ashli
Bayan Üye
FRANKENSTEİN
Tıpkı işçi sınıfı gibi, canavarın ne bir adı, ne de bir bireyselliği vardır. O, bir Frankenstein canavarıdır ve bütünüyle yaratıcısına aittir (tıpkı bir "Ford işçisi"nden söz edebileceğimiz gibi). Yine işçi sınıfı gibi, o, kolektif ve yapay bir yaratıktır. Doğada bulunmaz, yapılmıştır. Frankenstein, üretken bir mucit-bilim adamıdır. Dalgın, kaşif-bilim adamı Walton ile açıkça çelişki içindedir (bu kalıp Jekyll ve Lanyon'la tekrarlanmıştır). Organları yeniden birleştirilerek, canavarın kişiliğinde hayata döndürülenler, feodal ilişkilerin çöküşüyle haydutluğa, sefalete ve ölüme itilen "yoksullar"dır. Yalnızca çağdaş bilim -bu "karanlık ve şeytani makineler" metaforu- onlara bir gelecek sunabilir. Onları yeniden birleştirerek diker, dilediği şekilde biçim-lendirir ve nihayet onlara yaşam verir. Fakat canavar gözlerini açtığı anda, yaratıcı dehşetle geri çekilir: "yarı sönmüş olan ışığın parıltısında, yaratığın donuk sarı gözlerinin açıldığını gördüm... Bu felaket karşısında duygularımı nasıl anlatabilirim...?"
Frankenstein ve canavar arasında, muğlak, diyalektik bir ilişki vardır; tıpkı Marx'a göre, sermayeyi ücretli emeğe bağlayan ilişki gibi. Bir yandan, bilim adamının canavarı yaratmaktan başka çaresi yoktur: "İnsan doğası gereği yaptığım işten sık sık tiksinmekle birlikte, giderek artan bir isteğin baskısıyla, işimi sonuca yaklaştırıyordum". Öte yandan, hemen ondan korkar ve öldürmek ister, çünkü kendisinden daha güçlü bir yaratığa yaşam verdiğini ve bundan böyle ondan bağımsız olamayacağını kavrar. Jekyll'ı kaygılandıran da aynı lanettir: "yüreğini ferahlatmak için sana birşey söyleyeceğim: istediğim an, Mr. Hyde'dan kurtulabilirim." Ve yine de, efendisinin yaşamına hükmedecek olan Hyde'dır. Başka bir deyişle, canavarın insanda uyandırdığı korku, "kendi mezar kazıcısını yaratmış olmaktan" duyulan korkudur.
Canavarın belirgin "istemleri", aslında korku yaratmaz. Bunlar meydan okuma belirtisi değil, "reformist"/"Chartist" taleplerdir. Canavar yalnızca, insanlar arasındaki vatandaşlık haklarına sahip olmayı dilemektedir: "Sana karşı gelmeye kışkırtılmayacağım. Ben senin yaratığınım ve doğal efendime ve kralıma karşı daima kibar ve uysal olacağım... Ben, yardımsever ve iyi bir insandım; sefalet beni bir canavar yaptı. Beni mutlu et, ben de yeniden erdemli olayım." Daha da ötesi, insanlarla bütün dostça ilişkileri başarısızlığa uğra-dığında, canavar kenara itilmişliğini alçak gönüllülükle kabul eder. Yalnızca, "kendisi kadar şekli bozuk ve ürkütücü" bir başka yaratığa sahip olmayı diler. Ama bu bile ondan esirgenir. Onun çocukları olduğunu ve çoğaldığını görmek şöyle dursun, yalnızca varlığı bile, Frankenstein için yeterince korkunçtur. Evliliğini bir türlü tam anlamıyla gerçekleştiremeyen Frankenstein, Benjamin'in tanımladığı aynı iktidarsızlığın kurbanıdır: "İktidarsızlığın toplumsal nedenleri: Burjuva sınıfının hayal gücü, serbest bıraktığı üretici güçlerin geleceğiyle ilgilenmeyi becerememiştir... Erkek iktidarsızlığı: üretici güçlerin durdurulmasının içinde gerçekleştiği yalnızlığın temel biçimidir". Canavarın soyunun sür-mesi olasılığı, bilim adamının önünde, gerçek bir karabasan olarak durur: "İnsan türünün bizzat varoluşunu, istikrarsız ve dehşet dolu bir koşula bağlayabilecek olan bir şeytan ırkı yeryüzüne yayılabilirdi."
"Şeytan ırkı": Proleteryaya ait bu imge, Mary Shelley'in ideolojisindeki en tepkisel ögelerden birini barındırır. Canavar, tarihsel bir ürün, yapay bir varlıktır; fakat bir ırka dönüştüğünde, doğanın değişmez diyarına yeniden girer. İçgüdüsel, doğal bir nefretin nesnesi haline gelebilir; ve insanlar, canavarın ortaya koyduğu güce karşı koyabilmek için bu nefrete ihtiyaç duyarlar. Bu öylesine gerçektir ki, ırk ayrımı, anlatımın gelişimine dışardan dayatılmaz, tersine doğrudan ondan kaynaklanır. Canavarı, başka türden bir varlık yapmak isteyen yalnızca Mary Shelley değil, bizzat Frankenstein'ın kendisidir. Frankenstein'ın istediği, (iddia ettiği gibi) bir insan değil, bir canavar, bir ırk yaratmaktır. Bizlere, yaratığı oluşturmaya çabalarken "gösterdiği özeni ve çektiği sıkıntıları" uzun uzun anlatır; "uzuvlarının orantılı olduğunu" ve "yüz hatlarını güzel seçtiğini" söyler. Bir sürü yalan: Aynı paragrafta, üç sözcük sonra şunları okuruz: "Sarı derisi, altındaki kasların ve damarların işleyişini güçlükle örtüyordu; saçları parlak siyah renkte ve dalgalıydı; dişleri inci gibi beyazdı; fakat bu özellikler, onun sulu gözleri,... kırışık cildi ve düz kara dudaklarıyla yalnızca daha ürkütücü bir zıtlık oluşturuyordu." Henüz yaşamaya başlamamışken bile, bu yeni varlık, korkunç ve ayrı bir ırktandır. Öyle olmalıdır, öyle olmak üzere yapılmıştır: yaratılmıştır, fakat bu şartlarla.
Burada, her bir toplumsal katmana özel bir tarz giyimi dayatarak uzaktan tanınmalarına izin veren ve onları toplumsal rollerine fiziksel olarak bağlayan feodal şer'i yasalara açık bir ağıt vardır. Şimdi giysiler herhangi birinin alabileceği metalara dönüştüğüne göre, bu artık olanak dışıdır. Toplumsal farklılık, şimdi daha derin bir biçimde belirtilmelidir: kişinin derisinde, gözlerinde, vücut yapısında. Canavar, hakim sınıflar için, tüm insanların eşit olduğu -ya da olması gerektiği- düşüncesine razı gelmenin ne kadar güç olduğunu anlamamızı sağlar.
Fakat canavar aynı zamanda, eşitsiz bir toplumda insanların eşit olmadığını anlamamızı da sağlar. Yalnızca ayrı ırklara ait oldukları için değil, eşitsizliğin insanın derisine, gözlerine ve vücuduna işlemesinden ötürü de bu böyledir. Açıktır ki, ilk sanayi işçilerinin konumunda bu daha da geçerlidir: canavarın biçimi, yalnızca Frankenstein onun böyle olmasını istediği için değil, endüstri devriminin ilk on yıllarında gerçek durum böyle olduğu için de bozuktur. Onda, sivil toplumu eleştirenlerin metaforları gerçekleşir; canavar Adam Ferguson'un kölelerini, genç Marx tarafından tanımlanan yabancılaşmış emeğin diyalektiğini canlandırır: "ürünü biçim kazandıkça, işçi biçimsizleşir; elindeki nesne uygarlaştıkça, işçi daha da güçsüzleşir; iş inceldikçe, işçi daha kabalaşır ve doğaya karşı daha da köleleşir. ...Gerçek şu ki, emek saraylar üretebilirken, işçiler için ahırlar üretir. ...Bir yandan zeka üretirken, işçiler için idiotluk ve geri zekalılık üretir." Frankenstein'ın icadı, bu bağlamda, kapitalist üretim sürecinin gözalıcı bir metaforudur. Bu, biçimleri bozarak biçimlenen, barbarlaştırarak uygarlaşan, yoksullaştırarak zenginleşen -içindeki her olumlamanın bir olumsuzlamayı gerektirdiği iki yönlü bir süreçtir. Nitekim canavar -Frankenstein'ın ıstıraplı yüceliğinin üzerinde yükseldiği temel-, hep olumsuzlamayla tanımlanmıştır: İnsan orantılıdır, canavar değildir; insan güzeldir, canavar çirkindir; insan iyidir, canavar kötüdür. Canavar, tersyüz edilmiş, olumsuzlanmış insandır. Onun bağımsız bir varlığı yoktur; ne gerçekten özgürdür, ne de bir geleceği vardır. Yalnızca, aslı Frankenstein olan madalyonun öbür yüzü olarak yaşar. Bilim adamı öldüğünde, canavar kendi yaşamında ne yapacağını bilemez ve intihar eder.
"Frankenstein"ın iki aşırı ucu, bilim adamı ve canavardır. Fakat onların, anlatım süreci için aşırılaştıklarını söylemek daha doğru olur. Mary Shelley'in romanı, aslında sade bir plana dayanır; basitleştirme ve bölmeden ("Toplumun bütünü iki sınıfa bölünmek zorundadır...") oluşan bir plana. Bu, kurbanlar isteyen bir süreçtir. Gerçekten de, bütün "ara" kişiler, birbiri ardısıra canavarın elinde telef olurlar: Frankenstein'ın kardeşi William, hizmetçi Justine, Frankenstein'ın arkadaşı Clerval, karısı Elizabeth ve babası. Buna benzer bir dizi ölüm, Philemon ve Baucis'in kurban edilişinde, Faust'un girişimci rüyası, iki yaşlı insanın kişiliğinde, aile birliğinin ve küçük bağımsız mülkiyetin yok oluşunu ortaya koyarken görülür. "Frankenstein"da da, canavarın kurbanları (daha doğrusu, canavarla bilim adamı arasındaki, geleceğin toplumsal ilişkilerini önceden canlandıran mücadelenin kurbanları), genişletilmiş bir birim olarak ailenin ahlaki ve ekonomik ideallerini temsil eden kişilerdir. Bu genişletilmiş birim yalnızca akrabaları değil, aynı zamanda hizmetçiyi ve yakın arkadaş Clerval'i de kapsar. Clerval, çağdaşı Victor'la karşılaştırıldığında, hâlâ uysalca gelenekseldir: Frankenstein'ın tersine, ailesinin kasabasında, aile evinde kalmayı ve onların değerlerini yaşatmayı seçmiştir. Bu değerler korporatif, yöresel ve değiş-mezdir: Bu, Robinson Crusoe'nun babası tarafından övülen ortak yolun ahlakıdır.
Frankenstein'ın kendisi de sonunda bu değerlere döner, ama artık çok geçtir: "doğduğu kasabanın dünya olduğuna inanan kişi, kendi doğasının izin verdiğinden daha büyük olmaya gözünü diken bir kişiye göre ne kadar daha mutludur. ... Elveda Walton! Mutluluğu dinginlikte ara ve tutkudan kaçın; bu, bilim ve keşifte sivrilmeye yönelen açıkça masum bir hırs olsa bile."
Frankenstein'ın son sözleri, eserinin amacını "aile bağlarının sevimliliğini sergilemek" olarak sunan Mary Shelley'in önsözüyle birleşir. Bu sözlerin Walton'a söylenmiş olması rastlantısal değildir. Çünkü Walton, eserin mesajının iletilmesinde son derece önemlidir. Frankenstein gibi, Walton da, zorba olduğu kadar saldırgan ve insanlık dışı bir bilimsel gelişme idealinin yönlendirdiği umutsuz bir girişimin kahramanıdır: "Bir insanın yaşamı ya da ölümü peşinde olduğum bilgiyi elde etmek için ödenecek düşük bir fiyattır". Fakat Frankenstein'ın hikayesi onu geciktirir. Sonunda Walton, yaşamlarından endişe duyan denizcilerin protestolarına boyun eğer ve "bilgisiz ve düşkırıklığına uğramış bir biçimde" ülkesine ve ailesine dönmeyi kabul eder. Bu değişim sayesinde Walton hayatta kalır; ve bu, ona anlatım yapısında, kitabın mesaj "göndericiler" sisteminde temel bir işlev yükler. Walton hikayeye hem başlar, hem de onu bitirir. Onun anlatımı, Frankenstein'ın anlatımını hem "içerir", hem de böylelikle onu destekler (Frankenstein'ın anlatımı da canavarınkini "içerir"). En geniş, en kapsamlı, en evrensel bakış açısı Walton'a ayrılmıştır. Anlatım sistemi, daha önce açıkladığımız biçimde, "Frankenstein" romanının anlamını, içerdiği dehşeti defetmek yoluyla tersine çevirir. Gerçekliğin hakim ögesi, toplumun iki karşıt kutba bölünmesi değil, onun Walton ailesinde simgesel yeniden birleşmesidir. Yara iyileştirilmiştir: kişi evine dönmüştür.
Anlatım tekniğiyle Walton'a atfedilen evrensellik, sadece eldeki hikayeye özgü değil, bütün tarihî gelişime yöneliktir. Walton aracılığıyla, Frankenstein ve canavar yalnızca birer tarihî "kaza" statüsüne indirgenirler; onlarınki bir hikaye, bir "vaka"dır (Stevenson'un başlığı "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ın Garip Vakası" olacaktır). Bu yolla, Mary Shelley bizi kapitalizmin bir geleceği olmadığına ikna etmek ister: birkaç yıl için yaşanmış, fakat artık geçip gitmiştir. Herkesin görebildiği gibi, Frankenstein ve canavar varis bırakmadan ölürler, oysa Robert Walton hayatta kalır. Bu çok çarpıcı fakat Mary Shelley'in bizi hazırladığı bir anakronizmdir. "Frankenstein"ın sosyolojik dayanak noktası -proleteryanın yaratılması- ne ekonomik çıkarlara, ne de objektif gereksinimlere cevap verir. Bu, münferit, subjektif ve hiçbir çıkar gözetmeyen bir sanat eserinin ürünüdür: Frankenstein, canavarı yaratırken hiçbir kişisel çıkar gözetmez. Daha doğrusu, bunu gözetemez çünkü romanın dünyasında canavardan yararlanmanın bir yolu yoktur. Ondan yararlanmanın bir yolu yoktur, çünkü ortada fabrika yoktur. Ortada fabrika olmayışının da çok geçerli iki nedeni vardır: çünkü Mary Shelley için üretimin istemlerinin kendi içinde hiçbir değeri yoktur, tersine bunlar ailenin ahlaki ve fiziksel sağlamlığının korunmasına bağımlı kılınmalıdır; ve yine onun anlayışına göre fabrikalar, hiç şüphesiz, korkulan "şeytan ırkının" sayısını sonsuza çıkaracaktır. Proletaryayı defetmeyi uman Mary Shelley, tam bir mantıksal tutarlılıkla, çizdiği resimden sermayeyi de siler. Diğer bir deyişle, tarihi siler.
Gerçekten de, kullanılan tuhaf anlatım tekniğinin nihai sonucu, Frankenstein ve canavarın hikayesinin bir "fabl"a dönüşmesidir. Tıpkı bir fabldaki gibi, hikaye sözel biçimde gelişir: Frankenstein Walton'a anlatır, canavar Frankenstein'a anlatır ve tekrar Frankenstein Walton'a anlatır (oysa, tarihin ve geleceğin kendisinde somutlaştığı Walton, yazar). Tıpkı bir fabldaki gibi rahat, güvenli, evcil bir durum yaratma girişimi vardır; canavar bile, anlatımının başlangıcında, kendisinin ve Frankenstein'ın, daha rahat edebilmek amacıyla, bir dağ kulübesine çekilmelerini önerir. Yine tıpkı bir fabldaki gibi, kesin bir kural olarak, olup bitenler hayali olaylar olarak kabul edilmelidir. Kapitalizm bir rüyadır -kötü bir rüyadır, fakat her şeye rağmen bir rüyadır.
Tıpkı işçi sınıfı gibi, canavarın ne bir adı, ne de bir bireyselliği vardır. O, bir Frankenstein canavarıdır ve bütünüyle yaratıcısına aittir (tıpkı bir "Ford işçisi"nden söz edebileceğimiz gibi). Yine işçi sınıfı gibi, o, kolektif ve yapay bir yaratıktır. Doğada bulunmaz, yapılmıştır. Frankenstein, üretken bir mucit-bilim adamıdır. Dalgın, kaşif-bilim adamı Walton ile açıkça çelişki içindedir (bu kalıp Jekyll ve Lanyon'la tekrarlanmıştır). Organları yeniden birleştirilerek, canavarın kişiliğinde hayata döndürülenler, feodal ilişkilerin çöküşüyle haydutluğa, sefalete ve ölüme itilen "yoksullar"dır. Yalnızca çağdaş bilim -bu "karanlık ve şeytani makineler" metaforu- onlara bir gelecek sunabilir. Onları yeniden birleştirerek diker, dilediği şekilde biçim-lendirir ve nihayet onlara yaşam verir. Fakat canavar gözlerini açtığı anda, yaratıcı dehşetle geri çekilir: "yarı sönmüş olan ışığın parıltısında, yaratığın donuk sarı gözlerinin açıldığını gördüm... Bu felaket karşısında duygularımı nasıl anlatabilirim...?"
Frankenstein ve canavar arasında, muğlak, diyalektik bir ilişki vardır; tıpkı Marx'a göre, sermayeyi ücretli emeğe bağlayan ilişki gibi. Bir yandan, bilim adamının canavarı yaratmaktan başka çaresi yoktur: "İnsan doğası gereği yaptığım işten sık sık tiksinmekle birlikte, giderek artan bir isteğin baskısıyla, işimi sonuca yaklaştırıyordum". Öte yandan, hemen ondan korkar ve öldürmek ister, çünkü kendisinden daha güçlü bir yaratığa yaşam verdiğini ve bundan böyle ondan bağımsız olamayacağını kavrar. Jekyll'ı kaygılandıran da aynı lanettir: "yüreğini ferahlatmak için sana birşey söyleyeceğim: istediğim an, Mr. Hyde'dan kurtulabilirim." Ve yine de, efendisinin yaşamına hükmedecek olan Hyde'dır. Başka bir deyişle, canavarın insanda uyandırdığı korku, "kendi mezar kazıcısını yaratmış olmaktan" duyulan korkudur.
Canavarın belirgin "istemleri", aslında korku yaratmaz. Bunlar meydan okuma belirtisi değil, "reformist"/"Chartist" taleplerdir. Canavar yalnızca, insanlar arasındaki vatandaşlık haklarına sahip olmayı dilemektedir: "Sana karşı gelmeye kışkırtılmayacağım. Ben senin yaratığınım ve doğal efendime ve kralıma karşı daima kibar ve uysal olacağım... Ben, yardımsever ve iyi bir insandım; sefalet beni bir canavar yaptı. Beni mutlu et, ben de yeniden erdemli olayım." Daha da ötesi, insanlarla bütün dostça ilişkileri başarısızlığa uğra-dığında, canavar kenara itilmişliğini alçak gönüllülükle kabul eder. Yalnızca, "kendisi kadar şekli bozuk ve ürkütücü" bir başka yaratığa sahip olmayı diler. Ama bu bile ondan esirgenir. Onun çocukları olduğunu ve çoğaldığını görmek şöyle dursun, yalnızca varlığı bile, Frankenstein için yeterince korkunçtur. Evliliğini bir türlü tam anlamıyla gerçekleştiremeyen Frankenstein, Benjamin'in tanımladığı aynı iktidarsızlığın kurbanıdır: "İktidarsızlığın toplumsal nedenleri: Burjuva sınıfının hayal gücü, serbest bıraktığı üretici güçlerin geleceğiyle ilgilenmeyi becerememiştir... Erkek iktidarsızlığı: üretici güçlerin durdurulmasının içinde gerçekleştiği yalnızlığın temel biçimidir". Canavarın soyunun sür-mesi olasılığı, bilim adamının önünde, gerçek bir karabasan olarak durur: "İnsan türünün bizzat varoluşunu, istikrarsız ve dehşet dolu bir koşula bağlayabilecek olan bir şeytan ırkı yeryüzüne yayılabilirdi."
"Şeytan ırkı": Proleteryaya ait bu imge, Mary Shelley'in ideolojisindeki en tepkisel ögelerden birini barındırır. Canavar, tarihsel bir ürün, yapay bir varlıktır; fakat bir ırka dönüştüğünde, doğanın değişmez diyarına yeniden girer. İçgüdüsel, doğal bir nefretin nesnesi haline gelebilir; ve insanlar, canavarın ortaya koyduğu güce karşı koyabilmek için bu nefrete ihtiyaç duyarlar. Bu öylesine gerçektir ki, ırk ayrımı, anlatımın gelişimine dışardan dayatılmaz, tersine doğrudan ondan kaynaklanır. Canavarı, başka türden bir varlık yapmak isteyen yalnızca Mary Shelley değil, bizzat Frankenstein'ın kendisidir. Frankenstein'ın istediği, (iddia ettiği gibi) bir insan değil, bir canavar, bir ırk yaratmaktır. Bizlere, yaratığı oluşturmaya çabalarken "gösterdiği özeni ve çektiği sıkıntıları" uzun uzun anlatır; "uzuvlarının orantılı olduğunu" ve "yüz hatlarını güzel seçtiğini" söyler. Bir sürü yalan: Aynı paragrafta, üç sözcük sonra şunları okuruz: "Sarı derisi, altındaki kasların ve damarların işleyişini güçlükle örtüyordu; saçları parlak siyah renkte ve dalgalıydı; dişleri inci gibi beyazdı; fakat bu özellikler, onun sulu gözleri,... kırışık cildi ve düz kara dudaklarıyla yalnızca daha ürkütücü bir zıtlık oluşturuyordu." Henüz yaşamaya başlamamışken bile, bu yeni varlık, korkunç ve ayrı bir ırktandır. Öyle olmalıdır, öyle olmak üzere yapılmıştır: yaratılmıştır, fakat bu şartlarla.
Burada, her bir toplumsal katmana özel bir tarz giyimi dayatarak uzaktan tanınmalarına izin veren ve onları toplumsal rollerine fiziksel olarak bağlayan feodal şer'i yasalara açık bir ağıt vardır. Şimdi giysiler herhangi birinin alabileceği metalara dönüştüğüne göre, bu artık olanak dışıdır. Toplumsal farklılık, şimdi daha derin bir biçimde belirtilmelidir: kişinin derisinde, gözlerinde, vücut yapısında. Canavar, hakim sınıflar için, tüm insanların eşit olduğu -ya da olması gerektiği- düşüncesine razı gelmenin ne kadar güç olduğunu anlamamızı sağlar.
Fakat canavar aynı zamanda, eşitsiz bir toplumda insanların eşit olmadığını anlamamızı da sağlar. Yalnızca ayrı ırklara ait oldukları için değil, eşitsizliğin insanın derisine, gözlerine ve vücuduna işlemesinden ötürü de bu böyledir. Açıktır ki, ilk sanayi işçilerinin konumunda bu daha da geçerlidir: canavarın biçimi, yalnızca Frankenstein onun böyle olmasını istediği için değil, endüstri devriminin ilk on yıllarında gerçek durum böyle olduğu için de bozuktur. Onda, sivil toplumu eleştirenlerin metaforları gerçekleşir; canavar Adam Ferguson'un kölelerini, genç Marx tarafından tanımlanan yabancılaşmış emeğin diyalektiğini canlandırır: "ürünü biçim kazandıkça, işçi biçimsizleşir; elindeki nesne uygarlaştıkça, işçi daha da güçsüzleşir; iş inceldikçe, işçi daha kabalaşır ve doğaya karşı daha da köleleşir. ...Gerçek şu ki, emek saraylar üretebilirken, işçiler için ahırlar üretir. ...Bir yandan zeka üretirken, işçiler için idiotluk ve geri zekalılık üretir." Frankenstein'ın icadı, bu bağlamda, kapitalist üretim sürecinin gözalıcı bir metaforudur. Bu, biçimleri bozarak biçimlenen, barbarlaştırarak uygarlaşan, yoksullaştırarak zenginleşen -içindeki her olumlamanın bir olumsuzlamayı gerektirdiği iki yönlü bir süreçtir. Nitekim canavar -Frankenstein'ın ıstıraplı yüceliğinin üzerinde yükseldiği temel-, hep olumsuzlamayla tanımlanmıştır: İnsan orantılıdır, canavar değildir; insan güzeldir, canavar çirkindir; insan iyidir, canavar kötüdür. Canavar, tersyüz edilmiş, olumsuzlanmış insandır. Onun bağımsız bir varlığı yoktur; ne gerçekten özgürdür, ne de bir geleceği vardır. Yalnızca, aslı Frankenstein olan madalyonun öbür yüzü olarak yaşar. Bilim adamı öldüğünde, canavar kendi yaşamında ne yapacağını bilemez ve intihar eder.
"Frankenstein"ın iki aşırı ucu, bilim adamı ve canavardır. Fakat onların, anlatım süreci için aşırılaştıklarını söylemek daha doğru olur. Mary Shelley'in romanı, aslında sade bir plana dayanır; basitleştirme ve bölmeden ("Toplumun bütünü iki sınıfa bölünmek zorundadır...") oluşan bir plana. Bu, kurbanlar isteyen bir süreçtir. Gerçekten de, bütün "ara" kişiler, birbiri ardısıra canavarın elinde telef olurlar: Frankenstein'ın kardeşi William, hizmetçi Justine, Frankenstein'ın arkadaşı Clerval, karısı Elizabeth ve babası. Buna benzer bir dizi ölüm, Philemon ve Baucis'in kurban edilişinde, Faust'un girişimci rüyası, iki yaşlı insanın kişiliğinde, aile birliğinin ve küçük bağımsız mülkiyetin yok oluşunu ortaya koyarken görülür. "Frankenstein"da da, canavarın kurbanları (daha doğrusu, canavarla bilim adamı arasındaki, geleceğin toplumsal ilişkilerini önceden canlandıran mücadelenin kurbanları), genişletilmiş bir birim olarak ailenin ahlaki ve ekonomik ideallerini temsil eden kişilerdir. Bu genişletilmiş birim yalnızca akrabaları değil, aynı zamanda hizmetçiyi ve yakın arkadaş Clerval'i de kapsar. Clerval, çağdaşı Victor'la karşılaştırıldığında, hâlâ uysalca gelenekseldir: Frankenstein'ın tersine, ailesinin kasabasında, aile evinde kalmayı ve onların değerlerini yaşatmayı seçmiştir. Bu değerler korporatif, yöresel ve değiş-mezdir: Bu, Robinson Crusoe'nun babası tarafından övülen ortak yolun ahlakıdır.
Frankenstein'ın kendisi de sonunda bu değerlere döner, ama artık çok geçtir: "doğduğu kasabanın dünya olduğuna inanan kişi, kendi doğasının izin verdiğinden daha büyük olmaya gözünü diken bir kişiye göre ne kadar daha mutludur. ... Elveda Walton! Mutluluğu dinginlikte ara ve tutkudan kaçın; bu, bilim ve keşifte sivrilmeye yönelen açıkça masum bir hırs olsa bile."
Frankenstein'ın son sözleri, eserinin amacını "aile bağlarının sevimliliğini sergilemek" olarak sunan Mary Shelley'in önsözüyle birleşir. Bu sözlerin Walton'a söylenmiş olması rastlantısal değildir. Çünkü Walton, eserin mesajının iletilmesinde son derece önemlidir. Frankenstein gibi, Walton da, zorba olduğu kadar saldırgan ve insanlık dışı bir bilimsel gelişme idealinin yönlendirdiği umutsuz bir girişimin kahramanıdır: "Bir insanın yaşamı ya da ölümü peşinde olduğum bilgiyi elde etmek için ödenecek düşük bir fiyattır". Fakat Frankenstein'ın hikayesi onu geciktirir. Sonunda Walton, yaşamlarından endişe duyan denizcilerin protestolarına boyun eğer ve "bilgisiz ve düşkırıklığına uğramış bir biçimde" ülkesine ve ailesine dönmeyi kabul eder. Bu değişim sayesinde Walton hayatta kalır; ve bu, ona anlatım yapısında, kitabın mesaj "göndericiler" sisteminde temel bir işlev yükler. Walton hikayeye hem başlar, hem de onu bitirir. Onun anlatımı, Frankenstein'ın anlatımını hem "içerir", hem de böylelikle onu destekler (Frankenstein'ın anlatımı da canavarınkini "içerir"). En geniş, en kapsamlı, en evrensel bakış açısı Walton'a ayrılmıştır. Anlatım sistemi, daha önce açıkladığımız biçimde, "Frankenstein" romanının anlamını, içerdiği dehşeti defetmek yoluyla tersine çevirir. Gerçekliğin hakim ögesi, toplumun iki karşıt kutba bölünmesi değil, onun Walton ailesinde simgesel yeniden birleşmesidir. Yara iyileştirilmiştir: kişi evine dönmüştür.
Anlatım tekniğiyle Walton'a atfedilen evrensellik, sadece eldeki hikayeye özgü değil, bütün tarihî gelişime yöneliktir. Walton aracılığıyla, Frankenstein ve canavar yalnızca birer tarihî "kaza" statüsüne indirgenirler; onlarınki bir hikaye, bir "vaka"dır (Stevenson'un başlığı "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'ın Garip Vakası" olacaktır). Bu yolla, Mary Shelley bizi kapitalizmin bir geleceği olmadığına ikna etmek ister: birkaç yıl için yaşanmış, fakat artık geçip gitmiştir. Herkesin görebildiği gibi, Frankenstein ve canavar varis bırakmadan ölürler, oysa Robert Walton hayatta kalır. Bu çok çarpıcı fakat Mary Shelley'in bizi hazırladığı bir anakronizmdir. "Frankenstein"ın sosyolojik dayanak noktası -proleteryanın yaratılması- ne ekonomik çıkarlara, ne de objektif gereksinimlere cevap verir. Bu, münferit, subjektif ve hiçbir çıkar gözetmeyen bir sanat eserinin ürünüdür: Frankenstein, canavarı yaratırken hiçbir kişisel çıkar gözetmez. Daha doğrusu, bunu gözetemez çünkü romanın dünyasında canavardan yararlanmanın bir yolu yoktur. Ondan yararlanmanın bir yolu yoktur, çünkü ortada fabrika yoktur. Ortada fabrika olmayışının da çok geçerli iki nedeni vardır: çünkü Mary Shelley için üretimin istemlerinin kendi içinde hiçbir değeri yoktur, tersine bunlar ailenin ahlaki ve fiziksel sağlamlığının korunmasına bağımlı kılınmalıdır; ve yine onun anlayışına göre fabrikalar, hiç şüphesiz, korkulan "şeytan ırkının" sayısını sonsuza çıkaracaktır. Proletaryayı defetmeyi uman Mary Shelley, tam bir mantıksal tutarlılıkla, çizdiği resimden sermayeyi de siler. Diğer bir deyişle, tarihi siler.
Gerçekten de, kullanılan tuhaf anlatım tekniğinin nihai sonucu, Frankenstein ve canavarın hikayesinin bir "fabl"a dönüşmesidir. Tıpkı bir fabldaki gibi, hikaye sözel biçimde gelişir: Frankenstein Walton'a anlatır, canavar Frankenstein'a anlatır ve tekrar Frankenstein Walton'a anlatır (oysa, tarihin ve geleceğin kendisinde somutlaştığı Walton, yazar). Tıpkı bir fabldaki gibi rahat, güvenli, evcil bir durum yaratma girişimi vardır; canavar bile, anlatımının başlangıcında, kendisinin ve Frankenstein'ın, daha rahat edebilmek amacıyla, bir dağ kulübesine çekilmelerini önerir. Yine tıpkı bir fabldaki gibi, kesin bir kural olarak, olup bitenler hayali olaylar olarak kabul edilmelidir. Kapitalizm bir rüyadır -kötü bir rüyadır, fakat her şeye rağmen bir rüyadır.