Salvo
Kayıtlı Üye
İslam'ın doğduğu 6. asırda dünyadaki iki büyük devletin, yönettiği halkına karşı tutumuna kısaca bir göz atalım. Sonra İslam'ın başlattığı yönetim örneğiyle kıyaslamasını yapabiliriz.
O günkü dünyanın iki büyük devletinden biri olan İran'ın ateşperest hükümdarı, koyduğu vergileri anlatmak için halkı topladığı meydanda konuşurken, fakirin birinin şöyle bir feryadına muhatap olur:
-Efendimiz, susuz arazinden de vergi alacağım, diyorsunuz. Benim gibi hep kurak arazide yaşayan bir fakir, yağmur yağmazsa mahsul alamadığı araziden nasıl vergi verecek?
Halkın içinde yönetimine hakaret edip isyan teşvikçiliği yaptığı gerekçesiyle İran hükümdarı, zavallı fakiri kalabalığın gözleri önünde ateşe attırarak yaktırmaktan çekinmez, kimse de bu vahşete karşı çıkma cesaretini kendinde göremez.
Bir de o günkü Doğu Roma İmparatorluğu'nun merkezi olan Bizans'a, yani İstanbul'a göz atalım. Bakalım orada halkla yönetim arasındaki adalet ne durumda?
İmparator, inşa ettirmeye başladığı Ayasofya kilisesinde halkın çoğunu karın tokluğuna çalıştırıyordu. Bu cebri çalışmaya katılmak istemeyenler ise Sultanahmet Meydanı'ndaki o günkü hipodromda yağız atların kuyruğuna bağlanarak paramparça ettiriliyor, böylece karın tokluğuna çalışmak istemeyenlere gereken ders de verilmiş oluyordu.
O günkü dünyanın iki büyük devletindeki yönetimin halka karşı tavrı aşağı yukarı bu dehşette idi...
Şimdi bir de Müslümanların Medine'de başlattıkları yönetimle halk münasebetine bir göz atalım isterseniz. Bakalım onlar nasıl bir yönetim örneği veriyorlardı dünyaya karşı.
Efendimiz (sas) Medine'de halka hitap ettiği son hutbelerinden birinde gönüllerde bir incinme kalmaması için şöyle sesleniyordu yönettiği halkına:
-Ey insanlar! Yönetiminizde bulunduğum günden bu yana kimin sırtına bir kamçı vurmuşsam işte sırtım, gelsin o da bana vursun! Kimin kalbini kıracak bir söz söylemişsem gelsin o da bana aynı sözü söylesin. Kimin küçük de olsa bir hakkını almışsam işte malım, gelsin o da benden hakkını alsın! Sözlerine şunu da ekler:
-Sakın içinizden biriniz demesin ki, hakkımı isteyecektim ama Resulüllah'ın darılacağından çekindim de isteyemedim. Şunu kimse unutmasın ki, benim inancımda hakkını isteyene darılmak yoktur!. Şunu iyi biliniz ki, benim en çok sevdiğim kimse, benden hakkını alan, yahut da helal eden kimsedir.
Bu sözleri dinleyen halktan biri ayağa kalkarak:
-Ya Resulallah der, öyle ise ben zatınızdan üç dirhem istiyorum!. -Bu alacağın nereden kaldı hatırlatır mısın?
-Hani çölden gelen bir fakir üç dirhem yardım istemişti de, sizde bulunmadığından ben vermiştim, onu talep ediyorum.
Bunun üzerine Efendimiz (sas)'in cevabı aynen şöyle olur:
-Amcamın oğlu Fazlı! Hemen git, üç dirhemi getir, istek sahibine ver. Böylece halkımızla aramızda helalleşmediğimiz bir konu kalmasın.
Kutlu Doğum'un sahibi, yönettiği insanlarla böyle helalleşiyor, o günkü dünyaya böyle yönetim örneği veriyordu. Yönetici ile halk arasında bugün dahi ulaşamadığımız helalleşme olayı böyle yaşanıyordu.
Halbuki o devrelerde öteki yöneticilerden hak isteyenler ateşe atılıyor, at kuyruğuna bağlanarak hipodromlarda sürükleniyorlardı.
Ayet-i kerimenin ikazı:
- Fa'tebiru ya ülil ebsar! Düşünün ey basiret sahipleri!
O günkü dünyanın iki büyük devletinden biri olan İran'ın ateşperest hükümdarı, koyduğu vergileri anlatmak için halkı topladığı meydanda konuşurken, fakirin birinin şöyle bir feryadına muhatap olur:
-Efendimiz, susuz arazinden de vergi alacağım, diyorsunuz. Benim gibi hep kurak arazide yaşayan bir fakir, yağmur yağmazsa mahsul alamadığı araziden nasıl vergi verecek?
Halkın içinde yönetimine hakaret edip isyan teşvikçiliği yaptığı gerekçesiyle İran hükümdarı, zavallı fakiri kalabalığın gözleri önünde ateşe attırarak yaktırmaktan çekinmez, kimse de bu vahşete karşı çıkma cesaretini kendinde göremez.
Bir de o günkü Doğu Roma İmparatorluğu'nun merkezi olan Bizans'a, yani İstanbul'a göz atalım. Bakalım orada halkla yönetim arasındaki adalet ne durumda?
İmparator, inşa ettirmeye başladığı Ayasofya kilisesinde halkın çoğunu karın tokluğuna çalıştırıyordu. Bu cebri çalışmaya katılmak istemeyenler ise Sultanahmet Meydanı'ndaki o günkü hipodromda yağız atların kuyruğuna bağlanarak paramparça ettiriliyor, böylece karın tokluğuna çalışmak istemeyenlere gereken ders de verilmiş oluyordu.
O günkü dünyanın iki büyük devletindeki yönetimin halka karşı tavrı aşağı yukarı bu dehşette idi...
Şimdi bir de Müslümanların Medine'de başlattıkları yönetimle halk münasebetine bir göz atalım isterseniz. Bakalım onlar nasıl bir yönetim örneği veriyorlardı dünyaya karşı.
Efendimiz (sas) Medine'de halka hitap ettiği son hutbelerinden birinde gönüllerde bir incinme kalmaması için şöyle sesleniyordu yönettiği halkına:
-Ey insanlar! Yönetiminizde bulunduğum günden bu yana kimin sırtına bir kamçı vurmuşsam işte sırtım, gelsin o da bana vursun! Kimin kalbini kıracak bir söz söylemişsem gelsin o da bana aynı sözü söylesin. Kimin küçük de olsa bir hakkını almışsam işte malım, gelsin o da benden hakkını alsın! Sözlerine şunu da ekler:
-Sakın içinizden biriniz demesin ki, hakkımı isteyecektim ama Resulüllah'ın darılacağından çekindim de isteyemedim. Şunu kimse unutmasın ki, benim inancımda hakkını isteyene darılmak yoktur!. Şunu iyi biliniz ki, benim en çok sevdiğim kimse, benden hakkını alan, yahut da helal eden kimsedir.
Bu sözleri dinleyen halktan biri ayağa kalkarak:
-Ya Resulallah der, öyle ise ben zatınızdan üç dirhem istiyorum!. -Bu alacağın nereden kaldı hatırlatır mısın?
-Hani çölden gelen bir fakir üç dirhem yardım istemişti de, sizde bulunmadığından ben vermiştim, onu talep ediyorum.
Bunun üzerine Efendimiz (sas)'in cevabı aynen şöyle olur:
-Amcamın oğlu Fazlı! Hemen git, üç dirhemi getir, istek sahibine ver. Böylece halkımızla aramızda helalleşmediğimiz bir konu kalmasın.
Kutlu Doğum'un sahibi, yönettiği insanlarla böyle helalleşiyor, o günkü dünyaya böyle yönetim örneği veriyordu. Yönetici ile halk arasında bugün dahi ulaşamadığımız helalleşme olayı böyle yaşanıyordu.
Halbuki o devrelerde öteki yöneticilerden hak isteyenler ateşe atılıyor, at kuyruğuna bağlanarak hipodromlarda sürükleniyorlardı.
Ayet-i kerimenin ikazı:
- Fa'tebiru ya ülil ebsar! Düşünün ey basiret sahipleri!