TEBBET SÛRESİ-111
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
تَبَّتْ يَدَآ أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ (1) مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ (2)
سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ (3)
وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ (4) فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ (5)
Meâl
Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla
1. Kurusun Ebu Leheb'in elleri. Zaten de kurudu!
2. Ona ne malı, ne de yaptığı işler fayda verdi.
3. O alev alev yükselen ateşe girecek.
4-5. Eşi de boynunda bükülmüş urgan olarak o ateşe odun taşıyacak.
Bu sûreye “Mesed” ve “Leheb” Sûresi de denilir. Mekkî dönemin başlangıcında nazil olan surelerdendir. Hak dine düşmanlık etmesi sebebiyle kin ve hasedinden yanan, böylece varacağı ebedî cehenneme girmeden, dünyada aleve giren ve “ateşlik” manasına gelen Ebû Leheb ile eşinin şahsında din düşmanlarının âkıbetini bildirir. Ayrıca, Ebû Leheb’in âkıbetini ve kâfir olarak öleceğini senelerce önce haber vermektedir.
Nüzûl Sebebi
Buharî, Tirmizî ve diğer bazı hadis kaynakları İbn Abbas’tan rivayet etmişlerdir ki: وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلأَقْرَبِينَ “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” (Şuarâ, 26/214) âyeti nâzil olunca Hz. Peygamber (sav) Safa Tepe’sine çıkıp يَا صَبَاحَاهُ “Ey insanlar sabah oldu uyanın” diye nidâ etti.
-Bu kim? dediler. Başına toplandılar. Resûlullah onlara:
-Ne dersiniz? Ben size şu dağın arkasından bazı atlılar çıkacak diye haber versem beni tasdik eder misiniz? dedi.
-Biz senden şimdiye kadar doğrudan başka bir şey duymadık, dediler. Hz. Peygamber (sav):
-Öyle ise ben sizi önünüzde bulunan bir azap ile uyarıyorum, dedi. Ebu Leheb de:
- تَبّا لَكَ Yuh olsun sana, bizi bunun için mi topladın? dedi ve kalktı. Bunun üzerine “Tebbet Suresi” indirildi .
Bazı rivayetlerde de Ebu Leheb’in, bu sözü söylemekle birlikte iki eliyle yerden bir taş alıp Resûlullah’a (sav) atmak istediği de nakledilmektedir. İbn Abbas’tan yapılan bir nakilde şöyle denilmiştir: “Ebu Leheb vadiden çıkıp Kureyş topluluğunun yanına geldiği zaman, “Muhammed bize mahiyetini bilmediğimiz bir takım şeyler vaat ediyor, onların ölümden sonra vuku bulacağını zannediyor, benim elime ne koydu?” deyip iki eline üflemiş ve تَبّاً لَكُمَا yuh olsun size, ben sizde Muhammed’in söylediklerinden hiç bir şey görmüyorum, demişti. İşte bunun üzerine “Tebbet Suresi”nin nâzil olduğu rivâyet edilmiştir .
Bu sure nazil olup Resûlullah’ın amcasının isim anılarak lanetlenmesinden sonra herkeste, Resûlullah’ın din hakkında uzlaşmaya girebileceği ümidi kesildi. Çünkü Resûlullah kendi amcası için bile bunları söyledikten sonra, bir başkası ile uzlaşmasına hiç imkân yoktu. İman eden bir yabancı Resûlullah’a akrabasından da yakın oluyor, küfür üzerinde devam eden kişi, kendi akrabası bile olsa bir yabancı olarak kalıyordu. Şunun veya bunun oğlu olmasının hiçbir önemi yoktu.
Tefsir, açıklama
تَبَّتْ يَدَآ أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ
1. Kurusun Ebu Leheb'in elleri. Zaten de kurudu!
Tebâb تَبَابُ kökünden gelen تَبَّتْ Tebbet mâzî fiili, duâ olarak kullanılınca; helâk olsun, ziyana uğrasın demektir. Bu fiil beddua olarak hüsran ve helâkı hak ettiğini anlatmak suretiyle kınamak ve çirkin görmek mânâsınadır. تَبّاً لَكَ tebben leke ve benzeri tabirler, “Yuh olsun sana” gibi kınama ve beddua makamında kullanılmaktadır. Bu yüzden “elleri kurusun” şeklindeki tercüme pek yaygındır.
Hz. Peygamber (sav)’in amcası olmak gibi yüksek bir nesep, yakınlık, soy ve şerefe sahip olduğu halde, iman etmeyip de ona düşmanlık ve küfürde ısrar ettiğinden dolayı Ebu Leheb böyle helâk oldu. O soy ve şeref Ebu Leheb’i kurtarmazsa Peygamber (sav)’e buğzedip de tevbe etmeyen diğer insanların ne kadar bedbaht olacakları ibret nazarıyla düşünülmelidir.
Hz. Peygamber (sav)’in amcasının esasen ismi, Abdu’l-Uzzâ olduğu halde, Ebu Leheb denmesinin nedeni, yüzünün kırmızıya yakın buğday renkli olmasındandı. “Leheb” kıvılcım mânâsındadır. “Ebu Leheb”, kıvılcım gibi parlak yüzlü anlamı taşır. Burada bu lâkab ile zikredilmesinin birkaç nedeni vardır: Birincisi, o isminden çok lâkabı ile tanınıyordu. İkincisi, onun ismi Abdu’l-Uzzâ (yani Uzza’nın kulu) idi. Bu ise, bir müşrik ismi idi. Kur’an onu bu isimle zikretmek istememiştir. Üçüncüsü, bu surede onun âkıbeti de açıklandığı için lâkap ile anılması daha uygun düşmektedir. Çünkü Araplar şerli olan kimseye “Ebu’ş-Şer”, hayır sahibine de “Ebu’l-Hayr” demektedirler.
Yukarıda da söylediğimiz gibi birinci tebbet fiili bedduâdır: Ebû Leheb’in elleri kurusun, kendisi helâk olsun, kahrolsun demektir. Bu ikinci وَتَبَّ “ve tebbe” fiili ise bir durumu haber vermektedir. Ebû Leheb’in gerçekten kuruduğunu, yok olup hüsrana uğradığını bildirmektedir. “El”den maksat da, sahibidir. Bu, Arab’ın âdetine göre söylenmiş bir ifadedir. Arap, bir şeyin bir kısmını söyleyerek tümünü ve tamamını kasteder. Yani Ebu Leheb’in kendisi de yok oldu. Muradına eremeyip, perişan oldu ve mahvolup gitti. Kendisi “adese” denilen çiçek hastalığına benzer bir hastalığa tutulmuş, Kureyş’in Bedir’de yenildiğini haber alınca savaştan yedi gün sonra kahrından ölmüştü. Âlusî ve diğer tefsircilerin naklettiğine göre Kureyşliler, adese hastalığından tâun gibi sakındıkları için kendilerine de bulaşır korkusuyla ailesinden bile kimse yanına yaklaşmamış, bu yüzden ölüsü üç gün evde kalıp kokmuştu. Nihayet utandıkları için Sudânî’lerden birkaç kişiyi ücret karşılığı tutarak gömdürmüşlerdi. Bir rivayette de bir çukur kazıp ağaçlarla içine kakmışlar ve örtünceye kadar da üzerine taş atmışlardı. Başka bir rivayete göre de çukur kazmayıp bir duvarın dibine koymuşlar ve sonra da üzeri örtülünceye kadar taş atmışlardı.
مَآ أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ
2. Ona ne malı, ne de yaptığı işler fayda verdi .
Âyette geçen وَمَا كَسَبَ “kazancından” maksat, bazılarına göre Ebu Leheb’in çocuğudur. Bir hadiste: “Her insanın yiyeceğinin en temizi ve çocuğu kazancındandır.” buyurulmuştur. Bazılarına göre ise, onun kazandığı şey, bir iyilik yapıyorum zannıyla işlediği amelidir. “Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirdik.” (Furkân, 25/23) âyeti bu mânâdadır. Yine Ebu Leheb’in eğer kardeşimoğlunun söylediği hak ise, malımı ve çocuklarımı fidye vererek ondan kurtulurum.” dediği rivayet edilmiştir.
Ebu Leheb hastalığa yakalandığında ne malı ve ne de evlâdı ona bir yarar sağlayamamış ve onu ölüme terketmişlerdir. Oğulları, cenazesini bile şerefle defnetmeye fırsat bulamamışlardır. Böylece Kur’an’ın Ebu Leheb ile ilgili olarak verdiği haberin bir kaç sene içinde nasıl gerçekleştiğini herkes görmüştür.
سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ
3. O alev alev yükselen ateşe girecek.
Dünyada eşi, benzeri görülmemiş son derece şiddetli bir alev ve iltihabı olan bir ateş, yani sadece cisimleri yakan bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere nüfûz eden bir cehennem ateşi.
وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ
4. Eşi de (boynunda bükülmüş urgan olarak) o ateşe odun taşıyacak.
Yani Ebu Leheb’in yalnız kendisi değil, karısı da o ateşe atılacaktır. Karısı Ümmü Cemil, Harb’in kızı ve Ebu Süfyân b. Harb’ın kız kardeşidir. O da odun hamalı olarak cehenneme girecek, Ebu Leheb’i götürecek veya onun ateşini artırmak için, dünyada küfrüne, arzusuna hizmet ettiğinden dolayı cehennemde de azabına iştirak ile hizmet edecek demektir. Çünkü bu kadın, Resûlullah’a düşmanlıkta kocasından geri kalmıyordu.
Buradaki “hammâlete’l-hatab” kelimesi, “odun toplayan kadın” anlamındadır. Denildiğine göre, Ebu Leheb’in karısı, Resûlullah (sav)’in geçeceği yol üzerine geceleyin diken dalları bıraktırmak suretiyle ona eziyet etmek isterdi. Onun için bu tabirle kınanmıştır.
Bazılarına göre ise; o kadın fesat çıkarmak için laf taşırdı. Onun için, Arapça dilindeki kullanıma uygun olarak ona “odun toplayan kadın” denmiştir. Araplar fesat ateşini körükleyen bu tip kişiler için “odun toplayan kişi” derler.
فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ
5. Eşi de boynunda bükülmüş urgan olarak (o ateşe odun taşıyacak).
Âyette yer alan جِيدِهَا “cîd” boyun mânâsına gelirse de, özellikle gerdanlık gibi zînet eşyaları ile süslü veya süslenmeye layık güzel boyunlar anlamındadır. Ümmü Cemil, boynuna mücevher gerdanlık takardı ve şöyle derdi: “Lat ve Uzza’ya yemin ederim ki bu gerdanlığı satarak gelirini Muhammed’e karşı kullanacağım.” Bu nedenle “cîd” kelimesi burada istihzâ (alay) olarak kullanılmıştır. Yani gerdanlık takıp gururlandığı gerdanı cehennemde iple bağlı olacaktır.
مَسَدٌ Mesed, lif demektir. Arap dilinde, lif veya hurma yaprağından bükülen her şeye mesed denir. Sağlam liflerden, kuvvetli tellerden bükülmüş, kıvrılarak örülmüş bir ip bulunacaktır.
Bunun neticesi şudur ki, mesed, hurma lifinden bükülmüş sağlam bir urgan demek oluyor. Yani âyet, “gerdanında şiddetli bir şekilde bükülüp demir bir ip yapılmış olarak” mânâsınadır.
Bazı müfessirlere göre ise; ayetteki ‘odun hammalı’ sözü, bu kadının kötü ahlâkına işâret için kullanılmış bir hakaret vasıtasıdır. Dünyada altından bükülmüş kordon taşıyan kötü ahlâk sahibi insanın boynuna, âhirette ateşten bükülmüş kordon geçiriliyor, böylece cezâ eyleme denk oluyor.
Kur’an’ın, açıkça adlarını zikredip bedduâ ettiği ve ebedî lânete lâyık gördüğü kişiler yalnız Ebû Leheb ile karısıdır. Bu durum, onların düşmanca davranışlarının İslâm dâvasına ne denli zarar verdiğini ve Peygamber (sav)’i ne denli üzdüğünü gösterir.
Konuyla münasebetinden dolayı bir sorunun cevabını buraya koymak istiyoruz:
Kur’an niçin Ebu Leheb gibi kişilerden bahsediyor, hikmetini izah eder misiniz? Bu onun belagat ve fesâhatına nasıl uygun düşer?
Ebû Leheb, nur hânesine yakın bir yerde neş'et etmesine rağmen o nurdan istifâde edemeyen tâlihsiz ve bir o kadar da inat bir insandır. Esas adı Abdüluzzâ'dır.
Sûrenin meâli kısaca şöyledir: "Elleri kurusun Ebû Leheb'in ve kurudu da. Ne malı ne de kazandıkları hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak. Karısı da. Hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde." O irâdesini hep kötüye kullandı. Allah Resulünün geçeceği yollara dikenler serpti ve Kâbe'ye giden yollarda ateşler yaktı. Tabii, cezası da amelinin cinsinden olacak ve gidip ateşe yaslanacaktır. Zaten ona, ateşin babası ma'nâsına gelen "Ebû Lehep" ismiyle hitâp edilmektedir. İslam dininin i'lâ ve yücelmesi uğruna verilen mücâdelenin karşısına dikilen bu adam, bütün hayatı boyunca oyun ve düzenler kuracaktır. Ve kurdu da. Ama yaptığı her şey -akim kaldı. Beni Ümeyye'nin bütün serveti ona akmasına ve Ümmü Cemil denen karısı da çok zengin olmasına rağmen bütün kazândıklarının ona zerre kadar faydası olmadı. Evlatları da onu kurtaramadı. Halbuki o onlarla çok övünürdü...
Bedir'e iştirak edememişti. Bedir'de müslümanların zaferi Mekke'ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imânını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve "Vallahi bunlar melekler" dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hale geldi ve Ebû Râfi'nin üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hz. Abbas'ın kölesiydi. Hz.Abbas'ın hanımı Ümmü Fadıl, koşarak geldi ve Ebû Lehebin başına elindeki sopayı indiriverdi. "Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?" dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin te'siri veya başka bir sebeple "Adese" denilen bir hastalığa yakalanmıştı. Ve o gün, bu hastalık vebâdan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı. evlatları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb'e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden bir kaç bedevi tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar.
Peygambere (s.a.v.) bu kadar yakın olmasına rağmen hem o nurdan istifâde edememiş olması bir yana en azılı düşman kesilmişti. Onun içindir ki hem dünyâda hem de ukbâda onu çetin bir cezâ ve netice bekliyordu. Dünyâdakiler oldu, şimdi o, öbür tarafta kendi hesabıyla baş başa...
Karısı beni Ümeyye'ye mensup soylu ve zengin bir kadındı. Allah Rasulüne düşmanlık âdeta ona sadistçe bir zevk veriyordu. İki Cihan Serverine karşı yapılan edepsizce muâmelelerin pek çoğuna iştirâk eder ve bundan derin bir zevk duyardı. Allah Resulünün geçeceği yollara dökmek üzere diken taşıyor, onun geçeceği yollarda yakılsın diye odunları yüklenip getiriyordu ve bütün bunlardan derin bir zevk alıyordu. Aslında pek çok hizmetçi kullanacak kadar şatafata da düşkündü. Ama, İki Cihân Serverine olan gayzı onu öyle tahrik ediyordu ki, bu mağrûr kadın bütün gururunu ayaklar altına alıp o güne göre hizmetçi ve câriyelerin yapacağı bir işi yapıyordu. Gerdanlığın her çeşidini dahi boynuna takmaya tenezzül etmezken gel gör ki şimdi boynunda ip vardı ve sırtında da odun. Dünyada yaptığı bu işlerin cezâsını da aynı cinsten çekecekti, zira Kur'ân böyle söylüyordu.
Ebû Lehep inat bir insandı. Ebû Cehil onun hakkında "Sakın bunu kızdırmayın. Eğer öbür tarafa geçerse bir daha onu kimse döndüremez" derdi. Ve bunda da haklıydı. Ancak o, bu inadını AIlah Resulüne karşı kullandı. Ona düşmanlıkta harcadı. Hanımıyla beraber omuz omuza verdi ve Kâbe'deki putları ta'ziz ettiler. Lât dediler, Menat dediler de eğilip bir kere olsun yanı başlarında büyüyen, Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün cihânları ifâde edecek bir fihrist insanı anlamak için gayret göstermediler. Âlemlere Rahmet olan bu mümtaz şahsiyetten istifâde lüzumunu duymadılar.
Duymak şöyle dursun Ebû Lehep hep Allah Resulüne kötülük yaptı. Dünyâ durdukça o da dursaydı, niyeti yine hep aynı şeyi yapmaktı. İnananlara yapılan ve tatbiki üç sene gibi uzun bir müddet süren boykotu hazırlayan ve bu işin öncüsü olan Ebû Cehillerle beraber oldu; Allah Resulü ve müslümanlara kötülük yaptı. Müslümanlar bu üç seneyi ölümle pençeleşerek geçirmişlerdi. Nice yaşlı ve çocuk bu boykotta hayatını kaybetti. Fakat Ebû Leheb'in vicdânında bütün bu olanlar zerre kadar acıma hissi uyarmadı. O böyle vicdândan nasipsiz bir insandı. Zaten Hz. Hatice vâlidemiz de bu devrede psikolojik olarak iyice yıpranmış, inananlara yapılan bu haksızlığa ve zulme daha fazla dayanamamış ve Hüzün Senesi adını ebedileştirmek ister gibi vefat etmişti. Ebû Tâlip de ayni sene vefat etti. Ne yazık ki, o da hidâyete eremeden gitmişti. Ancak, Allah Resulüne olan sevgisi ancak, bir müslümanın katlanabileceği zulüm ve işkencelere katlanmasına sebep olmuştu. Ebû Tâlip denince, kalbimin derinliklerinde bir sızı duyarım, gözlerim dolar ve çok kere de ağlarım. Allah Resulüne bu kadar yardımcı olan ve O'na sâhip çıkan bir insanın hidâyete eremeyişi ne kadar hicrânlı bir hâdisedir. Hz. Ebû Bekir de bu mülâhaza ile ağlamıştı. Bir gün yaşlı babasını âldı .Allah Resûlüne getirdi. Ebû Kuhâfe müslüman olmuştu. Fakat Sıddîk bir köşeye çekilmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dayanamadı Allah Resulü, sordu: Ya Ebû Bekir, niçin ağlıyorsun, sevinsene baban müslüman oldu? Ebû Bekir kendine yakışan cevabı veriyordu: "Keşke şu anda sana biât eden eller Ebû Kuhâfe'nin elleri olacağına Ebû Tâlib'in eller'ı olsaydı. Çünkü sen Ebû Talib'i Ebû Kuhâfe'den daha çok severdin. Senin o kadar sevdiğini ben öz babam dahi olsa Ebû Kuhâfe'ye tercih ederdim." Merhamet-i ilâhiden daha fazla merhamet edip sû-i edepte bulunamayız. Ancak kalbime de hâkim olamıyorum. Ne kadar isterdim ki bütün sevaplarımın onda dokuzu Ebû Tâlib'e verilseydi de bana sadece biri kalsaydı ve o da kurtulmuş olsaydı. Belki böyle söylemek de haddim değil, fakat baştan söyledim kalbime hâkim olamıyorum. Çünkü o benim Efendimi senelerce himâye etti, korudu, onun için çekmediği çile kalmadı. Fakat daha öte bir şey diyemiyoruz. Kimsenin de bir şey demeye hakkı yoktur. Zira aradaki kopukluk Efendimizin elinin ona uzanmasına mâni teşkil etmektedir.
Ebû Tâlip Allah Resulünü bu derece siyânet edip korurken diğer bir amcası olan Ebû Leheb ona her türlü işkenceyi revâ görüyordu. Allah Resulü kabile kabile geziyor ve Hak Din olan İslamı anlatıyor, insanları bu dine dâvet ediyor: onu bir gölge gibi takip eden kızıl saçlı ve kızıl suratlı bir başkası da durmadan onu yalanlamaya çalışıyordu ve işte bu adam Ebû Leheb'in ta kendisiydi.
Kabile ve soy olarak O'na en uzaklar en erken gelip Allah Resulüne karâbet ve yakınlık kurmaya gayret ederken. o aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife biliyordu. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen nur menbaı bir güneşi görmüyordu.
Şimdi böyle bir insana Kur'an'ın"elleri kurusun" demesi hak ve maslahat değil midir? Ona böyle denmeseydi milyarlarca inanan insanın hukuku zâyi olmayacak mıydı? Böyle bir anlayış, Kur'an'ın hikmet ve maslahat dolu üslûbuyla nasıl te'lif edilirdi?
İkincisi: İslam'a kötülük yapan çokları hakkında açık-kapalı âyetler nazil oldu. Velid b. Muğire de bunlardan biriydi. Kur'an onun hakkında "Canı çıkası ne kötü karara vardı" tâbirini kullanıyor. O da Hâlid b.Velid'in babasıydı. Ancak Allah Resulünün amansız düşmanlarından biriydi. Kendi kendine acaba nasıl iftira atsam diye düşünüyordu: Şâir mi, kahin mi, sâhir mi desem diye kararsızlıkta bocalıyordu. Sonra Kur'an'a sihir, Allah Resulüne de sâhir demeye karar verdi de, Kur'an da onun bu kararına karşı Cenabı Hakk, ona yukarı da zikrettiğimiz âyet mealiyle hitap veya itap etti: “Canı çıkasıca ne kötü karar verdi.” Ve daha nice kâfirler Kur'an'da levmedildi, tehdit edildi. Durum böyle olunca, Ebû Lehep eğer istisnâ edilmiş olsaydı, acaba bıi Kur'an'ın âlemşûmûl olma keyfiyetine uygun düşer miydi? Elbette ki hayır. Zira Velid b.Muğire'nin kınandığı bir yerde, Ebû Lehep kınanmasaydı, bu işin müşâhitleri, Allah Resulüne bunca düşmanlık etmiş bir insanın sırf ona sıhri olan karâbetinden dolayı korunup muhâfaza edildiği zehâbına kapılmayacaklar mıydı? İşte Kur'ân buna meydan vermedi ve Ebû Leheb'i de diğer müşriklerin kategorisine dâhil etti.
Üçüncüsü: Bu sûre Mekke'de nâzil oldu. Ebu Leheb ise Bedir Muhârebesinin hemen ardından öldü. Demek ki ortada gayba âit bir haber verme bahis mevzuuydu. Ebû Leheb ve karısı kâfir olarak gidecekti ve Kur'an ne dediyse aynen tahakkuk etti. Nasıl Allah Resulü, Bedirde ölecek Kureyşin ileri gelenlerinin yerlerini göstermiş ve her biri gösterdiği yerde öldürülmüştü ve böyle bir ihbar bu müminlerin kuvve-i mâneviyesini takviye etmişti. Ebü Leheb'in de o şekilde ölmesi inananların kuvve-i mâneviyelerini takviye ediyor, âdeta onları daha da uyarıyor ve dikkat edin diyordu. Zira Kur'an'ın va'dettiği herşey oluyordu. Ortada bir zafer va'di vardı, demek ki o da olacaktı. Bir avuç müslümana herkesin düşman kesildiği bir devrede, bu gibi takviyeler hiç de küçümsenecek şeyler değildi. Aksine doğurduğu müspet netice itibâriyle bir bakıma şarttı ve zorunluydu.
Bazen küçük bir belâ ve musibetin insanda hâsıl ettiği uyarma ve kendine gelme, manevi hayatı adına öyle şeyler kazandırır ki, perde açılsa, kazanılanlar görülüverse, herkes o belâ ve musibetin gelmesini can-u gönülden talep edip isteyecektir. Sonradan kazanılanlar, o musibeti hiçe indirmektedir. İşte insanlık adına, zaten kaybetmeleri kesinlik kazanmış olan böyleleri hakkında söylenenler söylenmemiş dahi olsaydı neticeye zerre tesir etmeyecekti. Olan olmuştu ve onların kötü akıbetleri mukadderdi. Vâkıa burada bir-iki şahıs kötü akıbetleriyle zikrediliyor ve bu ilk bakışta insanlığın onurunu kırıcı bir üslûp gibi geliyor ise de, neticede milyonlarca insanın şahlanıp, kendi derinliklerini hissetmelerine veya en azından zikredilenlerin akıbetine düşmemek için daha dikkatli davranmalarına vesile olma keyfiyetiyle ele alınacak olursa, ilk hâtıra gelen intibânın yerini başka hikmetler alacaktır. Ve Kur'an'da Ebû Leheb ve emsâlinden bahsedilmesinin ne kadar lüzumlu, psikolojik ve pedagojik açıdan inananlar adına ne kadar gerekli olduğu böylece idrak edilmiş olacaktır.
Dördüncüsü: Son olarak şunu da' ilâve etmeliyiz ki, bu psikolojik te'sir inanan kesimde dediğimiz şekilde bir uyanmaya sebep olduğu gibi, küfür cephesinde de tereddütler hâsıl etmeye başlamıştır. Mutlak küfürleri, şek ve şüpheye inkılap etmekle, nurlu yola girmeleri kolaylaşmış ve önceleri sadece vicdânlarında hapsolan tasdikleri ortaya çıkan tereddütlerin tazyikiyle akıl ve kalbe girme menfezleri bulmuş ve zaten bir müddet sonra neticeler görülmeye başlanmıştır. Ondan sonra niceleri, küfür urbasını çıkararak, iman hil'atını giydi ve irşâdta bulunmak için döndü, gittiler. Bu da imân ve insanlık adına az bir kazanç değildir. İşte bazı insanların encamlarının zikredilmesiyle böyle büyük neticeler hâsıl etmek ancak ve ancak Kur'an'a yakışan ve onun hikmet dolu beyânlarının tezâhürü olan öyle mucizevi bir üslûptur ki şimdiye kadar böyle bir netice hâsıl etme başka hiç bir kelâma nasip olmamıştır. Bu, okyanuslara atılan küçük bir taşla binlerce dalgalar hâsıl etme gibi hârikulâde renklilik ve derinlik örneğidir. Evet bu dalgalanmalar o günden bugüne binlerce, yüz binlerce hatta milyonlarca insanın gönlünde temevvüc edip durmaktadır. Evet Kur'ân, tergîp ve terhîbin iticiliği ve çekiciliği ile, bir adamın küfür içinde ölmesini haber verdiği aynı anda milyonların hidâyetine vesile olma gibi üstün bir üslûpla nâzil olmuştur. Bu da Kur'ân'ın fesâhat ve belâğat ifâde eden beyânına gayet uygundur, muvafıktır. Maslahat ve hikmetin ta kendisidir .
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
تَبَّتْ يَدَآ أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ (1) مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ (2)
سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ (3)
وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ (4) فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ (5)
Meâl
Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla
1. Kurusun Ebu Leheb'in elleri. Zaten de kurudu!
2. Ona ne malı, ne de yaptığı işler fayda verdi.
3. O alev alev yükselen ateşe girecek.
4-5. Eşi de boynunda bükülmüş urgan olarak o ateşe odun taşıyacak.
Bu sûreye “Mesed” ve “Leheb” Sûresi de denilir. Mekkî dönemin başlangıcında nazil olan surelerdendir. Hak dine düşmanlık etmesi sebebiyle kin ve hasedinden yanan, böylece varacağı ebedî cehenneme girmeden, dünyada aleve giren ve “ateşlik” manasına gelen Ebû Leheb ile eşinin şahsında din düşmanlarının âkıbetini bildirir. Ayrıca, Ebû Leheb’in âkıbetini ve kâfir olarak öleceğini senelerce önce haber vermektedir.
Nüzûl Sebebi
Buharî, Tirmizî ve diğer bazı hadis kaynakları İbn Abbas’tan rivayet etmişlerdir ki: وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلأَقْرَبِينَ “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” (Şuarâ, 26/214) âyeti nâzil olunca Hz. Peygamber (sav) Safa Tepe’sine çıkıp يَا صَبَاحَاهُ “Ey insanlar sabah oldu uyanın” diye nidâ etti.
-Bu kim? dediler. Başına toplandılar. Resûlullah onlara:
-Ne dersiniz? Ben size şu dağın arkasından bazı atlılar çıkacak diye haber versem beni tasdik eder misiniz? dedi.
-Biz senden şimdiye kadar doğrudan başka bir şey duymadık, dediler. Hz. Peygamber (sav):
-Öyle ise ben sizi önünüzde bulunan bir azap ile uyarıyorum, dedi. Ebu Leheb de:
- تَبّا لَكَ Yuh olsun sana, bizi bunun için mi topladın? dedi ve kalktı. Bunun üzerine “Tebbet Suresi” indirildi .
Bazı rivayetlerde de Ebu Leheb’in, bu sözü söylemekle birlikte iki eliyle yerden bir taş alıp Resûlullah’a (sav) atmak istediği de nakledilmektedir. İbn Abbas’tan yapılan bir nakilde şöyle denilmiştir: “Ebu Leheb vadiden çıkıp Kureyş topluluğunun yanına geldiği zaman, “Muhammed bize mahiyetini bilmediğimiz bir takım şeyler vaat ediyor, onların ölümden sonra vuku bulacağını zannediyor, benim elime ne koydu?” deyip iki eline üflemiş ve تَبّاً لَكُمَا yuh olsun size, ben sizde Muhammed’in söylediklerinden hiç bir şey görmüyorum, demişti. İşte bunun üzerine “Tebbet Suresi”nin nâzil olduğu rivâyet edilmiştir .
Bu sure nazil olup Resûlullah’ın amcasının isim anılarak lanetlenmesinden sonra herkeste, Resûlullah’ın din hakkında uzlaşmaya girebileceği ümidi kesildi. Çünkü Resûlullah kendi amcası için bile bunları söyledikten sonra, bir başkası ile uzlaşmasına hiç imkân yoktu. İman eden bir yabancı Resûlullah’a akrabasından da yakın oluyor, küfür üzerinde devam eden kişi, kendi akrabası bile olsa bir yabancı olarak kalıyordu. Şunun veya bunun oğlu olmasının hiçbir önemi yoktu.
Tefsir, açıklama
تَبَّتْ يَدَآ أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ
1. Kurusun Ebu Leheb'in elleri. Zaten de kurudu!
Tebâb تَبَابُ kökünden gelen تَبَّتْ Tebbet mâzî fiili, duâ olarak kullanılınca; helâk olsun, ziyana uğrasın demektir. Bu fiil beddua olarak hüsran ve helâkı hak ettiğini anlatmak suretiyle kınamak ve çirkin görmek mânâsınadır. تَبّاً لَكَ tebben leke ve benzeri tabirler, “Yuh olsun sana” gibi kınama ve beddua makamında kullanılmaktadır. Bu yüzden “elleri kurusun” şeklindeki tercüme pek yaygındır.
Hz. Peygamber (sav)’in amcası olmak gibi yüksek bir nesep, yakınlık, soy ve şerefe sahip olduğu halde, iman etmeyip de ona düşmanlık ve küfürde ısrar ettiğinden dolayı Ebu Leheb böyle helâk oldu. O soy ve şeref Ebu Leheb’i kurtarmazsa Peygamber (sav)’e buğzedip de tevbe etmeyen diğer insanların ne kadar bedbaht olacakları ibret nazarıyla düşünülmelidir.
Hz. Peygamber (sav)’in amcasının esasen ismi, Abdu’l-Uzzâ olduğu halde, Ebu Leheb denmesinin nedeni, yüzünün kırmızıya yakın buğday renkli olmasındandı. “Leheb” kıvılcım mânâsındadır. “Ebu Leheb”, kıvılcım gibi parlak yüzlü anlamı taşır. Burada bu lâkab ile zikredilmesinin birkaç nedeni vardır: Birincisi, o isminden çok lâkabı ile tanınıyordu. İkincisi, onun ismi Abdu’l-Uzzâ (yani Uzza’nın kulu) idi. Bu ise, bir müşrik ismi idi. Kur’an onu bu isimle zikretmek istememiştir. Üçüncüsü, bu surede onun âkıbeti de açıklandığı için lâkap ile anılması daha uygun düşmektedir. Çünkü Araplar şerli olan kimseye “Ebu’ş-Şer”, hayır sahibine de “Ebu’l-Hayr” demektedirler.
Yukarıda da söylediğimiz gibi birinci tebbet fiili bedduâdır: Ebû Leheb’in elleri kurusun, kendisi helâk olsun, kahrolsun demektir. Bu ikinci وَتَبَّ “ve tebbe” fiili ise bir durumu haber vermektedir. Ebû Leheb’in gerçekten kuruduğunu, yok olup hüsrana uğradığını bildirmektedir. “El”den maksat da, sahibidir. Bu, Arab’ın âdetine göre söylenmiş bir ifadedir. Arap, bir şeyin bir kısmını söyleyerek tümünü ve tamamını kasteder. Yani Ebu Leheb’in kendisi de yok oldu. Muradına eremeyip, perişan oldu ve mahvolup gitti. Kendisi “adese” denilen çiçek hastalığına benzer bir hastalığa tutulmuş, Kureyş’in Bedir’de yenildiğini haber alınca savaştan yedi gün sonra kahrından ölmüştü. Âlusî ve diğer tefsircilerin naklettiğine göre Kureyşliler, adese hastalığından tâun gibi sakındıkları için kendilerine de bulaşır korkusuyla ailesinden bile kimse yanına yaklaşmamış, bu yüzden ölüsü üç gün evde kalıp kokmuştu. Nihayet utandıkları için Sudânî’lerden birkaç kişiyi ücret karşılığı tutarak gömdürmüşlerdi. Bir rivayette de bir çukur kazıp ağaçlarla içine kakmışlar ve örtünceye kadar da üzerine taş atmışlardı. Başka bir rivayete göre de çukur kazmayıp bir duvarın dibine koymuşlar ve sonra da üzeri örtülünceye kadar taş atmışlardı.
مَآ أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ
2. Ona ne malı, ne de yaptığı işler fayda verdi .
Âyette geçen وَمَا كَسَبَ “kazancından” maksat, bazılarına göre Ebu Leheb’in çocuğudur. Bir hadiste: “Her insanın yiyeceğinin en temizi ve çocuğu kazancındandır.” buyurulmuştur. Bazılarına göre ise, onun kazandığı şey, bir iyilik yapıyorum zannıyla işlediği amelidir. “Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirdik.” (Furkân, 25/23) âyeti bu mânâdadır. Yine Ebu Leheb’in eğer kardeşimoğlunun söylediği hak ise, malımı ve çocuklarımı fidye vererek ondan kurtulurum.” dediği rivayet edilmiştir.
Ebu Leheb hastalığa yakalandığında ne malı ve ne de evlâdı ona bir yarar sağlayamamış ve onu ölüme terketmişlerdir. Oğulları, cenazesini bile şerefle defnetmeye fırsat bulamamışlardır. Böylece Kur’an’ın Ebu Leheb ile ilgili olarak verdiği haberin bir kaç sene içinde nasıl gerçekleştiğini herkes görmüştür.
سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ
3. O alev alev yükselen ateşe girecek.
Dünyada eşi, benzeri görülmemiş son derece şiddetli bir alev ve iltihabı olan bir ateş, yani sadece cisimleri yakan bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere nüfûz eden bir cehennem ateşi.
وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ
4. Eşi de (boynunda bükülmüş urgan olarak) o ateşe odun taşıyacak.
Yani Ebu Leheb’in yalnız kendisi değil, karısı da o ateşe atılacaktır. Karısı Ümmü Cemil, Harb’in kızı ve Ebu Süfyân b. Harb’ın kız kardeşidir. O da odun hamalı olarak cehenneme girecek, Ebu Leheb’i götürecek veya onun ateşini artırmak için, dünyada küfrüne, arzusuna hizmet ettiğinden dolayı cehennemde de azabına iştirak ile hizmet edecek demektir. Çünkü bu kadın, Resûlullah’a düşmanlıkta kocasından geri kalmıyordu.
Buradaki “hammâlete’l-hatab” kelimesi, “odun toplayan kadın” anlamındadır. Denildiğine göre, Ebu Leheb’in karısı, Resûlullah (sav)’in geçeceği yol üzerine geceleyin diken dalları bıraktırmak suretiyle ona eziyet etmek isterdi. Onun için bu tabirle kınanmıştır.
Bazılarına göre ise; o kadın fesat çıkarmak için laf taşırdı. Onun için, Arapça dilindeki kullanıma uygun olarak ona “odun toplayan kadın” denmiştir. Araplar fesat ateşini körükleyen bu tip kişiler için “odun toplayan kişi” derler.
فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ
5. Eşi de boynunda bükülmüş urgan olarak (o ateşe odun taşıyacak).
Âyette yer alan جِيدِهَا “cîd” boyun mânâsına gelirse de, özellikle gerdanlık gibi zînet eşyaları ile süslü veya süslenmeye layık güzel boyunlar anlamındadır. Ümmü Cemil, boynuna mücevher gerdanlık takardı ve şöyle derdi: “Lat ve Uzza’ya yemin ederim ki bu gerdanlığı satarak gelirini Muhammed’e karşı kullanacağım.” Bu nedenle “cîd” kelimesi burada istihzâ (alay) olarak kullanılmıştır. Yani gerdanlık takıp gururlandığı gerdanı cehennemde iple bağlı olacaktır.
مَسَدٌ Mesed, lif demektir. Arap dilinde, lif veya hurma yaprağından bükülen her şeye mesed denir. Sağlam liflerden, kuvvetli tellerden bükülmüş, kıvrılarak örülmüş bir ip bulunacaktır.
Bunun neticesi şudur ki, mesed, hurma lifinden bükülmüş sağlam bir urgan demek oluyor. Yani âyet, “gerdanında şiddetli bir şekilde bükülüp demir bir ip yapılmış olarak” mânâsınadır.
Bazı müfessirlere göre ise; ayetteki ‘odun hammalı’ sözü, bu kadının kötü ahlâkına işâret için kullanılmış bir hakaret vasıtasıdır. Dünyada altından bükülmüş kordon taşıyan kötü ahlâk sahibi insanın boynuna, âhirette ateşten bükülmüş kordon geçiriliyor, böylece cezâ eyleme denk oluyor.
Kur’an’ın, açıkça adlarını zikredip bedduâ ettiği ve ebedî lânete lâyık gördüğü kişiler yalnız Ebû Leheb ile karısıdır. Bu durum, onların düşmanca davranışlarının İslâm dâvasına ne denli zarar verdiğini ve Peygamber (sav)’i ne denli üzdüğünü gösterir.
Konuyla münasebetinden dolayı bir sorunun cevabını buraya koymak istiyoruz:
Kur’an niçin Ebu Leheb gibi kişilerden bahsediyor, hikmetini izah eder misiniz? Bu onun belagat ve fesâhatına nasıl uygun düşer?
Ebû Leheb, nur hânesine yakın bir yerde neş'et etmesine rağmen o nurdan istifâde edemeyen tâlihsiz ve bir o kadar da inat bir insandır. Esas adı Abdüluzzâ'dır.
Sûrenin meâli kısaca şöyledir: "Elleri kurusun Ebû Leheb'in ve kurudu da. Ne malı ne de kazandıkları hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak. Karısı da. Hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde." O irâdesini hep kötüye kullandı. Allah Resulünün geçeceği yollara dikenler serpti ve Kâbe'ye giden yollarda ateşler yaktı. Tabii, cezası da amelinin cinsinden olacak ve gidip ateşe yaslanacaktır. Zaten ona, ateşin babası ma'nâsına gelen "Ebû Lehep" ismiyle hitâp edilmektedir. İslam dininin i'lâ ve yücelmesi uğruna verilen mücâdelenin karşısına dikilen bu adam, bütün hayatı boyunca oyun ve düzenler kuracaktır. Ve kurdu da. Ama yaptığı her şey -akim kaldı. Beni Ümeyye'nin bütün serveti ona akmasına ve Ümmü Cemil denen karısı da çok zengin olmasına rağmen bütün kazândıklarının ona zerre kadar faydası olmadı. Evlatları da onu kurtaramadı. Halbuki o onlarla çok övünürdü...
Bedir'e iştirak edememişti. Bedir'de müslümanların zaferi Mekke'ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imânını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve "Vallahi bunlar melekler" dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hale geldi ve Ebû Râfi'nin üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hz. Abbas'ın kölesiydi. Hz.Abbas'ın hanımı Ümmü Fadıl, koşarak geldi ve Ebû Lehebin başına elindeki sopayı indiriverdi. "Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?" dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin te'siri veya başka bir sebeple "Adese" denilen bir hastalığa yakalanmıştı. Ve o gün, bu hastalık vebâdan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı. evlatları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb'e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden bir kaç bedevi tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar.
Peygambere (s.a.v.) bu kadar yakın olmasına rağmen hem o nurdan istifâde edememiş olması bir yana en azılı düşman kesilmişti. Onun içindir ki hem dünyâda hem de ukbâda onu çetin bir cezâ ve netice bekliyordu. Dünyâdakiler oldu, şimdi o, öbür tarafta kendi hesabıyla baş başa...
Karısı beni Ümeyye'ye mensup soylu ve zengin bir kadındı. Allah Rasulüne düşmanlık âdeta ona sadistçe bir zevk veriyordu. İki Cihan Serverine karşı yapılan edepsizce muâmelelerin pek çoğuna iştirâk eder ve bundan derin bir zevk duyardı. Allah Resulünün geçeceği yollara dökmek üzere diken taşıyor, onun geçeceği yollarda yakılsın diye odunları yüklenip getiriyordu ve bütün bunlardan derin bir zevk alıyordu. Aslında pek çok hizmetçi kullanacak kadar şatafata da düşkündü. Ama, İki Cihân Serverine olan gayzı onu öyle tahrik ediyordu ki, bu mağrûr kadın bütün gururunu ayaklar altına alıp o güne göre hizmetçi ve câriyelerin yapacağı bir işi yapıyordu. Gerdanlığın her çeşidini dahi boynuna takmaya tenezzül etmezken gel gör ki şimdi boynunda ip vardı ve sırtında da odun. Dünyada yaptığı bu işlerin cezâsını da aynı cinsten çekecekti, zira Kur'ân böyle söylüyordu.
Ebû Lehep inat bir insandı. Ebû Cehil onun hakkında "Sakın bunu kızdırmayın. Eğer öbür tarafa geçerse bir daha onu kimse döndüremez" derdi. Ve bunda da haklıydı. Ancak o, bu inadını AIlah Resulüne karşı kullandı. Ona düşmanlıkta harcadı. Hanımıyla beraber omuz omuza verdi ve Kâbe'deki putları ta'ziz ettiler. Lât dediler, Menat dediler de eğilip bir kere olsun yanı başlarında büyüyen, Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün cihânları ifâde edecek bir fihrist insanı anlamak için gayret göstermediler. Âlemlere Rahmet olan bu mümtaz şahsiyetten istifâde lüzumunu duymadılar.
Duymak şöyle dursun Ebû Lehep hep Allah Resulüne kötülük yaptı. Dünyâ durdukça o da dursaydı, niyeti yine hep aynı şeyi yapmaktı. İnananlara yapılan ve tatbiki üç sene gibi uzun bir müddet süren boykotu hazırlayan ve bu işin öncüsü olan Ebû Cehillerle beraber oldu; Allah Resulü ve müslümanlara kötülük yaptı. Müslümanlar bu üç seneyi ölümle pençeleşerek geçirmişlerdi. Nice yaşlı ve çocuk bu boykotta hayatını kaybetti. Fakat Ebû Leheb'in vicdânında bütün bu olanlar zerre kadar acıma hissi uyarmadı. O böyle vicdândan nasipsiz bir insandı. Zaten Hz. Hatice vâlidemiz de bu devrede psikolojik olarak iyice yıpranmış, inananlara yapılan bu haksızlığa ve zulme daha fazla dayanamamış ve Hüzün Senesi adını ebedileştirmek ister gibi vefat etmişti. Ebû Tâlip de ayni sene vefat etti. Ne yazık ki, o da hidâyete eremeden gitmişti. Ancak, Allah Resulüne olan sevgisi ancak, bir müslümanın katlanabileceği zulüm ve işkencelere katlanmasına sebep olmuştu. Ebû Tâlip denince, kalbimin derinliklerinde bir sızı duyarım, gözlerim dolar ve çok kere de ağlarım. Allah Resulüne bu kadar yardımcı olan ve O'na sâhip çıkan bir insanın hidâyete eremeyişi ne kadar hicrânlı bir hâdisedir. Hz. Ebû Bekir de bu mülâhaza ile ağlamıştı. Bir gün yaşlı babasını âldı .Allah Resûlüne getirdi. Ebû Kuhâfe müslüman olmuştu. Fakat Sıddîk bir köşeye çekilmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dayanamadı Allah Resulü, sordu: Ya Ebû Bekir, niçin ağlıyorsun, sevinsene baban müslüman oldu? Ebû Bekir kendine yakışan cevabı veriyordu: "Keşke şu anda sana biât eden eller Ebû Kuhâfe'nin elleri olacağına Ebû Tâlib'in eller'ı olsaydı. Çünkü sen Ebû Talib'i Ebû Kuhâfe'den daha çok severdin. Senin o kadar sevdiğini ben öz babam dahi olsa Ebû Kuhâfe'ye tercih ederdim." Merhamet-i ilâhiden daha fazla merhamet edip sû-i edepte bulunamayız. Ancak kalbime de hâkim olamıyorum. Ne kadar isterdim ki bütün sevaplarımın onda dokuzu Ebû Tâlib'e verilseydi de bana sadece biri kalsaydı ve o da kurtulmuş olsaydı. Belki böyle söylemek de haddim değil, fakat baştan söyledim kalbime hâkim olamıyorum. Çünkü o benim Efendimi senelerce himâye etti, korudu, onun için çekmediği çile kalmadı. Fakat daha öte bir şey diyemiyoruz. Kimsenin de bir şey demeye hakkı yoktur. Zira aradaki kopukluk Efendimizin elinin ona uzanmasına mâni teşkil etmektedir.
Ebû Tâlip Allah Resulünü bu derece siyânet edip korurken diğer bir amcası olan Ebû Leheb ona her türlü işkenceyi revâ görüyordu. Allah Resulü kabile kabile geziyor ve Hak Din olan İslamı anlatıyor, insanları bu dine dâvet ediyor: onu bir gölge gibi takip eden kızıl saçlı ve kızıl suratlı bir başkası da durmadan onu yalanlamaya çalışıyordu ve işte bu adam Ebû Leheb'in ta kendisiydi.
Kabile ve soy olarak O'na en uzaklar en erken gelip Allah Resulüne karâbet ve yakınlık kurmaya gayret ederken. o aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife biliyordu. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen nur menbaı bir güneşi görmüyordu.
Şimdi böyle bir insana Kur'an'ın"elleri kurusun" demesi hak ve maslahat değil midir? Ona böyle denmeseydi milyarlarca inanan insanın hukuku zâyi olmayacak mıydı? Böyle bir anlayış, Kur'an'ın hikmet ve maslahat dolu üslûbuyla nasıl te'lif edilirdi?
İkincisi: İslam'a kötülük yapan çokları hakkında açık-kapalı âyetler nazil oldu. Velid b. Muğire de bunlardan biriydi. Kur'an onun hakkında "Canı çıkası ne kötü karara vardı" tâbirini kullanıyor. O da Hâlid b.Velid'in babasıydı. Ancak Allah Resulünün amansız düşmanlarından biriydi. Kendi kendine acaba nasıl iftira atsam diye düşünüyordu: Şâir mi, kahin mi, sâhir mi desem diye kararsızlıkta bocalıyordu. Sonra Kur'an'a sihir, Allah Resulüne de sâhir demeye karar verdi de, Kur'an da onun bu kararına karşı Cenabı Hakk, ona yukarı da zikrettiğimiz âyet mealiyle hitap veya itap etti: “Canı çıkasıca ne kötü karar verdi.” Ve daha nice kâfirler Kur'an'da levmedildi, tehdit edildi. Durum böyle olunca, Ebû Lehep eğer istisnâ edilmiş olsaydı, acaba bıi Kur'an'ın âlemşûmûl olma keyfiyetine uygun düşer miydi? Elbette ki hayır. Zira Velid b.Muğire'nin kınandığı bir yerde, Ebû Lehep kınanmasaydı, bu işin müşâhitleri, Allah Resulüne bunca düşmanlık etmiş bir insanın sırf ona sıhri olan karâbetinden dolayı korunup muhâfaza edildiği zehâbına kapılmayacaklar mıydı? İşte Kur'ân buna meydan vermedi ve Ebû Leheb'i de diğer müşriklerin kategorisine dâhil etti.
Üçüncüsü: Bu sûre Mekke'de nâzil oldu. Ebu Leheb ise Bedir Muhârebesinin hemen ardından öldü. Demek ki ortada gayba âit bir haber verme bahis mevzuuydu. Ebû Leheb ve karısı kâfir olarak gidecekti ve Kur'an ne dediyse aynen tahakkuk etti. Nasıl Allah Resulü, Bedirde ölecek Kureyşin ileri gelenlerinin yerlerini göstermiş ve her biri gösterdiği yerde öldürülmüştü ve böyle bir ihbar bu müminlerin kuvve-i mâneviyesini takviye etmişti. Ebü Leheb'in de o şekilde ölmesi inananların kuvve-i mâneviyelerini takviye ediyor, âdeta onları daha da uyarıyor ve dikkat edin diyordu. Zira Kur'an'ın va'dettiği herşey oluyordu. Ortada bir zafer va'di vardı, demek ki o da olacaktı. Bir avuç müslümana herkesin düşman kesildiği bir devrede, bu gibi takviyeler hiç de küçümsenecek şeyler değildi. Aksine doğurduğu müspet netice itibâriyle bir bakıma şarttı ve zorunluydu.
Bazen küçük bir belâ ve musibetin insanda hâsıl ettiği uyarma ve kendine gelme, manevi hayatı adına öyle şeyler kazandırır ki, perde açılsa, kazanılanlar görülüverse, herkes o belâ ve musibetin gelmesini can-u gönülden talep edip isteyecektir. Sonradan kazanılanlar, o musibeti hiçe indirmektedir. İşte insanlık adına, zaten kaybetmeleri kesinlik kazanmış olan böyleleri hakkında söylenenler söylenmemiş dahi olsaydı neticeye zerre tesir etmeyecekti. Olan olmuştu ve onların kötü akıbetleri mukadderdi. Vâkıa burada bir-iki şahıs kötü akıbetleriyle zikrediliyor ve bu ilk bakışta insanlığın onurunu kırıcı bir üslûp gibi geliyor ise de, neticede milyonlarca insanın şahlanıp, kendi derinliklerini hissetmelerine veya en azından zikredilenlerin akıbetine düşmemek için daha dikkatli davranmalarına vesile olma keyfiyetiyle ele alınacak olursa, ilk hâtıra gelen intibânın yerini başka hikmetler alacaktır. Ve Kur'an'da Ebû Leheb ve emsâlinden bahsedilmesinin ne kadar lüzumlu, psikolojik ve pedagojik açıdan inananlar adına ne kadar gerekli olduğu böylece idrak edilmiş olacaktır.
Dördüncüsü: Son olarak şunu da' ilâve etmeliyiz ki, bu psikolojik te'sir inanan kesimde dediğimiz şekilde bir uyanmaya sebep olduğu gibi, küfür cephesinde de tereddütler hâsıl etmeye başlamıştır. Mutlak küfürleri, şek ve şüpheye inkılap etmekle, nurlu yola girmeleri kolaylaşmış ve önceleri sadece vicdânlarında hapsolan tasdikleri ortaya çıkan tereddütlerin tazyikiyle akıl ve kalbe girme menfezleri bulmuş ve zaten bir müddet sonra neticeler görülmeye başlanmıştır. Ondan sonra niceleri, küfür urbasını çıkararak, iman hil'atını giydi ve irşâdta bulunmak için döndü, gittiler. Bu da imân ve insanlık adına az bir kazanç değildir. İşte bazı insanların encamlarının zikredilmesiyle böyle büyük neticeler hâsıl etmek ancak ve ancak Kur'an'a yakışan ve onun hikmet dolu beyânlarının tezâhürü olan öyle mucizevi bir üslûptur ki şimdiye kadar böyle bir netice hâsıl etme başka hiç bir kelâma nasip olmamıştır. Bu, okyanuslara atılan küçük bir taşla binlerce dalgalar hâsıl etme gibi hârikulâde renklilik ve derinlik örneğidir. Evet bu dalgalanmalar o günden bugüne binlerce, yüz binlerce hatta milyonlarca insanın gönlünde temevvüc edip durmaktadır. Evet Kur'ân, tergîp ve terhîbin iticiliği ve çekiciliği ile, bir adamın küfür içinde ölmesini haber verdiği aynı anda milyonların hidâyetine vesile olma gibi üstün bir üslûpla nâzil olmuştur. Bu da Kur'ân'ın fesâhat ve belâğat ifâde eden beyânına gayet uygundur, muvafıktır. Maslahat ve hikmetin ta kendisidir .