Klasik Kemençe - Kemençe Tarihi - Klasik Kemençe Yapımı
Klasik Türk musıkisi sazlarından kemençe
40-41 cm boyunda
14-15 cm genişliğinde küçük bir çalgıdır. Yarım armudu andıran gövdesi
elips biçimindeki burguluğu (‘kafa’) ve sapı (‘boyun’) tek bir ağaç parçası yontularak ve oyularak yapılır. Göğsünde
yuvarlak kenarları dışarda kalmak üzere D biçiminde iki iri delik (4 cm boyunda
3 cm eninde) bulunur. Delikler birbirinden yaklaşık 25 mm uzaklıktadır. Eşik
bir ucu candireğine
öteki ucu göğse basacak biçimde bu iki deliğin arasına yerleştirilir. Çalgının arka tarafında bir ‘sırt oluğu’ vardır. Bu oluk
boynun uzantısı olan ve kafanın ortalarına kadar uzanan üçgen çıkıntının (‘mihrap’) ucundan başlayıp ortada genişler ve ‘kuyruk takozu’nun yakınında sivri bir uçla son bulur. Gövdenin alt ucundaki özel çıkıntıya (‘kuyruk takozu’) takılan kiriş veya madenî ‘kuyruğa’ bağlanan tellerden her biri
eşiğin üzerinden geçip kendi burgusuna sarılır. Tellerin titreşen uzunluklarını eşitleyen bir baş eşik yoktur. Üç tel
sırasıyla yegâh (pest re)
rast (sol) ve neva (tiz re) seslerine akortlanır. Bütün teller bağırsaktandır. Yalnız yegâh telinin üzerinde gümüş sargı bulunur. Günümüzde sentetik raket telleri
alüminyum sargılı bağırsak veya suni ipek teller veya krom sargılı çelik keman telleri kullanan sazendeler de vardır. 14-15 cm uzunluğunda olan ve icra sırasında göğse dayanan burgular
kafada bir üçgenin köşelerini oluşturur. Çünkü orta tel
iki yandaki telden 37-40 mm daha uzundur. Kısa tellerin titreşen (yani eşik ile burgu arasında kalan) uzunlukları 25
5 - 26 cm kadardır. Tellerin titreşimini çalgının sırtına ileten candireği
-neva telinin altına gelecek biçimde- eşik ile sırt arasına yerleştirilir. Sırtta
tam eşiğin altına rastlayacak yerde 3-4 mm çapında bir delik açılır.
Eskiden kemençenin kafası
boynu ve sırt oluğu genellikle fildişi
sedef veya bağa kakmalı yapılırdı. Saray veya konaklar için Büyük İzmitli veya Baron gibi büyük ustaların elinden çıkan bazı kemençelerin bütün sırtı (hatta göğüs deliklerinin çevresi) sedef
fildişi veya bağa plakalarla veya oyma-kakma motiflerle süslenmiştir. Denebilir ki
en çok süslenmiş Türk çalgısı kemençedir.
Çalınırken kuyruk takozu sol dize
burguları göğse yaslanarak düşey konumda tutulan veya ve iki diz arasına konan kemençenin telleri
tuştan 7-10 mm yüksektedir. Çünkü sesler
telli çalgıların çoğunda olduğu gibi tellerin üstüne parmak uçlarıyla basılarak değil
teller tırnakla yandan hafifçe itilerek bulunur. Dördüncü pozisyondan (muhayyer [la] perdesinden) sonra aralıklar çok küçüldüğünden
falso ihtimali çok yüksektir. Yaklaşık 60 cm uzunluğunda olan ve avuç içi yukarı bakacak biçimde tutulan yayın kılları
icra sırasında sağ elin orta parmağıyla gerilip gevşetilebilir.
Kemençe teriminin kökeni olan ve Farsça’da ‘küçük yay’ veya ‘küçük yaylı çalgı’ anlamına gelen kemânçe kelimesi
ondokuzuncu yüzyıldan önce
bugün rebab denilen ayaklı kemane için kullanılıyordu (‘ayaklı kemane’ terimi
çalgıları inceleyen organolojide
silindirik uzun bir sapı ve genellikle kesik küre biçiminde bir gövdesi olan
sapı gövdesinin üstünden girip altından çıkan ve düşey olarak tutulup çalınan yaylı çalgıların ortak adıdır). Kemân da denilen kemânçe
onsekizinci yüzyılın sonlarına kadar klasik Türk musikisinde kullanılan tek yaylı çalgıydı. Kemânçenin yerini
önce sinekemanı (Avrupa çalgısı viola d’amore’ye İstanbul’da verilen ad)
daha sonra da Avrupa kemanı aldı. Armudî kemençe
fasıl topluluğuna ondokuzuncu yüzyılın ortasına doğru girmiştir.
Armudî kemençenin fasıl topluluğuna girmeden önceki adı lira idi (nitekim
son yıllarda çok rağbet görmeye başladığı Yunanistan’da
‘şehir lirası’ veya ‘İstanbul lirası’ anlamında lira politiki adıyla anılmaktadır). Lira
daha onuncu yüzyıl’da Bizanslılar’ın kullandığı bir çalgıdır. Arap tarihçi El-Mes’udî’nin (öl. yaklaşık 957)
“Bizans lirası
Arap rebabıdır” demesi buna kesin kanıttır. Ayrıca onbirinci yüzyılda yazılmış olan Glossarium Latino-Arabicum adlı Arapça-Latince sözlükte rebab için lyra dicta karşılığı verilmiştir. İbn Hurdazbih’in (öl. 912) “rebabın en makbulü
armut biçiminde olandır” yolundaki ifadesine
El-Mes’udî’nin sözleri ve anılan sözlükteki bilgi de eklenince
armudî kemençenin en geç onuncu yüzyılın başlarında Araplar arasında da kullanıldığına hükmetmek gerekiyor. Hatta
Abdülkadir Merâgî’nin rebab benzeri yaylı çalgı için kemânçe-i oğuz
armudî kemençe için ise kemânçe-i rumî demesi
bizi
liranın
en erken onbeşinci yüzyıl başlarına kadar
yalnız Araplarca değil
İranlılar ve Türklerce de kullanıldığını düşünmeye zorluyor. Ne var ki
yalnız İran veya Arap minyatürlerinde değil
Osmanlı minyatürlerinde de kemençeye benzer bir çalgı görülmez. Onbeşinci - ondokuzuncu yüzyıllar arasındaki yazılı kaynaklarda da armudî kemençeden söz edilmez. Çalgının bilinen en eski resmi
Hızır Ağa’nın Tefhîmü’l-Makamât fî tevlîdi’n-nagamât adlı kitabındadır (1760 ?). Bu resmin altında ‘kemân-ı kıptî’ (çingene kemanı) yazılıdır. Hızır Ağa’nın
bu çalgıya ‘keman’ adını vermiş olması şaşırtıcı değildir. Çünkü
Osmanlıca’da keman terimi
yaylı çalgıların genel adıdır; Kıptî sıfatı da
çalgının henüz fasıl topluluğuna girmemiş olduğuna bir işarettir.
Blainville’in kitabındaki (1767) -üstünde ‘üç telli lira’ yazılı- resim
1774’te Niebuhr’un verdiği resim kadar gerçekçi görünmüyor. Laborde’un Niebuhr’dan aynen aktardığı bu resimdeki lira
küçük göğüs delikleri ve uzun boynu ile
günümüzde İtalya’nın güneyinde (Calabria)
Ege adalarında (özellikle Girit’te)
Balkanlarda ve Türkiye’nin bazı köy ve kasabalarında rastlanan halk çalgısının tam bir benzeridir.
Armudî kemençeye benzer yaylı çalgılar
onuncu yüzyıldan itibaren Avrupa’da da kullanılmıştır. Organologlar
genel olarak rebek denilen bu çalgıların ya Bizans lirasından ya da Mağrip rebabından türediğini kabul ederler. (Rebek adının kökeni rebab’dır.) Lira ile Mağrip rebabı arasındaki akrabalık ise henüz aydınlatılamamıştır.
‘Rebek’lerin adı gibi
biçimi
boyutları ve tel sayısı da Orta Çağ boyunca değişmiştir. Tel sayısı genellikle üç olmakla birlikte
tek telli veya 2
4
5 hatta 6 telli rebekler de kullanılmış
tellerin çift takıldığı da olmuştur. 1300’den önce bile
ahenk telleri için sapın yan tarafında burgular bulunan rebekler yapılmıştır. Öyle görünüyor ki Mağrip rebabına benzeyen rebekler genellikle iki telli kalmıştır. Baştan beri rebek ailesinden çalgılar
güney Avrupa’da ve kuzey Afrika’da dize dayanarak ve yayları avuç içi yukarı bakacak biçimde tutularak çalınmıştır. Kuzey Avrupa’da ise çalgı çoğunlukla göğse (veya omuza) dayanarak çalınıyordu. Tabiî
diz üstü konumda teller yandan tırnaklarla itiliyor
göğse dayandığında ise tellerin üzerine parmak uçlarıyla basılıyordu. Yalnız Orta Çağ’da ve Rönesans döneminde saraylarda veya soyluların evlerinde kullanılan rebekler
onsekizinci yüzyıla kadar batı ve kuzey Avrupa’da köy çalgısı olarak yaşamıştır. Günümüzde lira adıyla Güney İtalya’da
liyera veya liyeritsa adlarıyla Yugoslavya’da (özellikle Dalmaçya’da)
gusla veya gadulka adıyla Bulgaristan’da (özellikle Rodoplar’da)
lira adıyla Trakya’da (lira trakyotiki) ve Ege adalarında (özellikle Girit’te [lira kritiki]) varlığını sürdürmektedir. Türkiye’de de halk çalgısı olarak kemane (Kastamonu)
tırnak kemanesi (Azdavay) veya tırnak kemençesi (Fethiye) gibi adlar taşır.
Enderunî Fazıl’ın 1793 tarihli Hubanname ve Zenanname’sindeki bir albüm resmi
kemençenin
Vasil (1845-1907) sayesinde fasıl topluluğuna girmeden önce
yine bir Bizans çalgısı olan lavta ile birlikte
özellikle Pera tavernalarında kullanıldığına sağlam bir kanıttır. Kemençenin
bugünkü olağanüstü zarif çizgilerine en geç ondokuzuncu yüzyılın ortasına doğru kavuştuğu anlaşılıyor. 1867 Paris Sergisi’ndeki Osmanlı pavyonundan Londra’daki South Kensington Müzesi için satın alınan kemençenin
Carl Engel tarafından 1869’da yayımlanan katalogdaki resmi bunu gösterir. Bu resimdeki
çok ince bir zevki yansıtan
kakmalarla süslü kemençe
ya hanedandan bir amatör ya da sarayda çalan birprofesyonel için yapılmış olsa gerek. Vasil’den kemençe öğrenen ve kısa zamanda virtüozluk düzeyine erişen Tanburî Cemil Bey (1873-1916)
bu çalgıyı
fasıl müziğinin vazgeçilmez bir unsuru durumuna getirdi. Öyle ki
daha yüz yıl kadar önce meyhanelerde
tavernalarda kullanılan kemençe
yirminci yüzyılın ortasına gelmeden
tanbur ve ney ile birlikte Türk müziğinin en ‘asil’ çalgılarından biri sayılır oldu. Bunda
hiç şüphe yok
kemençe sesinin
yirminci yüzyılın başlarında büsbütün duygusal ve hüzünlü hale gelen Türk müziğine kemanınkinden daha uygun olması rol oynamıştır.
Reformcu Hüseyin Sadettin Arel (1880-1955)
tasarladığı çoksesli Türk müziğini icra edecek orkestrada ağırlığı
‘kemençe beşlemesi’ne verecekti. Soprano
alto
tenor
bariton ve bas olmak üzere beş ayrı boyda
dörder telli
tel boyları eşitlenmiş beş kemençenin prototiplerini 1933’te yaptırdı. Bunlar için özel parçalar besteledi
besteletti. Ama çok geçmeden bu çalgılar terkedildi. 1976’da açılan Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nın kemençe hocaları arasında yer alan Cüneyd Orhon
Arel’in - keman gibi akortlanan - soprano kemençesini öğretmeyi tercih etti. Bugün bu okulda
üç telli geleneksel kemençe ile dört telli Arel kemençesi ayrı ayrı öğretilmektedir.
Not: Klasik kemençe ile kemençe farklıdır.
Klasik Türk musıkisi sazlarından kemençe
Eskiden kemençenin kafası
Çalınırken kuyruk takozu sol dize
Kemençe teriminin kökeni olan ve Farsça’da ‘küçük yay’ veya ‘küçük yaylı çalgı’ anlamına gelen kemânçe kelimesi
Armudî kemençenin fasıl topluluğuna girmeden önceki adı lira idi (nitekim
Blainville’in kitabındaki (1767) -üstünde ‘üç telli lira’ yazılı- resim
Armudî kemençeye benzer yaylı çalgılar
‘Rebek’lerin adı gibi
Enderunî Fazıl’ın 1793 tarihli Hubanname ve Zenanname’sindeki bir albüm resmi
Reformcu Hüseyin Sadettin Arel (1880-1955)
Not: Klasik kemençe ile kemençe farklıdır.