duyuyu uyarmak yerine
ağrının hissedilmesini engeller. Ağrı özellikle insanları ilgilendirir. Bize ağrı
çektiren olayların çoğu hayvanlarda görülmez.
4.02 Nasıl sarhoş olunuyor?
İlk yudumla birlikte alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra ciddi
miktarda kana karıştığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana
karışması en çok ince bağırsaklarda olur.
Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol derhal merkezi sinir
sistemimizi etkilemeye başlar. Birkaç dakika sonra beyne geçerek sinir
hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaşlatır.
İçmeye devam edilirse beyindeki görme denge konuşma ve muhakeme ile ilgili
sinir merkezleri etkilenmeye başlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini
yenebilmek için kalp kası zorlanır ve nabız artar.
Biraz daha içilirse şuur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse
alkolün kandaki oram alkol zehirlenmesi seviyesine ulaşır solunum yetmezliği
nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.
Alkol oldukça yavaş yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaşık 10
saat sürer.
Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar. Yapılan
araştırmalara göre ABD'de insanlar genel olarak kalori ihtiyacının yüzde 10'unu
alkolden karşılamaktadır. Alkoliklerde bu oran yüzde 50 olup ciddi beslenme
bozuklukları görülür.
Alkol karaciğer yetmezliği yanında kalp hastalığı ve kanser riskini de artırır.
Beyinde hücre kaybına yol açar uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon
artar psikiyatrik bozukluklar başlar.
Ama alkolün en büyük etkisi sağlığı bozmasının yanında aileleri ve
arkadaşlıkları parçalaması hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır. Haydi
şerefinize!
4.03 Vurgun yemek nasıl olur?
İnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil inci mercan
sünger gibi şeyleri çıkarıp geçimlerini sağlamak için de dalmışlardır.
Deniz seviyesinde hava basıncı l atmosferdir. İnsan vücudunun solunum ve
dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde derine gittikçe her 10
metrede basınç l atmosfer daha artar. 30 metre derinlikte su basıncı 3
atmosferdir yani bu derinlikte vücudumuzun her santimetrekaresine suyun
yaptığı basınç yüzeye oranla üç mislidir.
Hiçbir gereç kullanmadan 30 metre derinliğe inildiğinde akciğer kapasitesi
dörtte birine düşer kan basıncı artar vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı
artar bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30
metrenin altına inmek tehlikelidir.
Ancak tüple dalışın da kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış basıncın
yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki oksijen azot gibi
gazlar dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar.
Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle
genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz ama özellikle azot
gazı damarlarda süratle genleşerek damar tıkanıklığı akciğer yırtılması ve
hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar.
Bu şekilde vurgun yiyenler süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar
vurgun yediği derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka
önlem de vurgun yiyeni aynı derinliğe tekrar indirmektir.
Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkmalı hatta belirli derinliklerde
beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup pratikte eğitmenler bunu
dalgıç adaylarına 'yüzeye gelen en küçük bir hava kabarcığından daha hızlı
çıkma' şeklinde öğretirler.
4.04 Neden esneriz?
Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaşıcı mıdır? Aslında esnemenin
ve fizyolojisinin ardında yatan gerçek hala tam olarak bilinememektedir.
Önceleri esneme insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını
artırmak için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak
düşünülüyordu. Yapılan deneylerin sonucunda esnemenin solunum olayına kısa
bir destek verdiği ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir.
Hem burnumuzla hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen kapalı ağızla
esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman sabah
uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme 6 saniye sürer.
Sadece insanlar değil kediler kuşlar fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak
farklı türlerdeki bu davranış biçimi aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin
insanların gülme olarak yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda
korkunun ifadesi olabilmektedir.
Yapılan araştırmalarda hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı
karşılama sırasında esnedikleri insanların ise tersine dış uyarılarda azalma
olduğunda esnedikleri saptanmıştır.
Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de canı sıkıldığı halde uyumamaya
çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de
sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin
sebebi organizmanın kendini sakinleştirmesidir.
Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen
şekillenmenin diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı
tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak onun gibi
bir şey.
Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk insanlardan
kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız akşamları ateşin
etrafında topluca otururken grubun lideri tüm dişlerini göstererek esner
oturumu kapatır artık gecenin başladığı herkesin sabaha kadar yatması ve
hareket etmemesi gerektiği sinyalini verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek
görüş birliği içinde olduklarını beyan ederlerdi.
Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba televizyonu
uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu nedenle günümüzde
esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve önümüzdeki bir milyon yıl içinde
ortadan kalkacağı sanılmaktadır.
4.05 Niçin yaşlanıyoruz? Her insan vücudu zaman geçtikçe yaşlanır. İnsan ömrü her kişiye göre farklı
olmakla birlikte günümüzde ortalama 75 yıla ulaşmıştır.
Bilimciler insanların 150 yıla kadar yaşayabileceklerine inanıyorlar. Bugüne
kadar kayda geçen en uzun insan ömrü Japon Shigechiyo Izumi'ye aittir. Bu kişi
120 yıl 237 gün yaşamıştır.
İnsanların büyümesi yaşlanmaları ve ölmeleri üzerine çeşitli teoriler var. Bir
teoriye göre Ömrümüz süresince biyolojik aktivitemizde ortaya çıkan bazı
kimyasal reaksiyonlar gün geçtikçe başta böbrek ve kalp olmak üzere sağlıklı
hücrelerimize zarar vermektedir.
Bir başka teoriye göre ise genetik programlamamızla ömrümüz önceden
belirlenmiştir. Program hücrelerimiz üzerinden yaşlanmamızı kontrol ediyor
yeterli sayıda hücre öldükten sonra organlar gereken düzeyde çalışmıyor ve
insan ölüyor. Ancak ilk çağlarda insan ömrü ortalama 30-40 yıl iken günümüzde
75 yıla ulaşması bu savı çürütmektedir.
Bu amaçla bilimciler meyve sineklerinin genleri ile oynayarak daha uzun
Ömürlü sinekler yaratmayı başarmışlardır. Bu uzun ömürlü sineklerin
diğerlerinden farkları oksitlenmeyi önleyen enzim nedeniyle savunma
sistemlerinin daha güçlü olması ve yağ depolama kabiliyetleri bakımından açlığa
dayanıklı olmalarıdır.
Meyve sineği üzerinde yapılan araştırmalar insan ömrü konusunda ciddi bir
ipucu verememiştir ancak genetik bakımdan insanlara daha yakın olan fareler
üzerinde yapılan çalışmaların daha gerçekçi bilgiler verebileceği sanılmaktadır.
Bir başka saptama da °°°°bolizması yüksek yani oksijeni çok hızlı yakan
canlıların yavaş yakanlara göre daha az yaşadıklarıdır. Örneğin farelerin
°°°°bolizmik hızları insandan daha yüksektir ama nadiren 3 yıldan fazla
yaşarlar.
Son zamanlarda adlarından sıklıkla söz edilen E ve C vitaminlerinin de
antioksidan grubunda yer alarak yaşlanmayı çok az da olsa geciktirdikleri
gözlemlenmektedir.
İnsan vücudunda hücrelerin bölünerek yeni hücre oluşturabilmelerinin de
sayısı sınırlıdır. Sonuna kadar bölünebilen tek hücre kanser hücresidir.
Dolayısıyla aslında kanserin sırrının çözülmesi insanın yaşlanma olgusuna da
ışık tutacaktır.
4.06 Niçin gıdıklanıyoruz?
Gıdıklanmak rahatsız edici olduğu kadar eğlendiricidir de. Başkaları tarafından
hatta bazen dokunulmadan gıdıklanırız ama kendi kendimizi gıdıklayamayız.
Bazıları gıdıklanmaya karşı çok hassasken bazıları etkilenmez bile.
Bir insan gıdıklanınca derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifçikleri harekete
geçer. Özellikle tüyle okşama böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu
lifçikler sinyalleri beyne gönderirler. Ancak araştırmacılar bu sinyallerin
beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beyinin gıdıklanmaya tepkisi
kaşınmaya olan tepkisi gibi gönülsüz yapılan bir tepkidir.
Gıdıklama ile kan basıncı artarken nabız ve kalp atışı hızlanır beynin
uyanıklığı fazlalaşır. Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar psikolojik yanı da
vardır. Gıdıklanma başlangıçta zevkli olabilirse de sürdürüldüğünde korku ve
paniğe dönüşebilir.
İnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler ayak altı avuç içi ve koltuk altı gibi
bölgelerdir. Bunun nedeni buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır.
İnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden
hangisinin dışarıdan geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin
elimizin yanması gibi acil refleks gerektiren dışarıdan gelen uyanlara öncelik
verir. Bu nedenle bir başkası tarafından gıdıklandığımızda reaksiyon gösteririz
ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıştığımızda beyin bu noktalardaki
hassasiyeti azalttığından gıdıklanamayız.
4.07 Renklerden nasıl etkileniriz? Renklerin insan davranışını ve psikolojisini önemli ölçüde etkilediği bugün
kesinleşmiştir. Kanada'da bir okulda yapılan deneyde odaların renk ve ışık
düzenlerinin değiştirilmesi ile bazı öğrencilerin zeka düzeylerinin ve disiplin
sorunlarının olumlu biçimde etkilendiği tespit edilmiştir. Ancak insan gözünün
ışık ve rengi algılayan ağ tabakasının görme sinirleri vasıtasıyla bunu beyne
ilettikten sonra beyinde nasıl fizyolojik etkiler yarattığını renkbilimciler henüz
açıklayamıyor.
Aslında gözümüze gelen görüntü iki çeşit görme hücresi aracılığı ile taranır.
Silindir veya çomak şeklinde olanlar ışığı koni şeklinde olanlar ise rengi algılar.
Gözümüzde 7 milyon konik ve 100 milyon kadar silindirik hücre vardır.
Renge duyarlı konik hücreler ağ tabakasının ortasında ışığa duyarlı silindirik
hücreler ise kenarında daha yoğundur. Bu nedenle gece gökyüzünde gözümüzün
kenarından gördüğümüz bir yıldızı ona doğrudan bakınca göremeyiz. Çünkü
burada ışığa hassas silindirik hücreler daha az olduğundan görüntü kaybolur.
Aynı şekilde gözümüzün kenarıyla baktığımız şekillerde renkler kaybolur.
Yapılan deneylerde pembe renge bakan kişilerin rahatladıkları kırmızı turuncu
ve sarı gibi sıcak renklere bakanlarda tansiyonun yükseldiği nabzın ve
solunumun hızlandığı terlemenin çoğaldığı mavi rengin ise tam tersi etki
yarattığı belirlenmiştir.
Araştırmalar insanların en çok mavi rengi sevdiklerini bunu kırmızı ve yeşilin
takip ettiğini göstermektedir. Erkekler yeşil deniz mavisi turuncu ve koyu mor
renkleri tercih ederken kadınlar firuze yeşili açık mavi pembe gibi açık-uçuk
renkleri çocuklar ise mavi kırmızı yeşil sarı ve turuncu gibi canlı renkleri daha
çok sevmektedirler.
Bir binada sarı renge boyanmış bir tavan odayı daha yüksek sarı renkli
duvarlar ise daha geniş gösterir. Kliniklerin sıcak renklere boyanması beyaz
rengin hastalarda yarattığı hüzün duygusunu azaltır. Ayaküstü hazır yiyecek
satan dükkanların duvarları iştah açtıran portakal rengine boyanırken yarış
arabalarında kırmızı veya turuncu-sarı renkler tercih edilir. Aslında bir renk
olmayan daha doğrusu renksizlik olan siyah da makam araçlarının klasik
rengidir.
Kırmızı renk kan rengidir asırlar boyu tehlikenin ve tahribatın simgesi
olmuştur. Trafik ışıklarında 'dur' sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur.
Ameliyathanelerde bulaşan kan rengini belli etmeyeceği için mantıken kırmızı
giysi kullanılması gerekirken teskin edici mavi ve yeşil renkler tercih edilir.
4.08 Saçlarımız niçin uzuyor?
Çünkü aksi takdirde berberler işsiz kalırdı! Ha ha! Şaka bir yana
vücudumuzdaki kılların çok önemli görevleri vardır. Saçlarımız başımızı yazın
güneşten kışın soğuktan korurlar. Kaşlarımız terimizin kirpiklerimiz küçük
parçaların gözümüze girmelerine engel olurlar. Burun ve kulaklarımızdaki kıllar
tozların girmesini önler. Vücudumuzdaki diğer kıllar ise derimizi serin tutar ısı
kaybını önler.
Bizler sadece saçımızın sakalımızın koltukaltlarında ve genital bölgelerimizdeki
kılların uzadığını kollarımız bacaklarımız ve diğer yerlerdeki kıllarımızın
uzamadığını düşünürüz. Gerçekte saçımız da uzamasını bir süre sonra durdurur
ama bunun için bayağı uzun bir süre geçer.
Vücudumuzdaki kılların her biri topraktaki çim gibi derimizin altındaki kendi
torbasında yetişir ve büyür. Bu torbalardaki yeni saç hücreleri kılların köklerini
oluşturur. Yeni hücreler oluştukça eskilerini torbalardan dışarı iterler ve bu
hücreler dışarı itildikçe canlı olma özelliklerini kaybederler yani ölürler ve de
kıllarımızın ve saçlarımızın bizim görebildiğimiz kısmını oluştururlar.
Vücudumuzun hangi kısmında olduklarına bağlı olarak kıl torbasında belirli bir
sürede yeni kıl hücreleri üretilir. Bu süreye 'büyüme süreci' denir. Sonra büyüme
bir süre için durur. Buna da 'durma süreci' denir. Bu sürecin de sonunda kılların
yine büyüdüğü 'büyüme süreci' gelir ve bu böyle devam eder gider.
Durma sürecinde kıl kopar ve alttan gelen bir yenisi yerini alır. Yani bir kılın
veya saç telinin ulaşabileceği en uzun boyutu bu büyüme sürecinin uzunluğu
belirler. Kollarımızdaki kılları oluşturan hücrelerin büyüme süreci birkaç ay
olarak programlanmıştır. Bu nedenle kıllar kısa bir süre içinde uzar bir
santimetre civarında bir uzunluğa geldiklerinde artık uzamazlar belirli bir
sürenin sonunda da alttan yenileri gelir.
Diğer taraftan saçlarımızın büyüme süreci iki seneden altı seneye kadar değişir.
Eğer kesmezseniz bir metre hatta daha da fazla bir uzunluğa ulaşabilir.
Saçlarımız üç aylık bir uzamanın ardından bir durma evresi geçirir ve bu sırada
alttan gelen yeni saçlar eskilerini atar yani dökülmelerine sebep olur. Bunu
banyo yaptıktan sonra lavaboya dökülen saçlarınızdan anlayabilirsiniz. Bu yolla
bir insan her gün 70-100 arasında saç teli döker.
Saç ve kıllarımızın her birinin büyüme ve durma süreçlerine başlama zamanları
farklı olduğu için hepsi birden aynı anda dökülmediklerinden devamlı olarak
başımızda saç vücudumuzda kıl olur. Hayvanlarda bu süreçler aynı zamanda
başlayıp bittiğinden onlar yılın belirli zamanlarında tüylerini dökerler.
4.09 Niçin uyuyoruz?
İşte hayatımızla ilgili son derece önemli bir soruya bir sürpriz cevap daha! 'Hiç
kimse bilmiyor.' Cevabın kolay olduğunu uykuda enerjimizi şarj ettiğimizi
söyleyebilirsiniz ama bilimsel araştırmalar bunu göstermiyor. Yapılan
araştırmalarda İngiltere'de 70 yaşında bir kadının her gece bir saat uyuyarak
hatta bir keresinde 56 saat uyanık kaldıktan sonra sadece l5 saat uyuyarak
ertesi gün tam performans ile hayatını sürdürebildiği gözlemlenmiştir.
Aslında normalde hepimizin bildiği gibi bir gece dahi uyumasak ertesi gün
adrenalin nedeni ile bütün aktivitelerimiz yavaşlamaktadır. İki gece üst üste
uyumayan insanda ise durum daha kötüdür. Dikkat ve konsantrasyon düşer
hatalar artar.
Üç günden sonra insan hayal görmeye başlayabilir düşünce berraklığı kaybolur.
Daha sonra ise artık insan gerçekle ilişkisini keser. Fareler üzerinde yapılan
deneylerde bir canlıyı uyanık tutmaya çalışmakla ölümüne neden olunabileceği
ispatlanmıştır.
Ayrıca arka arkaya geceleri yetersiz uyuyanlarda da benzeri problemler
gözlemlenmiştir. Uyku süresince oluştuğu gözlemlenen diğer iki olaydan biri
çocukların büyüme hormonlarının gelişmesi diğeri ise bağışıklık sistemimiz için
gerekli olan kimyasalların salgılanmasıdır.
Fakat soru hala yerinde duruyor! 'Niçin uyuyoruz?' Kimse bilmiyor. İşte size
çeşitli teoriler.
Uyku insana kaslarını ve diğer dokularını onarma yaşlanan veya ölen
hücrelerini yenileme şansı verir.
Uyku insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme gereksizleri unutma ve
arşivleme şansı verir. Rüyalar da bu işlemin bir parçasıdır.
Uyku enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde 4-5 kez yerine üç
öğün yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir şey
yapamayacağımızdan anahtarı kapatarak enerji tasarrufu yaparız.
Uyku bütün gün çalışan beynin bir şarj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji
harcanmasını kısarak beyin hücre aktiviteleri için gerekli olan enerjiyi
artırabilir.
Uyku hakkında tüm bildiğimiz geceleri iyi bir uyursak sabahları kendimizi iyi
hissettiğimiz hem vücudumuzun hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini
tazelediği olgusudur.
4.10 Uyku nedir?
Uyku insan hayatında sırrı tam olarak çözülememiş enteresan bir olaydır.
Uykunun nasıl olduğunu bir bakıma hepimiz biliriz. Uyuyan bir insanda
aşağıdaki durumlar gözlemlenir;
o Yatarak uyur.
o Gözleri kapalıdır.
o Çok yüksek bir ses olmadıkça hiçbir şeyi işitmez.
o Daha yavaş ve ritmik olarak nefes alır.
o Adaleler tamamen gevşemiştir. (Eğer bir koltukta otururken uyumuşsanız
derin uykuda koltuktan düşebilirsiniz.)
o Bir veya iki saatte bir kendi vücudunu elleri ile kontrol eder.
Bunlara ilave olarak kalp atışı yavaşlar ve beyinde rüya denilen çok ilginç
olaylar oluşur. Diğer bir deyişle uyuyan insan çevresinde oluşan şeylerin çoğuna
ilgisizdir. Uyuyan bir insan ile komada olan bir hasta arasındaki en önemli fark
uykuda olanın yeterli bir dış müdahale ile uyandırılabilmesidir.
Vahşi doğada yaşayan hayvanlar için bu düzgün ve etrafa ilgisiz yaklaşık sekiz
saatlik uyuma periyodu pek mümkün görünmemekte bu durumun insanın
evrimi süresince oluştuğu sanılmaktadır.
Sürüngenler kuşlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında kısa
süreler için de olsa çevreleri ile ilişkilerini keserler. Bazı balıkların ve kurbağa
gibi hem suda hem de karada yaşayanların da belirli sürelerde aktivitelerini
yavaşlattıkları fakat hiçbir zaman çevre ile ilgilerini kesmedikleri biliniyor.
Böceklerin ise uyuyup uyumadıkları bilinmiyor ancak onların da bazıları gece
bazıları gündüz hareketsiz kalıyor.
Beyin dalgaları üzerine yapılan çalışmalar sonucu sürüngenlerin rüya
görmedikleri kuşların çok az memelilerin ise hepsinin uykularında rüya
gördükleri saptanmıştır. İlginç olan noktalardan biri şu ki inekler ayakta
uyurken değil de yatarken rüya görebilmektedirler.
Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun süre
uyurken köpekler kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların bazıları uyku
için geceyi tercih ederken bazıları gündüzü tercih eder.
İnsanların uyku ihtiyacı yaşlandıkça azalır. Yeni doğmuş bir bebeğin uyku
ihtiyacı günde 20 saat iken dört yaşında 12 saate on sekiz yaşında 10 saate
düşer. Yetişkinler uyku için 7-9 saate ihtiyaç duyarlar ama genelde 6 saat
yeterlidir.
4. 11 Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek biz
yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir şey
kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve ayarlıyor.
Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da 'hipotalamus'. Ayrıca
derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter bezi ve bu bezlerin her
santimetrekaresinde 400 ince kanal var.
Çevre ısısının artması ile beyin ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince
kanallar vasıtası ile deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı
salgılarlar. Cilt üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken vücudun ısısını da alır.
Aynen esen bir akşam rüzgarından serinletici bir fandan veya kapı önüne
dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur.
Gözle görülen ve görülmeyen olmak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes verirken
bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri de yüzümüzde
ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak bulunan ter bezlerinin
salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece vücudumuzun bir şekilde soğuması
sağlanmış olur.
Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terlerken bazıları da bir
rahatsızlık belirtisi göstermez hallerinden memnun otururlar. Kimileri sıcak yaz
günlerini severken kimileri de kapalı puslu kış günlerini sever. Peki bunun
tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba?
Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı daha
doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36
dereceye ayarlanmış bir insan 38 dereceye ayarlanmış bir insana göre
çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır.
Terleme ve dolaşım sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük derecelere
ayarlanmış insanlar düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat
hissederler.
4.12 Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir şekerle veya
sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya sarımsak soğan
benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz kokar. İstediğimiz kadar
ağzımızı yıkayalım dişlerimizi fırçalayalım şeker yiyelim veya sakız çiğneyelim
fark etmez bu kokuyu tam olarak giderenleyiz.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol ağızda dişlerin arasında
kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile giderilebilir. Bu kokular
mideden de gelmez çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek borusunun ucu
hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım
sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere ulaşarak
nefesle beraber çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde nefesteki dolayısıyla kandaki
alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı verilen havanın 2.000
santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını gösterir. Bu oran alınan alkol
miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7 kadınlarda ise 0.6
katsayısının çarpılması ile hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni aynı vücut ölçüleri ve yağ oranlarına
sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde her ne kadar alkolün
yüzde 20'si midede yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana karışsa da kadınlarda
alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının yüzde 30 daha fazla
olması kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve sarhoşluğun daha uzun
sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması
anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte 40((75XO7)=0.76
gr/litre sonucunu verir ki trafikteki yasal limiti aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur çünkü
hesaba göre kanında 40( (60x06)= 1.1 gr/litre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 05 gramı geçtikten sonra refleksler
yavaşlar sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol açar.
4.13 Banyodan sonra ellerimiz niçin buruşur?
Bütün vücudumuz bir kısmı gözle görülebilen büyük bir kısmı da ancak dikkatli
bakınca fark edilen kıl ve tüylerle kaplıdır. Bu tüy ve kılların dibinde 'sebum' adı
verilen yağ bezleri vardır. Bunların çıkardığı yağ su geçirmez keratin bir tabaka
oluşturur ve suyun derimizden içeri girmesini önleyerek derimizi yumuşak tutar.
Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeni ile vücudumuzda sadece
parmak uçlarımız ve tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısı ile koruyucu
keratin tabaka da yoktur. Ayrıca parmaklarımızın uçları ve ayaklarımızın
tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıştır.
Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre kalıp iyice
ıslanırsa osmos denilen daha sulu bir maddenin daha koyu bir maddenin içine
girişi sonucunda derimizin altına su girer ve bu su burada kendine yer bulmak
ister. Ancak buradaki kalın derimizin genleşerek bu suya ayırabileceği fazla yeri
olmadığı için aynen yazın çok sıcak havalarda yollardaki asfaltlarda olduğu gibi
eğilir bükülür yani büzüşür.
4.14 Jet-lag olayı nedir?
Bütün hayvanların vücutlarının uyuma vücut ısısı üreme zamanı gibi periyodik
fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri vardır. Bu iç saatlerin çoğu
kendi fonksiyonları için kendi zaman dilimlerinde çalışır ancak ışık ve sıcaklık
gibi dış etkenlerden de etkilenir.
Eğer İstanbul'dan Newyork'a uçarsanız sizin vücut saatiniz hala İstanbul'a
ayarlıdır. Örneğin İstanbul'dan saat 12:00'de havalanır 8 saatlik bir uçuştan
sonra Newyork'a varırsanız vücut saatiniz 20:00'dedir ama Newyork saat
13:00'ü yaşamaktadır. Vücudunuzun saati ortama göre 7 saat ileridedir.
Karnınız acıkacak biraz sonra uykunuz gelecektir ama akşam olmasına bile
daha 7-8 saat vardır
İşte bu olaya jet-lag denilir. 'Lag'in İngilizce'de anlamı geri kalma gecikmedir.
Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgunluk duyulmakta özellikle okuma
araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi konularda motivasyon ve konsantrasyon
eksikliği görülmektedir.
Dünya dönüşünü 24 saatte tamamladığındandünya yüzeyi kuzeyden güneye her
biri l saatlik 24 zaman bölgesine bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile Newyork
arasında 7 zaman bölgesi vardır ve aynı anda İstanbul'da saat 14:00 iken
Newyork'ta sabah 07:00'dir.
N AS A'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman bölgesine yani
bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün almaktadır. Bu durumda
İstanbul'dan Ne w York'a gidince vücut kendini ancak 7 gün sonra adapte
edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine değil kaç zaman bölgesinden
geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe aynı zaman bölgesinde kuzey-güney
mesafesinde gidilince jet-lag olayı görülmemektedir.
Jet-lag olayının doğuya doğru mu yoksa batıya doğru mu seyahatte daha çok
görüldüğü tartışma konusudur. Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun yapısına
ve yaşam düzeyine bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda çoğunluğun doğuya
doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu insanın vücut saatini
hızlandırmada yavaşlatmaya göre daha fazla zorlandığı görülmektedir.
Küçük çocukların pek etkilenmediği jet-lag olayından en çok etkilenenler ise
günlük yaşantısı düzenli ve rutin işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki havanın
kuru olması seyahat süresince hareketin kısıtlı olması içki içilmesi yeterli sıvı
içecek alınamaması farklı iklimde farklı yemekler insanlarda jet-lag'a karşı
direnç kırıcı diğer etkenlerdir.
4.15 Karagözlülerin çocuğu nasıl mavi gözlü olabilir?
Genlerin ana mekanizması çok basittir. Her anne ve baba iki tam gene sahiptir.
Ve bunlardan birini çocuğuna geçirir. Eğer anne ve babadan alınan genler aynı
ise yani çocuk her iki taraftan da mavi göz genini aldı ise problem yoktur.
Çocuğun gözlerinin rengi mavi olacaktır. Ancak bir taraftan mavi göz diğerinden
kahverengi göz genini aldı ise gözlerinin biri mavi diğeri kahverengi
olamayacağına göre bu genlerden biri üstün gelecektir.
İşte rakibine karşı daima üstün gelen bu genlere hakim (dominant) gen adı
verilir. İnsanlarda koyu renk göz geni hakim gendir. Yukarıda bahsi geçen
çocuğun gözleri kahverengi olacaktır. Mavi göz rengi gibi mücadeleyi kaybeden
gene de saklı (recessive) gen denilmektedir.
*bilim Adamlari Tarafindan En Kisa Süre Olduğu Kabul Edilen Süre Planck Zamanidir(10-23 Sn)
*yeni Zellandada Yaşayan Koyun Sayisi Insan Sayisinin 16 Katidir.
*amazon Ormanlarindaki Toplam Karinca Kütlesi Diğer Bütün Hayvanlarin Kütlelerinden Fazladir.
*coca Cola Nin şu Ana Kadar ürettiği Içecekleri Uç Uca Eklersek Aya Kadar 160 Kez Gidip Gelebiliriz
*dünyada En çok Kullanilan Isim Muhammed Dir.
*insan Vücudundaki En Ince Deri Burunun üzerindeki Deridir
*domuzlar Vücut Yapilarindan Dolayi Asla Kafalarini Yukariya Kaldirip Gökyüzüne Bakamazlar.
*bir Parmak Kalinliğinda örümcek Aği Bir Boing 737 Uçağini çekebilir.
*insanlar Günde Ortalama 80 Saç Telini Döker
*köpekler Dünyayi Siyah Beyaz Görür.
*yilanlarin Kulaklari Yoktur.bu Nedenle çalan Fülütün Sesine Değil Hareketine Aldanarak Hareket Ederler.
*bir Karinca Ağirliğinin 40 Kati Fazla Ağirliği Kaldirabilir.
*insan Vücudunda Toplam 150 Km Damar Vardir.
*insan Vücudunda En Küçük Kemikler Kulakta Bulunur.
*insanlar ömürleri Boyunca Ortalama 25 Kilo Toz Yutar.
*telefonu Bulan Alexander Grahambell Karisi Ve Annesiyle Hiç Bir Zaman Telefonla Konuşamamiştir.çünkü Her Ikiside Doğuştan Sağirdi.
*alo Sözcüğü Alexander Grahambelin Karisinin Adinin Kisaltilmiş Halidir.
*türkiyede Ilk Cep Telefonu Konuşmasi 23 şubat 1994 Te Süleyman Demirel Le Tansu çiller Arasinda Yapildi.
*uzaya Ilk Yapay Uydu 1981 Yilinda Sscb Tarafindan Gönderildi(sputnik).
*salataliğin %95 I Sudur.
*insan Beyninin %85 I Sudur.
*yaşami Boyuncabir Tirtil 12 Ton Dut Yapraği Yiyebilir.
*dünyada Mesleğine En Saygili Dişçisi Olarak Tarihe Geçen Italyan Giovanni Batista Orgenigo Dur.1868-1904 Yillari Arasinda çektiği Toplam 2 Milyon 744 Dişi Biriktirmiştir.
*soğutulunca Hacmi Genişleyen Tek Madde Sudur.
*dünyanin En Derin Noktasi Büyük Okyanustaki Mariana çukurudur(11 Km).
*dişi örümcekler çiftleşttikten Sonra Erkek örümceği Yerler.
*leonardo Da Vinci Bir çok Eserini Aynadaki Ters Görüntüsüne Göre çizmiştir.
*bir Bardak Kolanin Içine Insan Dişini Koyarsak Bir Haftada Tamamen Erir.
*erkeklerde Sağ Elin Işaret Ve Yüzük Parmaklarinin Eşit Uzunlukta Olmasi Eşcinsellik Belirtisidir.
*ilk Cep Telefonu Motorola şirketinden Martin Cooper Tarafindan Bulundu.
*bisiklete Binmek Kadinlarda Göğüs Kanseri Riskini %34 Azaltir.
*dünyada 600 Tane Bitki Cinsi Et Yiyendir.
*el Tirnaklari Ayak Tirnaklarindan Daha Hizli Büyür.
*gülmek Için 17 Kasa Surat Asmak Içinse 43 Kasa Ihtiyaç Vardir.
*gözleri Açik Tutarak Hapşurmak Imkansizdir.
*peruda Hiç Umumi Tuvalet Yoktur.
*sağ Elini Kullananlar Sol Elini Kullananlara Göre Ortalama 9 Yil Daha Fazla Yaşarlar.
*döllenmeden Doğuma Kadar Bir Bebeğin Ağirliği Ortalama 5 Milyon Kat Artar.
*parmak Izi Gibi Her Insanin Dil Izide Farklidir.
*dünyada En Soğuk Hava 1989 Da Antartikada – 89 Derece Olarak ölçülmüştür.
*buzullar Erirse Dünya üzerindeki Deniz Seviyesi 73 Metre Yükselir.
*1945 Hiroşimaya Atilan Ilk Atom Bombasini Atan Uçağin Pilotu Paul Tibbens Tir.
*robot Sözcüğü Ilk Kez 1921 De çek Bir Yazar Tarafindan Kullanilmiştir.robot çekçede Angarya Iş Anlamina Gelmektedir.
*bir Sinek Bir Ay Içerisinde 75 Milyar Sinek üretebilir.
*gökdelen Kelimesi Ilk Defa 1988 De New York Ta Inşa Edilen 11 Katli Bir Bina Için Kullanilmiştir.
*fermuar 1913 Te Gideon Sundback Tarafindan Bulunmuştur.
*işik Hizi Tam Olarak 299792458 M/sn Dir.
*trenin Mucidi Robert Locomotive Dir.
*deve Kuşunun Gözü Beyninden Büyüktür.
*6 Parmaği Olan Tek Memeli Hayvan Pandadir.
*neil Armstrong 21 Temmuz 1969 Da Aya Ilk Kez Ayak Basti.
*kalibri Kuşu Meksika Körfazini Hiç Durmadan 3 Milyon Kanat çirpişiyla 18 Saatte Geçer
*kaplumbağa Dünyanin En Uzun ömürlü Hayvanidir.
*aya Ilk Insansiz Uzay Araci 3 şubat 1966 Da Indi.
*yuri Gagarin Uzaya Giden Ilk Insandir.
*ördeğin Vaklamasi Dünya üzerinde Yanki Yapmayan Tek Sestir.
*idrar Zifiri Karanlikta Parlar.
*fareler Ve Atlar Kusamaz.
*çakmak Kibritten Daha önce Bulunmuştur.
*1 Saat Kulaklikla Birşey Dinlemek Kulaktaki Bakteri Sayisini %700 Arttirir.
*venüs Saat Yönünde Dönen Tek Gezegendir.
*sihirli Sözcük Abra Kadabra Ilk Olarak Hasta Insanlarin Ateşini Düşürmek Için Kullanilmiştir.
*albert Einstain 9 Yaşina Kadar Düzgün Konuşamamiştir.
*elektrikli Sandalye Ilk Defa Bir Dişçi Tarafindan Bulunmuştur.
*sallanan Sandalyeyi Hiç Durmadan Sallama Rekoru 440 Saattir.
*9 Mart Lüzumsuz Bilgiler Günüdür.
*kaplumbağalar Kiçlarindan Nefes Alabilirler.
*baykuş Mavi Renkte Görebilen Tek Kuştur.
*filler Ziplayamayan Tek Memelidir.
*bir Karincanin Koku Alma Yeteneği En Az Bir Köpeğinki Kadar Gelişmiştir.
*meşe Ağaçlari 50 Yaşindan önce Palamut Vermez.
*suudi Arabistanda Bir Kadin Kocasina Kahve Yapmazsa Bu Boşanma Nedenidir.
*zürafa Kulağini 50 Cm Uzunluğundaki Diliyle Temizler.
*bir Fare Deveye Oranla Daha Fazla Süre Suzuzluğa Dayanabilir.
*lübnanda Dişi Bir Hayvanla Cinsel Ilişkiya Girmek Serbesttir Ama Erkek Bir Hayvanla Yasaktir.
*donald Duck çizgi Filmleri Finlandiyada Yasaklanmiştir.nedeni Kahramanlarin Don Giymemesidir.
*hiçbir Normal Insan Kendi Dirseğini Yalayamaz.
*gözlerimiz Hiçbir Zaman Büyümez Ama Kulaklarimiz Ve Burnumuz Hiç Durmadan Büyür.
*güneş Sicakliğinda Bir Toplu Iğne Başi Insani 150 Km öteden öldürebilir.
*insanlarin ölümüne En Fazla Sebep Olan Hayvan Sivrisinektir.
*insan Saçi 3 Kg Ağirliği Kaldirabilecek Esnekliktedir.
*kadinlar Erkeklere Oranla Iki Kat Daha Fazla Göz Kirpar.
*hitler Ve Napolyonun Tek Testisleri Vardi.
*türkiyede 95 Kişiye Bir Kahvehane 65000 Kişiye Bir Kütüphane Düşüyor.
*en Fazla Asfalt Yola Sahip ülke Fransadir.
*dünyanin Bir Numarali Domuz üreticisi Ve Tüketicisi çinlilerdir.
*yeni Zellanda Dünyada Her Türlü Iklimin Yaşandiği Tek ülkedir.
*dünyanin En Büyük çani 1733 De Kremlinde Yapilan çar Koladol çanidir(216 Ton).
*insanlar Hapşururken Kalp Dahil Bütün Vücut Fonksiyonlari Bir Anliğina Durur.
*kaptan Cook Antartika Hariç Tüm Kitalara Ayak Basan Ilk Insandir.
*tom Sawyer Daktiloda Yazilan Ilk Romandir.
*mavi Balinanin çikardiği Ses 850 Km Uzaktan Duyulabilir.
*yunuslarin Kalbi Dakikada 9 Kez Artar.
*su Aygiri Ağzini 120 Cm Açabilir.
*dünyanin En çok Satan Kitabi Incildir.
*bu Güne Kadar Kayitlara Geçen En Uzun Insan Robert Wadlow 21. Yaş Gününde 2.68m Uzunluğa Ve 223 Kg Ağirliğa Ulaşmiştir.
*1960 Da Surinam In Balta Girmemiş Ormanlarinda Bulunan Akurio Kabilesi Bilim Adamlarini şaşkina çevirdi.ateşin Nasil Yakilacağini Unuttuklari Için Asirlardir Sahip Olduklarin Tek Ateşin Başinda Nöbetleşe Bekliyorlardir.
*beethowen In ölmeden önceki Son Sözü “alkişlayin Dostlarim Komedi Bitti” Olmuştur.
*bir Fare 5 Katli Bir Binadan Düşse Bile Yaralanmaz.
*erkek örümceğin Penisi Bir Ayağinin Ucundadir.
*thomas Edison Ilkokulu Bile Bitirememiştir.
*carl Panzram(23 Kişinin Katili) Son Sözü”keşke Tüm Insanliğin Tek Boynu Olsaydio Da Elimde Olsaydi” Olmuştur.
*güneşten Dünyaya Bir Günde Gelen Enerjiyi üretmeye Kalksak 550 Milyon Ton Kömür Yakmamiz Gerekirdi.bu Kömürü Günümüzde üretmek Bin Yil Sürerdi.
*gözle Görülen En Büyük Yildiza Bakarken Aslinda Zaman Içinde 4 Milyar Yil Geri Bakiyoruz.
*dünya Ormanlarinin %25 Inden Fazlasi Sibiryadadir
*armonika En çok Satan Müzik Aletidir.
*yoksulluk Içinde ölen Tüm Zamanlarin En Büyük Bestecilerinden Mozart In Bir Varisi Olsa Ve Sanatçinin çalinan Yapitlarindan Telif Hakki Alsaydi Bütün Avusturya ülkesi Satilsa ölümünden Bu Güne Kadar çalinan Eserlerin Telif Hakki ödenemezdi.
*konserve Açacaği Konserve Kutusundan 48 Yil Sonra Bulunmuştur.
*1875 Yilinda Abd Patent Dairesi Başkani Artik Icat Edilebilecek Bir şey Kalmadiği Gerekçesiyle Istifasini Verdi.
*yeni Doğan Bir Bebeğin Vücudunda 300 Kemik Vardir Yetişkin Bedeninde Ise 206.
*kimyasal Açidan Insan Kanina En Yakin Sivi Deniz Suyudur.
*bu Güne Kadar Kayitlara Geçen En Uzun ömürlü Insan 1955 De 166 Yaşinda Kolombiyadaki Köyünde ölen Zenu Kizilderilisi Javier Pereira Dir.
*bir Yilan 3 Yil Uyuyabilir.
*deniz Yildizlarinin Beyni Yoktur.
*içtiğimiz Sular 3 Milyar Yaşindadir.
*karinca 2 Hafta Su Altinda Yaşayabilir.
*dünyada Insanlardan Daha Fazla Tavuk Vardir.
*insanin Kalça Kemiği Betondan Daha Sağlamdir.
*günde 24 Saat Sayi Saysaniz 1 Trilyona Ulaşmaniz 31668 Yil Sürer.
*çinde Ingilizce Konuşan Insan Sayisi Amerikadan Fazladir.
*abd Ohio’ Da Lisans Almadan Fare Yakalamak Yasaktir.
*eğer Ayni Zamanda Aksirirhiçkirir Ve Gaz çikairsaniz Patlarsiniz.
*macar Yanosh Voven Ve Karisi Dünyada En Uzun Aile Hayati Sürmüşlerdir.onlar 147 Sene Beraber Yaşamişlaryanosh 172 Sara 164 Sene Yaşamiştir.öldüklerinde En Küçük çocuklari 116 Yaşindaydi.
*coca Cola Nin Orjinal Rengi Yeşildir.
*bir Kadinin Sahip Olduğu En Fazla çocuk Sayisi 69 Dur.
*dünyada Insan Başina Düşen Karinca Sayisi 1 Milyondur.
*pisagor Sokak Döğüşü Spor Dalinda Olimpiyat şampiyonu Olmuştur.
*abd De Coca Cola şoförlerinin Kimyasal Madde Taşima Lisansi Olmasi Gerekir.
*satranç Tarihinin En Uzun Oyunu 1950 Yilinda Yapilmiş Dünya Satranç Turnuvasinda Gerçekleşmiştir.maç 22 Saat Devam Etmiş Ve 191. Hamleden Sonra Berabere Bitmiştir.
*bu Güne Kadar Yaşamiş En Ağir Kişi 635 Kiloya Ulaşmiştir.
*erkeklere Yildirim çarpma Olasiliği Kadinlara Göre 6 Kat Daha Fazladir.
*kangurular Geriye Doğru Yürüyemez.
*atlar Bir Ay Ayakta Kalabilir.
*güney Kore Başkenti Seulkore Dilinde Başkent Anlamina Gelir.
*gün Işiğindan Daha Fazla Yararlanmak Için Saat Uygulamasini Benjamin Franklin Başlatmiştir.
*tarantula 25 Yil Yiyeceksiz Yaşayabilir.
*chicago Da Nükleer Bomba Patlatmanin Cezasi 500 Dolardir.
*bir Hamam Böceği Kafasi Koparildiktan Sonra 9 Gün Yaşayabilir