nones
Bayan Üye
Sıkıntıların ‘‘püf'' deyince kaybolup gitmeyeceğini, herşeyin bir anda güllük gülistanlık olamayacağını öğretmediler. Başka şeyler anlattılar. Uydurdular. Kimbilir, belki de bilinçli yalan söylediler. Ben de inandım ***** gibi: ‘‘20'sinde şöyle olursun, 30'unda şahane şeyler yaşarsın. 30'undan sonra rahatlarsın. Ne istediğini bilirsin, kişiliğin oturur, olaylara başka türlü bakarsın... Hele 40'ına gelince herşey daha da mükemmel olur!''
*
Hiç birine inanmıyorum artık.
Hiç de öyle değil, gün geçtikçe hayat daha da zorlaşıyor. Altından kalkması kolay olmayan bir sürü mesele üst üste yığılıyor.
Böyle zamanlarda ne yapıyorum?
Bir uyanıklık yapıp, hayatı zor geçmiş insanlarla sohbet ediyorum. Onları kötü emellerime alet ediyorum. Bunu kim öğretti? Ne bileyim, kendiliğinden öğrendim zahir. Ama iyi oluyor biliyor musunuz. İnsanı küt diye kendine getiriyor. Levent Yüksel, onlardan biri işte. Peygamber gibiydi. Kucağında iki şahane köpeği, öyle şeyler anlattı ki, ‘‘Vay be'' oldum, ‘‘Bu adamın anlatıklarının yanında pek az insanın yaşadıklarının esamesi okunur'' Biri bana tokat attı sanki, kesinlikle ihtiyacım vardı. Ve yörüngesinden çıkan beynim, yine eski yerini aldı. Bu da bir yöntem işte hayatta. İnsanın kendi kendini yola getirmesi gibi özetlenebilir.
Bu hafta sonu, iki gün Levent Yüksel okuyacaksınız.
Onun ikiye bölünmüş hayatını...
Bunu hep soruyorlar: ‘‘Sen, eski karın, eski karının yeni sevgilisi, siz hepiniz nasıl bir arada olabiliyorsunuz?'' Onlara tuhaf tuhaf bakıyorum. Kimseye tavsiye edemiyorum, formül budur diyemiyorum. Ama biz yaşadığımız acılar yüzünden hálá bir aradayız.
HİÇ CORNFLAKES YEMEDİM Kİ
Sertap'ın 11 yaşından beri çektiği bir hastalık var: Kolit. 30 yaşına geldi, Amerika'ya gittik, ameliyat oldu. Sabah kahvaltısı gelmiş önüne, hüngür hüngür ağlıyor. Beni aradı. Jerry Lewis gibi koştum yanına. ‘‘Neyin var, ne oldu?'' diyorum. Kahvaltı tepsisini gösteriyor, ‘‘Bak benim adım yazıyor'' diyor. ‘‘Ama bu benim olamaz ki. Ben hayatım boyunca Cornflakes yemedim, yumurta yemedim, süt içmedim! Hepsi yasaktı bana. '' Ben de onunla ağlamaya başladım tabii. ‘‘Artık yiyebilirsin'' dedim. İşte böyle tuhaf şeyler yaşadık.
AŞIRI DÜŞÜNCE HALİ DEDİLER
Sonra ben hastalandım. Vücutta dolaşan pek çok virüs var, ama o virüsler beyne gitmiyor. Bende bir şekilde beyne gitmeyi başarıyor. Aşırı yorgunluk, aşırı düşünce hali falan filan dediler. Ve bir damarı tıkıyor. Allahtan sonra kılcal damarlar oksijen taşımaya başladı da, atlattım. Doktorlar bile bilmiyor, neden, nasıl.
UYUŞTURUCUYLA ALAKASI YOK
Korkunç bir baş ağrısıyla başladı. Acayip söylentiler çıktı tabii. Yok uyuşturucu kullanıyormuşum yok bilmem ne. Oysa alakası yok. Başım çatlayacak gibiydi, doktora gittim. Adam ‘‘Çin gribi'' dedi. İlaç verdi, almadım tabii. ‘‘Bari Thylenol alayım'' dedim, ilacı ağzıma attım, elimdeki suyu yere dökmeye başlamışım. Allahtan Sertap yanımdaydı, ‘‘Levent ne oluyor?'' diyor, ‘‘Bir şey yok'' demek istiyorum, diyemiyorum. Bir iki tokat attı yüzüme. ‘‘Bana ne vuruyorsun?'' demeye çalışıyorum ama ses çıkmıyor ağzımdan. ‘‘Leveeeent'' demesiyle, yumuşak iniş yaptık yere, yoksa lök diye yuvarlanacaktım.
SAĞ TARAFIM FELÇ OLDU
Hemen Sezen'i arıyor. Saaat gecenin ikibuçuğu. Şöyle bir konuşma geçiyor aralarında. ‘‘Alo Sezen'' diyor. O da sadece ‘‘Levent mi?'' diyor. ‘‘Hemen geliyorum''. Beni aldılar, hastaneye götürdüler. Kan dolaşımını hızlandıran bir ilaç vermişler. İki gün komada yatmışım. ‘‘Felç oldu, öldü, gitti'' diye abuk sabuk konuşmalar. 48 saat sonra kendime gelmişim, ‘‘Saat kaç? Burası neresi?'' demişim. Sağ tarafım tamamen felç!
KONUŞAMIYORDUM
Doktor parmağımı oynatınca sevinmiş. O sevindiği için herkes sevinmiş. 6 ay filan süreceğine inandırmış ama asıl iyileşme sürecim bir buçuk sene sürdü. O süre zarfında konuşma yeteneğimi kaybetmiştim. Konuşamıyordum. ‘‘Dostoyevski'' diyordum mesela. Millet ‘‘Nedir acaba?'' diye birbirine bakıyormuş. Odadaki bütün eşyaları sayıp, sonunda Dostoyevski dediğim şeyin bir peynirli poğaça olduğunu anlıyorlarmış.
BİR BUÇUK SENE SÜRDÜ
Sertap, bütün bu dönem boyunca yanımdaydı. Bir buçuk ay sonra hastaneden ayrıldım, üç ay dolana kadar da neredeyse kimseyle görüşmedim. Sonra fizik tedave uzmanı gelmeye başladı. Sağ tarafım komple felç oldu ya, bas çalmak istiyorum, çalamıyorum, ‘‘Bu ne zaman geçecek?'' diyorum. ‘‘Bir buçuk seneye kadar hiçbirşeyin kalmayacak'' diyorlar.
AŞKTAN YÜCE BİR DUYGU
Yani diyeceğim, böyle zamanlarda birlikte olduğumuz için, ben Sertap'a baktığımda, direkt o kötü anlar geliyor aklıma, canım benim diyorum, gerçekten öyle. Aşktan daha yüce bir duygudan söz ediyorum ben.
DUR SENİN GÖREVİN BİTMEDİ
Bu anlatacağım, bir halüsinasyon da olabilir, gerçek de. Komada geçirdiğim, o 48 saat, bana 20 saniye gibi geldi. Önce beyaz bir ışık gördüm. Ama nasıl parlak anlatamam. O ışığa doğru yükselmeye başladım. Korkunç bir mutlulukla. Arkamdan kim ağlıyor umrumda bile değil. O kadar huzurluyum. Tüm hayatım boyunca yaşadığım bütün sevinçleri topla binle çarp öyle bir mutlulukla yükseliyorum. Onbeşinci saniyede bir el omuzuma dokundu. Dedi ki, ‘‘Dur senin görevin daha bitmedi''. Yüzüne bakmaya çalıştım ama göremedim. Uyandım. Ağlama krizleri başladı. 15 gün boyunca deliler gibi ağladım. Üç, dört ay sonra da doktoruma sordum. Bu konuyu aşacağım ya, ‘‘Nedir bu?'' dedim. ‘‘Halüsinasyon ya da değil, onu ben bilemem, kendi içinde hallet'' dedi.
SİZİN GÖREVİNİZ NEDİR
‘‘Bitmeyen görev''im nedir mi? Şudur budur diyemem. Ame etkilendiğim bir hikaye var: Bir adam varmış, yoksul biri. Evi, barkı yok. Bir apartmanın önünde bekleyip dururmuş. O apartmanda çalışan bir de avukat varmış. Bizim evsizi her gördüğünde para verirmiş. Sonra da yoluna devam edermiş. O yoksul adamın hayattaki görevi, avukatın kendi içiyle hesaplaşmasını sağlamakmış. Benim görevim de böyle bir şey işte!
*
Hiç birine inanmıyorum artık.
Hiç de öyle değil, gün geçtikçe hayat daha da zorlaşıyor. Altından kalkması kolay olmayan bir sürü mesele üst üste yığılıyor.
Böyle zamanlarda ne yapıyorum?
Bir uyanıklık yapıp, hayatı zor geçmiş insanlarla sohbet ediyorum. Onları kötü emellerime alet ediyorum. Bunu kim öğretti? Ne bileyim, kendiliğinden öğrendim zahir. Ama iyi oluyor biliyor musunuz. İnsanı küt diye kendine getiriyor. Levent Yüksel, onlardan biri işte. Peygamber gibiydi. Kucağında iki şahane köpeği, öyle şeyler anlattı ki, ‘‘Vay be'' oldum, ‘‘Bu adamın anlatıklarının yanında pek az insanın yaşadıklarının esamesi okunur'' Biri bana tokat attı sanki, kesinlikle ihtiyacım vardı. Ve yörüngesinden çıkan beynim, yine eski yerini aldı. Bu da bir yöntem işte hayatta. İnsanın kendi kendini yola getirmesi gibi özetlenebilir.
Bu hafta sonu, iki gün Levent Yüksel okuyacaksınız.
Onun ikiye bölünmüş hayatını...
Bunu hep soruyorlar: ‘‘Sen, eski karın, eski karının yeni sevgilisi, siz hepiniz nasıl bir arada olabiliyorsunuz?'' Onlara tuhaf tuhaf bakıyorum. Kimseye tavsiye edemiyorum, formül budur diyemiyorum. Ama biz yaşadığımız acılar yüzünden hálá bir aradayız.
HİÇ CORNFLAKES YEMEDİM Kİ
Sertap'ın 11 yaşından beri çektiği bir hastalık var: Kolit. 30 yaşına geldi, Amerika'ya gittik, ameliyat oldu. Sabah kahvaltısı gelmiş önüne, hüngür hüngür ağlıyor. Beni aradı. Jerry Lewis gibi koştum yanına. ‘‘Neyin var, ne oldu?'' diyorum. Kahvaltı tepsisini gösteriyor, ‘‘Bak benim adım yazıyor'' diyor. ‘‘Ama bu benim olamaz ki. Ben hayatım boyunca Cornflakes yemedim, yumurta yemedim, süt içmedim! Hepsi yasaktı bana. '' Ben de onunla ağlamaya başladım tabii. ‘‘Artık yiyebilirsin'' dedim. İşte böyle tuhaf şeyler yaşadık.
AŞIRI DÜŞÜNCE HALİ DEDİLER
Sonra ben hastalandım. Vücutta dolaşan pek çok virüs var, ama o virüsler beyne gitmiyor. Bende bir şekilde beyne gitmeyi başarıyor. Aşırı yorgunluk, aşırı düşünce hali falan filan dediler. Ve bir damarı tıkıyor. Allahtan sonra kılcal damarlar oksijen taşımaya başladı da, atlattım. Doktorlar bile bilmiyor, neden, nasıl.
UYUŞTURUCUYLA ALAKASI YOK
Korkunç bir baş ağrısıyla başladı. Acayip söylentiler çıktı tabii. Yok uyuşturucu kullanıyormuşum yok bilmem ne. Oysa alakası yok. Başım çatlayacak gibiydi, doktora gittim. Adam ‘‘Çin gribi'' dedi. İlaç verdi, almadım tabii. ‘‘Bari Thylenol alayım'' dedim, ilacı ağzıma attım, elimdeki suyu yere dökmeye başlamışım. Allahtan Sertap yanımdaydı, ‘‘Levent ne oluyor?'' diyor, ‘‘Bir şey yok'' demek istiyorum, diyemiyorum. Bir iki tokat attı yüzüme. ‘‘Bana ne vuruyorsun?'' demeye çalışıyorum ama ses çıkmıyor ağzımdan. ‘‘Leveeeent'' demesiyle, yumuşak iniş yaptık yere, yoksa lök diye yuvarlanacaktım.
SAĞ TARAFIM FELÇ OLDU
Hemen Sezen'i arıyor. Saaat gecenin ikibuçuğu. Şöyle bir konuşma geçiyor aralarında. ‘‘Alo Sezen'' diyor. O da sadece ‘‘Levent mi?'' diyor. ‘‘Hemen geliyorum''. Beni aldılar, hastaneye götürdüler. Kan dolaşımını hızlandıran bir ilaç vermişler. İki gün komada yatmışım. ‘‘Felç oldu, öldü, gitti'' diye abuk sabuk konuşmalar. 48 saat sonra kendime gelmişim, ‘‘Saat kaç? Burası neresi?'' demişim. Sağ tarafım tamamen felç!
KONUŞAMIYORDUM
Doktor parmağımı oynatınca sevinmiş. O sevindiği için herkes sevinmiş. 6 ay filan süreceğine inandırmış ama asıl iyileşme sürecim bir buçuk sene sürdü. O süre zarfında konuşma yeteneğimi kaybetmiştim. Konuşamıyordum. ‘‘Dostoyevski'' diyordum mesela. Millet ‘‘Nedir acaba?'' diye birbirine bakıyormuş. Odadaki bütün eşyaları sayıp, sonunda Dostoyevski dediğim şeyin bir peynirli poğaça olduğunu anlıyorlarmış.
BİR BUÇUK SENE SÜRDÜ
Sertap, bütün bu dönem boyunca yanımdaydı. Bir buçuk ay sonra hastaneden ayrıldım, üç ay dolana kadar da neredeyse kimseyle görüşmedim. Sonra fizik tedave uzmanı gelmeye başladı. Sağ tarafım komple felç oldu ya, bas çalmak istiyorum, çalamıyorum, ‘‘Bu ne zaman geçecek?'' diyorum. ‘‘Bir buçuk seneye kadar hiçbirşeyin kalmayacak'' diyorlar.
AŞKTAN YÜCE BİR DUYGU
Yani diyeceğim, böyle zamanlarda birlikte olduğumuz için, ben Sertap'a baktığımda, direkt o kötü anlar geliyor aklıma, canım benim diyorum, gerçekten öyle. Aşktan daha yüce bir duygudan söz ediyorum ben.
DUR SENİN GÖREVİN BİTMEDİ
Bu anlatacağım, bir halüsinasyon da olabilir, gerçek de. Komada geçirdiğim, o 48 saat, bana 20 saniye gibi geldi. Önce beyaz bir ışık gördüm. Ama nasıl parlak anlatamam. O ışığa doğru yükselmeye başladım. Korkunç bir mutlulukla. Arkamdan kim ağlıyor umrumda bile değil. O kadar huzurluyum. Tüm hayatım boyunca yaşadığım bütün sevinçleri topla binle çarp öyle bir mutlulukla yükseliyorum. Onbeşinci saniyede bir el omuzuma dokundu. Dedi ki, ‘‘Dur senin görevin daha bitmedi''. Yüzüne bakmaya çalıştım ama göremedim. Uyandım. Ağlama krizleri başladı. 15 gün boyunca deliler gibi ağladım. Üç, dört ay sonra da doktoruma sordum. Bu konuyu aşacağım ya, ‘‘Nedir bu?'' dedim. ‘‘Halüsinasyon ya da değil, onu ben bilemem, kendi içinde hallet'' dedi.
SİZİN GÖREVİNİZ NEDİR
‘‘Bitmeyen görev''im nedir mi? Şudur budur diyemem. Ame etkilendiğim bir hikaye var: Bir adam varmış, yoksul biri. Evi, barkı yok. Bir apartmanın önünde bekleyip dururmuş. O apartmanda çalışan bir de avukat varmış. Bizim evsizi her gördüğünde para verirmiş. Sonra da yoluna devam edermiş. O yoksul adamın hayattaki görevi, avukatın kendi içiyle hesaplaşmasını sağlamakmış. Benim görevim de böyle bir şey işte!