ashli
Bayan Üye
...Kocakarılar...
Bir varmış bir yokmuş, evvel zamanda kalbur samanda, vaktin birinde biri seksen yaşında biri doksan, iki kocakarı varmış.
Seksen yaşında olan doksan yaşında olana dana” dermiş.
Bir gün bu iki kocakarı bahçelerinde gezerlerken, doksan yaşındaki seksen yaşındakine, “Kızım, ah benim elmas kızım, benim pırlanta kızım, ah benim gül yanaklı kızım, ela gözlü, kara kaşlı, hokka ağızlı, kiraz dudaklı, çifte gerdanlı kızım, ah benim ömrümün yarı, süt gibi beyaz, ayın on dördü gibi civan kızım! Yazık değil mi o gümüş gibi ellerine ki gül topluyorsun? Dikenleri eline batmaz mı? Ah, yazık değil mi o sırma saçlarına ki yüzüne döküyorsun?” der.
O sırada bahçe duvarının dibinden geçmekte olan şehzade onları görmese de kocakarının söylediği bu sözleri işitir, yanındaki lalasına, “Lala, şu evi iyi belle, saraya vardığımızda annemle seni buraya göndereceğim,” der.
Bunlar akşam olup saraya vardıklarında, şehzade annesine, “Aman anneciğim, filan yerde şöyle güzel bir kız var, böyle güzel bir kız var, ne olur gidip o kızı bana iste,” diye yalvarır.
Şehzadenin annesi de, “Peki,” deyip, ertesi gün yanına kahya kadını, bir iki de halayık alarak lala ile birlikte arabaya biner, kocakarının evine gider. Kapıyı çalıp içeri girdiklerinde bunları doksan yaşındaki karşılar, “Buyurun, hoş geldiniz, safa geldiniz,” diyerek misafir odasına alır
Uzatmayalım, hoşbeşten sonra şehzadenin annesi işi kocakarıya açar, kocakarı da, “Evet, Tanrıya emanet, kızım gerçekten güzeldir. İşte, dişleri inci gibi, burnu hurma, yanakları elma gibi,” gibi yalanları savurmaya başlar
Şehzadenin annesi kızın kendisini görmek isterse de kocakarı, “Olmaz! Sonra kızıma nazarınız değsin de beni bir kızdan mı edesiniz. Hem kızım çok utangaçtır, öyle herkese görünmez,” diyerek seksen yaşındakini göstermek istemez.
Ama şehzadenin annesi, “Mademki kızı göremeyeceğiz, bari parmağını olsun görelim,” deyince, doksanlık kocakarı, “Filanca gün gelirseniz gösteririm,” demek zorun kalır.
Bunun üzerine kalkar, yine arabalarına binip saraya dönerler.
Şimdi kocakarı ne yapsın? Birkaç gün sonra geldiklerinde bunlara ne cevap versin, kimin parmağını göstersin? Çaresiz, seksenliğin eline koyu bir kına yakar, parmaklarının kurulduğunu, kırışıklarını bununla örter.
Şehzadenin annesi sözleşmiş oldukları gün gelir, kapıyı çalar, kızın parmağını görmek ister. Doksanlık bunları içeri alıp, seksenliğin durduğu odanın kapısı önüne götürür, kapıyı vurarak, “Ah benim melek yapılı kızım, şu parmağını göster de hanımlar görsün,” der.
Seksenlik civan, kınalı parmağını kapının arasından uzatıp gösterir. Şehzadenin annesi kınanın renginden bunun bir kocakarı parmağı olduğunu anlayamadığı gibi, üstelik de güzel görür. Parmağı bu kadar güzel olursa, elbette kendi de ona göredir,” diyerek cebinden çıkardığı bir elmas yüzüğü seksenliği parmağına takar, düğünün hangi gün yapılacağını doksanlığa bildirdikten sonra bol keseden ağırlık verip oradan ayrılır. Sarayda hazırlıklar tamamlanır, gelini getirmek için arabalar gönderilir. Arabalar bunların kapısında durunca, doksanlık seksenliği giydirip kuşatır, “Ah benim tombul kızım,” diyerek arabaya bindirir.
Gelin alay yola koyulur, saraya varır. Saraydan içeri girer girmez doksanlığın ilk işi, seksenliğe duvağına açmamasını, yüzünü kimseye göstermemesini tembih etmek olur. Seksenlik buna çok dikkat ederse de, odasında oturduğu bir sırada şehzade gelip, bu seksenlik elmas parçasının duvağını kaldırıverir. Bir de ne görsün? Ay parçası gibi sandığı o yüz bumburuşuk değil mi? İnci gibi sandığı dişlerin yerinde yeller esmiyor mu?
Şehzade öfkesinden ne yapacağını bilemez, kocakarıyı tuttuğu gibi pencereden sarayın yanındaki bir köşkün bahçesine atar.
Meğerse o bahçe bir peri padişahınınmış. Bu peri padişahının da bir kızı varmış; doğduğu günden beri de ne güler, ne ağlarmış. Peri padişahı kızının derdinden yanarmış. Masal bu ya, peri padişahı o akşam bahçede gezmeye çıkar, karanlıkta birinin inlediğini işitir. Sesin geldiği tarafa doğru gider, bir de bakar ki, bir kocakarı. Burada ne aradığını sorar kocakarıya. 0 da başına gelenleri peri padişahına anlatır.
Bunun üzerine, peri padişahı başlar gülmeye, gülerken de kızının gülmediğini hatırlayıp, bu kocakarı ile onu konuşturmaya karar verir. Kızının şimdiye kadar hiç gülmediğini, hiç de ağlamadığını anlatıp, kocakarıya, onu güldürüp güldüremeyeceğini sorar. O da, “Hele gelsin bakalım, belki onu güldürürüm,” diye cevap verir. Meğerse peri padişahının kızı ömür boyunca hiç insan yüzü görmemiş imiş. İşte bunun için ne ağlar, ne de gülermiş.
Neyse, peri padişahı gidip kızını kocakarının yanına getirir. Kız gelince, kocakarı, A kızım, sen hiç benim gibi böyle inci dişli, hokka ağızlı bir gelin gördün mü ömründe?” diye kendini satmaya başlar. Hem ilk defa bir insan yüzü gördüğünden, hem de böyle tuhaf sözler işittiği için kız bir kahkaha koyuverir. Kızının güldüğünü gören peri padişahı sevinir, bu sefer de kocakarıdan kızını ağlatmasını ister. Kocakarı, doksanlığın yalanları yüzünden başına gelenleri anlatmaya başlayınca, kız, bunun haline acıyıp, ağlamaya başlar.
Peri padişahı kızının iyileştiğini, artık hem gülebildiğini, hem de ağlayabildiğini görerek kocakarıyı baş tacı eder, köşküne götürür, ona bir dileğinin olup olmadığını sorar.
Kocakarının da, “On beş yaşında bir civan olmasını dilerim,” demesi üzerine peri padişahı bunu on beş yaşında genç bir kız haline sokar.
Kocakarı bir de bakar ki, dok dediği gibi gül yanaklı, : eki gözlü, kara kaşlı, hokka ağızlı, kiraz dudaklı bir kız oluvermemiş mi? Kalkar, peri padişahından izin alır, şehzadenin kendisini pencereden attığı yere gidip oturur.
Sabahleyin şehzade, “Bakayım şu cadı ne yapıyor?” diyerek pencereden bakınca bir de ne görsün? 0 seksenlik cadı on beş yaşında ay parçası gibi bir kız olmamış mı? Şaşıp kalır, bu işe akıl erdiremez. Hemen bahçeye iner, kızı alıp saraya getirir, düğünü yeniden başlatır.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra doksanlık, “Bakalım şu kız ne yaptı?” diyerek saraya gelir, bir de bakar ki, seksenlik kocakarı sahiden on beş yaşında bir civan olmuş.
Yanına varıp, “Nasıl oldu da bu hale girdin?” diye sorar. Kız da, “Gece yarısı kimse görmeden bir kalaycıya gittim, ‘beni güzelce bir kalayla,’ dedim. 0 da beni ateşe soktu, ben de, ‘körükle ateşi, zararı yok, yanayım,’ dedim. 0 da beni ateşin içinde kalaylayınca böyle oldum,” diye cevap verir. Bunu işiten doksanlık o gece soluğu kalaycıda alır, adamı uykusundan uyandırıp, ille de beni kalaylayacaksın diye zorlar.
Kalaycı, ‘Kadın, sen çıldırdın mı? Ölümünü mü istiyorsun?” diye onu bu işten vazgeçirmeye çalışırsa da, beriki dayatır. Kalaycı bakar ki, bu kocakarı ile başa çıkamayacak, “Adam sen de, bu kadın canından bezmişe benziyor, diyerek ocağı yakıp, kocakarıyı içine atar. Kadın yanmaya başlayınca, “Körükle kalaycı, körükle,” diyerek kalaycıya gayret verir. Kolaycı da bir güzel bunu ateşte körükleye körükleye yakar. Kocakarı on beş yaşında olacağım derken çıra gibi çatır çatır yanar, canından olur.
Böylece öteki kız da bu cadıdan kurtulur, ömrünün sonuna kadar şehzade ile oturur. Onlar ermiş muradına, darısı bizim başımıza.